
Sellam, ben geldimm hem de Misilleme'nin şimdiye kadarki en uzun bölümü ile geldim.
Oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın lütfen🙏🏻
Keyifli okumalar diliyorum💖
⏳
Rauf Karan imzalı notu Mahzun'un göğsünden çıkarırken kanın yoğunluğu yüzünden not kâğıdı az kalsın parçalanıyordu. Parmaklarımı kaplayan o sıcak, kaygan sıvı havayla teması ettiği anda kuruyarak derimin gerilmesine neden oldu ama alışık olduğum bu his ne midemi bulandırdı ne de beni rahatsız etti. Kanın kokusu her geçen saniye daha yoğunlaşıyor, karıştığı havayla birlikte ciğerlerimize doluyordu.
Gözlerim dikkatle notta yazanlara, dahası imzaya kaydı. Kanın ıslattığı siyah mürekkep hafiften dağılmaya başlamıştı ama yazılanlar çok netti: Notun anlamı ise yazılanlardan daha net...
Aras Akın Altuğlu'nun ölüm fermanıydı elimde tuttuğum şey. Bizzat Rauf Karan tarafından, onun el yazısı ile yazılmış ve onun tarafından imzalanmış...
Bunun anlamı; Aras Akın Altuğlu'nun artık bir ölüden ibaret olduğuydu. Sen artık bir ölüsün derken şaka yapmıyordu Rauf Karan, ya da kuru sıkı bir tehdit değildi bu.
Haber veriyordu.
Tam olarak Rauf Karan'ın tarzı diye geçirdim aklımdan. Düşmanının üzerinde kurduğu bir tür baskı, bir üstünlüktü bu... Son nefesine kadar ölüm korkusunu ensesinde hissetsin diye... Ölümün ne zaman, nerede, ne şekilde geleceğini bilmediği bir bilinmezin içinde öylece çaresizce ölümü beklesin diye...
Kurtuluş yoktu, bu notun anlamı buydu.
Rauf Karan kolay kolay kendi el yazısıyla ve imzası ile tehdit etmezdi düşmanlarını. Elçileriyle taşıtırdı tehdit mesajlarını, ya da küçük eylemlerle uyarırdı. Ama o elçiler de Tilkilerden biri olmazdı hiçbir zaman. Tilkiler genelde suikastleri düzenler ve alınması gereken canı veya malı alır, ya da Rauf Karan'ın şahsi korumalığını yaparlardı.
Bugün bu notu Mahzun'un göğsüne saplayan o tilki buraya kadar boşuna gelmemişti, bir planları vardı ama muhtemelen o planın önüne farkında bile olmadan engel olarak ben çıkmıştım.
İşte bu hoşuma giderdi. Rauf Karan'ın önüne engel olarak çıktığım her durum benim küçük zaferlerimdi.
Gözlerimin kıyısına Aras Akın Altuğlu'nun eli girdiğinde düşüncelerimden sıyrıldım. Not umurunda bile değilmiş gibi elinin bıçağa gittiğini fark ettiğimde "Çıkarma." diyerek onu durdurdum hemen. Parmakları bıçağa dokunmadan havada donakaldı. Kaskatı bir ifadeyle donakalmış grilerini yüzüme çevirip göz bebeklerine yapışan soru işaretleri ile baktı bana.
"Bıçak akan kanın yolunu kesiyor..." diye mırıldandım, neden açıklamaya giriştiğimi bile bilmeden... "Çıkardığın an kan kaybından ölür. Ambulansı arayın."
Yüz hatları daha da sertleşirken havada kalan eli yumruk oldu. Gözleri parmaklarımın arasında duran nota kaydı bu kez. Burnundan içindeki öfkeyi dışarı taşıran bir nefes dökülürken, kanla sırılsıklam olan notu bir çırpıda çekip aldı elimden. Notu okuduğu an yüzüne çöken kıyameti gördüm; gayyadan daha karanlık, daha derindi.
"Doktoru aradım..." diyen telaşlı bir ses girdi aramıza ve yüzünde gezinen bakışlarımı çekip aldı ondan. Fatih Altuğlu metanetli adımlarla bizden tarafa doğru yürüyor, elinde tuttuğu telefonu havada sallıyordu. Yüzünden ne hissettiği ya da ne düşündüğü anlaşılmasa da gözlerinde mutlak bir hüzün vardı. "En az yarım saat sürermiş burada olması."
Yarım saat...
Dalga mı geçiyorlardı bunlar? Adam ölüyordu.
Bakışlarımı baba oğuldan çekerken elim; can çekişen adamın boynunu, şah damarının olduğu noktayı buldu. Parmak uçlarıma çarpan hayat o kadar zayıftı ki her an parmak uçlarımdan kayıp gidecekmiş gibi... Kulaklarımızın kıyısına ulaşan o hırıltılı nefes hiç hayra alamet değildi.
"Dayanamaz..." dedim elimi geri çekerken düşüncelerimi en yalın haliyle anlatmak adına. "Yarım saat dayanamaz bu adam. Ambulansı arayın."
Ayağa kalktı Aras Akın Altuğlu. Onun hareketini takip eden gözlerim yüzünden başım yukarı kalkmıştı. Bir dağ gibi gölgesi üzerime vuruyordu başımda dikilirken. Aldığı sert nefesler, beyaz gömleğinin sarmaladığı göğsünü hızla indirip kaldırıyordu. Sanki yere göğe sığamıyormuş gibi, yakıp yıkmak istiyormuş gibi bir hali vardı.
Parmaklarının arasında ezdiği kâğıdı hışımla yere atarken "Yaşat onu." dedi sıktığı dişlerinin arasından tıslarcasına. Parmaklarına bulaşan kanı umursamadan sertçe yüzünü sıvazlayıp yüzüme bakmaya başladı dik dik. "Psikiyatrist olduğunu söyledin..." dedi bir çırpıda. "Aynı zamanda bir doktorsun yani, yaşat onu o zaman."
Sözleri tek kaşımın havalanmasına neden olurken diz çöktüğüm yerden usulca ayağa kalktım. Yaşatayım istiyordu yani öyle mi? Kafama silah dayayan adamı yaşatayım istiyordu.
Mahzun aramızda öylece yatarken birbirimizin yüzüne bakıyorduk şimdi. "Ne o?" diye sordum meydan okuyan bir sesle. "Daha biraz önce diplomamın yalan olduğunu söylüyordun, birden inanasın mı tuttu doktor olduğuma?"
Sabır dilenircesine bir nefesi çekti içine ama hiçbir şey söyleyemedi. Sadece "Yaşat onu..." diyebilmişti.
Kollarım göğsümde kavuştu bu kez, çenem havalanırken aradaki boy farkına rağmen tam şu an ona üstten bakanın ben olduğumun o da ben de farkındaydık. Madem yaşatmamı istiyordu sağ ya da sol kolunu, elbette yaşatırdım. Neden olmasındı ki? "Yalvar..."
Kelimenin tam anlamıyla afalladı. Duygularını çok nadir belli eden kurşuni gözleri, onu tam o an yarı yolda bırakmıştı. Her şeyi duymayı bekliyor olabilirdi ama bunu duymayı beklemediği kesindi. "Ne?" diye sorarken o afallamışlık, çatılan kaşlarının arasındaki iki derin çizgiden ses tonuna kadar her yerindeydi.
"Beni duydun..." dedim gözlerimi bile kırpmadan yüzüne bakıp ifadelerini süzerken. "Yalvar..." Başım omzuma doğru yattı, onun harelerine yansıyan şaşkınlığın keyfini sürmek için kendime bir saniye verdim.
Çattığı kaşlarıyla alnının ortasındaki çizgiler daha da derinleşirken yüz kasları daha fazla gerildi ve bakışlarındaki buzulların sivri uçları bana çevrildi. "Sen..." diye soludu genizden gelen sesiyle. O buzulları bedenimin dört bir köşesine saplıyordu.
"Ben ne?" diye karşılık verdim çenemi dikleştirip, dudağımın köşesinde kol gezinen alaylı kıvrımlarla. "Senin zevzekliğinin üzerine gelip benim kafama silah dayayan bir adamın canının pek de umurumda olmaması beni suçlu mu yapıyor?" Dudağımı sarkıtıp omuz silktim. "Daha büyük suçlar işlediğim de oldu, bu aralarında fazla masum kalır."
Bakışlarım kısaca aramızda kalan ve cansızmış gibi yatmaya devam eden adama kaydı. Göğsündeki hırıltılı nefesinin zayıf hareketleri olmasaydı gerçekten öldüğünü düşünebilirdim. Kaşlarımla adamı işaret ederken gözlerimi yeniden Aras Akın Altuğlu'nun yüzüne kaldırdım.
"Ölmesini istemiyorsan yalvarmaya başlasan iyi edersin Aras Akın Altuğlu. Zira son nefeslerini bile alıyor olabilir."
İçinde yükselen öyle büyük bir nefret vardı ki bana karşı... Anbean katlanarak büyüyordu. Kurşuni gözlerine, cehennemden çalınan alevler yağıyordu sanki, beni o alevlerde boğmak istiyordu.
Konuşmak için tam dudaklarını araladığı sırada havada yankılanan acı dolu bir çığlık sesiyle durdu. Yalvarmak için değil de altını itinayla boşaltacağım bir dolu tehdit sıralamak için açtığından emin olduğum dudakları geri kapanırken, bakışları yüzümden sıyrılmış ve omzumun üzerinden sesin geldiği noktaya kaymıştı.
Benim de başım sesin geldiği noktaya, çığlığın sahibine kaydı otomatik olarak.
Bana kapıyı açan ufak tefek kadın çarptı gözlerime. Gözyaşları içinde feryat figan bizden tarafa doğru gelirken "Mahzun..." diye bağırıyordu.
Tilkinin peşinden gitmeyen korumalardan iki tanesi o kadını tutmaya çalışsalar da başarılı olamadılar. Kadın ellerinden sıyrılıp koşmaya devam etmişti ama -artık her neyi oluyorsa- Mahzun'a ulaşamadan bu kez de yolu Aras Akın Altuğlu tarafından kesilmişti.
Kadını kollarından tutan Aras, "Tamam, Hicran abla..." diyerek kadını sakinleştirmeye çalıştı. "Sakin ol..."
Adının Hicran olduğunu öğrendiğim kadınsa Aras'ı hiç duymuyormuş gibi "Mahzun..." diye sayıklamaya devam ediyor, çaresizce yerde yatan adama ulaşmaya çalışıyordu. "Öldü mü?" diye sordu hıçkırıkları arasında korka korka. Aras'ın kollarından çıkmak için çırpınırken başı şiddetle iki yana sallanıyor, içli içli ağlamaya devam ediyordu. "Ölmedi de... Yalvarırım ölmedi de..."
Tam bu sırada üç koruma nereden çıkardıklarını bilmediğim bir sedye ile bu tarafa gelmeye başlamışlardı. Gözlerim Aras ve Hicran ikilisinden çekilip o tarafa kaydığı sırada "Ölmedi..." dedi Aras net bir sesle. "Ölmeyecek de..."
Korumalar dikkatli bir şekilde Mahzun'un yerde yatan bedenini sedyeye kaldırırlarken orada öylece dikilmiş bir yandan korumaların hareketlerini izliyor, bir yandan da Hicran Hanım'ın feryatlarını dinliyordum. Sesinden sözlerine akan acı o kadar keskindi ki içimde bir yerlere dokunuyor, sanki ant içmiş gibi dokunduğu her noktaya derin kesikler atıyordu.
"Ölmesin..." diye yalvarıyordu Aras'a, sanki Aras'ın elindeymiş gibi... "Ölmesin Aras oğlum, ölmesin..." diye sayıklıyordu gözyaşlarının arasından hıçkıra hıçkıra... "İki hafta sonra kızımız gelecek... Bir yıldır görmediler birbirlerini, çok özlediler, daha hasret giderecekler..."
İki hafta sonra kızımız gelecek dedi değil mi?
Bir yıldır görmediler birbirlerini...
Çok özlediler...
Daha hasret giderecekler...
Her cümlenin önüne geçti bu üç cümle... Kafamın içinde dönüp durdu apansızca.
Zihnimde bir ayna vardı, o aynadan bakıyordum şimdi kendime... Aynadaki yansımam bana alayla gülüyor, "Ne o?" diye soruyordu alaylı gözleriyle ezercesine beni süzerek. Üzerindeki beyaz geceliği kir içindeydi, saçları darmadağındı. Yüzünde kan ve is lekeleri vardı: Acıların bileklerini kestiği anılarımın kanı ve çaresizliğin kavurduğu ruhumun isi... "Herkesi sen gibi kimsesiz mi sandın Yazgı Deha Yaman?" Kendi acımasız ses tonum yankılandı kafamın içindeki boşluklarda. "Senin yok diye başkalarının da ailesi yok sandın öyle mi?"
Tırnaklarım avuçlarıma gömülürken Mahzun'un karısı olduğunu anladığım kadına döndü gözlerim. Öyle acı dolu ve çaresizdi ki...
Burnumdan sert bir nefes döküldü. Gözlerimi kapatıp sakinleşmek için kendime üç saniye verdim. O an bu, benim nezdimde olan bir seçenek olmaktan çıktı ve bir zorunluluk haline döndü.
Sedyeye koydukları bedene çevirdim o noktadam sonra tüm ilgimi, bıçak göğsünde saplı olmasına rağmen hâlâ kan akmaya devam ediyordu yaradan. Öyle ki sedyeye sızıyor, oradan da yere damlıyordu.
Refleks ile üzerimdeki deri ceketi çıkarıp bir köşeye atarken "Kan grubu ne?" diye sordum ortaya doğru. Üzerimdeki siyah atleti de eteğinden tutup bir çırpıda çekip çıkarmış ve siyah sporcu sütyenim ile kalmıştım. Yanımdan geçirmek üzere oldukları sedyeyi durdurduğumda adamlar bana garip bakışlar atıp duruyorlardı ama umursamadan "Kan grubu ne bu herifin?" diye sorumu yineledim daha sert bir sesle. Bir yandan da elimdeki atleti bıçağın etrafına sarıp yaraya tampon yapmaya başlamıştım.
Sertçe burnunu çeken Hicran Hanım bir kez daha hıçkırıp "B Rh pozitif..." diye yanıtladı beni buğulu bir sesle.
"İyi..." diye homurdandım sedyeyi yürütmeleri için başımla adamlara işaret verirken. "Kan bulun. Çok acil, çok fazla kan bulun hemde..."
Ambulansı aramıyorlarsa eğer, isterlerse götlerinden kan aldırmaları gereksin, bu adamın hayatta kalmasını istiyorlarsa çok fazla kana ihtiyaç vardı...
Aceleci adımlarla sedyeyi götürürlerken ellerimi bir an olsun yaradan çekmeden onları takip etmeye başladım. Müdahale edebileceğim gerekli araçları var mıydı bilmiyordum. Steril bir ortam... Basit bir yaralanma değildi bu dikiş at geçsin denilebilecek. Ameliyat etmem gerekecekti ama hastane şartı olmadan bunu nasıl yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu.
Sedyeleri varsa geri kalanı da vardır diye düşünmekten başka yapabileceğim bir şey de yoktu ama en azından elimin altında işime yarayacağından emin olduğum bir şeyler olsun diye, büyük malikânenin etrafından dolandığımız sırada "Arabamın anahtarı nerede?" diye sordum peşimizden bizi takip ettiğini bildiğim Aras'a hitaben. Ağlamaya devam eden Hicran'a destek olurken sessizce bizi takip ediyordu. Ağzını bıçak açmamasının sebebi muhtemelen, en ufak bir lafında fikrimi değiştirip buradan gideceğimi tahmin etmesiydi. Doğru bir tahmindi ne yalan söyleyeyim, şu an en son istediğim şey onun kulaklarımı tırmalayan o tok, kalın sesini duymaktı.
"Kapıdaki bekçide..." diye yanıt verdi, kendi içimdeki kendimle kurduğum diyaloglardan habersiz... Pekâlâ bir müddet daha katlanabilirdim sanırım sesine...
Sesinde her zaman yer bulan o sert tonun vurgusunu ilk kez bulamamanın şaşkınlığı ile kaşlarım kalkarken omzumun üzerinden ona kısa bir bakış attım. Dikkatli bakışları benimle sedyede taşınan Mahzun arasında gidip geliyor; bir yandan da Hicran Hanım'ın kollarından tutmuş, yürümesine yardımcı oluyordu.
"Birini gönder... Arabamın bagajında kırmızı bir çanta olacak, onu getirsin hemen."
Hiç beklemeden yanımızda yürüyen korumalardan birine başı ile işaret verip "Fırla..." diye homurdandı.
Sesindeki sertlik gitmiş olabilirdi ama gözleri hâlâ savaş muharebesiydi ve adam emri alır almaz koşarak yanımızdan uzaklaşmıştı.
Önce büyük bir garajın içine girdik. Etrafımda onlarca lüks araba görmek homurdanmama neden oldu. Adamın göğsünde en az on santimlik bir bıçak saplıydı ve bizim geldiğimiz yer bir garaj mıydı yani? Buraya garaj demek de biraz hakaret gibiydi, daha çok bir otopark gibiydi burası...
Araçların arasından seri adımlarla geçerken ve sedyenin tekerleri sinir bozucu bir sesle isyan ederken yanıldığımı anlamam uzun sürmedi.
Garajın sonundaki iki kanatlı büyük kapı, iki koruma tarafından yana kaydırılarak açıldığında beyaz ışıklarla aydınlatılmış geniş bir koridor karşıladı bizi. Sedyeyi hızla açılan o kapıdan içeri soktuk.
Parmaklarım Mahzun'un bileğindeki nabzı bulurken başımı kaldırıp etrafımıza baktığımda oldukça uzun ve geniş olan bu koridorun karşılıklı duran bir çok kapıya açıldığını gördüm.
Başka bir koruma yanımızdan sıyrılıp önümüze geçti ve soldaki üçüncü kapıyı bizim için açtı. İlk bakışta bir hastane odasını andıran bu odanın içinde bir kapı daha vardı ve kapının yanındaki genişçe camdan gördüğüm kadarıyla orası da küçük bir ameliyathaneydi.
Şaşırmalıydım sanırım ama nedense hiç şaşırmamıştım. İnatla ambulansı aramamalarının altında yatan bir neden olmalıydı öyle değil mi?
Adamlar Mahzun'u aceleyle ameliyat masasına yatırırlarken elimi göğsünden çektim ve küçük ameliyathaneye kısaca göz attım. İşime yarayacak her şey fazlası ile mevcuttu.
Köşede duran çift kapaklı dolaba giderken kapıya doğru yönelen adamlara bakmadan "Nereye?" diye sordum. Birbirlerine garip bakışlar atan üç koruma ne söyleyeceğini bilemeyince başım iki yana sallanmıştı onaylamayan bir tavırla. Lazım olan malzemeleri kucağıma toplarken "Biriniz Mahzun abinizin üzerini çıkarın. diğerleri de kendini dezenfekte etsin. Bana yardım edeceksiniz." dedim net bir sesle. Psikiyatrist olduğumu söylemiştim, cerrah değil...
"İşte..." diyen bir ses geldi kapıdan. Aras Akın Altuğlu içeri girmeden dışarda durmuş elindeki kırmızı çantamı bana uzatıyordu. Fermuarı açılmış kırmızı çantamı...
Ona ters ters bakarken elimdeki malzemeleri masanın üzerine yığıp "Çantamı hangi sebeple karıştırdığınızı öğrenebilir miyim?" diye sordum.
Umursamaz bir tavırla omuz silkip çantayı korumalardan birine verirken "Güvenlik..." dedi kısaca. Ardından konunun uzamasını istemiyormuş gibi kapının kenarına çekilip arkasındaki adamları gözüme soktu. "Kan grubu B Rh pozitif olan adamlar."
Dalga mı geçiyordu benimle?
Kapıda ondan fazla adam vardı...
Ağzım şaşkınlıkla açık kaldı. Birkaç ünite kan istemiştim yalnızca o bana kaynağı bulup getirmişti. Peki onlardan kanı kim alacaktı bunu hiç düşünmüş müydü acaba?
"Adamları işe alırken kan ihtiyacını da gözeterek işe alıyoruz." diye açıkladı durumu. "Her kan grubundan en az on adam var burada. Kuzey, on beş yirmi dakika içinde burada olacak, o gelene kadar hayatta tut yeter, gerisini o halleder."
Başka bir şey söylemeden gözden kayboldu. Hayır gitmemişti, yan taraftaki camın orada duruyordu ama cam aynalı olduğu için ben onu göremiyorken o beni izleyebiliyordu.
Başım yeniden iki yana sallanırken kısaca adamlara bakıp "Kan alabilecek biri var mı bari?" diye sordum bir umut. Bir yandan Mahzun ile ilgilenirken bir yandan da kan yetiştirme derdine düşemezdim ama değil mi?
Takım elbiselerinin içinde sanki ellerinden her iş gelirmiş gibi dikilen iri yarı adamlar, salak salak birbirlerinin yüzlerine bakmaya başlayınca kafamı hangi duvara vursam diye düşündüm bir saniye kadar. Ameliyathaneye kadar düşünülmüştü ama kan almayı bile bilen bir Allah'ın kulu yok muydu yani? Ne büyük bir saçmalık...
"Ben alabilirim..." diyen bir ses duyuldu o sırada aradan ve izbandut gibi heriflerin arasından sıyrılan kızıl, kıvırcık saçlı biri öne çıktı. Bu biraz önce Aras'a yakaladıkları adamla ilgili rapor veren herifti. "Sağlık meslek lisesinden mezun olmuştum."
Diğer adamların arasında cılız kalan bedenine bakıp "Belli ki bu nedenle de buradasın." diye homurdandım kendi kendime ve rahat bir nefes alıp yeniden Mahzun'a yöneldim. Onu EKG cihazına bağlarken "Üç ünite kan al şimdilik..." diye mırıldanmış ve tamamen Mahzun'a odaklanmıştım.
Zamanın kritik döngüsünden yeterince şey kaybeymiştik... Makinede ötmeye başlayan düşük ritim ve nabız bunun en büyük göstergesiydi.
Ve içimden bir ses, bu adam şu an benim ellerimde ölürse bu evden çıkmak için çok büyük bir efor sarf etmem gerekeceğini söylüyordu.
⏳
YAZARDAN:
Görünüş aldatıcıdır derlerdi ama camın ardından onun akıl hocasını, sol kolunu hayatta tutmaya çalışan kadına bakarken, düşünceleriyle görünüşünün son derece örtüştüğü fikrinden başka bir şey düşünemiyordu Aras Akın Altuğlu...
Kimdi bu kadın?
Düşmanının kızı mı, kafeslerin efsanesi mi, kardeşini kurtaran bir kahraman mı, bir doktor ve bir psikiyatrist mi?
Çok fazla sıfat vardı, çok fazla karmaşa...
Bildiği tek şey bu kadına asla güvenmediğiydi. Şu an akıl hocasını emanet etmiş gibi görünüyor olabilirdi ama başka şansı olmadığından bunu yapıyordu. Yoksa bu kadını en zayıf anında, Mahzun'un yüz metre yakınına bile yaklaştırmazdı.
Tıpkı dışarıda onun da söylediği gibi, Mahzun onun kafasına silah dayayan adamdı onun gözünde.
Ve yine biliyordu ki Aras Akın Altuğlu, Mahzun öldüğü an Yazgı Deha Yaman'ın da kafatasını bir kurşun ile dağıtırdı.
"Kuzey gelene kadar..." diye teskin etti kendini. O gelene kadar yaşatmalıydı, böylece o da hayatta kalırdı.
"Adamları gönderdim." Babasının sesi arkasından geldiğinde dahi bakışlarını Yazgı'dan çekmedi. Her hareketini öyle büyük bir dikkatle izliyordu ki... Bıçağı çıkarışını, kanamayı kontrol altına almaya çalışmasını, yanındaki adamlara verdiği emirlerle kök söktürmesini, Yener'in ona götürdüğü kan torbalarını Mahzun'a, yine Yener'e bağlatmasını... "Kuzey için trafiği açık tutup geliş süresini erkene çekecekler."
Ellerini kumaş pantolonunun ceplerine yerleştirip "Şu bahçeye kaçan kızıl saçlı kadın?" diye sordu sert bir sesle. "Onu yakaladılar mı?" Parmak uçları kan arzusu ile karıncalanıyor, derisinin altında kol gezen öfkesi şiddet istiyordu.
Fatih Altuğlu ellerini arkasında birleştirip oğlunun yanına geçti ve içerdeki manzaraya baktı birkaç saniye. Uzun boyuna ve dik duruşuna rağmen, oğlu ile ne zaman yan yana dursa ondan hep birkaç santim daha kısa kalıyordu. Yine de durumdan memnundu Fatih Altuğlu. Hem görünüşü ile hem karakteri ile sert ve güçlü olan oğlu onun gurur kaynağı, gözünü bile kırpmadan güveneceği dağı, acımasız oluşu ise rakiplerine bir gözdağıydı.
"Yakalamalarını beklemiyordum zaten..." diye yanıtladı Fatih Altuğlu oğlunu.
"Ne demek beklemiyordum? Kaçırdılar mı yani ellerinden?"
Oğlunun ona yükselen sesiyle bakışlarını oğluna çevirdi ve tek kaşını kaldırıp bir uyarı verdi. Karşısında onun emri altında olan adamlardan biri yoktu, babası vardı ve bu tek bakış bunu yeterince vurguluyordu.
"Sen bilmezsin ama o gördüğün şeye tilki derler. Dünya üzerinde nereye gidersen git, Rusya'nın soğuk dağlarından Sicilya'nın sıcak denizlerine kadar, onlar gibi bir tane daha bulamazsın oğlum."
Konu ilgisini çekmiş gibi ilk kez bakışlarını Yazgı Deha Yaman'dan çekti Aras Akın Altuğlu. Makineden çıkıp kulağına dolan kalp ritminin o düzensiz vurguları onun gözü kulağı oldu o saniye için.
"Rauf Karan'ın hayata geçirdiği en vahşi projesi Tilkiler." diye devam ederken sözlerine Fatih, oğlunun gözlerinin içine anlamasını ister gibi bakıyordu. "Her biri baştan sona ölüm makinası olan suikast timi. İnsan ticaretinin boyut atladığı bir evre onlar. Onları kendi çıkarları için kullanıyor, kiralıyor ya da satıyor."
Bu sözler Aras'ın kafasının içinde dönerken yeniden ameliyathaneye çevirdi kurşuni gözlerini. Kulağa insanlık dışı gelen ama akıllıca bir projeydi.
"Sonra da tilkiler aracılığıyla kendine bilgi mi sızdırıyor?" diye sordu. Paranın yanında daha fazlasını da getirebilirdi bu proje. Yeri geldiğinde paradan çok daha önemli olan bir şeyi, bilgiyi...
"Oldukça mümkün..." Fatih Altuğlu bir elini arkasından çekip kirli sakallarını sıvazladı. "Ama çoğunun aklına bu iltimalin varlığı gelmiyor, güvenilir olduğunu düşünüyorlar. Çünkü tilkilerin geçtiği aşamalar beyinlerini yıkıyor, robotlaşıyorlar ve sahip saydıkları kişiye ihanet etme gibi bir dürtüleri olmuyor. Söz konusu ihanet Rauf Karan için bile olsa..." Sözleri, insanlık dışı bu projeyi daha fazla açarken her kelimede işin boyutu daha da vahşileşiyordu. "Zaten eğitimlerinin son aşamasında dilleri kesiliyor. Bu pek çok açıdan daha güvenli hâle getiriyor onları. Örneğin düşman tarafından yakalanıp işkencelerle sorguya çekilseler bile konuşamadıkları için hiçbir şey söyleyemiyorlar."
Derin bir iç çekti Aras ve "Yani..." diye mırıldandı düşünceli bir halde. Bunların hiçbiri ile ilgilenmediği çok açıktı. İçindeki canavarından korkmayan her insan, biraz vahşi olurdu; içindeki canavarı ile barışan her insan ise bir noktada o canavarın ta kendisi... "O kadını yakalasak bile hiçbir şey öğrenemezdik öyle mi?"
Başını iki yana salladı Fatih Altuğlu. "Bir şey söylemesine gerek de yok zaten." diye homurdandı ve oğlunun biraz önce buruşturup bahçeye attığı notu ortaya çıkardı. "Bu, yeterince şey söylüyor. Rauf Karan bize gerçek bir savaş açtı ve hedefinde sen varsın. Bu işin şakası yok, etrafındaki güvenliği ve korumaları sıklaştırmamız gerekiyor."
Başını iki yana salladı Aras ve henüz herhangi tehlikeli bir hareketini sezmediği kadına son kez baktı. Topladığı saçları ve üzerinde tek parça kalan sporcu sütyeni yüzünden sırtındaki, sağ kürek kemiğini omzuyla birlikte kaplayan büyük dövme gözüne çarpsa da umursamadan çekti bakışlarını ondan ve arkasını döndü cama.
Sert ve kararlı adımları odanın çıkışına doğru ilerlerken "O herif Sara'yı kaçırdığı an bize bir savaş açmıştı zaten, bu yeni bir şey değil..." dedi net bir sesle.
Ve Aras Akın Altuğlu bu savaşa nasıl karşılık vereceğini çok iyi biliyordu. Babasının onun için planladıklarından habersiz o kendi içinde kendi planlarını kuruyordu.
Odanın kapısında bekleyen korumalara kısa bir bakış attı. Üçünün kolu sıyrılmış ve dirseklerinin iç kısmı pamuklu bir bantla bantlanmıştı.
"Siz gidip dinlenin." dedi o üçlüye hitaben. Adamlar gitmek için herhangi bir hamlede bulunmadılar ama birer adım geriye çıkmış ve sırtlarını duvara yaslayıp o şekilde beklemeye başlamışlardı. Diğerleri ise hazır olda Aras'tan gelecek emri bekliyordu. "Buradan ayrılmayın..." dedi net bir sesle, önünde el pençe divan duran adamlara sırayla bakıp. "Ayrıca içerdeki kadından da gözünüzü bile ayırmayacaksınız. Ben ya da Kuzey gelene kadar Mahzun'a bir şey olursa, Yazgı Deha Yaman bu odadan dışarı çıkmayacak anladınız mı?"
İçlerinden biri hariç diğerleri başını sallayarak Aras'ı onaylarken o haricî olan "O zaman destek çağıralım mı efendim?" diye sorma gafletinde bulunmuştu.
Aras tam koridorda ilerlemek için bir adım atacağı sırada duyduğu bu soruyla duraksadı. Tek kaşı otoriter bir tavırla alnına doğru yükselirken sert bir bakış attı adı Osman olan adama. Daha yirmilerinin başında genç bir delikanlıydı o Aras'a göre. Hafızası onu yanıltmıyorsa yirmi üçünün içindeydi. "Bir kadına dokuz adamım yetemiyor mu Osman?"
Tehditkâr ses tonu adamın titremesine neden olsa da geri adım atmadı Osman. "Kontes'e yetmez efendim." derken sesindeki hayranlık öyle netti ki... Kullandığı isim ile birleşince Aras Akın Altuğlu'nun ilgisini daha fazla çekmişti.
Bedenini tamamen çevirdi Osman'a ve "Kontes mi?" diye sordu. Sıkılmıştı her yerde bu ismi duymaktan. Kardeşinin dilinden düşmeyen bir Yazgı Deha Yaman vardı. Babasının dilinden düşmeyen bir Yazgı Deha Yaman vardı. O gün maça gittiğinde ve dövüşçü olarak ringde görmeyi beklediği kadının aslında hakem olduğunu gördüğünde, coşkulu seyircinin dilinden düşmeyen bir Kontes vardı. Dövüşçülerden daha çok ilgisini çekiyordu seyircilerin. Şimdi de adamlarının dilinde miydi yani?
"Evet Aras Bey..." diye mırıldandı Osman başını bir kez saygıyla eğerken. "Kontes... Bırakın dokuzu, on dokuz adamınız gelse yine yetemeyiz ona. Hepimizi tespih gibi ipe dizer o kadın."
Sadece bir saniye daha baktı Osman'ın yüzüne ve "Düş önüme..." diye homurdandı başı ile koridorda ilerleyeceği tarafı işaret edip. Osman üzerindeki ceketin düğmesini iliklerken yeniden başını bir kez eğerek onaylamıştı Aras'ı ama gerginlikle yutkunmasına da engel olamamıştı. Yanlış bir şey söylemekten ve karşısındaki adamın gazabını üzerine çekmekten korkuyordu.
Aras yoluna devam ettiğinde Osman da onu bir adım gerisinde takip ediyordu. Uzun koridorun sonundaki asansöre doğru ilerlerken "Sen ne kadar tanıyorsun bu Kontes'i?" diye sordu Aras.
Gerginliği ensesinden atamayan Osman, "Kumite turnuvalarını yakından takip ediyorum efendim." diye cevap verdi Aras'a. "Kontes'in de tüm maçlarını izledim."
"O günkü maçta da var mıydın bari?"
Koridorun sonuna geldiklerinde Osman Aras'ın yanından sıyrılıp önüne geçti ve ondan önce asansörün düğmesine bastı. Zaten sadece alt kat ile bu katı birbirine bağladığından kapılar bir saniye içinde iki yana kayarak açılmıştı.
"Vardım efendim ama.." deyip duraksadı Osman. Birlikte asansör kabinine girdiklerinde Aras tek kaşını kaldırıp sorarcasına bakmıştı ona. Osman alt kapa inen tuşa basıp kapıların kapanmasını sağlarken, "Ama görevimi aksatmadan gittim maça." dedi aceleyle. "O gün bir nöbetim yoktu, işimi aksatmadım yani Aras Bey."
Aras elini kaldırıp Osman'ın yaşına göre oldukça kalıplı olan omzunu kavramış ve dostane bir tavırla sıkmıştı. "Sakin ol aslanım, sorduğum o değildi."
Osman başını yerden kaldırıp bakamadı Aras'ın yüzüne ama rahat bir nefes aldığı da bir gerçekti. Genç adam elini Osman'ın omzundan çekip yeniden cebine sokarken "Eee?" diyerek sormaya devam etti. Bu sırada kabin alt kata ulaşmış ve kapılar yeniden açılmıştı.
Şimdi yukarıdaki beyaz ışığın aksine önlerine çıkan koridoru, tavana belirli aralıklarla yerleştirilmiş çıplak ampullerden yayılan sarı ışıklar aydınlatıyordu. Duvarlar ne kadar bakımlı olursa olsun, o duvarlara sinen kan kokusu bu katı üst kattan ayırıyordu.
"Anlat bakalım Osman, bu Kontes hakkında ne biliyorsun?"
Osman yeniden Aras'ın bir adım gerisinden yürürken "Bir efsane olduğunu..." deyiverdi birden. Arada sırada düşünmeden konuştuğundan aklına gelen ilk neyse dilinden de o kaçıveriyordu.
"Şehir efsanesi mi, yoksa gerçek mi?" diye sordu bu kez Aras. Kabul edemediği tam olarak neydi onu kendi içinde Aras bile çözemiyordu. Daha önce gerçekten iyi dövüşen kadınlar görmüştü, hatta Aras'a göre kadınların suikast konusunda erkeklerden daha iyi iş çıkardığı da ortadaydı. Daha ayrıntılı düşünüyor, daha zekice hareket ediyorlar ve çok daha manipülatif davranıp karşılarındakini çok daha kolay alt edebiliyorlardı. Narin görünüşlerinin altında gerçek birer savaşçı yatıyordu her kadının ama söz konusu Yazgı Deha Yaman olduğunda aklında hep bir soru işareti kalıyordu.
Nedeni basitti aslında.
Çünkü o düşmanın kızıydı...
Çünkü ona güvenmiyordu.
Çünkü Aras Akın Altuğlu tesadüflere inanan bir adam değildi.
"Siz..." diyerek söze girdi Osman. "O gün yalnızca hakem olan Kontes'i gördünüz efendim. Kontes'in kafesin içinde nasıl dövüştüğünü görmediniz, bilmiyorsunuz. Sizi temin ederim onun namı şehir efsanesi olmaktan çok uzak, aldığınız nefes kadar gerçek..."
Koridorun ortalarındaki bir kapının önünde bekleyen iki adam, Aras'ı gördüğünde duruşlarını düzeltip düğmelerini iliklemişlerdi. Onların önünde durdu Aras. Kapalı olan kapıya kısaca bir bakış atarken, ardındaki kişiden alacağı cevaplar için şimdi daha sabırsızdı.
"Bugünlerde herkes bilmediğim şeylerden bahsedip duruyor..." diye homurdandı. "Biraz daha zorlarsanız kendimi cahil gibi hissetmeye başlayacağım."
Yine düşünmeden konuşan Osman, "Türkiye konusunda öylesiniz efendim." deyince Aras'ın sert bakışları ile karşı karşıya kaldı ve yeniden yutkunmak zorunda hissetti kendini. Bir yandan da içten içe kendine ve dilinin ayarına sövmekle meşguldü.
Aras'ın eli tekrar Osman'ın omzumu bulmuştu bu söylemle ama bu kez dostane bir tavırdan çok parmak uçlarından akan tehdidi hissettiriyordu. "Sicilya'da çok konuşan adamlara ne yaptıklarını biliyor musun Osman?" diye sordu Aras usulca, bağırsa şu an verdiği etkiyi veremezdi.
Bir takım rivayetler duymuştu ama hangisinin gerçek olduğunu yalnızca Allah bilirdi. Dilleri kesiliyor muydu yoksa asitle mi yakıyorlardı? Yoksa dudakları birbirine mi dikiliyordu?
Aklına dolan her ihtimal, tenini ürpermesine yettiğinde mahçup bir tavırla başını eğmişti Osman.
Aras omzunu hafifçe sıkıp bıraktıktan sonra son kez baktı Osman'ın yüzüne ve kapıya yöneldi. Kapıdaki adamlar onun için kapıyı açtıklarında sessiz koridor, birden içerde bağlı olan adamın sesiyle inlemeye başlamıştı.
"Git şimdi." dedi Aras Osman'a hitaben. "Destek mi alıyorsunuz ne yapıyorsanız yapın, gözünüzü Yazgı Deha Yaman'dan ayırmayın. Mahzun'a bir şey olursa o kadın o odadan dışarı çıkmayacak."
Osman gitmek için harekete geçti ama aklına gelen bir şeyle durdu. Aras içeriye bir adım atmadan hemen önce, "Aras Bey..." diyerek onu durdurmuştu.
Aras dönüp ona bakmadı ama içeriye girmeden önce durup bekledi Osman'ın ne söyleyeceğini.
"Kumite dövüşleri her seferinde kayıt altına alınır." Patronunun ensesine bakarken sözleri kendinden o kadar da emin çıkmıyordu. Yine de geri adım atmadan kelimelerinin devamını getirdi. "Eğer isterseniz Kontes'in kayıtlarını bulabilirim sizin için."
Kurşun grisi gözlerini karşısındaki duvara dikti Aras. Söylenenler yüzünden merak sanki derisinin altına yuva yapmış gibiydi. O gün oraya gittiğinde beklediğinden daha fazlasını bulmuş olmak da şimdi bunu besliyordu.
O gün oraya bir dövüşçü bulmaya gitmişti, hakem değil...
Şaşırdığını inkâr edemezdi, fazlasıyla şaşırmıştı hem de...
Tüm o süre boyunca gözünü bile kırpmadan kafesin içinde olan o kadını izlemesinin nedeniydi bu şaşkınlıktı.
Ve tüm o dövüş boyunca Kontes'in adını, namını duymak bu şaşkınlığı tetiklemişti. Nasıl şampiyon olmuş olabilirdi öylesi bir turnuvada? Hem de bir değil, iki kez...
"Bul..." demekle yetindi sadece ve içeri girip konuşmaya gerçekten noktayı koydu.
Kapı arkasından kapanırken içeride duran dört adam da tıpkı dışardakiler gibi saygıyla selamlamışlardı patronlarını. Ses geçirmez odanın duvarları, el ve ayak bileklerinden bağlanmış adamın sesiyle yankılanıyor, onu bırakması için Aras'a yalvarıyordu.
Aras'ın gözleri, adamı havada tutan dikenli tellere kaydı. Ayak bilekleri, pantolonun paçalarından ötürü hasar almasa da el bileklerine saplanan tellerin açtığı deliklerden sızan kan, kollarının bir kısmını kırmızının uğursuz tonuna boyarken yere damlamaya başlamıştı bile.
Yavaş adımlarla ilerledi odanın içinde ve adamın tam karşısında durup onun acıyla parlayan gözlerine baktı. "Canın mı yanıyor?"
Adam can havliyle başını aşağı yukarı sallamıştı. Gergin teller yüzünden bileklerine açılan delikler her geçen saniye biraz daha genişliyor, derisi yavaş ve acılı bir süreçle yırtılıyordu.
Elleri cebinde karşısındaki adamı süzdü birkaç saniye. Başı omzuna doğru yatarken dudağının bir köşesi, avını izleyen avcı gibi sinsi bir hareketle kıvrılmıştı.
"Burada öleceksin..." dedi net bir sesle, tereddüde bir nefeslik bir alan bile bırakmadan. İleri doğru attığı adımları, kenarda duran ayaklı bir ateş çanağının önünde durdu. Çanağın içindeki kızgın közlerin sıcaklığı yüzüne vuruyordu. Uzanıp, uç tarafı közlerin içine saplanmış bıçağın ahşap oymalı sapını tutup, kızmış demiri açığa çıkardı ve adamın görebileceği şekilde başının hizasında kaldırdı.
Kurşuni gözleri bıçağın artık turunculaşmış yüzeyinden adamın yüzüne, korkuyla irileşen gözlerine kaydı. O gözlerde gördüğü korkuyla dudakları memnuniyetle bükülmüştü. "Ama nasıl öleceğin senin elinde. Şimdi konuş, buraya neden geldiniz."
Bıçağı yeniden közlerin arasına bıraktıktan sonra ellerini arkasında bağlayıp adamın tam önüne geçti seri adımlarla.
"Sadece not için olduğunu düşünmüyorum. Rauf Karan'ın aklında ne vardı sizi buraya gönderirken?"
Adam sertçe yutkundu. Alnı boncuk boncuk terlemeye başlamıştı ve bileklerinden sızan kanın miktarı artmaya başlamıştı.
"Biz... Biz... Sade- sadece..." diye söze başladı ama sesi o kadar titriyordu konuşamadı. Gözlerini bile kırpmadan karşısındaki adamın üzerinde üstünlük kuran Aras, sabırla bekledi. Konuşmaya niyeti varsa farklı bir adım atmasına gerek yok demekti.
"Sadece til-tilkiyi buraya ge-getirdik." Tek bir cümlede nefes nefese kalırken yeniden sertçe yutkundu. Alnından kayan bir damla ter, şakağından çenesine kadar inmişti. "Asıl görev onundu."
"Onun görevi neydi peki?"
Adam gelen yeni soruyla acıyla yana bakışlarını Aras'ın gözlerinden çekip, bileklerini sımsıkı saran ve tenine saplanip kan kaybetmesine neden olan dikenli tellere kısa bir bakış attı. Acı bileklerinden kollarına yayılıyor, tahammül seviyesinin çok üzerinde zorluyordu onu. Derisindeki yırtılmaların her santimi hissediyordu ama bitmiyordu. Acısı hiç bitmiyordu.
"Notu... Doğrudan si-size teslim etmek..." dedi duraksayarak. Tek nefeste konuşabilmesini zorlaştırıyordu çektiği acı. "Ve notun karşılığında... sizden bir pa-parça almak... Pa-parmaklarınızdan biri..."
Kaşları merakla havalandı Aras Akın Altuğlu'nun. Demek parmaklarından birini kesip götüreceklerdi Rauf Karan'a. Dudaklarından alaylı bir 'hah' sesi kaçarken "O nasıl olacakmış peki?" diye sordu. Sesindeki ezici alay çok barizdi.
Adam yüzünü acıyla buruşturduktan sonra, "Eğer..." diye cevap verdi nefes nefese. "Yazgı Deha Yaman burada olmasaydı... Tilki çok basit bir şekilde halledecekti..."
Duyduğu isimle ifadeleri bozguna uğrarken gözleri kapandı Aras'ın ve sabır dilenircesine sert bir nefesi içine çekti.
Yine ve yine aynı isim vardı karşısında.
"Yazgı Deha Yaman'ın tüm bunlarla ne ilgisi var?"
Adam bileklerini biraz olsun rahatlatmaya çalışsa da her hareket ettiğinde dikenler daha fazla yırtıyordu derisini. "Ne isterseniz... anlatacağım..." diye tısladı acıyla sıktığı dişlerinin arasından. "Yalvarırım çözün beni."
Dudağının kenarındaki alaylı gülüşü sildi bu istek. Yüz hatları anında sertleşirken kenarda bekleyen adamlarından birine kısa bir bakış attı. Verdiği bu kısa emri, karşısındaki adam tarafından havada kapılmıştı.
Adam arkasındaki duvarda duran kolu sola doğru iki santim daha kaydırdığında önce makaraların kulak tırmalayan sesi doldu kulaklara. Ardından adamdan yükselen acı dolu bir çığlık. Teller daha fazla gerilmiş, bileklerinden daha çok kan sızmaya başlamış ve ayak bilekleri de o tellerden nasibini almıştı.
"Tamam..." dedi can havliyle. "Tamam tamam tamam."
Aldığı sert nefeslere ve vücudundan boşalan tere baktı Aras Akın Altuğlu. Gözler yaşlarla dolmuştu.
"Konuş..." diye gürledi sertçe. "Yazgı Deha Yaman bu işin neresinde?"
Aceleyle "Hiçbir yerinde..." diye çığlık attı. El bilekleri kopacakmış gibi hissediyordu kendini. "Sadece hi-hiçbirimizin onu öldürmeye yetkisi yok... Tiklilerin önünde durabilecek tek-tek kişi o."
"Neden?" diye sordu bu kez Aras Akın Altuğlu. Aralarında nasıl bir ilişki vardı? Sözde düşmanlardı öyle değil mi? Bilinen buydu. Peki neden Rauf Karan onu öldürme yetkisi vermiyordu adamlarına? Tek bir kurşun ile önündeki büyük bir engeli çok rahat kaldırabilecekken bunu neden yapmıyordu?
"Bilmiyorum..." diye bağırdı adam bu kez. Acısı, buruşan yüzünün her bir kıvrımına dolmuştu şimdi. "Tek bildiğim bunun Poyraz Bey ile ilgili olduğu..."
Poyraz...
Poyraz Karan...
Rauf Karan'ın biricik oğlu ve Yazgı Deha Yaman'ın da erkek kardeşiydi.
"Bana Yazgı Deha Yaman ile ilgili bildiğin her şeyi anlat." dedi bu kez Aras adama bir adım daha yaklaşıp. "Her şeyi..."
Adam acıyla çırpınırken "Bilmiyorum..." diye yalvarmaya başlamıştı başını iki yana sallayarak. "Yemin ederim hiçbir şey bilmiyorum." Artık hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Aras kenarda bekleyen adamına bir baş hareketi daha yaptı ve teller biraz daha gerildi. "Bir daha düşün." dedi soğukkanlı bir sesle, gözünü bile kırpmadan adama bakarken. Kanlar artık damlamıyor, oluk oluk akıyordu yere; yerde bir kan gölü oluşturuyordu.
"Abi vallahi bilmiyorum..."
Bir baş hareketi, dönen makaraların sesi, gerilen teller ve daha fazla bağırıp ağlayan adam.
"On, on iki yıl ön-önce... annesinin öldüğünü biliyorum sadece." Çektiği acıdan kurtulmak için her şeyi söylemeye razı bir şekilde nefes nefese aceleyle konuşuyordu. "Annesi öldükten iki yıl sonra... on yedi yaşındayken de... evden kaçtığını... Sonraki birkaç yıl... nerede olduğunu kimse bilmiyor ama... döndüğünde aynı kişi değildi..." Tekrar başını iki yana salladı ve gözyaşları tıpkı kanı gibi sicim sicim akarken "Yemin ederim başka bir şey bilmiyorum..." demişti.
On, on iki yıl önce annesi ölmüştü...
İki yıl sonra, on yedi yaşındayken evden kaçmıştı...
Birkaç yıl ortadan kaybolmuştu ve geri döndüğünde de artık aynı kadın değil öyle mi?
Merak, kendine daha geniş bir yer buldu içinde.
Elini yana doğru uzattığında avuçlarına bırakılan silahın soğukluğunu hissetti önce. Parmakları silahı kavradı ve tetiği çekip karşısındaki adamı alnının ortasından vurdu.
Başka bir şey bilmediğine ikna olmuştu...
Adımları çıkışa yönelirken, "Burayı temizleyin..." dedi adamlarına. "Cesedi de Rauf Karan'a postalayın."
Başka bir şey söylemeden odadan çıktığında koridorun başından ona doğru gelen bir adam ilgisini çekti. Adam tam önünde durduğunda parmaklarının arasında Aras'ın telefonun duruyordu.
"Efendim..." dedi karşısındaki adam nefes nefese. "Sühandan Hanım arıyor sizi."
Elini uzatıp telefonu alırken bakışları ekrandaki isme takılmıştı. Kaşları çatıldı. Sühandan onu bu saatte neden arıyordu ki? Yoksa kızına bir şey mi olmuştu?
Tam aramayı yanıtlayacağı sırada arama sonlandı. Eş zamanlı olarak karşısındaki adam "Ayrıca Kuzey Bey de biraz önce geldiler efendim." demiş ve Aras'ın ilgisini yeniden o âna çekmişti.
Sühandan'ı daha sonra aramayı aklına not edip, kızının iyi olmasını umarak korumayla birlikte yeniden asansöre yöneldi Aras Akın Altuğlu.
⏳
YAZGI DEHA YAMAN'DAN:
"Sende kimsin?"
Kapıdan gelen yabancı bir sesi umursamadan işime devam ettim. Bıçak göründüğü kadar uzun değildi, bu nedenle düşündüğüm kadar ağır bir hasar yoktu. Geriye bir tek dikiş atıp hastayı kapatmak kalmıştı ve ben şu an tam olarak bunu yapıyordum.
Boşalan kan torbasına kısa bir bakış atarken "Yener, kan..." dedim soğuk bir sesle.
Elimdeki cerrahi eldiven elime iki beden büyük geldiği için parmaklarımın etrafında kayıp duruyor, halihazırda gergin olan sinirlerimi daha fazla geriyordu.
Yener kan torbasını yeniledi.
Yabancı adam gelip tam karşımda durmuştu. "Durumu ne?"
Bakışlarını yüzümde hissetsem de bakma gereği görmeden iğneyi bir kez daha deriden geçirdim ve dikiş ipini düzgünce bağladım.
"Bir adın var değil mi?" diye sordu bu kez karşımdaki adam. Sesi son derece sevecen geliyordu kulağa. Garip... "Belli ki doktorsun..." diye devam etti. "Ve ne yaptığını da gayet iyi biliyorsun gibi görünüyor..."
Bir dikiş daha atarken ihtimaller arasındaki en olası olana tutundum ve "Sen doktor musun?" diye sordum.
"Evet..." dedi gayet naif bir sesle. "Genel Cerrah Kuzey Canarslan."
O an gözlerimi kaldırıp ilk kez baktım karşımdaki adamın yüzüne. Ama yalnızca bir saniye kadar sürdü bu. Gözüme çarpan tek şey yeşil gözleri olmuştu.
İğneyi ve ipi Mahzun'un göğsünün üzerine bırakırken "İyi..." diye homurdandım ve bir adım geri çıkıp elimdeki eldivenleri çıkardım tek tek. "Devam edersin sen o zaman."
Adamın yüzüne bakmadan ameliyathaneden çıkarken şaşkın bakışları sırtımda hissetsem de umursamadım.
Ameliyathane tarafından odaya adım attığımda bu kez Fatih Altuğlu çıktı karşıma. Dik duruşundan hiçbir şey kaybetmezken önünde dikildiği camdan uzaklaşıp önüme geçmişti.
Babacan bir tavırla gözlerime bakarken, "Sana borcumuz çoğalıyor kızım." diye mırıldandı.
Kızım...
Ürperen tüylerimi umursamadan, "Kesinlikle..." diye karşılık verdim. Onun yumuşak tonunun aksine benim sesim sert çıkıyordu.
"Nasıl teşekkür ederim bilmiyorum ama... Seninle ayriyeten konuşmak istediğim bir konu daha var."
Eldivenden elime bulaşan pudranın dokusunu parmaklarımı birbirlerine sürterek yok etmeye çalışırken "Tesadüfe bakın ki benim yok Fatih Bey..." diye mırıldandım. Konuyu hiç mi hiç merak etmiyordum. "Sadece... Eminim oğlunuz kapıdaki adamlara emrini vermiştir çoktan, beni burada tutsunlar diye... Adamlarınızı önümden çekin, gece gece beni yormayın; borcunuz falan kalmaz."
Derin bir nefes aldı Fatih Altuğlu ve "Karşına hiç kimse çıkmayacak." diye teminat verdi. Konuşmak istediği konu her neyse üstelememesi işime gelirdi. Başımı bir kez sallayıp bir adım sağa kaydım ve yanından geçip kapalı kapıya doğru ilerledim.
Tıpkı beklediğim gibiydi, koridorda bir düzine kadar adam vardı. Ama beklediğimden farklı olarak beni durdurmak için herhangi bir hamlede bulunmadılar.
"En azından..." diye geçirdim içimden.
Tam çıkışa yöneldiğim sırada "Bekle..." diyen bir ses çınlamıştı koridorun boş duvarlarında ve benim ayaklarım otomatik olarak durmuştu.
Başımı çevirip omzumun üzerinden baktığımda, koridorun diğer ucundan yanındaki adamla birlikte sert adımlarla bu tarafa doğru gelen Aras Akın Altuğlu ile göz göze geldim.
"Mahzun nasıl?" diye sordu nasıl yaptığını bilmediğim bir şekilde sert sesine karıştırdığı bir endişe ile. Aramızda dört beş metre kala durmuştu.
Tüm bedenimi ona çevirip başımla odanın kapısını işaret ettim. "Doktorunuz geldi, ona sorarsın..."
"Ben sana soruyorum..." dedi üzerine basa basa. Şüpheli, güvensiz bakışlarının tüm bedenimi baştan aşağı süzdüğünü hissettim. O bakışlar, sporcu sütyenim yüzünden küçük bir kısmı görünen göğsümün altındaki dövmede birkaç saniye fazla oyalanmış, hemen ardından gözlerimi bulmuştu.
Tükenmek üzere olan sabrımın ömrünü kısalttığından haberi bile yoktu. Ya da vardı da umursamıyordu. Bu daha olası bir seçenek gibi göründü gözüme.
Gece gece gerçekten bela istemiyordum. Saçma sapan bir şeyle uğraşmak ya da herhangi bir sorun... Bu nedenle verdiğim tek cevap, devirdiğim gözlerimle "Canın cehenneme..." demek olmuştu.
Yeniden arkamı döndüğüm sırada gitmek için attığım bir adım, ondan gelen yeni bir atak sorusu ile havada donup kaldı.
"Söylesene Yazgı Deha Yaman..." demişti adımı bastırarak. "On yedi yaşında neden evden kaçtın?"
Baştan aşağı sarsıldım...
Kelimenin tam anlamıyla baştan aşağı sarsıldım.
Sorusu kulaklarımın içinde çınlarken yankıları tüm vücudumu esir aldı.
Söylesene Yazgı Deha Yaman...
On yedi yaşında neden evden kaçtın?
Gözüm döndü. Damarlarımın içinde kaynayan kanımın eritici sıcaklığını en yalın haliyle hissettim. Sabır taşımın patlayışını ve parçaların her tarafa saçılışını...
Bir saniye bile sürmedi yeniden ona dönmem. Benden bu kadardı. Bu adama vermem gerekenden çok daha fazla taviz vermiş, çok fazla tolerans göstermiştim ama artık yetmişti.
Adımlarım o kadar seriydi ki, adamlarının beni tutmak için herhangi bir vakti olmadı. Topladığım saçlarımdan fırlayan bir tutam, hızım yüzünden yüzümün çevresinde dalgalanırken en fazla iki saniye sürmüştü Aras Akın Altuğlu'nun dibinde bitmem. Ve üçüncü saniyede yapıştığım yakasıyla kafamı suratıma gömmüştüm.
Burnundan gelen tatmin edici bir ses, üzerimdeki gerginliği bir nebze olsun alırken başı beklenmedik bu hareketim ile geriye doğru savruldu. Yakasından tutmasam eğer bedeninin yere devrileceğini biliyordum. Arkamda bir arbede başladığını da...
Aras'ın yanında duran adam şaşkınlığından sıyrılıp bana uzanmak için hamle yapmaya çalıştı ama "Bırakın..." diyen Fatih Altuğlu'nun sesi, bütün adamları bana ulaşamadan uzaklaştırdı.
Yakasından çektiğim elimle, Aras'ın henüz kendini toparlamasını beklemeden yüzüne sert bir yumruk attığımda bu kez geriye savrulan bedeni olmuş ve koridorun duvarına çarparak ayakta kalmıştı.
Burnundan akan kan, beyaz gömleğini ıslatmaya başlamış, parmağımdaki yüzük yüzünden attığım yumruk, sol elmacık kemiğinin üzerinde küçük bir sıyrığa neden olmuştu.
Parmakları önce elmacık kemiğindeki yarayı buldu ve o yaradan sızıp parmak uçlarına bulaşan kana kısa bir bakış attı. Ardından burnundan akan kana dokundu ve dudağı alaylı bir gülüşle kıvrıldı.
Bu, içimdeki öldürme arzusunu tetiklese de sert bir nefesle dizginledim kendimi. Gözlerimden çıkan öfkenin ateşi gözlerimi yakıyordu sanki.
İşaret parmağımı yüzüne doğru sallarken "Bana burada ne olacağını umursamadan seni gebertirdim ama..." diye soludum içimdeki tüm sinirimi sesime yansıtarak. Dudaklarındaki o çarpık gülüş silinmedi, kurşun grisi gözlerini gözlerime dikip kaşlarını kaldırdı. Aklınca benimle alay ediyor, darbelerimin oni hiç etkilemediğini bana kanıtlamaya çalışıyordu. "Sen kız kardeşinle babana dua et."
Daha fazla bir şey söylemeden ya da söylemesine izin vermeden ona arkamı dönüp, öfkeli adımlarla korumaların arasından geçip çıkışa doğru ilerledim.
Hepsi tetikteydi ve en ufak bir hareketimde bellerindeki silahı çekip bana sıkmaları bir saniye sürmezdi biliyorum ama onları durduran Fatih Altuğlu etkeni varken, hiçbiri bu girişimde bulunmayacaktı bunu da biliyordum.
Sonunda bahçeye çıktığımda temiz havayı derince içime çekip rahat bir nefes almaya çalıştım. İçeri dönüp yarım bıraktığım işi tamamlamak ve Aras Akın Altuğlu'yu gerçekten öldürmek istiyordum.
"Sakin ol Yazgı..." diye mırıldandım kendi kendime... "Sakin ol... Elbet karşına bunu yapabileceğin de bir fırsat çıkar. O zaman seve seve sikersin belasını..."
Rauf Karan'a bulaştıysa öyle ya da böyle karşıma yeniden çıkacaktı. O günü sabırsızlıkla bekliyor olacaktım.
Sedyeyi sürüklerken geçtiğim yolu bu kez yalnız ama hızımdan hiçbir şey kaybetmeden arşınladım. O kadar da yalnız sayılmazdım aslında. Bahçenin her tarafı koruma kaynıyordu ve her şeyden haberdarlarmış gibi tetikteydiler. Elbette haberdarlardı, her birinin kulağında ense arkası kablolu kulaklıklardan vardı.
Hiçbirini umursamadan yanlarından geçip gittim.
Arabam, bahçedeki boş alanın ortasında kapıları açık bir hâlde duruyordu.
Karıştırmadık bir nokta bırakmışlar mıydı acaba?
Sakinleşmek adına bilmem kaçıncı nefesi içime çekip yeniden dışarı salarken arabamın etrafından dolandım. Yolcu kapısını kapatmak için hareket ettiğimde yolcu koltuğunda duran çantamı görmek bir nebze daha rahatlattı beni. En azından çantamı aramakla uğraşmak zorunda kalmayacaktım.
İçinde malzemelerin olduğu çantam düştü tam o an aklıma.
Ameliyat odasında unutmuştum.
Dişlerimi sıkarken yüzümü buruşturup "Siktir etsene..." diye homurdandım kendi kendime. İkinci bir çanta yapmak zor değildi. Ama bir daha oraya dönüp o herifin yüzünü göremezdim.
Arka kapıları da kapatıp sürücü koltuğuna attım kendimi ve içimdeki öfke bana koca malikâneyi patlattırmadan önce arabayı çalıştırıp, hızlı bir manevra ile döndükten sonra gaza basıp uzaklaştım bu yerden.
Bahçe kapısından çıkıp yoluma devam edeceğim sırada aniden karşıma çıkan bir arabayla ayağım sertçe frene abanmış, olası bir çarpışmadan son anda kurtulmuştuk.
Bitmiyordu...
Gerçekten bitmek bilmiyordu...
Arabanın farları gözlerime vurup görüş açımı sıfırlarken elimi gözlerimin üzerine yerleştirip karşıdaki her kimse onu görmeye çalıştım.
En azından o da zamanında frene basmayı becerebilmişti.
Bir an gözlerime batan farlar, diğer an sürücünün farları kapatmasıyla kesildi ve benim arabamın farları sayesinde karşımdaki kişiyi net bir şekilde görebildim.
Genç bir kadın vardı karşımdaki arabanın içinde. Simasını çıkardığım bir kadın... Sara'yı buraya getirdiğimde bir köşede duran iki kadından genç olan...
Ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözleri ile bana özür dilercesine bakıp arabasını geri geri sürdü ve yolumu açtı. Perişan görünüyordu... Koyu renkli saçları darmadağındı ve gözyaşları gözlerinden akmaya devam ediyordu. Dudağının bir köşesinde henüz kurumamış bir yara izi vardı. Yanağındaki beyaz tenini süsleyen kırmızı izin bir tokada ait olduğunu, ilk bakışta anlayacak kadar şiddetle iç içe zaman geçirmiştim.
Merak duygum gün yüzüne çıksa da gözlerinde gördüğüm bir ifade, onu hemen bastırmama neden oldu. Bakışlarımı hızla ondan çekip benim için açtığı yoldan gaza basarak ilerlemeye devam ettim.
İnip sormayı istemiştim aslında ama gözlerinde gördüğüm o rahatsızlık hissi, onun bu soruyu duymayı istemediğini net bir şekilde belirtiyordu. O duyguyu iyi bilirdim. Öyle durumlarda insan fazladan bir kelime bile sarf etmek istemezdi. Ya da gereksiz sorularla boğulmak. Besbelli bir sorunu vardı ve sadece muhattabı ile muhatap olmak istiyordu.
⏳
Olan onca aksiyonun ardından sessiz ve sakin geçen bir araba yolculuğuyla evime geldiğimde günün en rahat nefesi işte o zaman dökülmüştü dudaklarımdan.
Bahçe kapımdan evime kadar olan taşlı yolun arabamı hafifçe sarsmasını, dingin bir memnuniyet ile karşıladım. Bu yolu özellikle böyle yaptırmıştım çünkü şehrin düz yollarından sonra bu yola girdiğimde hissettiğim o küçük sarsıntılar, evime geldiğimi daha net hissetmemi sağlıyordu. Yol boyunca belirli aralıklarla yerleştirilmiş küçük sokak lambaları da öyle...
Küçük bir bahçem yoktu ama büyük de değildi. En azından açık camdan yüzüme vuran rüzgâr bana, bir köşeye kendi ellerimle diktiğim ve itinayla ilgilendiğim kıymetli beyaz güllerimin kokusunu taşıyabiliyordu.
Arabamı evimin önüne park ederken bakışlarım yan tarafta duran Maya'nın arabasına kaydı. Bu gece bir randevusu vardı ama şu an burada olduğuna göre hiç iyi geçmemişti demek ki...
Ah... Ayrıntıları kesinlikle bilmek istemiyordum...
Arabadan inip bahçeye adım attığımda sırtımı bir süre arabaya yaslayıp derin bir nefes aldım. Beyaz güllerin taze kokusu doldu içime.
Ne zaman kapandığını bilmediğim gözlerim, bir havlama sesini duyduğumda geri açıldı ve çocuklarımı bana doğru koşarken buldum. Dudaklarıma konan gülümseme onlar yanımda durduklarında genişlemişti.
Onlar Maya için ya da isimlerini soranlara tıpkı söylediğim gibi Ted, Charles ve Jane'di. -İsimlerini Maya, Dünya'nın en çok bilinen seri katillerinden esinlenerek seçmişti ve bende itiraz etmemiştim- Ama benim için kendi içimde; Yavuz, Poyraz ve Feris'ti. Bunu başka hiç kimse, Maya bile bilmiyordu, kendime sakladığım küçük bir sırdı bir nevi...
Ted yani adı Yavuz olan, ondan beklenecek bir ağırbaşlılıkla önümde oturup tatlı mırıltılarla yüzüme havladı. Bu onun beni görünce heyecanlanışını belli etme stiliydi. Tıpkı Charles'ın yani Poyraz'ın kendi etrafında dönüp zıplayarak coşması gibi.
Jane de ayakkabımı koklayıp ayak bileğimi yalayarak belli ediyordu heyecanını.
Eğilip her birinin başını usul usul okşadım.
Kim demişti ki benim bir ailem yok diye?
Onlar benim ailemdi.
Öyle bir durumda bulmuştum ki onları, öyle bir durumdan kurtarmıştım ki... Vicdanı sorun etmeyen benim bile vicdanıma dokunuyordu. İnsanlara sorsan en vicdansız bendim ama üç küçük, masum yavruyu bir çuvalın içine koyup, akan bir dereye bırakmaları onları ne yapıyordu acaba?
Her neyse... Daha bir haftalık bile olmayan o üç Doberman şimdi benim evlatlarım gibiydi. Ve kendime kurduğum aileydi.
"Hadi..." diye mırıldandım onlara ve ileri doğru adımladım. Uslu uslu peşimden gelirlerken arada birbirlerine sataşıyorlardı. Bayılıyorlardı birbirleri ile oynamaya...
Verandaya çıktığımda kapı Maya tarafından açıldı ve köpekler açılan boşluklardan içeri sızarlarken "Öldüler seni göremediler diye..." diye homurdandı Maya. Üzerinde siyah saten bir geceliği vardı, kısa saçlarını arkasından toplamış, çıkan tutamları da göz bandı ile geriye yatırıp yüzüne yeşil renkte bir maske uygulamıştı. "Aşıklar sana..." Elinde tuttuğu kırmızı şaraptan bir yudum almadan hemen önce söyledi bunu.
Yanından geçerken o kadehi elinden kapıp, kadehte kalan birkaç yudumluk merlot şarabını tek dikişte bitirdim. Kokusundan anlamıştım içindekini... Favorimdi... "Anneleriyim çünkü..."
Kapıyı kapatırken "Öylesin..." diye cevap verdi bana. Ardından gözlerinin üzerimde dolandığını hissettim. "Bu halin ne? Savaştan çıkmış gibisin."
Umursamazca omuz silkip kendimi salondaki koltuklardan birine attım ve ayaklarımı ortadaki sehpaya uzattım. Atletim, Mahzun'un göğsüne tampon yaptığım için giyilemeyecek hâle gelmişti ve deri ceketimi de bahçeye fırlattığım yerde bırakmıştım. "Uzun hikâye..."
Doldurduğu yeni kadehi bana uzatırken "Eh..." diye mırıldandı ve karşımdaki koltuğa geçip bilgisayarını dizlerinin üzerine koydu. O bilgisayarla kelimenin tam anlamıyla harikalar yaratıyordu... "En azından birimizin bir şeyleri uzun sürebilmiş..."
Sesindeki ima yüzümü buruşturmama neden olduğunda randevusunun neden erken bittiğini ve neden burada olduğunu da anlamış olmuştum.
"Seks hayatını gerçekten merak etmiyorum Maya." diye mırıldandım pozisyonumu daha da düzeltirken. Şarabımdan aldığım yeni bir yudum kaslarımı bir nebze olsun gevşetmişti ama asıl gevşememi sağlayacak başka bir şeye ihtiyacım vardı.
"Bunu biliyorum..." diye cevap verdi parmakları klavyenin üzerinde sanatını icra ederken. "O yüzden on saniyeden kısa sürdüğünü söylemedim. Ya da karşıma geçip 'çok iyiydim değil mi?' diye sorma gafletine düştüğünü..."
Sırtımı yasladığım yastıklardan birini ona doğru fırlatıp "Maya!" diye uyardığımda gülerek havada yakaladığı yastığı yeniden bana doğru fırlattı. Ama sağ elinde tuttuğu şarap yüzünden sol eliyle attığı o yastık, beni bir hayli ıskalamıştı.
"Ben senin eğitmeninim..." dedi otoriter tutmaya çalıştığı sesiyle. "Eğitmenine biraz saygı duy Yazgı Deha Yaman..." Ama benim üzerimde otoritesini kaybedeli uzun zaman oluyordu, bunu o da biliyordu. Onun deyimi ile boynuz kulağı geçeli çok oluyordu.
Derin bir iç çekip uzandığım yerden doğruldum ve şarabı yeniden tepeme dikip, boşalan kadehi orta sehpaya bıraktım. "Gidip vücudumu şoklayacağım..."
Bu bana şu an en iyi gelecek şeydi, tüm sinir uçlarıma dokunup hepsini gevşetecek şey...
Ayağa kalktığımda itiraz eden elaları bilgisayar ekranından bana çevrildi. "Hayır..." dedi net bir sesle. Ela gözleri merakla parlıyordu şimdi. "Daha yemeğin nasıl geçtiğini anlatacaksın. Neler oldu? Ayrıntıları istiyorum."
Omuz silkip "Doğru düzgün bir yemek olamadı." diye cevap verdim. Onu tanıyordum, aldığı cevaplardan tatmin olmadan yakamdan düşmezdi. "Gece, Rauf Karan'ın şovuyla sonlandı."
Nasıl yani der gibi kaşlarını kaldırdığında gözlerimi devirip yeniden oturdum kalktığım koltuğa. Dirseklerimi dizlerime yasladığım sırada Maya da bilgisayarını koltuğa bırakıp bana odaklanmıştı tamamen.
Kısa ama net cümleler ona gecenin ayrıntılarını anlattım birkaç dakikada. En sonunda Aras Akın Altuğlu'ya vurduğum kısma geldiğimde dudakları memnuniyetsizlikle bükülmüş ve "Keşke benim yerime de vursaydın iki tane..." diye homurdanmıştı.
Evet, fazladan birkaç tane daha geçirmemiş olmanın pişmanlığını yaşıyordum ama artık iş işten geçmişti.
"Ayrıca..." diye eklemişti sonra. "Yerinde olsam Mahzun denen o adamın içinde en azından bir makas falan unuturdum."
Kulağa hoş gelse de Mahzun'un sadece bir emir eri olduğunu bilmek bu fikri hoş olmaktan biraz olsun uzaklaştırıyordu. Birinin içinde makas unutmayı tercih edecek olsam o kişi kesinlikle Aras Akın Altuğlu olurdu.
Sonrasındaysa cevaplarımdan tatmin olup bilgisayarına dönerek beni serbest bırakmıştı.
Üzerimdeki kıyafetlerimden kurtulup çırılçıplak bir şekilde aynanın karşısına geçtiğimde göğüslerimin arasındaki dövme gözlerime çarptı ve parmaklarım otomatik olarak o dövmenin üzerinde gezindi hafifçe. Tırnağımın ucu, iki göğsümün tam ortasına gizlenen lotus çiçeğinin taç yapraklarına dokundu önce. Ardından aşağı doğru kayarak; lotus çiçeğini, üç parmak altında kalan ve yarım ay şeklindeki yara izini kapattırdığım güneş dövmesine bağlayan dokuz küçük noktanın üzerinde gezindi. Güneşin etrafında tam on yedi çizgi vardı güneşi parlatan...
Geri kalan ayrıntıları tasarımcı estetik bir şekilde tamamlamıştı. Her iki göğsümün altına doğru kıvrılan, ara ara karın kaslarımın üst kısımlarına dokunan estetik uzantıları vardı dövmemin ama o kısımlarıyla hiçbir zaman ilgilenmemiştim...
Gözlerim biraz daha alta kaydığında karnımın alt kısmındaki yara izlerine baktım bu kez. Birden fazla olan yara izini, tek bir dövme ile, bir çift zarif melek kanadı ile kapattırmıştım.
Üç yara izi...
Üç dövme...
Son olarak bir de sırtımda kılıca sarılan bir ejderha dövmesi vardı ama ona bakmak için uğraşmadan çekildim aynanın karşısından ve içi buzla dolu küvetin içine ilk adımını attım.
Vücudum buna ne kadar alışık olursa olsun, ilk adımı attığım her seferinde hafifçe ürperiyordum. Yine de bu beni durdurmuyordu.
Diğer adımı da attım küvetin içine ve uzanıp boynuma kadar kendimi buzlu suya gömdüm. Dondurucu soğuk bedenimi esir alırken başımı küvetin kenarına yaslayıp gözlerimi kapattım ve nefesime odaklandım. Soğuk, kaslarımın her bir gergin düğümünü çözüp, tüm bencilliğiyle tüm gerginliğimi kendi üzerine çekerken yavaşlayan nabzımla biraz daha rahatladığımı hissettim. Batan milyonlarca iğne hissi; ruhumun kirini, pasını buzlu suya akıtıyordu sanki.
Bu bana her seferinde yeni doğan bir bebeği hatırlatıyordu. Annesinin sıcacık rahminden dünyanın soğuk kollarına doğduğu ilk an hissettiği bu değilse başka ne olabilirdi ki?
Vücudum çabucak buzlu suyun soğukluğuna alıştı ve hatta minntele karşıladı bu dondurucu soğuğu. Her hücrem yeniden doğup canlanıyordu sanki.
Zaman, buzların arasında anlamını yitirdiğinden aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama boynumu esnettiğim sırada "Yazgı..." diyen Maya'nın sesi geldi banyonun dışından.
Gözlerim yavaşça açılırken "Söyle..." diye cevap verdim.
"Bugün, aradığın o kutunun başka nerede olabileceği hakkında ufak bir araştırma yaparken, aklıma tekrar geldi o ihtimal." diyerek konuşmaya başladı. "Ya gerçekten Rauf Karan o kutuyu Poyraz Karan'a verdiyse Yazgı?"
Bunu daha önce de konuşmuştik, bu ihtimal her daim aklımdaydı ama olmamasını diliyordum. Eğer Poyraz'daysa, Poyraz o kutuyu çoktan yok etmiş demekti. Muhtemelen küllerini suratıma savurmak için saklıyordu...
"Sanmıyorum..." diye mırıldandım tutunduğum umuda bel bağlayarak. "Bana karşı kullanabileceği sayılı kozlardan biri o kutu ve Poyraz'ın onu dinlemeyip anında yok edeceğini biliyor..." Buzların bile çözemeyeceği bir sıkıntı çöktü içime ve ellerimi küvetin kenarına yaslayıp yavaşça ayağa kalktım. Soğuk suyun kızarttığı tenimin havayla teması derimin tatlı bir şekilde yanmasına neden olurken, cildim soğuktan sıcağa geçtiği için gerilmeye başlamıştı.
Kenarda asılı duran bornozu üzerime geçirip belini bağladım ve kapıyı açıp omzunu duvara yaslamış Maya ile göz göze geldim. Yeşil maskesi hâlâ yüzündeydi.
"O kutu benim ailemden bana kalan son şey Maya." dedim net bir sesle. "Yüzünü sadece fotoğraflardan bildiğim babamdan kalan son hatıralar o kutunun içinde. Annemden bana kalan son şeyler... Eğer o kutuya bir şey olursa, Rauf Karan kıyametini koparacağımı çok iyi biliyor. Bu riski göze alamaz, o yüzden onu Poyraz'ın ellerine bırakmaz."
Bunun benim için ne denli önemli olduğunu bilen Maya, benim yerime de acı çekerek baktı gözlerime.
"Biliyorum..." diye mırıldandı usulca. Biraz öncekinden çok daha fazla tereddüde bulanmıştı sesi. "Sadece aramadığımız yer kalmadı. Gerçekten nereye sakladığı konusunda artık fikir bile üretemiyorum."
Yeniden banyonun içine girip kapıyı kapatmadan önce usulca bir gerçeği mırıldandım. "Kozlarını elinde tutma konusunda kimse eline su dökemez. Bak Poyraz'a... Onu da arıyoruz ama sanki hiç var olmamış gibi o da kayıp... Senin gücün bile yetmiyor onu bulmaya..."
⏳
Alper'den gelen yumruğu basit bir hareket ile savuştururken açıkta bıraktığı karnına acımasız, sert bir tekme geçirdiğimde dudaklarından kopan acı dolu bir inleme ile iki büklüm oldu. Geri geri attığı iki adım, kalçasının kafesin tellerine çarpması ile son bulurken kolunu karnına sarıp birkaç kez arka arkaya öksürmüştü.
"Karnını o kadar açık bıraktın ki bunu hak ettin." diye bir yorum geldi yan tarafta durup bizi izleyen öğrencilerden birinden. Onun adı Duru'ydu. Kumite için en parlak adaylarımdan biri...
"Yer değiştiren iç organlarının sesini duyduğuma yemin edebilirim..." Bu yorum da bir diğer adayım olan Tarık'tan gelmişti.
Onlara kısa bir bakış atıp yeniden Alper'e döndüm. Kendini toparlamış bir halde yaslandığı tellerden uzaklaştı usulca. Arkadaşlarından gelen yorumlara bozulduğunu belli etmemeye çalışıyordu.
Yeniden pozisyon aldığında bu kez karın bölgesini daha sağlama almıştı. İlerleyip ona doğru atak yaparken, bir yandan da "Yumruk atmaya o kadar odaklanıyorsun ki..." dedim sert bir sesle. Attığım sağ kroşeden kurtulsa da sol aparkatım çenesiyle buluştu ama tam da ondan beklediğim gibi hazırlıklı olduğu bu darbe onu sarsmadı. Benim eğittiğim öğrencilerim, benim darbelerimle bile sarsılmamalıydı. Bu bir kuraldı... "Kendini sakınmayı unutuyorsun."
Karnıma doğru yeni bir atak yaparken bu kez dizlerini açık bıraktığında, yumruğu karnıma inmeden önce onu da savuşturup dizine geçirdim tekmemi.
Sendelese de ayakta kalmayı başardı ve canı yanmıyormuş gibi yaparak iki adım geri çekildi.
Tam o an bir düdük sesi alanı doldurmuş ve Alper ile olan eğitimin sona erdiğini haber vermişti.
Birlikte kafesten çıkarken "Önümüzdeki turnuva için hâlâ hazır değilim değil mi?" diye sordu umutsuz bir sesle. Turnuvaya katılmayı belki de en çok isteyen kişiydi Alper.
"Değilsin..." dedim biraz bile yumuşatma gereği görmeden. Burada pohpohlayıcı sözlere yer yoktu.
"Ama..." diye mırıldandım zemine ayak bastığımızda karşısına geçip. "Seninle farklı bir şey deneyeceğiz. Biraz acılı olacak ama seni baz aldığımda işe yarayacaktır, çünkü hazırlıklı olduğun darbeleri mükemmel şekilde karşılıyorsun."
Diğer öğrenciler de kafesin etrafını dolanıp yanımıza geldiler ve bizi bir çember içine alıp dikkatle dinlemeye başladılar.
"Neyi deneyeceğiz hocam?" diye sordu Alper merakla. Onu Kumite'nin kafesine sokacak her şeye razı gibi görünüyordu.
Duru'nun uzattığı dosyayı alıp Alper'in alanını notlandırırken "Belli ki dayak yemekten kaçamayacaksın..." diye mırıldandım. Önceliğimiz rakibimizin bize dokunmamasını sağlamak olurdu ama istisnalar da vardı elbette.
Savunma: on üzerinden dört...
Sakınma: on üzerinden iki...
Atak: on üzerinden sekiz...
Denge: on üzerinden sekiz...
Bakışlarımı listeden kaldırıp yüzüne baktım, çenesine... Attığım aparkatın etkisi benim eklemlerimde bile hissediliyordu. "Çenene aldığın darbenin acısını on üzerinden derecelendir.
Eli çenesine giderken vurduğum yeri yokladı parmaklarıyla ve yüzünü buruşturdu. "On bir... Hatta on iki..."
Gözlerimi devirip listeye döndüm yeniden.
Dayanıklılık: on üzerinden dokuz...
Devamını da doldururken konuşmaya devam ettim.
"Kendini tam anlamıyla sakınamıyorsan darbeleri yiyeceğin bölgeleri sen seçecek, maçı sen yöneteceksin. Rakibini kandıracaksın yani anladın mı? Gerçekten açık kalan bölgelerini fark etmesin diye senin bilerek açık bıraktığın taraflarını görmesini sağlayacaksın. Karşı tarafın sende bir zayıflık olarak gördüğü bu şey senin gücün olacak."
Neyi kastettiğimi anladığınna bakışlarındaki umutsuzluk yavaşça silindi ve dudakları kıvrıldı. Ama çenesi acımış olacak ki yüzü anında buruşurken gülüşü silinmişti.
"Anladım hocam..." dedi çenesini tutarken.
Notlandırma işini bitirip dosyanın kapağını kapattım ve onun göğsüne doğru bastırdım dosyayı. "Bir de bu şekilde deneyelim bakalım sonuç bize ne verecek. Şimdi dağılın."
Alper dosyayı alırken diğerleri ile birlikte soyunma odalarının olduğu tarafa doğru ilerlediler.
"Canın çok yanacak oğlum..." diyordu içlerinden biri ve Alper de cevap olarak, "Ama hazırlıksız olduğum andaki gibi beni yıkmayacak." diye cevap veriyordu.
Umarım diye geçirdim içimden. Eğer rakibini kandırmayı beceremezse hiçbir işe yaramazdı bu taktik. Vurmaya o kadar odaklanıyordu ki her seferinde mutlaka bir açık bırakıyordu kendinde ve bıraktığı o açıkların kendi bile farkında olmuyordu. Kendini tamamen kapattığındaysa bu kez vurmaya odaklanamıyordu.
En azından bıraktığı açık kendi kontrolünde olursa işi biraz daha kolaylaşırdı ve gücünden hiçbir şey kaybetmemiş olurdu.
Çenemi dikleştirip başımı sağa sola esnetirken "Burada ne işiniz var Fatih Bey?" diye sordum. Maya ile birlikte buraya indiğini daha ilk an fark ettiğim, ders bitene kadar sessizce bir köşeden bizi izleyen adam şaşkınca "Varlığımı fark ettiğini düşünmemiştim." diye mırıldandı.
Maya onu buraya getirdikten birkaç dakika sonra yeniden yukarı çıkıp gözden kaybolmuştu.
Ellerimi belime yaslayıp tüm bedenimi ona çevirdim. Üzerimdeki taytın ve atletin kuru hiçbir tarafı yoktu ve terden yapış yapış olan tenimin arınmaya ihtiyacı vardı.
"Fark etmeyeceğimi düşünmeniz aptallık..." diye cevap verdim. Yaslandığı kafesten doğrulup ağır adımlarla bana doğru ilerlemeye başladı. Üzerinde ekose desenli şık, jilet gibi tiril tiril bir takım elbise vardı. Onun dışında ne ak düşmüş saçları ne de yüzü düzenli duruyordu.
Dün gece nasıl bıraktıysam öyle bulmuş gibiydim. Gece boyunca hiç uyumamış, hatta benden sonra daha büyük dertlerle uğraşmış gibi...
"Tekrar soruyorum, burada ne işiniz var?"
Konuyu o da uzaymaya niyetli değilmiş gibi "Sana bir teklifim var." dedi direkt olarak.
"Açık çek... İstediğin rakamla doldurabilirsin... Senden oğlumun şahsi koruması olmanı istiyorum."
⏳
Öhöm öhöm...
Bölümü nasıl buldunuz efenim🤭
Ve yeni bölümde sizce neler olacak?
Yazgı bu teklife ne cevap verecek?
Aras bu teklifi nasıl karşılayacak?
Favori karakterinizi soramıyorum çünkü herkesin Yazgı diyeceğini biliyorum ama aranızda Aras diyecek olan varsa da bilmek isterim xbkznxkmx Maya diyen de çıkabilir 🤭🤭
Ayrıca zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler, iyi ki varsınız, minnettarım 💖
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |