@saniyesolak
|
Sellam✨
Umarım sevdiğiniz bir bölüm olur❤️
Keyifli okumalar diliyorum.
⏳
Önümdeki devasa boyuttaki sürgülü kapı kayarak yana doğru açılmaya başlarken parmaklarımla arabanın direksiyonunda ritim tutmaya başladım.
Düşünmemek için yaptığım bir hareketti bu. Düşünürsem sorular sormaya başlardım kendime, sorular sorarsam ardıma bile bakmadan geri dönerdim...
Güvenlik kulübesinde oturan adamın garip bakışlarının tam yüzümde olduğunu biliyordum. Ona bakmasam da dudak hareketlerinden birilerine benimle ilgili rapor verdiğini de...
O gün bu yere geldiğimde orada bir güvenlik kulübesi olduğunu bile fark etmemiştim. Çünkü ne bu kapıya bu kadar yaklaşmıştım ne de etrafımı kuşatan adamlardan vakit kalmıştı.
Şimdi etraf son derece sessiz ve sakin görünüyordu ama hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını da biliyordum.
Mesela benden birkaç metre uzakta, duvar dibine park edilmiş siyah lüks arabanın içinde adamlar olduğunu biliyordum. Filmli camların onları gizlediğini sanıyor olmalıydılar... Gizlemiyordu.
Güvenlik görevlisinin yanı sıra, kapının hemen üst köşelerindeki kameralardan da kontrol ediliyordum. Surlara benzeyen yüksek bahçe duvarlarının üzerinde de karanlığın kamufle ettiği adamların olduğuna yemin edebilirdim.
Güvenlik önlemleri en üst seviyedeydi.
Sadece... Ben geldiğim için miydi bu önlemler yoksa hep mi böyleydi bunu merak ediyordum. Eğer bu denli güvenlik önlemleri alınabiliyorsa Sara nasıl kaçırılmıştı? Ya da Sara kaçırılmadan önce neden böylesi bir güvenlik önlemi alınmamıştı?
Kapı tamamen açıldı. Bahçe duvarı boyunca ilerlerken içerisinin ne denli büyük olduğu zaten tahmin edilebilir bir şeydi ama arabamı açılan o kapıdan içeri soktuğumda, tahminlerimin gerçeğe biraz bile yaklaşamadığını görmek şaşırtıcıydı.
Yolun iki yanı boyunca belirli aralıklarla dikilmiş, ustaca budanarak aynı boya getirilmiş mavi ladinler, etrafı tam olarak görmeyi zorlaştırıyordu ama bahçe içine yerleştirilen aydınlatmalar bahçenin büyüklüğünü anlamam için yeterliydi.
Ladinlerin arasına da serpiştirilmişti o lambalardan ve her lambanın altında, itinayla tasarlandığı her ayrıntısından belli olan banklar vardı.
Sanki şahsi bir mülke değil de, UNESCO tarafından korunma altına alınmış bir kültür parkına girmişim gibi...
Ağaçların izin verdiği ölçüde bir kısmı görünen; devasa boyuttaki, çift kanatlı, beyaz ışıklarla aydınlatılan malikâne de beyaz sarayı andırıyordu zaten.
Gözler önüne serilen bu lükse karşın gözlerimi devirmeden edemedim. Buna çok yakın bir evde büyümüştüm, böylesi gösterişli ve lüks hayata yabancı değildim ama hayatım da tam olarak böylesi bir lüksün içinde parçalana parçalana un ufak olmuştu.
İçime derin bir nefes çekip odağımı bahçeden önüme çevirdiğimde yaklaşık elli metre ötemde yolun ortasında üç adamın dikildiğini gördüm. İkisi birer adım geride dururken ortadaki diğerlerinden bir adım önde duruyordu. Yüzü de diğerlerinden daha tanıdık geliyordu. Aradaki mesafe kapandıkça hafızam gereken anıyı buldu ve onun kim olduğunu hatırladım. Adı Mahzun'du... Benim soyunma odamda benim kafama silah doğrultan adam.
Onlara yaklaştıkça adının Mahzun olduğunu hatırladığım adam elini kaldırıp durmamı işaret etti. Her ne kadar kafama o silahı doğrulttuğunu hatırlamak, daha da hızlanıp arabayla üzerinden geçme isteğimi artırsa da arabama kıyamadığımdan yavaşlayıp durdum.
Ağarmaya başlamış saçlarına rağmen son derece dinç görünümüyle, dik duruşuyla ve ciddi yüzüyle; duran arabanın etrafından dolanıp sürücü tarafına geldi. Ellerini bir kısmı açık cama yaslayıp hafifçe eğilerek bana baktı ve "Hoş geliniz Yazgı Hanım..." diyerek beni selamladı. Yalnızca tek kaşımı kaldırarak karşılık vermekle yetindim.
"Arabanızı ve sizi aramamız emredildi. Lütfen..." diyerek söze girmişti ki elimi kaldırıp onun sözünü kestim. Yan koltukta duran çantamla, bir pastanenin önünden geçerken aldığım tuzlu kurabiye kutusuna uzanıp aldım. Böyle bir saçmalıkla karşılaşacağım zaten tahmin edilebilir bir şeydi, şaşırmamıştım.
Kapıyı açtığımda ellerini arabadan çekip bir adım uzaklaştı. Hareketlerimi sorgulayan o bakışların altında arabadan çıkıp sadece bir kez baktım Mahzun'un yüzüne. Ve gözlerimi ondan çekip yoluma devam etmeden önce kaşlarımla arabamı işaret ettim. "Arabamı döndüre döndüre arayabilirsiniz ama beni aramak için o ellerinizin bana uzanabileceğini sanıyorsanız; sizi temin ederim, bana beş santim bile yaklaşmadan ellerinizi bileklerinden sökülmüş bir halde bulursunuz." Dudaklarımdan alaylı bir 'hıh' sesi dökülürken başımı iki yana sallayıp, "İçiniz rahat edecekse söyleyeyim, üzerimde herhangi bir silah yok ama zaten birini öldürmek için bir silaha da ihtiyacım yok." dedim. "Zira ellerim sizin belinizdeki silahlardan çok daha etkili bir silah."
Başka bir şey söylemesine izin vermeden, Mahzun'u arkamda bırakıp kalan yolu yürüyerek ilerlemeye başladım. Diğer iki adam yolumu kesecek olduysa da tek bakışım yetmişti onları önümden çekmeye. İkisi de ayrı köşelere çekilip bana ortalarından bir yol açtığında ikisinin de yüzüne birer kez bakıp yürümeye devam ettim.
O mavi ladinlerle çevrili yol, yaklaşık bir yüz metre kadar daha devam ediyor; sonrasında ise sizi boş bir alan karşılıyordu. Malikânenin, tam ortasına dikildiği boş bir alan...
Aslında o kadar da boş değildi...
Dışarıda kendilerini gizleme gereği duyan korumalar burada gizlenmeden dikiliyorlar, attığım her adımı dikkatle izlerlerken yanlarından geçtiğimde kulaklarındaki kulaklıklara dokunup bir yerlere rapor veriyorlardı. Onlarca korumanın hepsi de beni raporlamak için burada duruyorsa eğer, onlara gerçekten acımaya başlayacaktım. Birilerini bu kadar tedirgin ettiğimi bilmiyordum açıkçası. En azından Rauf Karan ve adamlarından başka birilerini...
Onları görmezden gelmek kolay oldu. Hiçbirine bakmadan verandaya çıkan çift taraflı merdivenlerden soldakine yönelip fildişi mermerle kaplı basamakları usulca çıktım. Merdivenlerin her ikisinin de korkulukları zarifçe oyularak şekil verilmiş mermerden oluşuyor, sanki bir müzeye giriyormuşsun hissiyatı veriyordu.
Siyah postallarımla, kot şortum ve siyah, dar, kalın askılı, fitilli atletimin üzerine geçirdiğim deri ceketimle kesinlikle buraya eğreti duruyordum ama kimin umurundaydı ki?
Uyum sağlamak için harcadığım çabaların hepsi dönüp dolaşıp yıllardır sırtımda biriken o yükün üzerine eklenip durmuştu. Bende vazgeçmiştim...
Çocuklarla olan antrenmandan sonra duşu salonda almış ve oradaki dolabımda ne varsa elime ilk gelenleri üzerime geçirmiştim.
Kapının önüne geldiğimde bir köşede duran, ağzı açık bir aslanı andıran kapı zili direkt dikkatimi çekti. Elimi o zile uzatacağım sırada kapı içeri doğru açılmış ve kırklı yaşlarında bir kadın görüş açıma girmişti. Üzerindeki beyaz gömlekle siyah kumaş pantolon ve tepesinde sımsıkı topuz yaptığı saçlarıyla onun bir yardımcı olduğunu anlamamak imkânsızdı.
Yardımcı kadın kapıyı tamamen açtığında hemen arkasından bir kadın daha göründü. Ustaca dalgalandırılmış omuzlarına kadar gelen sarı saçları, giydiği siyah, şık ama sade elbisesi ve elbisesini tamamlamak için seçtiği zarif takılarıyla zarafetin sözlük anlamı gibi duran bu kadının ev sahibesi olduğu her halinden belli oluyordu. Yüzüne yaptırdığı küçük dokunuşlar onu olduğundan genç gösterse de boynu yaşını ele veriyordu. Kırklı yaşlarının ortalarında olmalıydı...
Sara'yı buraya getirdiğimde gördüğüm o iki kadından biri değildi.
Yardımcı kadın kenarı çekildiğinde tanımadığım o kadın bir adım öne çıkıp "Hoşgeldiniz Yazgı Hanım." diyerek beni selamladı. Yüzü makyaj ile renklense de yorgun ela gözleri onu ele veriyordu. "Ben Esin Altuğlu, sizi burada görmek bizim için bir şeref. Lütfen içeri geçin."
Esin Altuğlu...
Aras'ın annesi olamayacak kadar genç görünüyordu ama Sara'nın annesi olabilirdi. Ya da sadece Fatih Bey'in kız kardeşiydi...
İçimden kendi kendime omuz silktim. Kim olduğuyla ilgilenmiyordum. Ya da dudaklarındaki emanet gülüşün samimi olup olmamasıyla. Hatta bana kalırsa samimi ve sıcak bir karşılamadansa mesafeyi tercih ederdim. Öylesi daha iyiydi, daha güvenli...
Kadının yüzüne aptal aptal bakakalmış olmamak için başımı hafifçe eğerek selamını alıp "Hoşbuldum." diye karşılık verdim ama gülüşüne karşılık vermek için zahmet etmeden, benim için açmış olduğu boşluktan içeri süzülmüştüm.
Ailenin geri kalanı ortalarda görünmüyordu.
Daha farklı bir karşılama beklediğini inkâr edemezdim. En azından iki iğneli cümle ya da başıma dayanan bir silah falan... Hayal kırıklığına uğramadım desem yalan olurdu.
Kısaca geniş holde gezinen bakışlarım yeniden adının Esin olduğunu öğrendiğim kadına kaydı ve elimdeki kurabiye paketini ona uzattım. "Normalde, tatlı yensin tatlı konuşulsun diye tatlı bir şeyler getirilirdi biliyorum ama bu evde nasıl karşılandığımı az çok bildiğimden tuzlu kurabiye almayı tercih ettim."
Kadının ela gözleri kısacık bir an elimdeki pakete kaydı ve dudakları mahcup bir gülümsemeyle kıvrılırken uzanıp elimdeki paketi aldı. "Lütfen beni mazur görün. Ailecek pek kolay günler geçirdiğimiz söylenemez. Bu süreç hepimizi bariz yordu ve yıprattı."
Eliyle holün soluna giden koridoru işaret edip "Lütfen kendinizi evinizde hissedin, burada olmanızdan hepimiz fazlasıyla memnunuz."
Siz onu bir de Aras Akın Altuğlu'ya sorun...
Paketin ağırlığından kurtulan ellerini kot şortuma sürtüp bana gösterilen tarafa doğru adımlamaya başladım. Esin Hanım kurabiye kutusunu yardımcı kadına vermiş ve peşimden beni takip ederken konuşmaya başlamıştı.
"Sara psikiyatristi ile olan terapisinden biraz önce çıktı. Duş alıp üzerini değiştirmek istediğini söylemişti, birazdan burada olur. Günlerdir sizinle yatıp sizinle kalkıyor, sizi görmek ona çok iyi gelecek."
Psikiyatrist mi? Kurulan o kadar cümlenin içinde dikkatimi çeken sadece buydu. Bunu duyduktan sonra diğer söylenenlere odaklanma zahmetine girmemiştim bile.
Adımlarım dururken omzumun üzerinden iki adım gerimde duran kadına baktım ve zihnimde onun sesiyle yankılanan soruyu kendi dilime döktüm. "Psikiyatrist mi?" Gözlerimin önüne onun son hali geldi. Korkuyordu evet ama bu korkuyla olabilecek en iyi şekilde baş edebildiğini kendi gözlerimle görmüştüm. "Durumu o kadar da kötü görünmüyordu, psikolog neden onu bu kadar çabuk psikiyatriye sevk ettu? Aradan yalnızca üç gün geçti?"
"Ah..." dedi kadın sorum üzerine. Neden durduğumu anlayamamın vermiş olduğu afallamayı atmış ve yeniden gülümsemişti.
Gözleri bilmiş bir tavır ile parlarken "Biz risk almak istemedik." diye cevap verdi. Bakışlarının o bilgeliği sesini dolduruyordu. "En iyisinin bu olacağına karar verdik ve bu nedenle de Sara için direkt bir psikiyatri uzmanından randevu aldık. Psikolog ile hiç uğraşmadık yani anlayacağınız."
Dudaklarım, duyduklarımın şaşkınlığı ile aralanırken birkaç saniye karşımdaki kadının yüzüne ciddi mi diye baktım. Son derece ciddi görünüyordu.
Boğazımı temizleyip tüm bedenimi ona çevirirken işaret parmağım sağ kaşımın üzerine yerleşmiş ve bordo renkle boyanmış tırnağım kaşımın üzerine hafifçe sürtünmüştü. Sözcüklerimi toparlamak için zaman kazanmak adına yaptığım bir hareketti bu. Suratına direkt siz salak mısınız diye bağırmamak için zaman kazanmam ve kelimelerimi toparlayıp tartmam gerekiyordu.
Anlayışlı ve kibar olmak zorunda olmaktan nefret ediyordum...
"Risk almak istemediniz?" Sesime yapışan soru işaretlerinin gözlerime de yansıdığından emindim. "Ve en iyisinin bu olduğunu düşündüğünüz için üç gün içerisinde bir psikiyatrist ile terapiye başlattınız onu. Doğru mu anladım?"
Gülümsemesi genişlerken başını sallayarak onayladı beni. Düşüncelerimden bir haberdi dudaklarındaki gülümseme de gözlerindeki o ilgili anne olmanın getirdiği gurur da... "Evet. Bu olaylar onu kötü etkiledi ve tüm bunların onda kalıcı bir travmaya neden olmasını istemedim."
Kadın konuştukça içimde artan hayret duygusu bende gülme isteği uyandırmaya başladı. Boğazımı temizleyip bastırdım bu isteği. Şimdi gülersem pek hoş olmayacağının bilincindeydim. İçimde kendi kendimi teskin ederken dilimin ucuna gelen yeni bir soruyu, cevabının hayır olmasını umarak sordum. Pekâlâ belki de psikiyatrist tanıdıkları biriydi ve bir psikolog nasıl terapi yapıyorsa o da öyle yapıyordu. Bilemezdim sonuçta. "İlaç tedavisine başlandı mı peki?"
"Evet..." diyerek tutunduğum umudun kolunu kesip tahminlerimi doğruladı. "Evet başlandı." Konuyla yakından ilgileniyor gibi bir tavra bürünmüş, elleri bilinçli bir ebeveyn gibi önünde birleşmişti.
Bence tam olarak suratına siz salak mısınız hanımefendi demem gereken yerdeydik.
Ben hayretle onun yüzüne bakarken o, başlandı dedikten hemen sonra bir an durdu. Sanki aklını karıştıran bir şey varmış gibi gülümsemesi silinirken bakışlarına düşünceli bir ifadenin sisi çöktü. "Gerçi, Sara ilaçları aldıktan sonra kendini daha kötü hissettiğini söyledi." Aklını karıştıran konu buydu demek ki. İlaçların Sara'ya kendini daha kötü hissettirmesi... Gülsem mi kızsam mı bilemediğim bir noktadaydım tam şu an. Bilinçsiz bir kadın gibi görünmüyordu ama yaptığı bu hareket tam da bilinçsiz birinin yapacağı türden bir hareketti.
Bu düşünceli hâli kısa sürdü. "Ama..." diye devam etti hemen ifadelerini toparlayıp yeniden gülümserken. "Doktoruyla konuştuk bu konuyu, ilaçlara alışma sürecinde bu gayet normal bir durummuş. Yakında geçeceğini söyledi doktoru."
Tanrım... Her geçen saniyede beni daha büyük dehşete düşürüyordu bu kadın. Elimi alnıma çarpmamak için kollarımı göğsümde bağlarken "Esin Hanım..." dedim tüm ciddiyetimi üzerime geçirerek. En azından ağzımdan çıkan ilk cümle salak olmamıştı...
Kızlarına iyilik yapmaya çalışırken aslında büyük bir kötülük yaptıklarının farkında değiller miydi gerçekten? Aradaki farkı anlayamıyorlar mıydı?
"Boş bir arazinize bir ev yaptırmak isteseniz, evin plan çizimini iç mimara mı yaptırırsınız?" diye sordum konuya çok başka bir noktadan girip.
Duyduğu soruyu garipsemiş olacak ki kaşları çatılırken dudakları aralandı. Bunu neden sorduğuma bir anlam veremedi birkaç saniye ama ihtimalleri kendi içinde tarttı. Bakışları açık bir kitap gibiydi, düşünceleri gözlerinden çok net okunuyordu. "Hayır tabii ki..." diye cevap verdi soruma. İçinden bunun konumuzla ne alakası var dediğini duyar gibiydim. "Normal bir mimara çizdiririm tabii ki. İç mimarın alanı değil ki bu."
Başımı aynen öyle der gibi bir kez sallayıp "Peki..." diye devam ettim konuşmaya. "Bana bir psikolog ile bir psikiyatrist arasındaki farkı söyleyebilir misiniz?"
Yüzündeki gülümseme anbean silinirken cevap vermek için önce dudaklarını araladı sonra geri kapattı. Bakışlarından kafasının içinde başlayan karmaşayı izlerken sessizliğimi korumanın yanı sıra yüz ifademi de sabit tutmaya gayret ediyordum. Anlam vermeye çalıştığı ama veremediği noktada, gözlerimden ayrılıp etrafta gezinen bakışlarını yeniden bana çevirdi ve "Pardon ama ben şu an neden bunları konuştuğumuzu anlayamıyorum." diye mırıldandı.
Gözlerindeki o ifade yargılayıcı bir tarafa evrilmeden hemen önce dudaklarımı ıslatıp anlatmaya başladım. "Sara mafya dünyasının önemli ailelerinden birinin kızı anladığım kadarıyla. Yani silahlar onun için yabancı değil ya da kan..." Sözlerimle eş zamanlı olarak kaşları itiraz edercesine çatıldı ve dudakları da edeceği itirazı desteklemek istercesine açıldı ama elimi kaldırıp onu durdurdum ve devam ettim. "Dışarıda elliden fazla beli silahlı koruma var, yani onu silahlardan uzak tutmayı başardığınızı söylemeyeceksiniz herhalde?" Sara gibi çocuklar, bu camianın içine doğan çocuklar, aileleri ne kadar dikkatli olurlarsa olsunlar silahtan ya da kandan yeterince uzak tutulamıyorlardı. Bir noktada tüm bunlar onların normali oluyordu. "Eminim çoğu gece abisi ya da babası üstü başı kanlı bir halde eve de gelmiştir."
Sesim bize öğretilen o profesyonel tona bürünmüştü. Mesleğimi icra etmek için herhangi bir terapiye girmemiş olabilirdim ama alanında çok iyi olan bir psikiyatristin yanında staj yapmıştım. Ve o adam stajdan sonra yanında çalışmam için bana neredeyse yalvarmıştı. Ona göre ben bu mesleği yapmayarak potansiyelimi harcıyordum ama daha kendi içinde kendi sorunlarını halledememiş biri nasıl başka insanların ruhlarını iyileştirebilirdi ki?
"Nereye varmaya çalıştığınızı gerçekten anlayamıyorum."
"Şuraya varmaya çalışıyorum. Sara psikiyatrik ilaçlar kullanmasına gerektirecek kadar travmatize edici bir şey yaşamadı. Tecavüz yada işkence gibi, durumunu çok daha korkunç boyuta taşıyacak olaylara maruz kalmadı. Sadece kaçırıldı, bolca silah ve kan gördü o kadar. Ve bunlar da hayatının olağan akışında olan şeyler zaten. Yani yapmanız gereken şey onun için bir psikologdan randevu almaktı. Psikolog ile seanslarından sonra psikiyatrik bir vaka olup olmadığına karar vermesi gereken kişi yine psikologdu. Bunun nedeni de tedavisi ilaçlarla desteklensin diye..."
Göğsümde bağlı olan kollarımdan birinde parmaklarımla hafif bir ritim tutarken, ağırlığımı bir ayağımdan diğerine verip sözlerimi kafasında tartan kadına, anlaması için biraz zaman tanıdım. Zihninde parçaları birleştirdi, oturtamadıklarını yontup yeniden denedi. En sonunda göstermek istediğim manzarayı görmeye başladığını anladığımda, cümlelerimi toparlamak adına bir kez daha araladım dudaklarımı. "Nasıl ki gerek olmadıkça vücut sağlığımız için ağır ilaçlar kullanmıyorsak ruh sağlığımız için de aynısını yapmalıyız Esin Hanım. Eğer Sara şu an gereksiz yere bir ilaç alıyorsa bu onu sadece zehirler."
En iyi ihtimalle onu bağımlı hale getirirdi ama bunu sesli dile getirmeyecektim. En iyi ihtimali bile korkunçken bunu söylemenin bir anlamı yoktu. Söylediklerimi algılayan kadının kafasındaki karmaşanın yerini halihazırda bir endişe almıştı zaten.
Esin Hanım tam bir şeyler söylemek için ağzını açtığı sırada araya giren başka bir ses onu böldü.
"Yazgı Deha Yaman..."
Bu kalın ve tok sese, bu sert tonlamaya artık aşina olmuştum istemsizce. Esin Hanımın arkasında beliren uzun boyun ve iri bedenin sahibi Aras Akın Altuğlu'dan başkası değildi. Kurşuni gözlerini yüzüme dikmişken attığı her adımından güç akıyordu.
Dışarıdan bakıldığında gerçekten bir şeye benziyordu. Yakışıklı bir yüzü vardı. Oldukça uzun boylu ve kalıplı bir vücuda sahipti. Kemikli ve sert yüz hatları, gür koyu renk saçları, esmer teni onu ortalamanın üzerine taşıyordu; daima çatık olan kaşlarına ve çatık kaşları yüzünden iki kaşının ortasına iz yapmış o iki derin çizgiye rağmen. Ayrıca tüm bunları geride bırakmaya yetecek bir ayrıntısı vardı, o da donuk bakan kurşuni gri gözleri... İki kaşının ortasındaki o iki derin çizgi, gözlerinin derinliğini destekliyordu adeta. Dışarıdan bakıldığında gerçekten yakışıklı bir adamdı ama gelin görün ki bu görüntünün altında yatan ruh, görünüşünün tam tersiydi.
Bu torpil, paranın gücü mü Yazgı Deha Yaman yoksa bacaklarının arasına mı borçlusun?
Onu görmek, söylediği o sözlerin zihnimde yankılanmasına neden olurken o, "Burada olduğun yetmiyor bir de haddin olmayan konulara burnunu sokuyorsun." dedi. Esin Hanım'ın yanında durduğunda Esin Hanım onun yanında küçücük kalmıştı.
Bu torpil, paranın gücü mü Yazgı Deha Yaman?
Yoksa bacaklarının arasına mı borçlusun?
Gözlerim kısılırken çenemi dikleştirerek baktım yüzüne. Tam o an yüzüne sağlam bir yumruk geçirmekten daha çok istediğim çok az şey vardı. Yine de kendimi tuttum. Buraya olay çıkarmaya gelmemiştim, buraya gelişimle ona verdiğim rahatsızlık asıl olaydı zaten. Daha fazlasına gerek yoktu: Şimdilik... İlk hamleyi yapan ben olmayacaktım. Şu anlık sadece sinir uçlarına oynamakla yetinecektim.
Göğsümde bağlı olan kollarımı çözüp dudaklarımı yapmacık bir gülümsemenin ellerine bıraktıktan sonra "Haklısın..." diyerek onayladım onu. "Kız kardeşini zehirlediğin gerçeğini yüzüne vurmak ne haddime? Tıpkı onu korumayı beceremediğini söylemek gibi... Dahası kurtarmayı da beceremediğini..."
Her kelimemde yüz hatlarıyla beraber bakışları da sertleşti. Gözlerinde nesnesine beni koyduğu cinayetler işliyordu. Üzerine oturan beyaz gömleğinin cömertçe sergilediği kaslarındaki gerilimi aradaki beyaz kumaşa rağmen seçebiliyordun.
Artık bariz bir şekilde nükseden öfkesi keyfimi yerine getirirken, kahvelerimi onun grilerinden çekip Esin Hanım'a çevirdim. Kadın neye uğradığını şaşırmış bir hâlde bir bana bir Aras'a bakıyordu.
"Bu taraftandı değil mi?" Başımla biraz önce geçmem için işaret ettiği tarafı işaret ettim. Bir cevap beklediğimden ya da gerçekten sorduğumdan değil... Sadece içimde zaten var olan o umursamaz tavrı onlara da göstermekti benimki.
Dudağımdaki çoktan silinip giden o yapmacık gülüşün yerini alaylı bir yan gülüş aldı. Son kez Aras Akın Altuğlu'nun yüzüne bakıp onları arkamda bırakarak hobiden sol tarafa dönen koridora girdim.
Beyaz duvarları süsleyen tablolar arabamdan daha değerli görünüyordu. Zemindeki altın rengi detayları olan parlak beyaz fayanslar da öyle... Her noktasından ihtişam akan evin içinde ilerleyip koridorun açıldığı salona adım attığımda tam da beklediğim gibiydi. Kahverengi ve krem renginin farklı tonlarıyla döşenmiş geniş salonun içine dağılan çin işi vazolar, abajurlar, biblolar vesaire... mobilyalarla ton sür tondu.
Bedenimi krem rengi bir tekli koltuğa bıraktım sorgusuz sualsiz. Aras ve Esin Hanım da peşimden salona giriyorlardı. Esin Hanım Aras'ın kolundan tutmuş ve fısıltılarla ona bir şeyler anlatmaya çalışıyor, Aras ise onu hiç dinlemiyormuş gibi görünüyordu. Onlara baktığımı hissettiği anda kolunu çekip bana döndü ve gülümsedi Esin Hanım. İçimden bir ses, Aras'ı 'kibar' olması yönünde uyarmaya çalıştığını söylüyordu.
"Evimize tekrardan hoşgeldin Yazgı'cığım." dedi gülümseyerek. "Fatih önemli bir telekonferans görüşmesindeydi ama Aras geldiğine göre onun da işi bitmek üzeredir, Sara da birazdan burada olur? Yemekten önce bir şeyler içmek ister misin?"
Hiç istifimi bozmadan "Hayır, teşekkürler." diye cevap verdim Esin Hanım'a. "Sadece... Sara'nın kullandığı ilaçların görmem mümkün mü acaba?"
Evet takıldığım nokta buydu... İlaçların ağır olmamasını diliyordum. Ve emin olana kadar rahat etmeyecektim.
Esin Hanım'ın dudakları şaşkınlıkla aralandı önce ardından yine ve yeniden gülümsedi... O kadar çok gülümsüyordu ki... Yüz kasları ağrımıyor mu diye merak etmekten alamadım kendimi. Zoraki fe olsa... Çünkü her an gülüşü biraz daha yapmacık bir hâl alıyordu. "Elbette..." diye cevap verdi bana. Sorgulamayı uzun süre önce bırakmış gibiydi.
Arkasını dönüp "Pınar..." diye seslendi. Genç bir kadın, sanki bunu duymayı bekliyormuş gibi bir köşeden çıkıverdiğinde tek kaşım alnıma doğru kalkmıştı. Orada bekliyor olamazdı herhalde değil mi?
"Buyrun Esin Hanım?" Otuzlarının başında gibi görünen bu kadın da bana kapıya açan kadın gibi giyinmişti ve saçları tepesinde sıkı bir topuz yapılmıştı.
"Canım, Sara'nın odasına çıkıp Sara'ya misafirimizin geldiğini haber verir misin? Bir de gelirken ilaçlarını da getir lütfen."
"Tabii Esin Hanım." dedi çalışan kadın ve arkasını dönüp geldiği noktadan kayboldu. Evin çift kanatlı olduğu düşünüldüğünde oralarda bir yerlerde devam eden koridor ve odalar olması şaşırtıcı değildi.
Tüm bunlar olurken yüzüme dik dik bakmaktan bir an olsun vazgeçmeyen Aras "Alanında uzman bir psikiyatristten daha iyi bileceğini sana düşündüren ne?" diye sordu sert sesine karışan alay eziciydi. Tabi karşısında ezilebilecek biri olsaydı... "İlaçlara bakmak istemeler falan, kendini ne sanıyorsun sen?"
Esin Hanım'ın "Aras..." diyen uyarı dolu sesini ikimiz de görmezden, duymazdan geldik. O, ceplerine yerleştirdiği elleriyle ve koskoca salonu daraltan varlığıyla önümde dikilip bana üstten üstten bakarken ben; sırtımı arkama yasladım ve bir bacağımı diğerinin üzerine atıp daha rahat bir pozisyonda oturmaya başladım. Dirseklerimden birini de koltuğun kolçağına yaslamış, baş parmağımla hafif hafif dudağımın kenarında ritim tutmaya başlamıştım. "Diplomam bana bir psikiyatrist olduğumu söylüyor ama..." derken sesimi kaplayan kendinden eminlik Aras'ın üstten bakışlarını bir ustalıkla eziyordu. Tek gözümü kırpıp "Sana ne lazımdı?" diyerek noktayı koydum.
Kurşuni gözlerine yansıyan şaşkınlığı o kadar iyi maskeledi ki... Ama orada olduğunu biliyordum. Ne kadar gizlemeye gayret ederse etsin yakalamak istediğim duyguları yakalardım ben, o bu konuda söz sahibi değildi, hiçbir zaman olamazdı.
Yandan bir yerden "Psikiyatrist mi?" diyen yumuşak, kibar bir ses duydum ama dönüp bakmadım Esin Hanım'a.
Ama Aras'ın ilgisini çekmişti bu soru. Dikkati o yöne kayarken gözlerimin içine bakarak, "Yalan söylüyor." diye homurdandı.
Ah, öyle miymiş? Keşke kendime de haber verseydim yalan söylediğimi...
Uyarır gibi işaret parmağını bana doğrulttu ve "Seni araştırttım." dedi sert bir sesle. Elbette araştırtmıştı. Beni herkes araştırmaya çalışırdı. Kartel toplantılarının en popüler konularından biriydim hep. Özellikle geçen sene Rauf Karan'ın çağrısıyla toplanan masayla olanlardan sonra...
"Liseyi bile açıktan bitirmişsin, herhangi bir üniversitede kaydın bulunmuyor. Psikiyatrist olsaydın bunu bilirdim."
Sesi o kadar kendinden emin çıkıyordu ki... Dudağımın bir köşesi yeniden kıvrıldı. "Hayır bilemezdin..." Elimi dudağımın kenarından çekip ayağa kalktım ve aramızdaki iki adımlık mesafeyi kapatıp kişisel alanını işgal etmeden tam önünde durdum. "Bana ulaşmaya çalışanların listesine baksam babanın adını da o listede göreceğimden eminim. Ama bu zamana kadar hiçbiri bana ulaşamadı, sence neden?"
Bir yetmiş sekizlik boyumla bile ondan bir hayli kısa kalsam da istediğim gibi gözlerinin içine bakabiliyor olmak şu an kendimi konforlu hissetmemi sağlıyordu. Vücut dilinden ayrı gözlerin kendilerine ait bir dili vardı ve korkuyu ya da korkusuzluğu, gücü ya da çaresizliği en iyi gözler yansıtırdı.
Karşısında korkmuyordum ve en güçlü halimle dikiliyordum. İşte bana konforlu hissettiren buydu. Ona beni ezemeyeceğini doğrudan gözlerimle söylüyor olmak...
Ve onun gözleri... Sert bakışından, onu gördüğüm ilk andan beri asla taviz vermeyen kurşuni gri gözleri bir arayışla bakıyordu yüzüme. Ya nedeni arıyordu orada ya da görmeyi o çok dilediği zayıflığı...
Zayıflığım yalnızca bana mahsustu, bir de Maya'ya. Ama nedeni ona kendi ellerimle verebilirdim.
"Çünkü ben izin verdiğim ölçüde benim hakkımda bir şeyler bulabilirsiniz hepiniz, daha fazlası değil." Bunu tamamen Maya'ya borçluydum. Onun yetenekleri gizleme ya da açık etme konusunda ustalıktan da öteydi.
Bir elimi kaldırıp omzundaki hayali tozları silkelerken onun bakışları elimin hareketini takip edip omzuna kaydı. "Eğer..." diye devam ettim sözlerime parmak uçlarım gömleğinin kaliteli kumaşındayken. "Babanın da söylediği gibi; Türkiye ayağından bu kadar uzak kalmasaydın, bunu zaten biliyor olurdun."
Elimi çekip ona arkamı dönmeden önce "Ya da araştırmakla uğraşmak yerine direkt babana sorsaydın, o da sana bunu söylerdi." dedim ve arkamı dönüp kalktığım koltuğa oturmak için hareketlendim. Ama daha bir adım atmadan arkamdan sesi geldi. "Sırf kardeşimin hatırına sana katlanıyorum." diye homurdanışının altında derin tehditler gömülüydu. "Ama benim sabrımı zorlama..." Bir yenilgi, beraberinde bir zafer de getirirdi. Ama her zaman değil...
Atamadığım ikinci adımı atıp kalktığım koltuğa yeniden oturdum ve omzuma yasladığım başımla birlikte ona meydan okurcasına baktım. "Zorlarsam ne olur?" Onun yenilgileri benim zaferim olurdu ama benim yenilgimin onun zaferi olmasına izin vermezdim. Çünkü ben onun karşısında yenilmezdim. "Ne yaparsın mesela sabrını zorlarsam?"
Kıstığı bakışları birkaç saniye bende asılı kaldı. Sanki cüretime hayret eder gibi bir ifade saklıydı gözlerindeki irislerin derin dalgalarının arasında. "Beni tanımıyorsun Yazgı Deha Yaman..." diye soludu. Sesinde öyle bir tını vardı ki, bağıra çağıra konuşsa şu an verdiği etkiyi veremezdi. "Attığın adımlara dikkat et," Zayıf bir telefonun melodisi duyuldu sözlerinin arasında. Ondan geliyordu ama o bunu umursamadan yüzüme bakmaya devam etti. Sıktığı dişleri yüzünden konuştuğu kelime kısık ve boğuktu, gergin kasları yüz hatlarının daha da sertleşmesine neden oluyor, iki kaşının ortasındaki çukur daha da derinleşiyordu. "Beni diğerleri ile karıştırman senin hatan olur. Sabrımı zorladığında benimle hiç tanışmamış olmayı dilersin."
Söylenecek çok şey vardı. Sözlerini dizelediği o ipi koparıp, etrafa saçılan sözcükleri yeni bir ipe dizip onun boynuna dolayacağım pek çok nokta... Ama kendimi bu zahmete sokmadım. Hayatımın hiçbir noktasında, böyle söz dalaşları ile sidik yarıştırırcasına kendimi kanıtlama çabalarına girmemiştim.
Gerçekten birbirimizin sınırlarını zorlayıp bam telini patlattığımız noktada görürdü zaten kimin kiminle tanışmamış olmayı dileyeceğini...
Sessiz kalışım üzerine Aras Akın Altuğlu, son kez yüzüme baktıktan sonra arkasını dönüp, adının Pınar olduğunu öğrendiğim kadının kaybolduğu noktada gözden kayboldu. Giderken çalan telefonunu kulağına yaslamış, Rusça konuşarak karşı tarafı cevaplamıştı.
Aras'ın gidişiyle Esin Hanım çekildiği o köşeden öne çıkarken "Aras adına kusura bakma lütfen..." diye mırıldandı özür dilercesine. Sesini dolduran özür gözlerine kadar taşıyordu. "Sara onun için çok kıymetli. Onu bulamamış olmanın ağırlığı altında ezildiğinden böyle davranıyor."
Aras'ın gittiği noktaya dalan bakışlarımı çekip Esin Hanım'a döndüm. "Ziyanı yok Esin Hanım, sizin pencerenizden baktığımda bana güvenmemenizi anlayabiliyorum. Beni düşmanınızın kızı olarak görüyorsunuz, kızınızı kaçıran ve onu inciten adamın kızı. Güven sorunu yaşıyor olmanız gayet normal."
Yerlerinde kim olsa aynı düşünürdü. Sadece Aras Akın Altuğlu bunu biraz fazla abartıyordu. Kendi çerçevesinden baktığında gördüklerino kesin yargılarla doğru kabul ederken başka çerçevede olayın nasıl görünebileceğini hiç hesaba katmıyordu.
Gerçek bazen buzdağına benzerdi işte. Görünen kısmı bir illüzyondan ibaretken görünmeyen kısımda koca bir dağ olurdu; görünenden daha karanlık, daha büyük ve daha karmaşık...
"Hayır, lütfen..." dedi hemen. Ayağındaki topuklulara rağmen gayet dik adımlarla bana doğru ilerleyip hemen yanımdaki iki kişilik koltuğun benden tarafına oturdu ve bedenini bana doğru çevirdi. Yüzüme diktiği elalarındaki minnet, içimde bir noktayı rahatsız etmişti. "Ben asla öyle düşünmüyorum, aksine sana minnettarım. Sara'mızı bize geri getirdiğin için ne kadar teşekkür etsem az..."
Böyle bir konuşmanın ortasında kalmaktansa sekiz kişiyle aynı anda ringde olmak daha cazip geliyordu şu an...
"Esin Hanım..." diye söze girecektim ki Pınar denen kadın salona yeniden girip beni büyük bir zahmetten kurtardı. Meraklı bakışları sadece bir kez bana dokunurken elindeki eczane poşetini sessizce Esin Hanım'a uzatmış ve "Sara Hanım on dakika içinde aşağıda olacağını söylediler efendim." deyip ve geldiği gibi gitmişti.
Esin Hanım eczane poşetini bana uzatıp, "İşte, ilaçlar..." diye mırıldandı. Ama başladığı konuşma bitmemiş olacak ki devam etti. Tam şu an tuvaletin yerini sorsam kendimi kurtarabilirdim değil mi? "Fatih'e güveniyorum ve o sana güveniyorsa vardır bir bildiği diyorum. Çünkü en ufak bir güvensizlik duysa, Sara ne kadar ısrar ederse etsin buraya gelmeme müsade etmezdi. Yani Aras ne düşünürse düşünsün biz onunla aynı fikirde değiliz. Burada olman, en azından soframıza oturacak olman bizim için çok kıymetli."
Zihnime o gün köşesine çekilmiş iki kadının görüntüsünü doldurdu son söyledikleri.
O gün bana onlar da Aras ile son derece aynı fikirdeymiş gibi görünmüştü ama bunu ona söylemedim. Hakkımda ne düşündüklerini umursayacağım birileri değildi ne yazık ki hiçbiri.
Poşeti kurtarıcımmışçasına alıp içindeki ilaçları kontrol ederken Esin Hanım'ın bakışlarını yüzümde hissediyordum ama dönüp ona bakmadan bütün odağımı ilaçlara verdim.
Olmamasını umduğum ama tam tahmin ettiğim gibi, ilaçlar ağırdı. Fazlasıyla ağır...
Paketleri gereğinden daha uzun inceleyip içindeki prospektüslere göz gezdirirken "O zaman bana bu konuda da güvenin." diye mırıldandım. Yine kaldırıp başımı bakmamıştım?
Bir dakika... Şizofreni mi diyordu? Ah, açıp prospektüsleri okumak da mı akıllarına gelmemişti bunların?
Burnumdan sert bir soluk dökülürken sonunda başımı kaldırıp "Bu ilaçlar Sara için çok ağır." diye devam ettim sözlerime. Elimdeki ilaç kutularından birini kaldırıp gözlerine sokmak istercesine yüzüne doğru uzatırken "Anladığım kadarıyla halisünasyonlar görüyor, çünkü bu ilaç şizofreni başlangıcındaki hastalar için..." dedim. Sesim istemsizce sertleşmişti. O şaşkınlıkla elimdeki ilacı ve prospektüsü alırken ben sözlerime devam ettim. "Yaşadıklarından sonra halisünasyon görmesi çok normal ve bu gibi durumlarda bu çok olası bir durum. İlaç tedavisi için her şey henüz çok yeni. Biraz zamana ihtiyacı var, ona bu zamanı verin. Ve onu önce uzman bir psikolog ile görüştürün."
Esin Hanım başını sallayarak onayladı sözlerimi. "Elbette..." diye mırıldandı durgun bir sesle. Dudaklarındaki o zoraki gülümseme artık yoktu. "Bu söylediğinizi kesinlikle yapacağım. Sonuçta siz de bir psikiyatristsiniz. Ve söyledikleriniz çok doğru. Ben böylesinin daha doğru olacağını düşünmüştüm ama üç gün içinde onu bir psikiyatrist ile görüştürüp hemen ilaçlara başlatmak hataydı."
En azından yalan söylediğimi düşünmüyor, söylediklerimi ciddiye alıyordu. Eh bu da bir şeydi...
Bir süre sessizlik sürdü aramızda, ardından Esin Hanım masayı kontrol edeceğini söyleyerek ilaçları da alıp yanımdan ayrıarak beni salonda yalnız bırakmıştı. Bu yalnızlığım ise yalnızca birkaç dakika kadar sürmüş, sonrasında Fatih Bey, Sara ile salona giriş yapmıştı.
Sara'nın beni görür görmez sarılmaya çalışması da kesinlikle beklenmedikti. Küçücük boyuna rağmen yaydığı o sıcak enerji, Esin Hanım'ın başlattığı o rahatsız edici hissin hatlanarak büyümesine neden oldu.
Beni tam olarak neyin rahatsız ettiğini bile anlayamıyordum ama o hissin içimdeki varlığını en derinlerde hissediyordum. O rahatsızlık hissi, ölmek üzere olan bir yıldız gibiydi; öldüğü zaman süpernova gerçekleşecek ve ardında kalan kalıntıların oluşturduğu karadelik beni yutacak gibi geliyordu. O ölmeden ondan kurtulamam gereken bir şeymiş gibi...
Esin Hanım'ın kalkmış olduğu yere oturup iri yeşil gözlerini yüzüme dikti ve bana neden kaç gündür gelmediğimle ilgili bir sürü sorular sordu. İtinayla geçiştirdiğim sorulardı hepsi... Yorgun görüntüsüne rağmen cıvıl cıvıl bir neşesi vardı. Belki de beni rahatsız eden buydu. O tanıdık neşeyi görmek, hissetmek... Ona baktığımda gözlerimin önüne on beş yaşındaki Yazgı gelir gibi oldu bir an... Hayat on beş yaşındayken toz pembeden ibaretti. Sonra kara bulutlar o toz pembeyi boğarak yok etmişti. Şimdi onun yeşil gözlerine bakarken anlıyordum, o evde onu ilk gördüğümde onun da toz pembesi kara bulutlara yenilmesin istemiştim. Ve hâlâ da bunu istiyordum...
Onu en sonunda susturan şey Esin Hanım'ın salona girip masanın hazır olduğunu haber vermesi oldu. Onlar önden giderken ve ben peşlerinden onları takip ederken büyük bir pencereden baktım onlara. Sara'nın dilinden birkaç kez Esin Hanım'a Esin anne diye seslendiğini duymak, onun öz annesi olmadığını anlamama yetmişti. O sonradan aileye giren biriydi ama eksik yapboz parçasını tamamlayan bir parça gibi bulunduğu yere tam olarak oturmuştu. Sırıtmadan bütünü tamamlayan bir parça gibi...
Sıcacık bir aile... Onlara baktığımda gördüğüm şeydi bu.
Rahatsız edici his biraz daha büyüdü...
Hayatım boyunca hiçbir zaman kelimenin tam anlamıyla bir ailenin parçası olmayan ben, bundan sonra da bir parçası olamayacak olan yine ben... Bu durumdan rahatsızlık duymam son derece normaldi. En azından kendime bu teşhisi koyabiliyordum.
Yemek odasına girdiğimizde gördüğüm masa gözlerimin büyümesine neden olmuştu. Altı kişilik olan masanın üzeri baştan sona dontılmıştı, bir tek kuş sütü eksik dedikleri cinstendi gerçekten. Kaslarımın sağlığı için çoğundan uzak durmam gereken çeşit çeşit yiyecekler...
Aras ve Fatih Bey masanın baş köşelerine yerleştiler. Fatih Bey'in bir yanına Esin Hanım, bir yanına Sara yerleştiği için bana da Aras'tan tarafta olan sandalyelerden biri düşmüştü. Sara ve Aras'ın ortasına oturdum.
Ortada bir sohbet dönüyordu ama ne söylendiğini uzun zaman önce kaçırdığım için anladığım söylenemezdi. Derin bir nefesi çektim içime ve suyuma uzanıp bir yudum aldım. Adı Pınar olan yardımcı kadın servislere başlarken gözlerim bir an sağıma kaydı. Bu tıpkı o günkü maçta olan şey gibiydi. Beni tetikleyen bir şey, bakışlarımı o noktaya çekti ve gözlerimin kıyısına Aras Akın Altuğlu'nun kurşuni gözleri saplandı. Dikkatli bakışlarını bana dikmiş, bir an olsun üzerimden çekmiyor, bakışları ile resmen bana işkence ediyordu. Sanki her an masadaki servis bıçağıyla ona ya da başka birine saldıracakmışım gibi tetikteydi. Gözlerindeki nefret hiç bayatlamıyordu, taze kalması için elinden geleni yaptığından emindim.
Her ne kadar beni tetikleyen şey yüzünden anlık olarak ona bakmış olsam da gözlerindeki ifadeleri görmek tamamen ona dönmeme neden oldu ve yeni bir meydan okumayla tek kaşımı kaldırıp baktım ona.
Asla anlamayacak gibi duruyordu; üstünlük kurmaya çalıştığı bu bakışların bende hiçbir işe yaramayacağını... Beni ezmeye çalıştığı her an sinirlerimi bir keman yayı misali gerdiğini ve koptuğu noktada kopacak kıyametin onun zararına olacağını...
"Eee?" diyen Fatih Bey'in sesi doldu kulağıma. Masada birkaç dakikadır sessizlik hâkimdi, en azından bunu fark edecek kadar o anın içindeydim, o kadar da kopmamıştım. "O gün maçın olduğunu söylemiştin, maçın nasıl gitti?"
Sorduğu soru tüm odağımın Aras'tan çekilip ona dönmesine neden oldu. Oğlunun en ön sıradan izlediği maçı mı soruyordu?
Dirseklerimi masaya yaslayıp birbirine geçirdiğim parmaklarımın üzerine çenemi koydum ve alaylı bir gülümsemeyle "Oğlunuz maçın ayrıntılarını size anlatmadı mı Fatih Bey?" diye sordum. "O gün oradaydı ve maçımı en ön sıradan izlemişti oysaki..."
Fatih Bey ifadelerini saklamakta usta bir adamdı, daha yüzüne baktığınız ilk an bunu anlayabiliyordunuz. Aras bu konudaki ustalığını babasından öğrenmişti belli ki. Ama tam şu an şaşkınlığını saklayamadığı bir andaydık. Dudakları aralanırken gözleri bir an Aras'a sonra yine bana kaydı. "Bundan haberim yoktu..."
Elbette yoktu... Oraya gelirken babasından izin almasını beklemiyordum zaten.
Öte yandan Sara yan tarafımdan masaya doğru eğilip abisinin yüzüne bakarken kirpiklerini kırpıştırarak "Yazgı'nın maçına mı gittin yani abi?" diye sordu şaşkınlıkla dolu bir sesle. "İnsan beni de yanında götürürdü ama..."
Son kurduğu cümle memnuniyetsiz bir tonla dökülmüştü dudaklarından, beraberinde gözlerindeki ifadeye de aynı memnuniyetsizlik yerleşmişti. "Çok isterdim onu dövüşürken izlemeyi." Sandalyesinde oturuşunu düzeltip bir eline çatalın bir eline bıçağını aldı. O an bileklerindeki yaralar dikkatimi çekti. Kabuk tutmuş yaralar, iyileşmeye başlamıştı belli ki. Umarım fiziksel yaraları gibi ruhundaki yaralar da iyileşirdi. Bir kızın ruhu yara aldığında sadece çiçekleri solmazdı; kökleri de hasar alır, yeni açacak çiçeklerin hepsi hastalanırdı. Sara köklerine böyle bir darbe almak için henüz çok gençti...
"Onun nasıl silah kullandığını görmeliydiniz." dedi Sara Esin Hanım ild Fatih Bey'e bakarken. Bir yandan da tabağındaki eti çatal ve bıçak yardımıyla kesiyordu. "Ya da onu benim yanıma getiren adamı nasıl hakladığını... Kelepçelerden nasıl kurtulduğunu... Lara Croft gibiydi, hatta daha iyisiydi."
Dudaklarımda minicik bir gülümseme filizlenirken suyumdan yeni bir yudum aldım. Pek çok şeyle sıfatlandırılmıştım ama Lara Croft bir ilkti...
"Eee?" dedi Sara. Şimdi bana ve abisine bakıyordu. "Maç sonucu ne oldu? Yazgı kazandı değil mi?"
Aras ağzına attığı bir parça bifteği yavaşça çiğnerken baktı kardeşine. Gözlerindeki sertliğin kırıldığını gördüm. Şefkatle baktı Sara'ya ve "Hayır güzelim." diye cevap verdi sorduğu soruya. Sesi de gözleri ile aynı ölçüde yumuşamıştı. Gözlerine güneş doğmuş, gözlerindeki o buzları eritmişti sanki birkaç saniye içinde. Ve gözlerinden damlayan damlalar sesine düşüp düştüğü noktada baharlar açtırmıştı.
"Nasıl ya?" diye sordu Sara abisinin cevabı üzerine. Abisinin aksine onun sesinde inatçı bir inkâr vardı. Biraz da hayal kırıklığı...
Aras Akın Altuğlu'nun gözleri bana kaydı. Sara'ya bakarken güneşin doğduğu o gözleri, bir saniyeden daha kısa sürede yeniden buz tutmuş, yumuşayan ifadeleri anında sertleşmişti. "Kazanmadı çünkü çok sevgili Yazgı'n dövüşmüyordu. Maçın hakemi oydu."
Onun bakışlarına aynı şekilde karşılık verirken "Benim dövüşmem için önce benimle karşılaşmaya çıkacak gücü olan dövüşçüleri bulmaları gerek." diyerek araya girdim. O sözleri yine yeniden zihnimin içinde çınladığından reflekslerim beni otomatik olarak konuşmaya itmişti. "Herkeste bir aptal cesareti var..." Aptal sözcüğünü ekstra vurgularken Aras'a bakmayı da ihmal etmemiştim. "Ama söz konusu güç olduğunda karşımda bir dakikadan daha uzun süre durabilecek hiç kimse yok."
Pekâlâ bu biraz abartıydı. Dünya'nın dört bir yanında, karşımda iki belki de üç dakika dayanacak kuvvette pek çok kıymetli dövüşçüler mevcuttu elbette ama Kumite'de iki kez şampiyon olan ilk ve tek kişi bendim. Yani biraz abartmaktan zarar gelmezdi. Sonuçta şu an bir müsabakaya çıksam üçüncü şampiyonluğu alacağıma dair hiçbir şüphem yoktu. Su götürmez bir gerçek vardı ki ben Kumite'nin en iyisiydim.
"İddialı." diye cevap verdi Aras Akın Altuğlu alaylı bir sesle. "Fazla iddialı..."
Tam ona cevap vermek için dudaklarımı aralamıştım ki bir şey oldu...
Bir yerlerden silah sesleri yükselmeye başladı.
Kaşlarım çatılırken başım otomatik olarak seslerin geldiği tarafa kaymıştı. Eve hem yakın geliyordu sesler, hem de uzak... Böylesi büyük bir bahçede bu olağandı tabii ama ateş edenlerin çoğunluğunun bahçede gördüğüm adamlar olduğundan emindim.
Küçük bir eli kolumda hissettim. Eş zamanlı olarak Fatih Bey "Neler oluyor?" diye sorarken, Aras Akın Altuğlu bir hışımla sandalyesini geriye doğru devirerek ayağa kalkmış ve belinden çıkardığı silahın emniyetini açıp yemek odasının çıkışına doğru gitmişti aceleci adımlarla. Fatih Bey'in arkasından "Aras!" diye seslenmesi ise onun için hiç önemli değildi.
Bakışlarım Sara'ya döndü. Kolumu tutan el ona aitken oturduğu sandalyede küçücük kalmış, tir tir titriyordu.
"Esin, Sara'yı odasına götür lütfen ve ben haber verene kadar oradan çıkmayın." dedi Fatih Bey. O da ayaklanmış, Aras'ın peşinden gidiyordu.
Silah sesleri kesildi. Yedi ya da sekiz el ateş edilmişti ama yanımdaki kızın korkması için fazlasıyla yeterdi.
Esin Hanım oturduğu yerden kalkıp Sara'yı da kaldırırken Sara itiraz dahi edemedi. Titremelerinin arasında Esin Hanım ile birlikte yemek odasından çıkarken "Beni yine almazlar değil mi Esin anne?" diyen fısıltısını duymuştum. Son gördüğüm şey Esin Hanım'ın onun saçlarını şefkatle okşayan eli olmuştu ama uzaklaştıkları için fısıldayan sesinden dökülen teselli cümlelerini duyamadım.
Yemek odasında bir tek ben kalmıştım şimdi.
Ellerimi masaya yaslarken yavaş hareketlerle kalktım sandalyemdem ve bacaklarımla sandalyeyi geriye itip masa ile sandalye arasından çıktım.
İhtiyatlı adımlarım yemek odasından çıkarken evin dış kapısının açık olduğunu görmek, nereye gideceğini bilemeyen adımlarımın pusulası oldu. Adımlarım o tarafa yöneldi. Dışarıda bir karmaşanın olduğunu bulunduğum yerden bile görebiliyordum.
Aras Akın Altuğlu'nun sert sesi doluyordu kulağıma. Hemen ardından Fatih Altuğlu'nun...
Adımlarım beni kapıdan dışarı götürdüğünde manzara gözlerimin önüne serildi. Bahçede sayamayacağım kadar çok adam vardı, bahçe aydınlatmasının parlak ışıkları altında hepsinin ellerindeki silahlar parlıyordu.
Aldığı öfkeli soluklarla omuzları inip kalkan Aras Akın Altuğlu, adamlarının önünde durmuş onlara bakarken Fatih Bey onun bir adım gerisinde duruyordu.
Adımlarım beni merdivenlerden aşağı taşıdı bu kez. Bende Fatih Bey'in bir adım gerisinde durup neler olduğunu anlamaya çalıştım.
Kalabalık ikiye ayrıldı önce, ardından iki adam, kollarından tutup sürükledikleri bir adamı ortaya, Aras Akın Altuğlu'nun ayaklarının dibine attılar.
O iki adamdan kızıl, kıvırcık saçları olan, "Diğer üç adam öldü Aras Bey," diye rapor verdi. "Canlı olarak bir tek bunu yakaladık."
Aras birkaç saniye ayaklarının dibinde duran adama baktı. "Dur tahmin edeyim..." derken sesi artık aşina olduğum o sertlikteydi. "Sizi Rauf Karan gönderdi?"
Rauf Karan...
Tüylerimi diken diken eden o isim dudaklarından döküldüğü an kulaklarımda yankılandı sanki. Elbette Rauf Karan göndermişti. Elindeki kozu kaybettiği için öfkeli olmalıydı. Ve işin içinde benim olduğumu biliyorsa bu öfkesi birkaç kat katlanmıştı muhtemelen. Onun işlerine burnumu sokmak; planlarını, hiç ummadığı anlarda ortaya çıkarak mahvetmek benim en sevdiğim hobimdi.
Zamanı gelene kadar ona dokunamıyor olabilirdim ama bir noktada onunla uğraşarak içimi soğutuyordum işte kendi çapımda.
İstediğimi elde ettiğim an, bu küçük oyunlarla bir işim kalmayacaktı. İşte o zaman sıra yeminime gelecekti ve ben uğruna yaşadığım o intikama kavuşacaktım.
Sadece biraz daha zamanı vardı.
Daldığım düşüncelerden beni çıkaran şey, Aras Akın Altuğlu'nun önündeki adama attığı sert bir yumruk oldu. Adam acıyla kıvranırken o kıvırcığa dönüp "Bunu götürün, birazdan geliyorum." diye emrini verdi.
Yerde burnunu tutarak acıyla kıvranan adamı sanki patates çuvalıymış gibi kaldırıp götürürlerken bahçenin bir köşesinden gözümün kıyısına çarpan bir hareketlilik dikkatimi çekti.
Bir ağacın gölgesinden iki kişi açığa çıktı.
Biri diğerini tutup arkasına gizlenmeye çalışırken diğeri...
Kahretsin...
Mahzun denen adamın göğsünde kocaman bir bıçak saplıydı ve arkasında duran kişi ise bir tikliydi...
Rauf Karan'ın özel suikast timinden bir kadın...
İrileşen bakışlarımla adımlarım o tarafa doğru yönelirken beni ilk fark eden Fatih Bey oldu. Hemen ardından bütün adamların bakışlarını üzerime çektiğimi biliyordum.
Tilki, sırıtarak Mahzun'u omuzlarından öne doğru itip küt kesilmiş turuncu saçlarını savurarak karanlığa karşıtığında, onu fark eden adamlar rüzgâra meydan okurcasına bir hızla yanımdan geçip onun peşine takıldılar. Yakalayabileceklerine biraz bile inanıyorlarsa eğer çok yanılıyorlardı. Tilkileri yakalmak o kadar kolay değildi...
Ortalık bir anda biraz öncekinden daha büyük bir karmaşa ile çalkalanmaya başladı ama tüm bu karmaşanın içinde kulağıma dolan ses, Aras'ın afallamış sesiyle "Mahzun!" diye bağırışıydı.
Her şey o kadar hızlı oluyordu ki, bu ritme alışık olduğuma şükrettim.
Adımlarım hızlı adımlarla Mahzun'un yanında durdu. Benden birkaç saniye önce ona ulaşan Aras onun yan yatmış bedenini çevirmiş ve sırt üstü yatmasını sağlamıştı. Dudağının kenarından sızıp kulağının altına oradan da çimlerin üzerine kanı akarken nefes almaya çalıştı ama başaramadı. Öksürükleri, etrafa daha fazla kanın sıçramasına neden olurken hızla dizlerimin üzerine çöktüm. Ellerim göğsünde saplı olan bıçağa gittiğinde başka bir ayrıntı dikkatimi çekti.
Bıçağın altında bir not kâğıdı vardı. Kanla kıpkırmızı ve sırılsıklam olmuş beyaz kâğıt bıçakla adamın göğsüne sabitlenmişti.
Ne kadar ıslanırsa ıslansın, kalın siyah bir kalemle yazılan yazılar ve atılan imza seçiliyordu.
-Sen artık bir ölüsün Aras Akın Altuğlu. Son günlerinin tadını çıkar.
İmza: Rauf Karan
⏳
Bölümü nasıl buldunuz?
Sizce bundan sonra neler olacakk?
Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler❤️
|
0% |