
Sellam✨
17 Ocak... Benim çiçeğimin doğum günü💐 lastwintersnight doğum günün kutlu olsun meleğim✨ İyi ki varsın, bu bölüm senin için❤️
Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın. Yorumlarınız beni yazmaya daha fazla teşvik ediyor🫶🏻
Keyifli okumalar diliyorum ✨
⏳
YAZGI DEHA YAMAN'DAN:
Havaya hâkim olan gergin sessizliğin arasına, dudaklarımdan dökülen cümleler dalga dalga yayılmıştı. Her bir şaşkın bakışı üzerimde hissediyordum ama her nasıl ki Aras Akın Altuğlu gözlerini bile kırpmadan yüzüme bakıyorsa, bende gözlerimi ondan çekmiyordum.
Sözcüklerim zihninde yankılanıyor, algılarının her bir köşesine sine sine anlamlarını zihnine kazıyormuş gibiydi. Her zamankinin aksine düşüncelerini gizlemeyi bu kez o kadar da beceremiyordu. Hoş, o ne kadar saklarsa saklasın ben o grileri hep okuyabiliyordum ya...
Başta algılayamadığı o cümleler, en sonunda kafasının içinde birbiriyle örtüştüğünde gözlerindeki o şaşkınlık jilet gibi kesildi, irisleri soğuk bir kış gecesinin ayazından sağ çıkamayan bir evsiz gibi donuklaşıp buz tutarken, yüz kasları o evsizin ölü bedeni gibi kaskatı kesilmişti.
"Baba?" Burnundan dökülen o sert nefesin arasına karıştı bu tek kelime, hâlâ gözlerini üzerimden çekmemişti. Beni zihninde onlarca farklı şekilde öldürdüğüne yemin edebilirdim. "Bu kadının burada ne işi var? Ne saçmalıyor?"
Havada tuttuğum dosyayı geri indirirken en sonunda gözlerimi gözlerinden kopardım ve kaşlarının arasındaki derin çizgiye kısa bir bakış atıp Fatih Bey'e döndüm.
Gayet rahat bir tavırla yemeğine dönmüş olan Fatih Bey, önündeki sebzeden bir parça kesip ağzına atarken "Yazgı'ya iş teklif ettim." diye cevap vermişti oğluna. "Senin özel koruman olması için."
Havaya yayılan şaşkınlık nidaları eşliğinde ben ileri doğru birkaç adım atarken "Ne?" diye soluyan Aras'ın afallamış sesiyle "Yazgı artık burada mı kalacak!" diyen Sara'nın heyecanlı sesi aynı anda tüm seslerin önüne geçmişti.
Fatih Bey ise ikisini de umursamadan çatal ve bıçağını bir kenara bırakıp sandalyesini usulca yerde sürüyerek ayağa kalktı ve masanın üzerinden elini bana doğru uzattı. "Eklediğin maddeye bir bakalım."
Üzerimize atılan garip bakışların eşliğinde, elimdeki sözleşmeyi masanın üzerinden uzattım Fatih Bey'e. "En sonda küçük bir boşluk vardı, oraya yazdım."
Fatih Bey sözleşmeyi alırken masadan bir gülme sesi yükselmeye başladığında, Fatih Bey hariç herkesin, benim bile bakışlarımız o noktaya kaymıştı.
Aras, bir eli masada yumruk olmuşken başını önüne eğmiş ve gülmeye başlamıştı. Keyiften millerce uzaktı gülüşü, uyanmaya hazırlanan bir yanardağ misali. Öyle ki diğerlerini sarmaya başlayan gerilimi çıplak gözle görebiliyordum sanki.
Birden masanın üstünde duran, yumruk olmuş elini kaldırıp masaya geçirdiği sert bir yumrukla ayağa kalktı. Öyle hiddetliydi ki masanın üzerindeki her şey sarsılmış, sandalyesi arkaya doğru göçmüştü.
Sara ve adını bilmediğim genç kadın onun hiddetiyle irkilirken, Fatih Bey "Aras!" diyerek uyardı oğlunu ama onu dinleyen yoktu. Kesilen gülüşünün ardından başını kaldırıp babasına baktığında artık gözlerinden resmen ateş çıkıyordu. "Benimle dalga mı geçiyorsun baba?"
Fatih Bey rulo haline getirdiği dosyayı bir eline alıp sert ve otoriter bakışlarını oğluna doğru kaldırdı. Gözlerinde en ufak bir tavize bile yer yoktu. "Ses tonuna dikkat et evlat!" derken sesi oldukça sakin çıkıyordu ama bakışlarındaki ifadenin kendine ait olan o dili, ses tonuna mahal bırakmıyordu zaten. "Karşında askerlik arkadaşın yok senin! Ben gayet ciddiyim, Yazgı da teklifi kabul ettiğine göre bundan böyle senin koruman olacak."
Kesin ve net sözleri istemsiz kaşlarımın kalkmasına neden oldu. Ben olsam bu kadar emin olmazdım mesela, en azından eklediğim maddenin ne olduğuna bir bakar ona göre konuşurdum. Zira canım isterse oğlunu kendi ellerimle öldüreceğimi falan da eklemiş olabilirdim o maddeye. Tabii bunu yaptığımdan değil ama yapmış da olabilirdim.
Aras'ın hareketlendiğini fark ettiğimde bakışlarım istemsizce ona kaydı. Elini masadan çekip doğrulmuş, ateş saçan bakışlarını bana çevirmişti. "Öyle mi baba?" diye sordu beni yanardağ misali patlayan o gözlerin kızgın lavlarına defalarca kez atıp yakarken. "Pekâlâ..." diyordu ama kabullenişten çok uzaktı bu. Daha çok 'bunu sen istedin' der gibiydi.
"Sara..." diye seslendi kardeşine bakışlarını benden çekmeden. O kadar öfkeliydi ki alnında ortaya çıkan bir damar, nabız gibi seğiriyordu orada. Ama tüm bu öfkesine rağmen onun da sesi, tıpkı babası gibi son derece sakin çıkıyordu. Aldatıcı bir sakinlikti bu, kıyametin şiddetinin nabzını tutan bir sakinlik... "Odana çık abiciğim. Sühandan sen de..."
Ah... Başlıyorduk demek... Dudağımın bir köşesi kıvrılırken çenem dikleşti. Başlayalım bakalım. Hazırlıksız gelmemiştim elbette. Her ihtimali değerlendirmek benim işimdi, her ihtimali hesaplamak ve önlem almak... Elbette sadece Fatih Bey'in sözlerine ya da Sara'nın varlığına güvenip gelmemiştim buraya, küçük hazırlığım Aras Akın Altuğlu'nun elektronik posta adresinde duruyordu.
"Hayır..." diyen bir ses yükseldi tam o an masadan. Sara'nın o artık aşina olduğum cıvıl cıvıl sesinden eser yoktu şimdi, aksine onu ilk bulduğumda olduğu gibi korkuyla doluydu. Bir elini kaldırıp abisinin yüzünü işaret ettiği sırada gözbebekleri titriyordu neredeyse. "Bu bakışı tanıyorum." Başını hızla iki yana sallarken elini indirdi. "Ben bu bakışı biliyorum, Yazgı'ya zarar vereceksin."
"Sara!" dedi Aras bir kez daha uyarırcasına ama o nasıl ki babasını dinlemiyorsa Sara da abisini dinlemiyordu şu an.
Benimle Aras Akın Altuğlu arasında kalmasını isteyeceğim son kişi bile değildi Sara. Bu nedenle "Abin bana istese de zarar veremez güzelim." diyerek araya girdim. Bu sözlerim Aras'ın gözlerindeki nefretin tonunu koyulaştırmıştı. Tek kaşım otomatik olarak alnıma doğru yükseldi meydan okurcasına. "Abini dinle ve odana git..."
Ama Sara'nın gitmeye hiç niyeti yoktu. Başı bir kez daha inatla iki yana sallanırken "Hayır..." diye diretti. "Zarar vermek isterse verir, biliyorum. O bakışı tanıyorum ben."
Aras üçüncü kez "Sara..." diye tıslamıştı dişlerinin arasından, sabrının tükenmeye başladığı çok netti. Kardeşini kırmamak için kendini zorluyordu ama ipi koparmak üzereydi. Öfkesinin tek bir odak noktası vardı ve Aras Akın Altuğlu o öfkeyi doğru noktaya kusmak istiyordu: Bana.
Ta ki Sara yeniden ağzını açıp sözleri ile Aras'ı bozguna uğratana kadar...
"Ne düşünüyorum biliyor musun abi?" diye girdiğinde söze, yeşillerine bir hayal kırıklığının gölgesi çöktü. "Sanki kurtulmamdan memnun değilmişsin, kurtarılmamamı diliyormuşsun gibi geliyor."
Aras Akın Altuğlu'nun kurşuni grilerindeki o sert ifadenin çatladığı ana şahitlik ettim. Beklemediği, hazırlıksız yakalandığı bu sözler, oluşan çatlakları tüm yüzüne yaydı santim santim ve her bir ifadesi paramparça olup etrafa saçıldı. Savunmasız kalmış yaralı bir adam gibi baktı kardeşine. "O nasıl söz Sara?" diye sorarken kaşlarının arasındaki o çizgi derinleşmişti ama bu kez nedeni öfkesi değildi.
Sara omuz silkerken dolan gözlerinden bir damla gözyaşı yanağına doğru kaydı. "Bana böyle hissettiren sensin. Onun beni kurtarmış olmasının gözünde hiçbir değeri yok, beni sana getirmiş olmasının... Aksine sanki ondan beni kurtardığı için nefret ediyormuşsun gibi hissediyorum."
Aras masanın kenarından çıkıp Sara'ya doğru bir adım attığında Sara da geriye doğru bir adım atmıştı. "Durumun bununla alakasının olmadığını biliyorsun Sara!" dedi Aras kendini açıklamaya girişerek. "Yanımda olduğun için ne kadar minnettar olduğumu anlatmaya kelimem yetmez ama..."
"Bunun aması olamaz..." diyerek abisinin sözünü sertçe kesti. Damarlarında akan Altuğlu kanını ilk kez o zaman gördüm. O sevimli hallerinin altında yatan yırtıcı bir aslan vardı. İstemsiz bir gururla doldu göğsüm. Hayat insana -özellikle kadınlara- haksızlık etmeye çok meyilliydi; kendi hakkınızı savunmayı bilmeniz, hakkınız olanı alabilmeniz gerekiyordu.
Gözyaşları ne kadar akmaya devam ederse etsin, o bakışlar ne kadar hayal kırıklığı ile paramparça olmuş olursa olsun Sara şu an hiç olmadığı kadar güçlüydü. Güç her zaman sert bir görünümün, dimdik duruşun ardında olmazdı. Bazen güç demek gözyaşı demekti. Bazen güç demek, ruhun sırtına binen kambur demekti.
"Geldiğimden beri tek yaptığın Yazgı'ya nefret kusmak. Bu bana, sanki beni o adamlardan kurtardığı için ondan nefret ediyormuşsun gibi hissettiriyor. Kalbim kırılıyor."
Aras bir adım ilerledi, Sara bir adım geriledi. İkisi dışında kimseden çıt çıkmıyordu.
"O, sıradan biri değil. Seni kaçıran adamın kızı Sara! Ona güvenm..."
"Yeter!" Sesi öyle yüksek çıkmıştı ki, çığlığı koskoca malikânenin duvarlarında çınlamıştı. Gözlerinden okudum canının ne kadar yandığını. Belki de ilk kez içinde yaşadığı şeylerin dışavurumuydu bu an. "Ne fark eder ki? Ben seni bekledim. Babamı bekledim. Koskoca bir hafta boyunca hiç kimse gelmedi. Ne kadar korktuğumu biliyor musun? O adamlar bana bir şey yapacak, canımı yakacaklar diye ne kadar korktuğumu... Gelip beni bulun diye ne kadar dua ettiğimi..."
Başını iki yana sallarken elinin tersiyle bir hışımla gözyaşlarını sildi. Bileğindeki kelepçelerden ona emanet kalan izler o zaman bir kez daha çarptı gözlerime. O yaralar sadece bileğinde değildi... Kendi içi de yaralarla doluydu ve o yaralı yalnızlığına abisini de çekiyordu. Her bir sözcüğünde Aras Akın Altuğlu biraz daha yıkılıyordu.
"Sanki herkes beni terk etmiş gibi kimse gelmedi..." diye devam etti Sara. "Sadece Yazgı... Bir kez olsun onun beni nasıl kurtardığını dinlemedin, beni o cehennemden çıkarmak için üzerine yağan kurşunlara karşı nasıl mücadele ettiğini anlatmak istedim ama sen Yazgı'nın adını bile andırmadın bana." İşaret parmağını yüzünün hizasında kaldırıp "Bir kez olsun..." dedi içli bir nefesle. "Bir kez olsun ona teşekkür etmedin beni kurtardı diye. Amacı ne olursa olsun, ben bugün buradaysam bu onun sayesinde. Ve sen şimdi ona zarar vereceksin öyle mi?"
Buraya gelirken Aras Akın Altuğlu'nun kıyametinin üzerime yağacağını hesaplayarak gelmiştim ama Sara Altuğlu'nun kıyametinin abisinin üzerine bu denli yağacağından habersizdim. Ve bence Aras dahil hiç kimse böyle bir çıkış beklemiyordu bu ufak tefek kızdan.
Bir volkan patladı evet ama lavları yalnızca Aras'ı yaktı kül etti. Kül oluşunu gözlerini bile kırpmadan Sara'ya diktiği bakışlarında gördüm.
Aras'ın diktiği o bakışların ilmeklerini acımasızca çekip koparan Sara oldu. "Tam bir hayal kırıklığısın." diye fısıldayıp arkasını döndüğünde Aras'ın hali hazırdaki yıkıntıları, artçılarla bir kez daha sarsılmış ve tamamen yerle bir olmuştu.
Sara koşar adımlarla çıkışa ilerlerken Aras da yanımdan geçip Sara'nın peşinden, güçlü ama bir o kadar da sarsak adımlarla gitti.
Onların gidişlerinin ardından "Böyle olacağı belliydi." diyerek ilk konuşan Fatih Bey olmuş ve dikkatleri kendi üzerine toplamıştı.
"Gidip bir baksam mı?" Sabahtan beri sessizliğini koruyan Esin Hanım'ın bakışları Fatih Bey ile Aras ve Sara'nın kaybolduğu noktadaydı.
"Bence abi kardeşi biraz yalnız bırakın..." dedim Esin Hanım'a hitaben. "Aras'ın tepkilerini ele aldığımızda Sara'nın hissettikleri çok normal ve hatta bunu kendi içinde saklamayıp dışa vurması iyi bir şey; Hem Sara için hem de aralarındaki abi kardeş ilişkisi için."
Başını sallayarak onaylamaktan başka bir şey yapamayan kadın yorgunca yeniden çöktü masaya.
Biraz önce Aras'tan duyduğum kadarıyla adının Sühandan olduğunu öğrendiğim genç kız ise bakışlarını Fatih Bey ile Esin Hanım arasında gezdirmiş ve "Ben bir Nefes'e bakayım." diyerek yanımızdan ayrılmıştı.
"Aras'ı yıllardır tanıyorum ama hiç böyle görmemiştim." Sessizliğini koruyan hatta varlığını bile unutturan bir diğer isimdi bu. O gün ameliyatı benden devralan doktor.
Fatih Bey'de kalktığı sandalyeye geri oturdu ve derin bir iç çekip avucunda tuttuğu dosyanın kapağını açtı. "Sara'yı o kadar süre boyunca bulamamış olmanın hissettirdiği suçluluğun üzerine bir de kardeşinin söyledikleri eklenince..." Başını iki yana sallayıp cümlesini ucu açık bırakmıştı.
"İyi de Aras o kadar da haksız sayılmaz..." diye bir yorumda bulundu Fatih Bey'in bu sözlerinin üzerine Kuzey. "Sonuçta kardeşi için endişeli bir abi o, Aras'ın çerçevesinden bakınca düşmanının kızı..."
"O mantığın bizi götürdüğü noktada siz de benim düşmanım oluyorsunuz." diyerek sözünü kestim sertçe. Bu durum beni her seferinde biraz daha çileden çıkarıyordu. Eğer beni biraz daha o adamın kızı olarak anmaya devam ederlerse gerçekten benden bekledikleri gibi hareket etmeme ramak kalmıştı. "Ben tutup kafanıza sıkıyor muyum?"
Kuzey tam cevap vermek için ağzını açmıştı ki "Ona güvendiğin için burada bu kadar rahat dikiliyorsun değil mi?" diyerek Aras yemek odasına geri girdi.
Sert adımları doğrudan bana yönelmişti ve dağılan her bir parçasını toparlamış bir şekilde geliyordu. Gözlerindeki öfke bile bir nebze azalmıştı hatta.
Tam yanımda durduğunda "Niye?" diye sordum tek kaşımı kaldırıp yüzüne bakarken. "Sen olsan böyle mi yapardın?"
Sözlerimin dokunduğu noktaları anlamayıp kaşlarını çattığında gözlerimi devirdim. "Tıp dilinde konuşsam anlamaya yetmeyecek beynine, halk dilinde açıklayayım Aras Akın Altuğlu. Kişi kendinden bilir işi derler ya hani, sen benim yerimde olsan on altı yaşındaki bir çocuğun arkasına mı saklanırdın yani?"
Burnundan dökülen sert bir nefesle ve tahammülsüz bakışlarla baktı yüzüme.
"Hayır..." diye devam ettim ilk sorduğu soruya cevap vererek. "Buraya ne babanın sözlerine güvenip geldim ne de kız kardeşinin arkasına saklanabileceğim umuduyla." Gözlerim onu baştan aşağı alaycı bir ezicilikle süzdü. "Ben bu hayatta yalnızca kendime güvenirim, kendi gücüme. Elektronik posta adresini kontrol et ve neye güvendiğimi kendin gör."
Bir an tereddüt etti Aras ama sonraki an eli cebine gitmiş ve telefonunu çıkarıp dediğimi yapmıştı. O ona gelen postalara bakarken ben konuşmaya devam ettim. "Arkadaşımın beş dakika bile uğraşmadan bulduğu bilgiler bunlar... Söylediğine göre siber güvenlik konusunda korkunç bir açığınız varmış. Sizi fazla ezmemek için üzerine çok düşmedi ama..." dudaklarım kıvrılırken ağzımdan alaylı bir 'hıh' sesi dökülmüştü. "Bu kadarı bile hesaplamalarıma göre yaklaşık bin küsür yıllık hapis cezasına bedel."
Tek kaşım yeniden havalandı. Aras ifadesizce telefonunun ekranına bakmaya devam ediyordu. "Yani terazide kelleme karşılık senin özgürlüğün var. Ve inan bana o delillere karşın hiçbir avukat ordusu seni kurtaramaz."
Grileri sonunda ekrandan kahvelerime çekildi. İfadesizce bakıyordu ama orada yatan öfkeyi görebiliyordum. Öfkenin yanında, çok silik de olsa gördüğüm bir şey daha vardı. İsimlendiremediğim bir şeydi ama oradaydı. Tarif etmem gerekirse, benim ringe girip dişime göre bir rakip bulduğumda hissettiklerim diyebilirdim. İşi daha da ciddileştiriyordu ama asıl eğlence de o zaman başlıyordu.
"Sistemimize mi sızdınız?"
Fatih Bey'in şaşkın ve hoşnutsuz sorusuyla omuz silkip Aras'ın yüzünde olan gözlerimi ona çevirdim. "İyi tarafından bakın Fatih Bey..." Sesim yarı alaylı yarı ciddiydi. "Hayat, ders almak ve ders vermek üzerine kurulmuş bir düzendir. Bizim sayemizde aldığınız bu dersten sonra, ekstra güvenlik önlemleri alacak, koruma duvarlarınızı sağlamlaştıracaksınız ve kirli işlerinize artık o kadar da kolay erişilemeyecek."
Bir an yüzüme bakakalan Fatih Bey, başını iki yana sallayıp güler gibi bir ses çıkararak yeniden önüne döndü ve sözleşmenin sayfalarını karıştırmaya başladı. Bunu fark eden tek kişi ben değildim.
"Bırak baba!" diyerek araya girdi Aras ve Fatih Bey'in hareketlerini sekteye uğrattı. "Bu kadını koruma olarak tutmana gerek kalmayacak."
Fatih Bey tek kaşını kaldırıp nasıl olacakmış o diye sorarcasına oğluna baktığı sırada benim bakışlarımda da aynı bakış vardı.
Aras belinden gümüş renkte, parlak, işlemeleri olan bir silah çıkarıp emniyetini açtı ve sürgüsünü çekti. Kısık sesli klik sesi bir an sessizliğe gömülen odaya yayılmıştı.
"Çünkü Rauf Karan o kadar yaşamayacak."
Sözleriyle hiç beklemediği bir anda elindeki silahı kapıp emniyetini kapattım. "Onu öldürmeyi aklından bile geçirme!"
Hızım karşısında, boşalan ellerine şaşkınca bakakalırken ifadelerini toplaması bir saniyesini aldı. Parmakları avuçlarına gömülürken "Sebep?" diye sordu ellerini iki yanına indirip.
Gümüş, elde kaliteli bir ağırlığı olan, silahı incelerken "O herifin bir beş-altı ay daha yaşaması gerekiyor." diye cevap verdim. Gövdesindeki işlemesi, yan yana yazılmış A. A. A. harflerinden ibaretti. Başım kaldırıp Aras'ın yüzüne, gözlerinin içine baka baka silahını belime yerleştirdim. "Bunu beğendim. Bundan sonra senin silahın ben olduğuma göre artık buna ihtiyacın yok."
Sabır dilenircesine bir nefes verip yüzünü yüzüme doğru yaklaştırdı. Kafasının içindeki karmaşayı gözlerinden açıkça okuyabiliyordum. Bir tarafta Sara'nın söyledikleri, diğer tarafta benim ortaya attığım şey... En azından blöf yapmadığımdan emindi.
Alnındaki kaybolan o damar yeniden belirginleşirken "Bu eve girmene izin vereceğimi sanıyorsan çok yanılıyorsun Yazgı Deha Yaman." diye soludu sinirle.
Geri adım atmadım ve bende ona doğru yaklaştım birkaç santim. "O herifi benden başkasının öldürmesine izin vereceğimi sanıyorsan çok yanılıyorsun Aras Akın Altuğlu!"
Kurşuni gözleri bir karmaşanın içine sürüklendi sözlerimle. Bana hiç anlam veremiyormuş gibi bakıyordu. İki kaşının ortasındaki çizgi daha da derinleşirken dişlerini sıktı sinirle. Önceki gece yanağına bıraktığım o küçük, taze yara izi, gerilen kasları yüzünden dalgalanmıştı. "Senin derdin ne?" diye sordu sinirle. "Madem çok öldüresin var, gidip öldür o zaman. Öldüremiyorsan da yoluma çıkma.
Havadaki gerilim etrafımızı saran bir yıldırımın kolları gibi yayılmıştı her yere.
"Dedim ya!" diye homurdandım, mala anlatır gibi her kelimemin üzerine özellikle bastırıyordum. "Bir altı ay daha yaşaması gerekiyor diye!"
Eller hesap sorarcasına beline yerleşti ve ilk kez öfkesinden sayılıp anlamaya çalışır gibi baktı yüzüme. "Sebep?"
"Öyle olması gerekiyor çünkü. Ona biçtiğim süre kadar yaşayacak, sonuna geldiğimizde ve ben istediğimi aldığımda da kendi ellerimle ben öldüreceğim. Bir başkası değil."
O gerilimin kollarına sessizlik tutundu ve usul usul salınmaya başladı. Masada oturanlar tenis maçı izler gibi bizi izliyorlardı ama umursamadım. Bu herifin bir şeyleri anlaması gerekiyordu. Çenesini kapatması ve uslu durması...
Ama onun buna hiç niyeti yokmuş gibiydi. Bakışlarında hâlâ aynı, anlamaya çalışan o ifade kol gezerken sorularının safını değiştir. "Bir insan, ona babalık yapan, onu büyüten adamdan neden bu kadar nefret eder?"
Gerilimin kollarında sallanan o sessizlik, bu soruyla yere düştüğünde o yıldırımların bana çarptığı anı hissettim. İliklerime kadar sarsıldım, bir an nefes bile alamadım.
Bir insan ona babalık yapan, onu büyüten adamdan neden bu kadar nefret eder?
Sorusu zihnimin içine bir balyoz gibi inip tozu dumana kattı, o toz duman beni boğdu.
Ağzım, içine o toz dolmuş gibi kupkuru olurken omuzlarımın çökmesine aldırmadan Aras'ın gözlerinin içine baktım. Omuzlarım çökmüş olabilirdi ama duruşum hâlâ dikti. "Annemi öldürdü..."
Aras'ın zihnimde yankılanan sesinin arasına kendi sesimin yankıları karışmıştı. Bu yankıların bir tek benim zihnimi işgal etmediğini Aras'ın gözlerine dalga dalga yayılan afallamayla anladım. Pek çok şeyi duymayı bekliyor olabilirdi ama bunu beklemediği kesindi.
Hakkımda yaptığı araştırmalar ona annemin ölümü ile ilgili bir şeyler vermişti çünkü. Bir avuç yalandan başka hiçbir şey olmayan şeyler...
Gerçek buydu, gerçeğin açtığı o yara senelerdir kanar durur da kabuk bağlamazdı. Atmaya çalıştığım dikişlerse tutmayı bir kenara bırak yarayı daha da büyütmekten başka bir halta yaramıyordu.
Hiçbir şey söylemeden öylece baktı yüzüme. Sözlerimin doğruluğunu tartmaya çalışıyordu içinde ama bir şey onu doğruyu söylediğime ikna etmiş olacak ki bakışlarında bir şeylerin değiştiği ana şahit oldum. Kendi içinde bir şeylerin savaşını verdi tam o dakikalarda ama o savaşın ortasında bile grilerindeki değişim çok netti. Artık karşısında bir düşman görmüyordu sanırım. Dost değildik ama düşmanlarımız ortaktı, belki de en sonunda bunu anladı.
Onun sessizliği üzerine ben devam ettim konuşmaya. "Bu senin için yeterli bir neden mi, beni büyütmüş bile olsa birinden nefret etmek için?" Bu bir soru değil, çenesini kapatması için bir uyarıydı. Daha fazlasını kurcalamaması gerektiğine dair bir uyarı. Bunun kimseye özellikle ona bir faydası olmazdı çünkü.
"Ama sadece bu kadarı ile sınırlı değil Aras Akın Altuğlu... Deştikçe daha fazlası çıkacak. O yüzden ne benim nefretimin nedenini deş ne de planlarımı sekteye uğratacak bir şey yap. Sadece seni hayatta tutmama izin ver..."
En sonunda gözlerini gözlerimden çekip bir eliyle sıkıntıyla saçlarını karıştırdı. "Niye bu adamı gözünüzde bu kadar büyüttüğünüzü anlamıyorum." diye sordu. Şimdi grileri benimle babası arasında gidip geliyor ve bize kafayı yemişiz gibi bakıyordu. Sonunda gözleri bende sabitlendi ve kendinden emin bir sesle konuştu. "O herif bana hiçbir bok yapamaz. Sana ihtiyacım yok, tahammülüm de."
Bir elimi belime yerleştirirken diğerini masanın etrafindaki sandalyelerden birinin arkasına koydum ve ağırlığımı o elime verdim.
"Aşağıda göğsüne saplanan bir bıçak yüzünden yatan Mahzun'a da bir sorsana Rauf Karan'ın ona bir şey yapıp yapamayacağını. Eminim o da bıçak darbesini yiyene kadar aynı senin gibi düşünüyordu."
Hayatta kaybettiren şey insanın kendine güvenmesi değil, karşısındaki muhatabını -düşmanı bile olsa- hafife almasıydı. Rakibini hafife alman, gardını indirmene neden olurdu. Olası bir ölümcül darbede hazırlıksız yakalanır ve çok basit bir hareket ile tuş olurdun. Bu her yerde böyleydi, doğanın kanunu bile bunun üzerine kurulmuştu.
"Aynı şey değil!" dedi Aras sert bir sesle. "O hazırlıksız yakalandı."
İstemsiz gülmeme neden oldu sözlerimi çürütmek için kullandığı kelimeler. "Sen sana ne olacağını sanıyorsun?" diye sordum gülüşlerimin arasından. "Ellerinde kırmızı bayraklar sallaya sallaya gelecekler ya da bir hafta önceden randevu mu alacaklar seni öldürmek için?" Baştan aşağı süzdüm onu alayla. Hep mi mantıksızdı yoksa son yaşadığı olaylar mı ona mantığını bu denli kaybettirmişti merak ettim.
Elimi sandalyeden çekip derin bir nefes alırken yeniden onun saçmalıklarına maruz kalmamak için alaycı ifademden sıyrıldım ve son derece ciddi bir yüz ifadesiyle baktım yüzüne. "Rauf Karan için kendi el yazısı ile gönderdiği bir tehdit mesajı, şakasının olmadığının bir göstergesidir. İstediğini alana kadar durmayacağının..." Her kelimeyi özellikle vurguluyordum. "Tilkileri harekete geçirmiş Aras, karşılarında hiç şansın yok. Hiç beklemediğin bir anda saldırıp alacaklar seni. Aldıkları andaysa artık Aras Akın Altuğlu diye biri olmayacak."
Sinirle burun kemerini sıkarken "Sen onları nasıl durdurmayı planlıyorsun peki?" diye sordu. Kabulleniş aşamasına mı geçiyordu yoksa kendine yeni itiraz noktaları bulmak için mi soruyordu emin değildim.
Omuz silktim. "Benim varlığım bile onların durmaları ve geri çekilmeleri için yeterli bir neden. Beni öldürme yetkileri yok, sana ulaşmak için önce beni geçmeleri gerekecek ve onların beni geçmesi, etrafına öreceğin onlarca adamı geçmelerinden daha zor olacak. Çünkü -yine aynı kapıya çıkıyoruz ama- onlarca adamın her birini çok kolay bir şekilde öldürebilirlerken beni öldüremezler."
"Neden seni öldüremiyorlar?"
Gelen yeni bir soruyla sabır dilenen taraf bendim bu kez. Ne çok soru soruyordu böyle? Hayır kabirde bu kadar soru sormuyorlardı yani insana... "Çok fazla soru sormuyor musun sence de?"
Gözleri kısıldığında kirpiklerinin gölgesi elmacık kemiklerinin üzerine doğru düşmüştü. Tam konuşmak için yeniden ağzını açıyordu ki "Başımı şişirdiniz." diyerek Fatih Bey araya girdi. "İkiniz de kesin şunu..."
Hoşnutsuz bakışlarını benden babasına çevirdiğinde benim de gözlerim Fatih Bey'i bulmuştu ve sözleşmeyi çoktan imzaladığını görmek şaşırmama neden olmuştu.
Kahvelerim sözleşme metni ile Fatih Bey arasında gidip gelirken "Eklediğim maddeyi kabul mü ediyorsunuz yani?" diye sordum hissettiğim o şaşkınlığın sesime yansımasına engel olamamıştım. "Pazarlık falan yapmadan?"
Fatih Bey ihtiyatlı bir tavırla dirseklerini masaya yerleştirip ellerini havada birleştirdi ve kaşlarını kaldırıp "Pazarlığa açık mıydı?" diye sordu bıyık altı bir gülüşle.
"Hayır değildi..." diye cevap verdim ama o bunu çoktan biliyormuş gibiydi zaten. "Yine de bir itiraz beklerdim."
Çünkü maddede tam olarak: *Taraflardan Aras Akın Altuğlu, taraflardan Yazgı Deha Yaman'ın canını her sıktığında, Yazgı Deha Yaman'ın canının sıkıldığı süre kadar onun emri altında o ne isterse onu yapmak zorundadır. Bu maddenin her ihlali halinde taraflardan Aras Akın Altuğlu, taraflardan Yazgı Deha Yaman'a beş milyon dolar ödemekle yükümlüdür.* yazıyordu.
"Olmayacağını bildiğim şeyler için boşuna çenemi yormam..." dedi Fatih Bey, cümlesinin sonuna doğru bakışları imayla oğluna kaymıştı.
Aras ise babasının bu hareketiyle sabır dilenircesine başını diğer tarafa çevirmişti.
"Pekâlâ..." diye mırıldandım ve adımlarımı ileri doğru atıp Fatih Bey'in bir köşeye doğru ittiği sözleşmenin önünde durdum. Adının altındaki şekilli imzasına bakarken "Maddeyi oğlunuza siz açıklarsınız o zaman, benden duymayı kaldıramayabilir çünkü." diye mırıldandım ve dosyanın ortasında duran tükenmez kalemi alıp kendi adımın altına imzamı attım.
An itibariyle Aras Akın Altuğlu'nun şahsi korumasıydım.
Aman ne güzel...
Kalemi dosyanın arasına koyup masanın üzerinden yeniden Fatih Bey'e doğru ittiğim sırada "Son bir şey daha var..." dedim. Yeri gelmişken bunu da hemen aradan çıkarmak en iyisiydi. Şimdiden özlemiştim çocuklarımı...
"Size söylemeyi atladım ama benim üç çocuğum var, onları da yanımda istememin bir sakıncası yoktur umarım."
Sözleşmeyi almak için uzanan eli havada donakalan Fatih Bey sözlerimle hafifçe öksürdü ve şaşkın bakışlarını bana kaldırdı. "Üç çocuk mu?" diye sorarken sesinin her yerine bulaşmıştı o şaşkınlık. "Bundan haberim yoktu."
Arkamda kalan Aras'tan gelen gülme sesi Fatih Bey'in sorularına vokalistlik yapıyordu sanki. Aras'ın hoşnutsuzluğu, Fatih Bey'e bulaşmıştı...
"Koruma diye tuttuğun kadına bak!" diye homurdandı Aras, sabır dilenirmiş gibi gelen gülme seslerinin arasından. Sinirlerinin fazlası ile bozulduğu çok barizdi. "Beni korumaya, çocuklarından fırsat bulabilecek mi acaba?"
Kaşlarım çatıldı bu sözleriyle. Ne saçmalıyordu bu herif?
Sözcükleri zihnimin içinde bir tur daha çevirdim ne demek istediğini anlamak için... En sonunda kafama dank eden şeyle olayı çok yanlış anladıklarını, daha doğrusu benim açıklamak için yanlış kelimeleri kullandığımı anladım.
Çocuklarımdan kastım köpeklerimdi ama onlar gerçekten birer çocuktan bahsettiğimi sanıyorlardı.
Dudağımın köşesine kadar gelen gülüşü zorlukla bastırırken Fatih Bey'in kızarmaya başlayan yüzüne baktım. Yüzündeki memnuniyetsizlik o kadar belirgindi ki... Gülme isteğimi artırdı bu. "İmzalar atılmadan önce bunu söylemeliydin Yazgı."
Her ne kadar gülmemek için kendimi zor tutsam da tek kaşımın kalkmasına neden oldu bu sözler ve cebime soktuğum ellerim bulundukları yerden çıktılar. Kollarım göğsümde toplanırken "Çocuklarımın olması size bir engel miydi ki Fatih Bey?" diye sordum. Kadınlara yapılan bu çifte standartı da asla anlayamıyordum mesela. Baba olmak bir erkeğin hayatında neredeyse hiçbir şeyi değiştirmiyorken, anne olmak bir kadının hayatını korkunç yönde eksiye çekiyordu ve buna neden olan sadece etraftaki insan müsveddeleriydi. İnsanı anne olmaktan soğutuyorlardı... "Ya da sorumu düzelteyim, yerimde bir erkek duruyor olsaydı şu an verdiğiniz tepkinin aynısını verir miydiniz?"
Fatih Bey karşımda kıvranıp takımının kravatını düzeltirken "Şey..." diyerek araya girdi Esin Hanım kocasını kurtarmak için. "Kaç yaşlarındalar acaba? Sözleşme imzalandı, yani mecburen buraya gelecekler diye düşünüyorum çünkü çocuklar annelerinden ayrı olamaz. Belki Nefes ile arkadaş olabilirler?"
Ah ne kadar da kibardı, en azından masum masum orta yolu bulmaya çalışıyordu. Gülmemek için boğazımı temizlerken "Üçüzler..." diye mırıldandım ama bunu söylediğim an minik bir kıkırtı kaçmıştı boğazımdan. Dudaklarımı birbirine bastırıp daha fazlasını önledim ve kadının irileşen gözlerine bakıp devam ettim. "Hemen hemen iki buçuk yaşındalar."
"Ah..." diye bir nida döküldü Esin Hanım'dan ve kibar görünmek için gülümsemeye zorladı kendini. "Nefes ile aynı yaşlardalar o zaman, eminim çok iyi anlaşırlar."
İki yaşındaki gerçek bir bebek düşüncesi gelen tüm gülüşleri sünger gibi emerken yüzüm memnuniyetsizlikle buruştu ve başımı iki yana salladım. "Pek sanmıyorum..." Feris bu konuda biraz daha hassas olsa da Yavuz ve özellikle Poyraz'ın ayarı belli olmuyordu. Bazen verdikleri abartılı tepkiler beni bile deviriyordu, devrildiğimde de üzerimde tepinmeye bayılıyorlardı. "Biz ailecek çocuk sevmiyoruz."
Sözlerimle kirpiklerini kırpıştıran kadın artık kibarlıktan bile olsa gülümseyemiyordu şimdi.
"Zaten kızımın yüz metre yakınına yaklaşamazsınız!" diye soludu Aras. Şimdi durduğu yerde omzunu duvara yaslamış ve babasına bilmiş tavırlarla bakarken bana hitaben konuşuyordu. "Ne sen ne de çocukların..."
Ah... Bir kızı mı vardı Aras Akın Altuğlu'nun?
İşte buna şaşırırdım.
Nefes dedikleri küçük velet, onun kızı olmalıydı. Sühandan denen kadın da onunla ilgilenmeye gittiğine göre annesiydi yüksek ihtimalle. Evliler miydi? O gün yolda karşılaştığımız hali geldi aklıma. O günün izleri bugün bile duruyordu yüzünde. Belli ki Aras sorumsuz herifin tekiydi; Bir kız kardeşini kaçırırlar, bir hayatındaki kadına zarar verirler... Hayatındaki kimseyi mi korumayı beceremiyordu bu herif?
Zaten kızımın yüz metre yakınına yaklaşamazsınız!
Yaklaştırmasalar iyi olurdu. Tahammül edebildiğim bir şey değildi çünkü küçük veletler.
"Buraya gelmelerinde bir sorun yok..." dedi en sonunda Fatih Bey yeniden boğazını temizleyerek. Biraz da olsa şoku atlatmış ve kendini toparlamış görünüyordu ama bu hali bile o kadar komikti ki.
Sözleşmeyi yırtıp atmasını bekledim bir an. Ama bunu yapmıyorsa tamamen oğlunu düşündüğündendi. "Ama iki buçuk yaşındalarsa bir bakıcıya ihtiyaçları olacak, kendi bakıcıları var mı yoksa tutmak mı gerekiyor."
Yeni bir gülüş seli geldi ama onu da tuttum. Bozuntuya vermemeye çalışırken o kadar komik görünüyorlardı ki.
"Ya sözleşmeyi yırtın..." dedi Aras durduğu yerden. Sesinde babasına karşı haklı çıkmış olanın gururu vardı. Beni koruma olarak tutmak ona göre yanlıştı ve ortada dönen bu yanlış anlaşılma da onun ekmeğine yağ sürüyordu. Birazdan ben onu yağ niyetine duvara sürecektim haberi yoktu. "Ya da..." diye devam etti tükürürcesine. "Çocuklarının babası her kimse çocuklarına da baksın bir zahmet. Çünkü bu kadından değil üç parça, bir parça daha fazlasını istemiyorum."
Gülmemek için alt dudağımı dişlerken "Babaları yok..." diye cevap verdim.
Esin Hanım tüm masumluğuyla "Öldü mü, yoksa seni üç çocukla ortada mı bıraktı?" diye sordu. Bakışlarına çöken bir üzgünlükle bakıyordu yüzüme.
"Hayır tabii ki..." diye cevap verdim. "Sadece ben babalarının kim olduğunu bilmiyorum."
Her bir sözümde onları daha büyük bir şokun içine sürüklüyordum ama yüzlerindeki ifadeleri izlerken o kadar eğleniyordum ki. Kesinlikle görülmeye değerdi her birinin tepkisi.
"Şaka gibi..." diye homurdandı Aras yeniden. "En sikiğinden bir kamera şakası gibi hemde..."
Vallahi kamera şakası yapsam bu kadar gerçek ama bir o kadar da komik tepkiler yakalayamazdım muhtemelen. Ciddi ciddi üç çocuklu bir kadın olduğuma inanmışlardı.
"Ama merak etmeyin..." diye devam ettim hâlâ gülmemek için kendimi tutarken. "Size ısındıkları sürece zararsızdırlar, ısırmazlar. Kendilerine ait büyük bir kulübeleri var, bahçede kendi hallerinde takılırlar."
Fatih Bey şaşkın bakışlarıyla birkaç saniye sözlerimi tarttı kafasında ve en sonunda ortada bir yanlış anlaşılma olduğunu anlayıp rahat bir nefes aldı.
Olayları tüm sessizliği ile dinleyen Kuzey gürültülü bir kahkaha koyverirken hâlâ hiçbir şey anlamayan Esin Hanım, "Küçücük çocukları nasıl bahçe köşesine atalım ayol?" diye sordu.
Kuzey "Esin Sultan gerçek çocuklardan bahsetmiyor Yazgı Hanım..." diyerek açıkladı ona durumu. "Muhtemelen köpeklerden bahsediyor."
"Nasıl yani ortada çocuk yok mu şimdi?"
Bastırdığım gülüşü sonunda serbest bırakıp sessizce güldüm ve "Köpeklerim benim çocuklarım gibidir Esin Hanım." dedim.
Kadın yeni bir şaşkınlığın içine sürüklenirken ben sırtımda hissettiğim keskin bakışlarla omzumun üzerinden geriye bakmıştım.
Aras Akın Altuğlu ifadesiz bakışlarını üzerime dikmişti. Biraz önce haklı olduğunu sandığı o ifadelerden eser yoktu şimdi, yine o memnuniyetsiz tavrına bürünmüştü. Eline geçtiğini sandığı o kozu toz olup uçup gitmişti parmaklarının arasından. Bakışları kısacık bir an yüzüme, dudaklarıma kaydığında dudaklarımda asılı kalan gülüşün o zaman farkına vardım ve anında silindi gülüşüm.
Ona bir zafer duygusu ile son bir bakış atıp yeniden önüme döndüm.
"Yanlış anlaşılma düzeldiğine göre sanırım gelmelerinde bir sorun yok..."
Başını iki yana salladı Fatih Bey ve hafifçe gülerken yeniden kravatını düzeltti. "Tabii tabii... Gelebilirler." Bakışları sorgulayıcı bir tavırla bezendi. "Çocuklarım dediğine göre aşılarını falan sormama gerek yoktur sanırım ama cinslerini öğrenmekte fayda var."
Derin bir nefes aldım. "Aşıları tam, bakımları aksatılmadan yapılıyor. Doberman cinsleri."
Başını salladı Fatih Bey ve söz verdiği kafeslerle ilgili bilgilendirdi beni. Bu evin alt katına yapılacaktı kafesler ve yine söz verdiği gibi öğrencilerin ulaşımını sağlayacak servis de hazırdı.
Haftanın üç günü belli bir saat burada benimle olacaklardı geri kalan günlerde kulüpte birbirleri ile çalışacaklardı.
Ben de ona kalacağım odada küçük bir dekor değişikliği yapacağımı söyledim. Odayı henüz görmemiştim ama ekleyeceğim ayrıntılar için görmeme de gerek yoktu zaten.
"Başka bir şey var mı?" diye sordu son olarak Fatih Bey.
Başka bir şey...
Küçük bir şey...
"Beyaz gül..." diye cevap verdim. "Eğer sizin için sorun değilse bahçeye beyaz gül dikmek istiyorum." Altı ay ya da ne kadar süreceği umurumda bile değildi. Beyaz gül kırmızı çizgimdi.
⏳
"İşte..." diye mırıldandı Pınar koyu kahverengi ahşap bir kapının önünde durduğumuz sırada. Ortasında durduğumuz koridorun duvarlarını süsleyen tablolardan gözlerimi çekip kapıya baktım. "Odanız burası Yazgı Hanım."
Kahvelerim koridordaki diğer kapılara kaydı usulca. Aras'ın odasının buralarda olmamasını umdum. Gün içinde yüzünü yeterince görecektim zaten, bir de aynı katta, odadan her çıktığımda onunla karşılaşma ihtimalini düşünmek bile istemiyordum.
"Aras'ın odası nerede?"
Yumuşak bir gülümseme ile baktı yüzüme ve eliyle bir noktayı işaret etti. "İşte, şurası da Aras Bey'in odası. Sara Hanım'ın odası ise bu koridorun sonunda."
Elini takip ederek işaret ettiği yere baktım. Çok da uzağa bakmama gerek kalmamıştı çünkü Pınar tam olarak hemen yan tarafımdaki kapıyı işaret ediyordu.
Harika... Odalarımız yan yana...
Pınar'a tamamen yapmacık bir gülümsemeyle bakıp "Odamın yerini değiştirmek istiyorum." dedim.
Pınar'ın yüzündeki gülüş silinirken dudakları şaşkınlıkla aralandı önce, tam bir şey söylemek için ağzını açmıştı ki "Ne o?" diye araya giren bir ses onun önüne geçti. "Uykunda seni gebertirim diye mi korktun yoksa?"
Odağım Pınar'ın yüzünden gerisine, koridorun başında dikilen Aras'a kaydı yavaşça. Ellerini ceplerine yerleştirmiş sert bakışlarını yüzüme dikmiş öylece beni izliyordu.
Şeytan diyordu git arkasında kalan merdivenlerden it aşağı. Ölmezdi ya, en fazla bir tarafları kırılırdı o kadar...
"Ben daha çok gelip seni gebertmekten korkuyorum."
Aras sözlerimi hiç ciddiye almadan gözlerini Pınar'a çevirdi. "Tamam Pınar sen gidebilirsin. Yazgı Hanım ile ben ilgilenirim."
Pınar ateş hattının ortasında kalmış gibi koşar adımlarla uzaklaştı yanımızdan ve aynı anda Aras yavaş adımlarla bana doğru gelmeye başladı.
"Pişman olacaksın..." dedi odasının kapısının önünde durduğunda omzunun üzerinden bana bakıp. "Burada kaldığın her an için pişman olacaksın hem de."
Ve kapısını açıp, karanlık odaya girip kapıyı suratıma kapattı.
Kendim kaşınmıştım...
Bu teklifi kabul ederken gerçekten kendim kaşınmıştım.
Başımı iki yana sallayıp benim için hazırlanan odaya girdim. Denemeye kalktığında zaten kimin pişman olacağını da görürdü.
Kapının yanında duran düğmeye basıp ışıkları yaktığımda krem tonlarında döşenmiş sade, geniş oda gözlerimin önüne serildi. Bir duvarda neredeyse duvarı kaplayan büyük bir dolap vardı. Dolabın yanındaki kapı, muhtemelen banyoya açılıyordu.
Korumaların bizden birkaç dakika önce buraya çıkardığı bavullarım ise odanın ortasındaydı.
Bakışlarım iki kişilik yatağa kaydığında sıkıntılı bir nefes aldım.
Ortadaydı.
Duvar ile arasında bir komodin duruyordu.
Pekâlâ, komodini oradan çıkarıp yatağı duvar ile birleştirmekle başkayacaktım anlaşılan işe.
Üzerimdeki blazer ceketi çıkarıp yatağın üzerine attım. Adımlarım komodine yöneldiği sırada, duvarda krem rengi kalın perdenin altında kalan cam bir kapı dikkatimi çekti, adımlarım duraksadı ve istemsiz o tarafa evrildiler. Perdenin ucunu tutup kenara çekerek tamamen açtığımda yanlızca bir kapı değil, duvarı kaplayan bir camla karşılaşmak benim için bir sürprizdi. Ve camın ardından görünen geniş bir balkonla...
Elim kapının koluna gitti, açıp yazın tatlı serin havasını odaya alırken bulunduğum yerden görünen manzaraya baktım.
Bahçe aydınlatmalarının karanlıkla tutturduğu ahenkli dans eşsiz bir manzara sunuyordu.
Balkona ilk adımı attığımda topuklu ayakkabım mermer zeminde tıkırdadı. Umursamadan diğer adımı da attım.
Geniş olmasına rağmen neredeyse boştu balkon. Sadece kapının sağ tarafına yerleştirilmiş olan iki kişilik bir koltuk vardı ve koltuğun önünde de üzerinde, içi ölü izmaritlerle dolu olan bir küllük duran geniş bir sehpa.
Tam o an kısık sesli bir konuşma sesi geldi kulağıma. Kaşlarım çatılırken bakışlarım biraz daha ilerledi ve koltuğun sağında kalan bir başka cam kapının varlığını fark ettim. Aynı şekilde cam duvarın da...
Ah...
Aras, her kimle konuşuyorsa konuşmasına devam ederken idrak edemediğim bu gerçeği teyit etmek için yavaş adımlarla o tarafa doğru yürüdüm.
Ardına kadar açık olan perdeden odanın içi çok net görünüyordu.
Aras çıkardığı gömleği ile üstsüz bir şekilde odasında ileri geri yavaşça volta atarken kulağına yasladığı telefonundaki kişiye Rusça cevap veriyordu.
Harika...
Odaların yan yana olması yetmiyormuş gibi iki oda aynı balkonla birbirine bağlanıyordu.
O beni fark etmeden hızla geri çekilip odaya girdim yeniden. Odayı değiştirmelerini isteyebilirdim ama mantık çerçevesinde bakınca en akıllıca seçimdi bu oda.
Parmaklarımı şakaklarıma yaslayıp başıma girmek için an kollayan ağrıyı göz ardı etmek için şakaklarıma masaj yaptım birkaç saniye.
Ne kadar kötü olabilirdi ki?
Sadece birkaç ay katlanacaktım, sonra tamamen bitecekti her şey...
Ellerimi başımdan çekip iç geçirdikten sonra yeniden komodine yöneldim. Ucundan tutup çekmeye çalıştığımda asla yerinden hareket etmemesi hali hazırda gergin olan sinirlerimi daha da bozdu.
Hayır çekmeyi beceremeyen ben değildim, eğilip baktığımda hem komodinin hem de yatağın zemine sabitlendiğini görmek, neden hareket etmediğini açıklıyordu.
Ortada duran bir yatakta uyuyabilmem mümkün değildi, duvara yaslanması gerekiyordu bu yatağın.
Yanaklarım şişti sinirle. Kim yatağı ve komodini yere sabitlerdi ki. Gece gece matkabı nereden bulacaktım ben?
Neyse... diye geçirdim içimden. Bu gece her halükarda uykusuz geçecekti. Bir de bununla uğraşmak gerçekten istemiyordum. Yarın egzersiz barını ve yumruk makinesini getirip sabitleyecek olan adama söktürecektim o vidaları.
Yatağı es geçip eşyalarımı yerleştirmek için valizlerime yöneldiğim sırada kapıdan minik bir tıkırtı geldi ve dışarıdan Sara'nın sesini duydum. "Yazgı, benim..." diyordu. "Ellerim dolu da kapıyı açabilir misin?"
Kaşlarım çatılırken bavulların yanından geçip kapıyı açtım. Elinde içi kahveyle dolu iki kupa tutan ve çakmak çakmak gözleri bana bakan Sara ile karşılaştım.
Elindeki kupalardan birini bana uzatıp, "Nasıl içtiğini bilmiyorum ama bana sade içiyormuşsun gibi geldiği için sade yaptım." diye mırıldandı tatlı tatlı gülümserken. Ağladığını belli eden kızıllık, yeşillerini çevreleyen beyazlardaydı. "Ve belki yerleşmene yardım edebilirim diye düşündüm."
Dudaklarım kıvrıldı, kapıyı açıp onu içeri aldım.
⏳
İki gün... Garip bir şekilde olaysız ve sakin geçen iki gün...
Çocuklarım henüz gelmemişti, Maya yaklaşan veterinere randevusunu öne çekmeye karar vermiş ve buraya getirmeden önce onları sağlam bir bakımdan geçireceğini söylemişti.
Ayrıca, kaldıkları kulübelerindeki köpek yastıklarına parçaladıkları için kulübenin içininde yenilenmesi gerektiğini söylemişti. İki gündür bunları hallediyordu ve sonunda yarın onlarla kavuşacaktık.
Çocuklarımı özlemiştim...
Fatih Bey'in ise tıpkı söylediği gibi kafesleri kurdurması, yirmi dört saat bile sürmemişti. Alt kattaki geniş bir salona üç kafes kurulmuştu.
Aras, tüm gününü evin bir köşesindeki çalışma odasında geçirdiği için eşyalarımı rahat rahat odaya yerleştirmiştim.
Yatağı hala kenara çektirememiştim, çünkü gelmesi gereken adamlar iki gündür beni oyalayıp duruyordu. O konuda sabrımın sınırındaydım. İnsanlar neden işlerini düzgün yapmamak için bu kadar direniyordu asla anlayamıyordum.
İki gündür balkondaki koltukta sabahlıyordum ama sorun değildi, çünkü Aras'ın balkona çıktığını hiç görmemiştim. Ayrıca gökyüzüne baktığımda yıldızları görmek hoşuma gidiyordu.
Arada daldığım bölük pörçük uykuları saymazsak, iki gündür doğru düzgün uyuduğum söylenemezdi. Ama uykusuzluğa da alışıktım, o yüzden bunu da dert etmiyordum.
Olaysız geçen o iki gün ardından, Maya'dan gelen bir mesaj ile gecenin bir yarısı Altuğlu malikanesinden ayrıldım.
İki saat süren bir yolculuğun ardından geldiğim eve bakarken çocukluğum gözümün önünden geçiyordu.
Poyraz ve benim çocukluğumuz...
Hafta sonu demişti Maya, Rauf Karan Riva'daki bir eve gitmiş, bir saat kalıp yeniden merkeze dönmüş.
Yanılıyor olma ihtimalimiz, gerçek olma ihtimalinden daha yüksekti ama riske atamamıştım.
Bu eve bir saatliğine başka neden gelebilirdi ki?
Kutuyu buraya getirdiğini düşünüyorduk...
Avucumun içi gibi bildiğim evin bahçe duvarının etrafında dolanırken, tüm yol boyunca hissettiğim o takip ediliyormuş hissi yine ensemdeydi.
Hislerim beni asla yanıltmazdı...
Köşeyi döndüm ve belimdeki silahı çıkarıp sırtımı duvarın kolonunun kenarına yaslayıp kolonun ardına gizlendim.
Kaldırıma birinin gölgesi düştü önce. Birkaç saniye bekledi, gölgesinden gördüğüm kadarıyla başını sağa sola çevirip etrafı kolaçan ediyordu. Sonra bir adım ilerledi, bir adım daha...
Tam önüme geldiği sırada o beni fark etmeden hemen önce ben kendimi fark ettirdim ve silahı ileri doğru doğrultup namlusunu kapüşonlusunun gizlediği başına yasladım.
Durdu...
Başında küçük bir açıyla çevirip bana baktığında kapüşonunun gölgesinde kalan tanıdık kurşuni gözleri gördüm.
Elbette...
Uyuduğundan emin olarak yola çıktığım adam uyumamış, peşime takılıp bütün yol boyunca beni takip etmişti.
Sokak lambalarının loş ışıklarının altında, şüphe ile alev alev yanan kurşuni grilere bakarken sinirli bir soluk karıştı geceye dudaklarımın arasından. Başına doğrulttuğum silahı indirip, emniyetini kapatırken sırtımı yasladığım duvardan ayırıp yüzüne doğru "Ne işin var senin burada?" diye sordum sinirle.
Elini kaldırıp kapüşonlusunun başlığını geriye doğru ittiği sırada dağılan saçlarından bir tutamı alnına döküldü. Bedenini bana çevirdiğinde bir an aramızdaki mesafe kısaldı, kendimi duvar ile onun arasında kapana kısılmış gibi hissettiğimden sırtımı yeniden duvara yaslayıp mesafeyi biraz daha açtım.
"Bunu benim sormam gerekiyor..." diye mırıldandı kısık ama tehditkâr bir sesle. Başı omzuna doğru düşmüş, şüpheyle kuşatılmış gözleri daha da kısılmış, uzun kirpiklerinin elmacık kemiklerine düşen gölgeleri daha da uzamıştı. Loş ışığın altında, yanağına bıraktığım o minik çizik, derin bir yara gibi görünüyordu. "Eve geldiğinin ikinci gününde, gecenin bir yarısı evden gizlice sıvışmaya çalışan sensin. Sen söyle, senin burada ne işin var?"
Silahı belime sıkıştırırken sorgulayan sesine karşın ona ters bir bakış atıp "Seni ilgilendirmeyen bir işim var." diye homurdandım. Uyuyor olması gerekiyordu bu herifin, fazladan bir saat beklemiştim bundan emin olmak için... "Hangi akla hizmet, neden beni takip ettin ki? "
"Sana güvenmediğim bir sır değil Yazgı Deha Yaman." diyordu ama geceye akan fısıltısı bir sır verirmiş gibi çıkıyordu. "Sana güvenmemem için bana çok fazla neden veriyorsun."
Sen de bana seni dövmem için çok fazla neden veriyorsun Aras Akın Altuğlu...
Gerilen sinirlerimi yatıştırmak için içime çektiğim nefesi sertçe verirken bu sözcükleri kendi içimde tutup bakışlarımı omzunun üzerinden arkasına kaydırdım. Herhangi bir koruma ya da araç görmeyi umuyordum ama yoktu. Yalnız gelmişti. Gerçekten aptal herifin tekiydi.
Odağım yeniden gözlerine çevrildiğinde grilerindeki şüpheyle kahvelerimdeki öfke yarışıyordu şimdi. "Bana güvenmediğinden beni takip etmenin mantıklı bir fikir olduğuna karar verdin öyle mi? Üstelik yalnız başına!" diye sordum. Sesimin planladığımdan daha yüksek çıktığını fark ettiğimde bakışlarım istemsizce etrafa kaydı. Sanki bizi duyan birileri varmış gibi... Olmadığını en iyi ben biliyordum oysaki. Bu koskoca muhitte şu an yalnızca ikimiz vardık.
Onu öldürüp cesedinden kurtulmak için mükemmel bir yerdi...
Zihnime sızan düşünceyi kulak ardı edip "O kadar koruma senin yalnız çıkmana nasıl izin verebildi? Bu nasıl bir sorumsuzluk?" diye sordum daha kısık bir sesle.
Ellerini, bacaklarına geçirdiği siyah kot pantolonun ceplerine sokup omuz silkti. Üstsüz gördüğüm o anı saymazsak, ilk kez takım elbisesinden farklı bir kıyafet ile görüyordum onu. Takım elbisesi sanki onun zırhı gibiydi, bunu şimdi çok daha net fark ediyordum. Nasıl ki bir şövalye zırhını çıkardığında etten kemikten haliyle fazlasıyla savunmasız görünüyorsa o da aynı şekilde, gündelik kıyafetlerin içinde sıradan ve savunmasız görünüyordu.
Kolayca öldürülebilir...
"Peşinde birden fazla araba olsaydı fark ederdin." dedi. Ama sonra söylediği şey ona da saçma gelmiş gibi yüzü buruştu.
Benim ise tek kaşım ciddi misin sen der gibi havalanmıştı. Kollarım göğsümde bağlanırken ağırlığımı bir ayağıma verip onu baştan aşağı alaycı bir tavırla süzdüm ve "Ha şimdi hiç fark etmedim yani." diye dalga geçtim. Gerçekten kafasının içini açıp, içinde bir beyin olup olmadığına bakmak istiyordum. Belki tıp literatürünün tarihine falan geçerdik.
Benim alaycılığımı umursamadı. Kaşlarından biri alnına doğru yükselirken bana üstten bir bakış attı. "Ayrıca onlara başka bir seçenek bıraktığımı da nereden çıkardın?"
Baskın sesi her şeyi açıklıyordu. Diline dökmeden ses tonuyla burada patron benim diyordu adeta. Diğerleri için öyle olabilirdi evet ama benim için değildi ve hiçbir zaman da olmayacaktı.
"Baban bana gelmekte haklıydı yani? Korumaların üzerinde kurduğun bu baskı ve pervasızca hareketlerin yüzünden adama başka bir seçenek bırakmadın."
Umutsuz bir nefes alış verişiyle birlikte başımı iki yana sallayıp kollarımı çözdüm ve yanından geçmek için omzundan ittim ama bir santim bile kımıldamadı. İki kolonun arasında kalan bedenimin önünde bir duvar gibi dikiliyordu. Yine de yanından sıvışmama engel olmadı bu. O bakışlarını bir an olsun yüzümden çekmiyorken ben ona dokunmamaya dikkat ederek -en azından bunu deneyerek- yanından geçmeye çalıştım. Yolumdan çekmek için elbette farklı yöntemlere baş vurabilirdim ama bu bizi sadece geriye iterdi ve bizim kum saatimizin geriye akma gibi bir seçeneği kalmamıştı. Kumlar artık sadece ileri akmak zorundaydı...
Kıstığı gözleri bir arayış içinde yüzümün her santimini karış karış gezerken "Babamın sana gelmesi gereksiz bir adımdı. Hâlâ öyle..." dedi sert bir sesle, kaskatı bir yüzle. Bu canını gerçekten sıkıyordu, gerilen yüz kaslarının her santiminden bunu anlayabiliyordum.
Yanından sıyrılıp geçmeye çalıştığım sırada istemsiz bedenim bedenine değdi. Kasları gerilirken tam o esnada burnundan akan sert bir soluğun sıcak esintisi, saçlarımın arasından yüzümün kulvarlarına doğru akmıştı "Diğerlerinden bir farkın yok." dedi ama beni mi ikna etmeye çalışıyordu yoksa kendini mi belirsizdi. "Dur dersem durmak zorundasın. Gel dersem gelmek, git dersem gitmek..."
Rahatsız bir hisin pençeleri boğazıma dolanmaya niyetlenmişken en sonunda yana geçmeyi başardım ve sertçe yutkunarak o hissi yok etmeye çalıştım. Bir şey yoktu...
Hiçbir şey yoktu...
Sarfettiği sözcükler zihnimin içini karış karış gezerken bakışlarım kısacık bir an etrafta dolandı.
Dur dersem durmak zorundasın. Gel dersem gelmek, git dersem gitmek...
Bu söylediğine gerçekten kendi inanıyor muydu?
En sonunda ona döndüğümde o bedenini bana çevirmişti ve dilinden düşenlerin altını kırmızı kalemle defalarca kez çizermiş gibi bakıyordu yüzüme. Boyu ve iri bedeni, üzerime devrilen sokak lambalarının ışığını keserken bana üstten üstten bakmaya devam ediyordu. Pekâlâ savunmasız görünüyor olması heybetinden hiçbir şey kaybetmediği gerçeğini değiştirmiyordu.
Dudağımın ucuna kadar gelen gülüşü bastırıp ona doğru bir adım yaklaştım ve gözlerinin içine daha yakından baktım, bakışlarımdaki kararlılığı daha yakından görsün diye.
"Buna inanıp, kendini kandırmak istiyorsan öyle olsun." Her kelimenin üzerine ekstra basıyor, özellikle vurguluyordum. "Ama beni diğerleri ile karıştırmak yaptığın en büyük hata olur Aras Akın Altuğlu... Benim patronum değilsin, beni yönetemezsin. Sen diğerlerini yönetirsin, ben seni..." Başımı iki yana sallayıp son kez onu baştan aşağı süzdüm. "Hayatta kalman işime yaradığı sürece bu böyle devam edecek. Gölgemden dışarı bir adım bile atmayacaksın. Seni kendime kelepçelemek zorunda kalsam bile umurumda değil, nefes almaya devam etmen için bu gerekiyorsa bunu yaparım."
Şakam yoktu. Elde edeceğim şeyin cazibesinin yanında, Aras'ın katlanılamaz varlığına katlanmak çocuk oyuncağı gibi geliyordu.
Gözlerindeki şüphe sahnesini eğlenen bir ifadenin ışığına bıraktı. Dudağının sağ köşesi kıvrıldı hafifçe ve bir süre bakışları üzerimde oyalandı. Kafasının içinde dönen o çarkların çemberinden neyi geçirdiğini yalnızca Tanrı bilirdi.
"Beni kendine kelepçelemek mi?" diye sordu önce. Sesinden taşan gizem, gecenin karanlık örtüsünden bile daha saklıydı. "Ya da dur..." diye devam etti, sesinin alt tonlarından eğlenen bir ifadenin nabzı yükseliyordu. Kaskatı olan yüzü gevşemişti ve başı bir omzundan diğerine devrildiğinde kurşuni grileri artık alenen benimle alay ediyordu.
"Ben diğerlerini yöneteceğim, sen beni öyle mi?" Dudaklarının arasından hayret eder gibi bir gülüş döküldü yalnızca birkaç saniyeliğine. Gülüşü kesilse bile emareleri dudaklarının kıvrımlarında varlığını korumaya devam etti. "Nefes bile bu kadar hayal dünyasının içinde yaşamıyor Yazgı. İki yaşındaki kızım bile imkân ve imkânsızlık arasındaki ayrımı yapabiliyor..."
Nefes... Onun kızı... Henüz kendisi ile karşılaşmamıştık ama birkaç kez evi inleten kahkahalarını, arada sırada sevinçle dolan, yer yer de memnuniyetsiz çıkan çığlıklarını duymuştum. Ve hiç karşılaşmamayı tercih ederdim... Bebekler beni rahatsız ediyordu çünkü, varlıklarına katlanamıyordum.
"Eee..." diye cevap verdim tıpkı onun benimle ettiği gibi onunla alay ederek. Kaşlarım da imayla alnıma doğru yükselmişti. "Baktı babası beceremiyor, bari ben zekâmı kullanayım dedi demek ki çocuk."
Cevabım üzerine yüz kasları yeniden gerilirken dudaklarındaki o alaylı gülüş hızla silindi, burnundan dökülen sert bir nefesle başını sabır dilenircesine sağ tarafına çevirip birkaç saniye soluklandı. Keskin çene hatları, sıktığı dişleri yüzünden daha da keskinleşmişti.
Anlık bir sessizlik girdi aramıza. O anda duyulan tek şey uzaklardan gelen bir baykuşun miskin sesiydi.
Burada böyle dikilmenin bana kaybettirdiği vakitle yerimde rahatsızca kıpırdanırken o birkaç saniyelik sessizliği "Ben çok ciddiyim Aras." diyerek kestim. Sesim alaydan tamamen sıyrılmıştı şimdi, son derece ciddi çıkıyordu. Grileri yeniden bana döndü bunun üzerine. "Hayatta kalman işime yaradığı sürece, nefes almaya devam etmen için ne gerekiyorsa onu yapacağım ve buna senin bile engel olmana izin vermeyeceğim."
Sözlerimle başını yeniden bana çevirdiğinde artık gözlerindeki ifadelerin her biri kararmış durumdaydı. Ve farklı bir imanın buzdan yangını başlamıştı orada.
"Bu benim için ölmeni gerektirse bile mi?"
Sesi, sözlerimin bittiği ana çakılıp yeni bir sessizliğin fitilini ateşledi. Ya da ben öyle sandım. Çünkü Aras durmadı. Aramızdaki iki adımlık mesafeyi kapatıp iyice dibime girdi ve başını eğip yüzünü yüzüme yaklaştırdı. "Söylesene Yazgı... Benim korumam olarak, benim için ölmeyi göze alabilir misin?"
Her kelimesinde yüzüme akan ılık nefesi, bu cümlelerden çok daha fazlasını söylüyordu bana. Söyleyemediklerini de işliyordu adeta kafamın içine.
"Bunu çok isterdin değil mi?" diye sordum geri adım atmadan. İstediğini biliyordum. Yüzüne bakan, bana bakarken nefretle yanan gözlerini gören herkes bunu bilirdi. Aras Akın Altuğlu, cesedimi görmekten çok memnun olurdu. "Ölmemi çok isterdin, değil mi?"
Yüzlerimizin arasında bir karış mesafe ancak vardı. Bu yakınlıktan baktığımda gri irislerinin her kıvrımını çok rahat seçebiliyordum. Ve göz bebeklerinde söylediğim cümleye ithafen işlenen cinayetlerimi...
Bir kez cıkladı. Hemen ardından ben daha ne olduğunu bile anlayamadan parmakları boğazıma sarıldı ve eş zamanlı olarak sırtım bir duvara yaslandı. Hızı baş döndürücüydü. Hiç şüphesiz gücü de öyle... Aptal değildim, ona baktığımda ne gördüğümü iyi biliyordum. Beni yenemezdi belki ama Kumite'ye bir dövüşçü olarak katılsaydı kartların yeniden dağıtılmasına neden olabilirdi.
Koltuğumda tek başıma oturmama izin vermeyen bir isim olabilirdi...
Sonra Kumite ikimizi karşı karşıya getirirdi ve her halükarda onun kıçını tekmeleyen taraf ben olurdum ama konumuz bu değildi.
Hiçbir şey yapmadım.
Parmaklarının baskısının herhangi bir tehlike arz etmiyor oluşu beni karşı bir hamle yapmaktan alıkoyan şeydi, yalnızca boğazımı tutuyor ve baş parmağını hafifçe şah damarımın üzerine bastırıp oradaki hayatı hem hissediyor hem de bana hissettiriyor; beni soluğumu kesmekle değil, damarımı kesmekle tehdit ediyordu.
Avuç içlerimi, sırtımı yasladığı o duvara yaslarken şovunu yapmasına izin verdim.
Artık gölgede kalan grileri şimdi çok daha yoğun bakıyordu. Yüzümün her santimini karış karış gezdikten sonra usul usul aşağı, boğazıma sarılı olan elinin olduğu noktaya indi. Baş parmağı şah damarımın olduğu noktayı yavaşça okşarken "Ölmeni değil..." diye mırıldandı genizden gelen hırıltılı bir sesle. (Yazar notu: Burası ...diye hırladı yazmam gereken yerdi dbkshjsjs)
Ardından aynı parmağını iki kez nabzımın üzerine vururcasına bastırdı, vurgular gibi. "Seni kendi ellerimle öldürmeyi ne kadar istediğimi tahmin bile edemezsin."
Ah, var mısın iddiasına?
Kafamın arkasındaki duvarın pürüzlü yüzeyi saç derimi rahatsız ederken dudaklarım kıvrıldı. "Denesene..." dedim bir kez daha geri adım atmayı reddederek.
Gözleri hızla gözlerime çıktı, dudaklarını sertçe birbirine bastırdı. Grilerindeki hoşnutsuzluk çok belirgindi. Üzerimde kurmaya çalıştığı baskıların sonuçsuz kalmasından hiç memnun görünmüyordu.
Bir kez daha baş parmağı şah damarımın üzerinde gezindi tehditkâr bir tavırla. Boştaki elini başımın kenarından duvara yaslayıp beni tamamen kafeslediğinde, kendi başı da sol omzuna doğru eğilmişti.. "Yapamayacağımı bilirken bunu söylemek kolay olmalı."
Sara'yı kastettiğini anlamak için bunu söylemesine gerek yoktu.
Dudaklarım daha fazla kıvrıldı. Boğazımdaki eline rağmen meydan okurcasına çenemi dikleştirdim ve "Senin kardeşini kendinden uzaklaştırman kadar kolay olmadığı kesin." diye mırıldandım yavaşça, bir sır verir gibi.
Sözlerim onu öfkelendirdi. Halihazırda sert olan yüz hatları şimdi kaskatıydı, alnındaki ve boynundaki damarlar kabarmış, can damarı misali seğirmeye başlamışlardı. Bakışlarının rengi birkaç ton daha koyulaşırken, grilerini sarmaya başlayan buzulların kristalleştikleri ana anbean şahit oldum.
O, parmaklarını sıkılaştırıp beni boğmaya niyetlendi ama eş zamanlı olarak duvara yasladığım elimi kaldırıp bileğinin iç kısmına sertçe yumruğumu geçirdiğimde, beklenmedik hareketim karşısında parmakları aldıkları komuta uyamadı.
Aksine, daha da gevşeyen parmaklarıyla, vakit kaybeymeden vurduğum o bileğini tutup kolunu bükerek elini kendimden uzaklaştırdım ve hızla duvarla arasından çıkıp yerlerimizi değiştirdim. Şimdi onun bedeni duvara yaslıydı ve bir kolu beline yaslanmış bir haldeyken o benim kıskacım altındaydı.
Bir elimi saçlarının arasına daldırıp kavradığım yumuşak, gür, koyu tutamlarla başını geriye doğru çekip dudaklarımı kulağına doğru yaklaştırdım. "Bana karşı bir hamle yapmadan önce benim, alanında en iyisi olan bir dövüşçü ve bir dövüş eğitmeni olduğumu aklından çıkarma Aras." dedim her bir kelimenin altını çizerek. "Ben izin verdiğim kadar bana yaklaşabilir, ben izin verdiğim kadar bana dokunabilirsin. Daha fazlası değil..."
Başını itercesine bıraktım ve ellerimi onun üzerinden çekip bir adım uzaklaştım ondan. Her seferinde ona laf anlatmaya çalışmak artık gerçekten sıkıcı olmaya başlamıştı.
Ben sıkılmış olabilirdim ama Aras başını bana çevirdiğinde gözlerinde gördüğüm eğlenceli parıltılar onun hiç de sıkılmadığını gösteriyordu. Hatta dudağının köşesindeki minik kıvrım daha yeni başlıyoruz der gibiydi.
"Diğerlerinin sana dokunamamasından güç alıyorsan eğer..." diye mırıldandı. Sesinin tınısındaki anlamların her birinin kapısı farklı bir tehlikeye açılıyordu. "Ben sana dokunmayı henüz hiç denemedim Yazgı Deha Yaman. Sen de bunu aklından çıkarma."
Yüzüne, gözlerinin içine bakarken geriye doğru iki adım atıp ellerimi iki yana açarak ondan zerre kadar korkmadığımı ona gösterdim. "Hodri meydan..."
Kaşları alnına doğru yükseldi. Biraz önce suratını yapıştırdığım duvara şimdi sırtını yaslamıştı. Bir elini kaldırıp baş parmağı ile dudağının kenarını kaşırken hiçbir şey söylemeden öylece gözlerimin içine bakmaya devam etti.
Onun sessiz kalışı üzerine kollarımı indirip "Şu ölme meselesine geri dönersek..." diyerek konuyu değiştirdim. Havadaki ılık meltem yüzünden gözlerimin önüne gelen bebek saçlarımı kulağımın ardına itip "Planlarımın arasında senin için ölmek yok Aras. Şansına küs, sana bunun sevincini yaşatmaya niyetim yok." dedim. "Ben daha çok, önümüzdeki birkaç ay boyunca seni yaşatırken senin için öldürmeyi planlıyorum."
"Birinin benim için birilerini öldürmesine ihtiyacım yo..." Konuşmaya devam edeceği sırada elimi kaldırıp onu susturdum ve "Sadece birkaç ay..." diye devam ettim onun ne söyleyeceğini ya da ne düşündüğünü umursamadan. Gözlerini devirdi ve dudaklarını yeniden birbirine bastırıp 'Eeee?' der gibi bir kaşını kaldırdı.
Çenemle önce onu sonra kendimi işaret edip, "Sana katlanmam ve bana katlanman gereken birkaç ay..." diye mırıldandım. "Sonra ikimiz de birbirimizden sonsuza dek kurtulacağız. Bu yüzden şu birkaç ayı benim için zorlaştırma ki ikimiz de istediğimizi alıp yolumuza gidelim."
Son kez yüzüne baktıktan sonra ben ona arkamı dönüp sokak lambaları ile aydınlanan kaldırımda ilerlemeye başlarken o, yaslandığı yerden "Sahi..." diye seslendi meraklı bir sesle. Duracağımı düşünmüş olacak ki yerinden kımıldamamıştı başta ama sonra durmayacağımı anlayınca yaslandığı yerden doğrulup peşimden gelmeye başladı. "Nefret ettiğin ve düşmanın olarak gördüğün birinin canını korumak sana ne kazandıracak? Rauf Karan ile iş birliği yapmıyorsan eğer... Senin bu işten çıkarın ne Yazgı?"
"Senden nefret ettiğim doğru..." diye cevap verdim. Tahmin bile edemeyeceği kadar çok hem de... Bir kaşık suda bile boğabilirdim hatta onu.
Omzumun üzerinden yüzüne bakıp omuz silktim ve "Ama seni hiçbir zaman düşmanım olarak görmedim." diye ekledim.
Birinden nefret etmek ve birini düşman olarak görmek arasında hiçbir fark yok gibi görünse de aslında vardı. Bazı insanlardan sadece nefret ederdiniz, çünkü gözünüzde düşmanınız olarak bile yüceltemeyeceğiniz kadar değersiz olurlardı. Varlığı sadece bir rahatsızlık sebebi olurdu öylelerininin. Aras Akın Altuğlu benim için onlardan biriydi. "Görseydim şu an nefes alıyor olmazdın zaten. Sen benim düşmanım olmak için fazla basitsin Aras, fazla çözülebilir... Senin gibileri düşman olarak ciddiye almam ben."
Ağır adımlarla beni takip ederken gri gözleri sinsi bir pusla parlamaya başladı sözlerimle. Dudağının bir ucu yukarı doğru kıvrılırken kaldırımın ortasında durdu. Aramızda birkaç adımlık bir mesafe varken "Ateşle oynuyorsun." diye mırıldandı. Sesi de grileri kadar pusluydu. "Kıyametin yönünü kendine çeviriyorsun."
Sözleri adımlarımı sekteye uğrattı, durup bedenimi yeniden ona çevirirken o olduğu yerden "Ayrıca..." diyerek konuşmasına devam etti. "Laf ebeliği yaparak sorularımı geçiştirmeyi de kes. Senin bu işten çıkarın ne?"
Ağzımdan kaçan bıkkın bir nefes, akşamın ılık havasına karışırken gözlerinin içine baktım, ellerimden birini omuz hizamda kaldırıp dört parmağımı avuç içime gömdüm ve baş parmağımı kaldırdım. "Birincisi ben ateşle oynamam. Üzerime sıçratılan ateşin beni yaktığı külleriyle kum saatinizi doldurur, doğru zamanı bekler, zamanınız geldiğinde de sizi o küllerle boğarım."
Kollarını göğsünde bağlayıp başını öyle mi der gibi bir kez öne doğru eğdi.
Aynı hareketi öyle dercesine bende yaptım ve baş parmağımın ardından işaret parmağımı da kaldırıp "İkincisi, zaten kıyameti kopmuş birini kendi kıyametin ile korkutamazsın." diye devam ettim. Dudaklarındaki kıvrım biraz daha derinleşti.
Ve son olarak orta parmağımı da diğer iki parmağımın yanına ekledim. "Üçüncüsü, aldığın her nefes Rauf Karan'ın zararı, Rauf Karan'ın zararı da benim kârım. Bu işten çıkarım bu işte, sen o herifin gücünü zayıflatma, itibarını paramparça etme biletimsin benim."
Kolumu indirirken son kez baktım yüzüne ve dudağım keyifli bir gülümsemeyle kıvrılırken "Bonus..." diye devam ettim. "Bir daha bana emir vermeye kalkarsan, yanına beş milyon dolarlık çekimi de hazırla."
Bence burada olduğu için bile o maddeyi devreye sokabilirdim. Ya istediklerimi yapardı ya da paşa paşa çekimi yazardı. Ama son cümlemle gözlerine oturan karmaşa, henüz maddeden haberinin olmadığını söylüyordu bana.
Çattığı kaşları ile birlikte anlamaya çalışır gibi baktı yüzüme ve "Beş milyon dolarlık çek mi?" diye sordu tahminlerimi doğrularcasına. Madde konusunu onun önünde konuşmuştuk babasıyla ama o onu ilgilendirmediğini düşünmüş olacak ki sormamıştı bile.
Ne büyük hata...
İstemsizce gülerken başımı iki yana sallayıp yeniden ilerlemeye başladım. Onu cevapsız bırakışım üzerine adımlarını hızlandırıp bana yetişmiş ve kafası karışmış bir hâlde yüzüme bakarken yanımda yürümeye başlamıştı.
"Baban sana sözleşmeye eklediğim maddeden bahsetmedi mi?" diye sordum onun sorgulayan grilerine bakma gereği görmeden. Odağım yan yana ilerleyen gölgelerimizdeydi. "Ne maddesi?" diye karşılık verdi karmakarışık bir sesle. Her cümlemde kafası daha da karışıyordu.
Cevap vermeden gölgelerimizi takip etmeye devam ettim. Sokak lambalarının ışığının dokunduğu o son noktada hiçliğe karışır gibi yavaş yavaş silindi gölgelerimiz arnavut kaldırımlı taşların üzerinden. Sonra kaldırım bitti. Bittiği noktadan yeni bir sokak lambasının ışığı yolumuzu aydınlatıyordu ama onun ışığı da gölgelerimizin arkamızda bırakıyordu.
Ezbere bildiğim yolda adımlarım durdu. Ayaklarımızın hizası boyunca önce kaldırımı ardından da duvarı takip ettim.
İşte oradaydı...
Boyumdan bir kafa boyu kadar uzun olan duvarın üzerindeki elektrikle kaplı dikenli tellerin kesildiği nokta...
Bir şeyleri değişmediğini görmek boğazımın düğüm düğüm olmasına neden olduğunda sertçe yutkunup gözlerimi Aras'a çevirdim. Onun dikkatli bakışları benim yüzümdeydi, bir cevap arar gibi bakıyordu çehreme. Dikkatimi yeniden ona verdiğimi fark ettiğinde sıktığı dişlerinin arasından "Ne maddesi, ne beş milyon dolarından bahsediyorsun sen?" diyerek sorusunu yineledi.
Ben topu Fatih Bey'e atmıştım ama belli ki o da oğluna henüz hiçbir şey söylememişti. Baba oğul olarak iletişim konusunda biraz eksikleri vardı bence. Biri diğerine maçıma geldiğini söylemez, diğeri ötekine tuttuğu korumayı... Şimdi de bu madde...
"Babana sor." dedim yüzüme yayılan sırıtmaya engel olma gereği görmeden. "O sana çok daha iyi açıklar avucumun içine nasıl düştüğünü."
Grileri anında öfkeyle kabarırken "Bana bak..." diyecek oldu ama dudaklarımdan silinen gülüşle yüzümü buruşturup elimi kaldırarak sözünü kestim. "Çok sıkıldım senin şu öfkeli, kasıntı hallerinden." Bıkkın çıkan ses tonumdan dökülen homurtu bunu belli etmiyorsa bile devrilen gözlerimden bunu çok net anlayabilirdi. "Tamam anladık en gergin sensin, en öfkeli sensin; en tehlikeli, en taş üstünde taş bırakmayan da sensin de yeter artık be. Bir sal, bir akışına bırak... Bu kadar kasarsan yakında fıtık olursun benden söylemesi."
Afallamış bir hâlde öylece yüzüme bakakaldığında bir an gözüme masum göründü. Ama sadece bir an...
Derin bir nefesi içime çekip "Madem bir halt yiyip beni takip ederek buraya kadar geldin..." dedim konuyu yine değiştirerek. Başımla duvarı işaret ettim. "Bari bir işe yara..."
⏳
Duvardan atlayıp lüks evin bahçesine giriş yaptığımızda artık bizi karşılayan tek şey karanlıktı. Onun kafasını çok daha fazla karıştırmıştım ama en azından artık bana soru sormayı bırakmıştı. Muhtemelen bu konu ile ilgili benden bilgi alamayacağını ve konunun artık babasında olduğunu anlamıştı. Şimdi sadece ne yaptığımıza odaklanmış durumdaydı ve temkinli bakışlarını bir an olsun üzerimden ayırmıyor beni göz hapsinde tutmaya devam ediyordu.
Karanlık...
Bir avaz çığlıktı benim için...
Karanlık...
Bir canavarın aldığı derin ve ürkütücü soluğun başlangıcı ile bitişi arasındaki o mesafeydi.
Ve size bir şey itiraf edeyim mi?
Bu hayatta korktuğum tek şeydi karanlık...
Ben bu hayatta neyi kaybettiysem, karanlıktan korktuğum için kaybetmiştim.
Bu korkuma yenildiğim için...
Yenilmemeyi öğrenmiştim zamanla ama bu korkumu hiçbir zaman yenememiştim.
Çünkü karanlık en kötü kabuslarımla bütünleşmiş ve asla iyileşmeyecek derin yaralarla, kırık bir kemiğin kaynaması gibi kaynamıştı ruhuma.
Hasar büyüktü...
Emareler kalıcı...
Zaman sarıyordu yaraları elbet ama geçmişi silemiyordu zaman, zihni sıfırlayamıyordu.
Yaşanan her şey zamanın derisine kanlı bir kesik atıyordu. Anılarla dikiliyordu atılan o kesikler, kalan izlerin adına da travma diyorlardı.
Koskoca bir geçmişi, bu altı harfin içine sığdırabiliyorlardı...
Derin bir nefesi çektim içime, yeni biçilmiş çimin kokusu doldu ciğerlerime.
Korktuğum o karanlığa sarılmayı öğrendiğim gün hayatımda bir şeyler değişmişti.
Ve ben ilk cinayetimi işlediğimde korktuğum o karanlığa sarılmayı öğrenmiştim.
İlk cinayetim...
Kendimden korkunç bir katil yaratmaya adım attığım o ilk an...
Pişman değildim...
Tercihsizdim...
Arka cebimden telefonumu çıkarıp ışığını yakarken Aras sonunda konuşarak varlığını hatırlattı. "Rauf Karan'a ait mülklerden biri... Sara'yı ararken önüme koyulan listede vardı."
O da tıpkı benim gibi kendi telefonunun ışığını yakmış, eve bakıyordu. Bu evin kime ait olduğunu bilmesine şaşırmadım.
"Gelip burayı da aradın mı bari?"
"Hayır..." diye cevap verdi. "Son altı aydır buraya hiç kimsenin gelmediği bilgisi elimizdeydi. Ve arayacak çok fazla adres vardı." Evdeki grileri bana çevrildi. "Ne halt ediyoruz burada?"
Başımı aynen öyle der gibi sallayıp "Son altı aydır kimsenin adım atmadığı bu yere, bu haftasonu bir saatliğine geldi Rauf Karan." diye cevap verdim.
İki kaşının ortasındaki çizgi derinleşti. Grileri şüphe yüklü bulutlarla kararmıştı. "Sen bunu nereden biliyorsun?"
Ona bilmiş bir bakış atıp "Ben her şeyi bilirim Aras." dedim kendimden emin bir sesle. "Alış bunlara..."
Boş olduğunu bilmenin rahatlığıyla çok da büyük olmayan bahçede ilerlemeye başlarken açıklamaya devam ettim. "Sara'yı bulduğum evde ne aradığımı merak ediyordun ya..."
Bahçede gezdirip etrafı kontrol ettiğim telefonun ışığı bir köşeye dokunduğunda bakışlarım da o köşede takılı kaldı istemsizce. Sözlerimi unuttum...
Bir zamanlar kokularıyla ve güzellikleriyle kendilerine hayran bırakan beyaz güller artık orada yoktu.
Hayat bizi birbirimizden koparmadan önce, gerçekten mutlu olduğum bir zamanda, annem ve Poyraz ile birlikte dikmiştik o gülleri.
İki duygu aynı anda çarptı bana.
Rahatladığımı hissettim. Anılarımızın hâlâ bu evde yaşamaya ve Rauf Karan tarafindan kirletilmeye devam etmediğini görmek rahatlatmıştı.
Ama yürek burkan bir tarafı da yok değildi...
Görüş açım, göz bebeklerime akın eden bir ışık huzmesi ile kesildiğinde düşüncelerimin de sesi kısıldı. Yüzümü buruşturup gözlerimi yumarak başımı çevirerek ışıktan kurtulmaya çalıştım.
"Sara'yı bulduğun evde ne aradığından bahsediyordun?" dedi Aras beni anılarımdan sıyırıp içinde bulunduğumuz ana geri çekerken. Gözlerime tuttuğu ışığı çektiğinde sonunda gözlerimi açabilmiştim ama önümde uçuşan benekler görüş açımı kısıtlamaya devam ediyordu. Yüzünü tam olarak seçemiyordum o benekler yüzünden.
Buna rağmen ters ters yüzüne bakarken "Gerçekten dayaklıksın..." diye homurdandım ve parmaklarımla gözlerimi oluşturdum.
İnadıma yapar gibi telefonu yeniden yüzüme tutacağı sırada bu kez hızlı davranıp başımı çevirmeyi başarmış ve elimi yüzüme siper ederken "Sakın!" diye homurdanmıştım.
"Seni dinliyorum..."
En sonunda telefonunu benden tamamen uzaklaştırdı.
"Bir kutuyu..." diye cevap vermeye yeltendim. İlerlemeye başladığımda ışığın dokunduğu her noktadan yeni bir anı zihnimin vagonuna biniyordu. Mesela sol tarafımızda kalan iki ağacın arasında, şimdi boş olan yerde eskiden bir hamak vardı. Buraya her gelişimizde Poyraz ile kavga ederdik o hamak için...
Ya da bazen gelişlerimiz çim sulama zamanlarına denk gelirdi, fıskiyelerin altında koşup sırılsıklam olurduk ve annemizin bize kızması ile son bulurdu eğlencemiz ama yine de gülüşümüz hiç silinmezdi. Çünkü bir zamanlar hayat güzeldi, biz birlikteydik ve canavarların sadece masallarda olduğuna inanıyorduk...
Bizim anılarımız...
Benim...
Başımı iki yana sallarken, "Bana ait olan bir kutuyu..." diye düzelttim kendimi. "Aramak için gitmiştim o eve."
"Bulabildin mi?" diye sordu evin etrafından dolandığımız sırada. Omuz silktim. "Arayamadım ki... Sara'yı gördükten sonra tek düşünebildiğim onu oradan çıkarmaktı."
Keskin bakışlarını sırtımda hissetsem de dönüp bakmadım ona.
O gün bir seçim yapmam gerekiyordu, ben de kardeşini kurtarmayı seçmiştim.
"Bu kutu..." dedi Aras. Düşünceli sesi alışık olmadığım bir şekilde kısık ve yumuşak çıkıyordu şimdi. "Senin için çok mu önemli?"
Bu ses tonu beni duraksatırken omzumun üzerinden yüzüne baktım istemsiz. Karanlık, yüzünü gizliyordu ama zemine vuran ışığın yansımaları grilerine yansırken, gözlerinde anlamını çözemediğim durgun bir ifadeyle doğrudan yüzüme bakıyordu.
Bakışları yine kendilerini ele vermiyordu ve bu kez bende okuyamıyordum onları. Bazen açık bir kitap gibi okunduğu zamanlar oluyordu ama şimdi, kitabın kapağı tamamen kapanmıştı ve dış cildi okurunu yanıltmaya çok yatkındı.
Elimdeki ışığı, tıpkı onun bana yaptığı gibi yüzüne tutarken dudaklarım alayla kıvrıldı. O benim gibi kaçmaya çalışmadı ışıktan hatta gözlerini bile kısmadı. Kurşun rengi gözleri tüm ışığı emerken bakışlarını bir an olsun çekmedi yüzümden.
"Dikkat et Aras Akın Altuğlu..." diye mırıldandım. "Bana karşı ördüğün o buzdan duvarların erimeye başladığını düşünmeye başlayacağım yoksa."
Ya da sadece bipolar bozukluğu vardı...
Eylemleriyle söylemlerinin birbirinden bağımsız olması bir yana bir anı diğer anını tutmuyordu. Duygu değişimlerindeki baş döndürücü hız, aklıma bunu getiriyordu.
⏳
Aradığım noktaya geldiğimizde yerdeki saksılardan birini almış ve salonun dışarı açılan cam kapısına fırlatıp camın tuzla buz olmasını sağlamıştım. Geceye yayılan sesle yüzüm buruşurken etrafa saçılan parçalara bakmıştım birkaç saniye. Mevsiminde olmadığımız ve etraftaki evler boş olduğu için şanslıydık, bu sese birilerinin gelmemesi ya da polisi aramaması mucize olurdu çünkü.
Evin içine girdiğimizde yaptığım ilk şey sigorta kutusuna gidip şalterleri açmak olmuştu. Evin aydınlanmasıyla anılar daha fazla nüksetmişti zihnime ama onlara esir düşmemeyi ve işime odaklanmayı başarabilmiştim.
Yıllardır adım atmadığım bu yere koca bir çocukluk gömmüştüm ve hiç değişmemiş bu yerin her bir köşesinde bir hatıra saklıydı.
Bu ihtimalin gerçekleşeceği aklımın ucundan bile geçmezdi ama Aras'ın burada olmasına şükrettiğim anlardaydık...
Onun varlığı, zayıflıklarım ya da zaaflarımdan herhangi birini bile onunla paylaşmama isteği, anılar ile aramda bir set kuruyor, odaklanmamı kolaylaştırıyordu.
Ben evi karış karış ararken Aras sessizce arkamdan beni takip ediyordu.
Her bir köşeyi bucak bucak aradım, mobilyaların üzerine serilen örtüler kalktı, koltukların minderleri bir köşelere saçıldı. Çekmeceler komodinlerinden çıktı, içi boş dolapların kapakları geçmişin kapılarına değin açıldı.
Yoktu.
Alt katı bitirdiğimde, buraya gelirken içimde yeşerttiğim o umudun yavaş yavaş kurumaya başladığını hissediyordum. Buraya boşuna geldiğime dair bir his doğuyordu o umudun yerine ama henüz bitirmemiştim. Umudum ölmeden önce hâlâ aramaya devam etmem gereken bir üst kat vardı.
Önünde diz çöktüğüm kitaplığın açık duran çekmecesini sertçe kapatıp ayağa kalktığımda, omzunu kapıya yaslamış ve ondan asla beklenmeyecek bir sabırla beni bekleyen Aras "Aradığın şeyin burada olduğundan emin misin?" diye sordu. Göz hapsi devam ediyordu.
Emin miydim?
Değildim...
Ama burada olmak zorundaydı.
Bir saatliğine buraya başka neden gelmiş olabilirdi ki Rauf Karan?
Kutuyu getirmediyse başka neden gelsindi ki?
Yanından geçip merdivene doğru ilerlerken "Hayır..." diye cevap verdim ona hitaben. Ardından kendi kendime "Ama kontrol etmek zorundayım..." diye mırıldandım.
Basamakları tırmanırken peşimden geldi. "Yani bir saattir koca bir hiçi arıyor olabilirsin öyle mi?"
Adımlarım jilet gibi kesildi merdivenin ortasında. Bir hışımla ona döndüğümde birkaç basamak altta olduğu için ona yukarıdan bakan taraf bendim. Bir elimin işaret parmağı göğsünün tam ortasına tehditkâr bir tavırla saplanırken "Senin o koca bir hiç dediğin şey," diye soludum tüm öfkemi sesime kusarcasına. "...benim her şeyim." Her kelimede parmağımı biraz daha sert bastırıyordum göğsüne.
Tepkim ve itirafım onu şaşırtmış gibiydi. Beni de şaşırtmıştı. Bulamadığım her an gerilen sinirlerimin üzerine tuz biber misali ekilmişti sözleri.
Koca bir hiç...
Yıllardır koca bir hiçin peşinde değildim.
İnsani tarafımı hayatta tutan tek şeyin peşindeydim. Kana susamış canavar tarafımı dizginleyen tek şeyin...
Sadece nerede bulmam gerektiğini bilmediğimden hiçbir noktayı riske atamıyordum o kadar.
Parmağımı göğsünden çekip diğer parmaklarımla birlikte avucuma gömerken son kez baktım gözlerinin içine, öfkeyle alev alev yanan kahvelerimle ve ona arkamı dönüp basamakları çıkmaya devam ettim.
Basamakların beni çıkardığı yer, büyük bir salondu. Tüm mobilyaların üzeri, diğer katlarda olduğu gibi bembeyaz örtülerle kaplanmıştı. Havada uçuşan toz zerreleri uzun zamandır buraya birilerinin uğramadığını gösteriyordu.
Sadece bir saatliğine gelen Rauf Karan hariç...
İki büyük adımda salonun içine girdiğim sırada "Hayır..." diyerek peşimden geldi Aras. "Sadece arayamadıysan kutunun hâlâ o evde olmadığını nereden bildiğini merak ediyordum. Belki de saatlerce burada oyalanmak yerine o eve gitmelisi."
Ona bakmadan başımı iki yana salladım. "Eğer kutu o evde olsaydı Sara'yı o eve götürtmezdi." Bir yandan ona cevap verirken bir yandan da bakışlarımi etrafta gezdiriyor ve nereden başlayacağımı hesaplamaya çalışıyordum
Sonra bir şey gözüme çarptı.
Şöminenin üzerindeki rafta tek başına duran bir çerçeve...
Nefesim kesilir gibi oldu bir an...
Tüm sesler ve görüntüler silikleşti.
Duraksayan adımlarım, çerçeveye daha yakından bakma arzusuyla o tarafa doğru ilerlemeye başladı hızla ama bakışlarım o çerçeveye öyle bir kitlenmişti ki bir an önümdeki sehpayı fark edemedim ve sehpaya çarptım.
Diğer mobilyaların aksine bu sehpa örtü ile örtülmemişti ve parlak beyaz yüzeyi avizeden yayılan ışıkla parlıyordu.
Çarpmanın etkisiyle sehpanın üzerimde duran siyah bir şey gürültüyle yere düştü ama umursamadım. Bakışlarım yeniden o çerçeveye dönmüştü ve o an benim için o çerçeveden daha önemli hiçbir şey yoktu.
Yaklaştıkça çerçevedeki resim netleşti, netleştikçe kalbimin ritmi yolundan şaştı.
Yıllar önce çekilmiş bir fotoğraftı.
Annem, bir yanına beni bir yanına Poyraz'ı almıştı ve kocaman gülümsemelerimizle kameraya poz veriyorduk.
Hayır, sıradan bir andan kalan bir fotoğraf değildi bu. Bu fotoğrafın çekildiği günü dün gibi hatırlıyordum.
Annemi gördüğüm son güne, son ana aitti.
O öldürülmeden saatler öncesine, o karanlık gecenin gündüzüne...
Okul servisine binmeden hemen önce anı kalsın diye çekilmiştik.
Onu gördüğüm son anın anısı olduğunu bilmiyordum.
Ona sarıldığım, kokusunu hissettiğim son anın hatırası olduğunu bilmiyordum.
Bilseydim daha sıkı sarılırdım...
Bilseydim hiç bırakmazdım...
Bilseydim o gece karanlığın beni yenmesine izin vermezdim...
Titreyen parmaklarımla uzanıp aldım o çevreyi raftan.
Poyraz ve annemin iri yeşil gözlerinin yanında benim kahvelerim sönük kalırdı hep. Çoğu zaman Poyraz'ın gözlerini kıskanırdım ama gözlerimi babamdan aldığımı bilmek bana gözlerimi sevdiren en nadide ayrıntıydı. Bu yüzden ne zaman annemle yan yana gelip bir aynanın karşısında dursak ya da bir fotoğraf karesini süslüyor olsak asla sahip olamadığım o gerçek ailemin tamamlandığını hissederdim tam kalbimin merkezinde.
Farkındalık, freni patlamış bir kamyon gibi son sürat gelip çarptı bana.
Buraya bunun için gelmişti...
Onu takip ettiğimi biliyordu, biliyor ve benimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu.
Çerçeve parmaklarımın arasında daha fazla titremeye başlarken aldığım nefesler de aynı ölçüde sıklaşmaya başladı. Gözlerim dolmadı ya da ağlamak istemedim... Bir noktadan sonra ağlamak bile lüksü oluyordu insanın, gözyaşları bir lütfa dönüşüyordu. Kalp paramparça oluyordu belki ama gözler ölü bir çöl kadar kurak kalmaya devam ediyordu. O gözyaşlarının habercisi olan titrek bir çene var ya... İnsan ona bile hasret kalıyordu bir noktada.
Parmaklarım, çerçeveyi daha sıkı kavradığında vernikli ahşabın pürüzsüz dokusuna tezat bir şey dokundu parmak uçlarıma. Çatılan kaşlarımla o şeyi çekip çıkardığımda bunun küçük bir not kağıdı olduğunu fark ettim.
Üzerindeki el yazısı tanıdıktı. İmza da öyle...
Daha kendini kurtaramamış küçük bir kızın, başka bir küçük kız için kahramanlığa soyunması ne acınası. Zaafın zayıflığın ve tüm zaafların benim ellerimde. Bundan sonra bir adım atarken bunu aklından çıkarma.
Bu hediyemi de iyi sakla... Belki onlardan geriye, elinde kalan son şey bu kare olur.
Sevgilerimle, baban...
Görüşüm puslandı. Nedeni öfkemin sisinin yavaş yavaş gözlerimin önüne gerilmesiydi. Soluklarım sıklaştı. Hissettiğim nefretin yoğunluğu nefesimi kesti, aldığım nefesler ciğerlerime yetmedi.
Beni gafil avlayan, parmak uçlarımdan kollarıma doğru yükselip boğazımda patlayan bu duygunun adı arzuydu.
Yakıp yıkma arzusu...
Öldürme arzusu...
Küçük not kağıdı parmaklarımın arasında buruşurken aldığım sert ve sık nefeslerle bir hışımla arkamı döndüm. Aras salonun ortasına kadar gelmiş ve dikkatle beni izliyordu. Yüzüne bakmadan yanından geçerken, "Evden çık ve bahçede beni bekle." dedim itiraz kabul etmeyen bir sesle.
Sara'yı kurtardığım için aklınca beni cezalandırıyordu.
Hediye...
Bin işkenceye bedel tek bir hediye...
Sadaka verir gibi önüme atıyor bir de yüzsüzce onlardan kalan son şey bu olur diyordu.
Hediye...
Ben sana asıl hediyeyi vereceğim, sen sadece bekle!
Salondan çıkamadan kolumdan tutan Aras tarafından durduruldum.
"Neler oluyor?"
Tuttuğu bileğimi hışımla çekip kurtarırken öyle öfkeliydim ki onu bile göremeyecek kadar gözlerim kararmıştı.
Elimde sıkı sıkı tuttuğu çerçeveyi görebileceği bir şekilde kaldırdım. "Bu ne biliyor musun?" Sesimdeki acının tonumu bir tek ben hissediyordum, Arasın tınımdan alabileceği tek şey öfkeydi.
Kaşları çatılırken gözlerimde olan bakışları resme kaydığında gerildiğini hissettim.
"Bu..." dedim resmi işaret ederek. "Onun bana işkence etme yöntemi..."
Başka bir şey söylemesine izin vermeden arkamı dönüp hışımla çıktım salondan ve merdiveni de aynı seri adımlarla bitirdim. Benim aksime gayet sakin olan Aras yavaş yavaş indi o basamakları.
Alt kattaki salonun ortasında dururken elleri cebinde dikkatle ne yaptığımı izliyordu.
Onu umursamadım. Adımlarım önce mutfağı ardından kileri bulduğunda parmak uçlarımda karıncalanan o arzu, istediğini almak üzere olmanın bilinciyle erimeye başlamıştı. Parmak uçlarımdan yere damlayan kararlılığın beni yönetmesine izin vererek gaz borusunun vanasını açıp yeniden mutfağa döndüm.
Kutuyu arayacağım diye etrafa saçtığım eşyaların arasından gözlerime çarpan mumları hiç düşünmeden alıp yeniden salona geçtiğim sırada, mutfağa gazın kokusu yayılmaya başlamıştı bile.
Salonun, mutfağa en uzak köşesine geçip deri ceketimin cebindeki sigara paketini çıkardığımda Aras'ı son kez "Dışarı çık ve beni bekle!" diyerek uyardım.
Yalnızca çenesini dikleştirip gözlerini kısarak tepki verdi.
Sabrımı sınamayı ne de çok seviyordu öyle...
Umursamaz tavırlarına onaylamayan bir ifadeyle baktıktan sonra başım iki yana sallanırken sigara paketini açıp içinden çakmağı çıkarıp çaktım.
Yanan cılız ateş mumun ucuyla buluştuğunda, yanan sanki mumun fitili değil de ruhummuş gibi hissettim bir an.
İçimde patlamaya yer arayan bir bomba, göğsümün altında kanserli bir hücrenin sebep olduğu bir ağrı vardı sanki.
Erimeye başlayan mumun bir damlası, mumun gövdesi boyunca kayıp parmaklarıma bulaştı. Sıcak dokusu, çabucak soğuyup donmuş ve derimin üzerinde kabuk bağlamıştı.
Tıpkı geçmiş gibi...
Geçmiş de aynı böyleydi.
Önce yakar, tüketene kadar usul usul eritirdi. Sonra dinerdi ateş; söner, donar ve kabuk bağlardın. Bittiğini sanırdın ama bitmezdi. Kaskatı bir kalıntı tüm rahatsız ediciliğiyle kalır dururdu ruhunda.
Açık duran paketten bir dal çıkarıp dudaklarımın arasına yerleştirdim ve mumu yüzüme doğru yaklaştırdım. Alevin ısısı inceden inceden tenime vururken sigaramın ucu o alevle buluştu ve sessiz bir iniltiyle için için yanmaya başladı.
Ciğerlerime dolan duman, dolduğu her bir noktayı sızlatırken bu sızıyı memnuniyet ile karşıladım.
Elimde tuttuğum resimden annemin bakışları bana döndü sanki.
Sigara kokusuna tahammül edemezdi...
Hayır... Ağır olan hiçbir kokuya tahammül edemez, bir tek beyaz gülün kokusu mest ederdi onu.
Ciğerime dolan sigara dumanı, göğsümün ortasına taş gibi oturdu sanki. Sertçe yutkunup mumun yanan ucunu yere doğru eğdim ve eriyen birkaç damlanın çıplak zemine düşmesine neden oldum. Biriken damlaların üzerine sabitlediğim muma bakarken gördüğüm kendimdim sanki.
Yıllardır usul usul yanmaya devam ediyor, eriye eriye tükeniyordum. Ne zaman söneceğim belirsizdi. Söndüğümde bana ne olacağı...
Şimdi intikamımın ateşi beni ayakta tutuyordu ama o ateş söndüğünde ne olacaktı?
Bilmiyordum...
Evin içi gazın o boğuk kokusuyla sarılmaya başlarken önce evden ardından da bahçeden çıktık.
Evin önüne park ettiğim arabanın kaputuna yaslandığımda gözlerimi bile kırpmadan, büyük demir kapının demir parmaklıklarının arasından, artık karanlıkta kalan eve bakıyordum. Şu an karanlık onu gizliyordu ama bu çok uzun sürmeyecekti. Görmem gerekiyordu... Duymam ve hissetmem...
"Kafa karıştırıcısın..." dedi Aras. "Bir, çok kolay geliyorsun gözüme, çözdüm zannediyorum; sonra bir bakıyorum çözmeye yaklaşmamışım bile."
Hemen yanımda o da arabanın kaputuna yaslanmış, benim yaptığım gibi evi izliyordu.
Yenisini yaktığım sigaradan derin bir nefesi içime çekerken omuz silktim. "Beni çözmeye çalışmazsan ortada bir sorunun da kalmaz."
"Sen çözemediğin birine güvenir misin?" Grilerinin yüzüme döndüğünü hissetsem de dönüp bakmadım ona. Dudaklarımın arasında duran sigaranın külünün uzayıp gidişine bile aldırmadım. Bir elimde çerçeve, bir elimde Rauf Karan'dan gelen o notla öylece eve baktım.
Patladığı anı kaçırmak istemiyordum.
Anılarımın yanmaya başladığı anı...
O, ne bu evi ne de bu evin ev sahipliği yaptığı anıları hak etmiyordu... Bir daha elini kolunu sallayarak buraya gelemeyecekti. Bir daha varlığıyla kirletemeyecekti benim olan hiçbir şeyi...
"Ben kendimden başka kimseye güvenmem..." diye cevap verdim. "Bunu daha önce de söylemiştim."
"Evime girdin Yazgı..." dedi sert bir sesle. "Kardeşimin, kızımın olduğu yerdesin. Elimde sana güvenmek için bir neden olmalı, aksi takdirde seni gerçekten öldürmek zorunda kalacağım. Çünkü başka türlü senden kurtulamak mümkün görünmüyor."
Dudaklarımın arasındaki sigarayı iki parmağımın arasına sıkıştırıp dudaklarımdan çekerken başımı çevirip ona baktım.
Tam o an kulakları sağır eden bir patlama sesi çınladı gecenin içinde. Parçalanan duvarların ve patlayan camların sesine cayır cayır yanmaya başlayan ateşin sesi karıştı.
Beklediğim o an, gerçekleşmek için Aras'a döndüğüm anı seçmişti.
Ve ben sese sebep olan patlamayı onun kurşun grisi gözlerinde görmüş, karanlığın yararak kapkara dumanlara karışan turuncu kızıl kollarıyla gökyüzüne yükselen alevleri onun gözlerinde izlemiştim.
Söyleyeceğim her bir söz yitip gitti o alevlerin içinde.
Hiçbir şey söylemeden bakışlarımı ondan çekip artık karanlığa saklanamayam eve çevirdim ve sigaramdan yeni bir nefes çektim.
Sustum.
Sustum çünkü o an ağzımı açarsam, normalde asla yapmayacağım bir şeyi yapıp, ona kendi kum saatimi vereceğimi biliyordum.
İntikam ateşi söndüğünde ve geriye yanacak bir parçam kalmadığında kendimden kalan kalıntıları dolduracağım kum saatini ona vereceğimi ve kırmasını isteyeceğimi biliyordum...
⏳
Oradan ayrılmamızın üzerinden ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum ama araba durduğunda, yol boyunca ilerlediğimiz istikametin Altuğlu maliânesine çıkmadığını biliyordum.
"Sırada burası mı var?" diye sordu Aras sinirli bir sesle. Sinirliydi çünkü benim arabama binmeyi reddettiğinde ağzımı bile açmadan gözlerinin içine tek bir bakış atmış, belimdeki silahı çıkarıp arabasının dört tekerine de birer kurşun sıkmış ve sonra da ona bir daha bakmadan kendi arabamın yolcu koltuğuna geçmiştim.
Yolculuk boyunca bir kez olsun ona bakmamıştım ama ne kadar öfkeli olduğunu anlamak için bakmama da gerek yoktu zaten. Sinirden titreyen elleri, gözlerimin kıyısına çarpıp durmuştu. Yine de sükûnetini korumayı başarabilmiş ve tek kelime bile etmemişti. Takdir edilesiydi...
"Hayır..." diye cevap verdim kapımı açarken. "Burası benim evim."
Yüzüme çarpan havaya karışan gül kokusu ciğerlerime dolduğunda öyle büyük bir rahatlama yaşadım ki, bir an gözlerimi kapatıp kokuyu derin derin içime çekmekten alamadım kendimi.
İşte ihtiyacım olan tek şey buydu...
İstediğim huzur...
Ben arabanın kapısını kapatırken Aras yolcu kapısını açıp arabadan çıktı ve bahçe aydınlatmasının içinde son derece mütevazı görünen evime kısa bir bakış atıp "Yani sırada burası var..." diye homurdandı. Grileri ciddi ciddi evimi cayır cayır yakmak ister gibi bakıyordu.
"Aklından bile geçirme," diye homurdandım bende tıpkı onun gibi. "Aksi taktirde misilleme yapmak zorunda kalırım. Koskoca malikâneyi patlattırma bana."
Onu gerimde bırakıp bahçede ilerlemeye başladığımda attığım her adımda kaslarım biraz daha rahatlıyordu sanki.
Çocuklarımın sesi çıkmıyordu. İki gündür görmedikleri beni fazlasıyla özlediklerinden oldukça emindim.
Neredelerdi acaba?
"Belki seni de evin içine bağlar öyle yakarım?"
Arkamdan gelen sesiyle başımı çevirip tam ona cevap vermek için ağzımı açacağım sırada gördüğüm şeyle durdum. Dudaklarım kıvrılırken "Sakın hareket etme!" diye uyardım onu ve tüm bedenimi ona çevirdim.
Yavuz tam Aras'ın arkasındaydı ve yapay ışıkların altında parlayan öldürücü bakışlarını ona dikmişti. Şu ana kadar havlamadıysa bu kesinlikle benim burada olmamdan kaynaklıydı.
Kaşlarını çattı Aras, ne demek istediğimi anlamadığından bir adım daha attı ama Yavuz'un arkasından çıkan Poyraz gür sesiyle geceyi inletircesine havladığında duraksadı. Omzunun üzerinden gerisine baktığında Feris de ortaya çıkmış ve gözlerini bir an olsun Aras'tan çekmeden buranın sahibi benim dercesine sağlam adımlarla Aras'ın önüne dolanmıştı. Aras şimdi üç köpeğin tam ortasında kalmıştı ve Tanrı yardımcısı olsun ki köpeklerim ondan hiç hoşlanmamıştı.
"Değil üç parçama, bir parçama bile tahammülün yoktu değil mi?" diye alay ettim onlara doğru ilerlerken.
O da farkındaydı bunun pek sıcak bir karşılama olmadığının. Anlamamak mümkün değildi ki zaten. Her birinin gözlerinde öldürücü ifadeler vardı ve dişlerini göstererek hırlarlarken şu an Aras'a potansiyel bir biftekmiş gibi bakıyordu... Tam ağızlarına layık, parçalanmaya hazır...
Ya da en sevdikleri oyuncaklarını gözlerinin önünde parçalayan bir kedi gibi de olabilir...
Aras bir elini ensesine atıp gergince ensesini ovalarken "Güzel köpekler..." diye mırıldandı ve yana doğru bir adım atmaya çalıştı ama Yavuz ayağına doğru salyalarını akıta akıta havlayınca bunun pek de akıllıca bir fikir olmadığının farkına varmıştı.
Yanlarına ulaştığımda gözlerim Aras'ın yüzündeyken ve dudaklarım onun içine düştüğü duruma karşın keyifle kıvrılmışken bir elimi Feris'in başına koyup usulca köpeğimin başını okşadım. Anında rahatladı ve hırlamayı kesip, gözlerini kapatarak burnunu ileri doğru uzatıp dokunuşumun tadını çıkardı.
"Öyledirler..." dedim kahvelerimi onun grilerinden çekmeden. Onun grileriyle şaşkınca Feris'in bana verdiği tepkiye bakıyordu. O vahşi köpek gitmiş yerine son derece uysal sevimli bir köpek gelmişti çünkü. Tabii bu ben elimi çekene kadar sürecekti. "Isırmayı da çok severler..."
"İyi..." diye homurdandı yeni bir girişimle iki köpeğin arasına doğru adım atarken. Geçecek başka bir yeri yoktu... Ama bu girişimi de Poyraz'ın hırlamasıyla son buldu. Öyle ki Poyraz korkutmak için biraz daha ileri gitmiş ve pantolonunun parçasını hafifçe ısırıp geri bırakmıştı.
Aras ayağını hemen geri çekince istemsizce kıkırdadım.
"Söyle şunlara geri çekilsinler..."
Elimi Feris'in başından çekip, bana beklentiyle bakan gözlerinin içine bakarak geriye doğru bir adım attım. Elimi çektiğim anda sevimli köpeğim kapattığı gözlerini usulca açıp yeniden Aras'a odaklandı ve bir uyarıyla hafifçe hırladı.
"O zaman ne eğlencesi kalır ama..." dedim geriye doğru bir adım daha atıp.
"Yazgı!" dedi uyarırcasına.
"Aaa..." diye karşılık verdim yaptığı çok ayıpmış gibi bir tepkiyle. "Çocuklarım seninle kaynaşmaya çalışıyor abileri. Onlara karşı biraz daha kibar ol, yoksa incinebilirler."
Burnundan dökülen sert bir nefesle "Al şunları şuradan." diye tısladı. Sabrının son demlerini tam o an tükettiğimden emindim. Hareket edebilseydi üzerime atlayıp beni çıplak elleriyle boğmaya çalışacağından da...
Ah şu işe bakın ki hareket edemiyordu.
"Sabaha kadar siz bol bol kaynaşırsınız. Benim de yapacak işlerim var zaten."
Son kez attığım bir bakışın ardından onu o halde bırakıp eve girdim. Aslında bir işim yoktu. Sadece vücudumu rahatlatacak ve hücrelerimi uyarıp beni yenileyecek bir buz banyosuna ihtiyacım vardı. Ardındansa iki gündür süründüğüm koltuğun aksine, rahat yatağıma uzanıp sırtımı duvara yaslayarak daldığım derin bir uykuya...
Uykusuzluğa alışık olmam bunun bir ihtiyaç olduğu gerçeğini değiştirmiyordu ve beden ne olursa olsun ihtiyacı olanı istiyordu.
Zorlasam daha uzun bir süre elbette dayanabilirdim ama Aras dışarıda köpeklerimle güvendeyken bunu yapmama gerek yoktu.
Yani... en azından hareket etmediği sürece güvendeydi...
⏳
YAZARDAN;
Genç kızın gidişini izlerken içine düştüğü duruma inanamıyordu genç adam. Etrafını saran köpeklere kısacık bir bakış attı... Köpeklerden korktuğundan değildi elbette ama adım attığı an, saldırmaya hazır olan köpeklerin yaptığı hamlelerle adımları savuşturuluyordu.
Kurtulmasının tek yolu, köpeklere zarar vermesinden geçiyordu ama bu yolu tercih etmektense sabaha kadar burada beklemeyi tercih ederdi Aras. Vicdanı insanlara karşı körelmiş olsa da söz konusu hayvanlar olduğunda durum farklılaşıyordu.
Derin bir nefesi içine çekip sabır dilenircesine gözlerini kapattı ve evin içinde kaydolan kadına hitaben "Arıza..." diye homurdandı.
Gerçekten arızanın tekiydi.
Telefonunu çıkarmak için elini cebine attığında parmak uçlarına değen şeyle kapattığı gözleri geri açıldı.
Telefonu Yazgı'nın arabasında kalmıştı ve Yazgı'nın arabası da yaklaşık beş adım gerisindeydi. Ama cebinden çıkardığı şey, o an telefonundan daha önemliydi.
O evde, üst kattaki o salonda bulduğu bir şeydi. Yazgı fark etmemişti ya da fark ettiyse bile o an dikkat edecek durumda değildi ama o sehpaya çarptığında sehpanın üzerinden düşen şeyi Aras fark etmişti.
Parmaklarının arasında tuttuğu siyah, eski ve küçük telefona kısa bir bakış atıp açma tuşuna bastı. İnce, uzun, kemikli parmaklarının arasındayken olduğundan daha küçük duruyordu o telefon.
Aydınlanan ekranla telefonun açılacağını sandı Aras ama ekranda beliren kırmızı bir ünlem işaretinin altında yazan pil gücü zayıf yazısıyla beraber ekran yeniden karardığında dudaklarının arasından sıkıntılı bir nefes kaçtı.
Gözlerini kaldırıp sanki Yazgı'yı görecekmiş gibi bakışlarını eve dikerken o telefonu parmaklarının arasında çevirmeye başlamıştı.
Bu telefonun tesadüf eseri orada olduğuna inanmıyordu.
Bir ip ucu bulabilirdi...
Ya da bir koz...
Ya da başka bir gerçek...
⏳
YAZAR: SANİYE SOLAK
Bölümü nasıl buldunuzz?
Genel olarak görüş ve önerilerin
izi buraya alabilirim çiçeklerim.
Gelecek bölümlerle ilgili tahminlerinizi de buraya alabilirim.
Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler, minnettarım🖤
Kendinize iyi bakın, bir sonraki bölümde görüşünceye dek hoşçakalım🖤
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |