@sesaablog
|
Mezarlıklardan sevdiği insanları kaybetmedikleri sürece korkarlarmış insanlar, bunu şiddetli yağmurlu bir günde ismini bile hatırlayamadığım bir kadın söylemişti. Peki ben niye korkmuyordum şimdi? Soğuk yağmur damlalarının birbiriyle dövüştüğü, her birinin tenime bıçak gibi çarpıp düştüğü bir fırtınanın içindeydim. Üstümdeki beyaz gecelik fırtınadan dolayı sırılsıklam olmuş, bedenime zehirli bir sarmaşık gibi sarılmıştı. Vücudumla bir gibi görünüyordu. Nefes nefese deliler gibi koşuyordum. Arkamdan gelen etleri kemiklerinden ayrılmış, simsiyah pelerinlerinin şapkasını korkunç kafatasına geçirmiş iskelet görünümlü ölüler vardı! Ve kulaklarımı acıtan ürpertici çığlıkları! Onlara ölü mü demeliydim? Yoksa ruh mu? “Sarah, hadi! Daha hızlı koş!” derken bir tanesi bacağımdan tuttuğu anda morarmış ve çürümüş tırnaklarını sonuna kadar tenime geçirdi. Sol bacağımı hissetmiyordum; tenimin altından sızan kanlar fışkırırcasına kanamaya başlamış, çimenlerin üzerini kırmızıya boyamıştı. Diğer yandan, karşımda biraz uzakta duran bembeyaz müzenin arkasındaki mezarlıktan gelen ruhlar göründü. Uğultulu çığlıkları, korkunç uzay boşluğu sesini andırıyorlardı. Benden ne istediklerini bilmiyordum. Bir anda hepsi üstüme doğru gelmeye başladı. Gölgeleri yüzüme yansıyordu; ruhların gölgesi olduğu muammasını düşünürken, ben simsiyah yırtık çuvalı andıran pelerinleri yüzümü kaşındırmış, burnuma kadar geliyordu. Sarı gür saçlarımdan tutup, kemiğe dönüşmüş çürümüş ellerini sarmaşık gibi dolayıp çürük nefes kokusuyla yüzüme kadar eğildi. Olmayan gözlerini fark ettim. Göz çukurları bomboştu… Aklımı kaçırmak üzereyken “Sarah!” “Sarah, uyan artık güzelim.” Kim olduğunu bilmediğim bir ses, hiç tanımıyor olmama rağmen ürkütmemişti hiç! Terler içinde gözlerimi açtığımda hâlâ odamda tek olduğumu fark ettim. Perdenin arkasından esen rüzgar gözlerimi açmamın sebebiydi; alarmı duymamıştım, derin uyuduğumu düşünüyordum. Beni evden biri uyandırmıştı fakat uyanmamı bile beklemeden odayı terk etmişti belli. |
0% |