@siren_
|
Bölüm-1 Lanet'in Soyluları ⚔️ Bölüm Şarkıları:
☽☾ Gökyüzünün feri sönmüştü. Güneş batmış, Ay işlenen günahları gizlemek istermişçesine bulutların ardına saklanmıştı o gece. Yeryüzünün en bereketli toprakları Tural'da sonbahar'ın yüzü felç eden rüzgarları arkasına saklanarak bir günah işlendi. Ne rüzgar o günahı sürükleyebildi peşinden ne de ertesi gün doğan güneş onu gözle görünür yaptı. Tanrı'nın asla affetmeyeceği o günah bir lanete dönüşmüş çepeçevre yoğun bir sis gibi sarmıştı krallığın surlarını. Kahkahalar solmuş, bereketli topraklar kuraklaşmıştı. O gece doğan günahın tohumu olan küçük prens'in boynuna bir urgan misali dolanmıştı. O gece nefessiz kalmış küçük prens Tanrıyla bir anlaşma yaptı. Krallığın yükseliş döneminde atılan yüksek sesli edepsiz kahkahaların yerini soluksuz acı çığlıklar almıştı o gece. Dar sokaklarda artık sadece kölelerin ayak zillerinin sesleri ve sıradan halk'ın biraz para kazanıp karınlarını doyurmak için çırpınışları duyuluyordu. Bozulmuş taş döşemeli yollardan geçen çıplak, birbirine benzer ayaklar duraklama döneminde olan krallık için alışılmış bir durumdu, öyle olmalıydı. Açlık ve kıtlık baş göstermiş, halkın nezaketinden götürmüştü. Sonuçta insanları aç bırakırsan inançlarını bile yerlerdi değil mi? Enflasyon asilleri bile etkilemişken fakirin sırtındaki yükü daha da arttırmış onu kambur olmaya mahkûm etmişti.Krallık kangren olan kolu önceden kesmemiş tüm bedene acısını çektirmişti. Saray'ın koca bahçesi bataklık gibiydi, hayır aslında öyleydi. Kan ile ıslanmış toprak adeta balçık olmuş ve hastalığı kendine çekmişti. Çok değil bir ay sonra patlak veren virüsün önüne geçmek ise ne mümkündü! Kara veba'dan hallice olan kötü ruh tüm bedenlere uğramıştı. Azalan nüfusa rağmen krallık yine bir açıklama yapmamıştı hatta açıklamayı bırak tedavi için bir süreç bile paylaşmamıştı. Bunun yanında patlak veren isyanlar bastırılmış sonrasında kabuğuna geri çekilmişti. İyiden iyiye halkın gücü zayıflamış tekrardan toparlamak için geri çekilmişti. Lakin açlıktan sırtlarına yapışmış kaburgaları dışında ellerinde kendilerini savunacakları ne vardı ki? İnançları dışında. Bekleyecektiler. Elbet kelebek etkisi yaratmak için birisi sesini yükseltecekti, yükseltecekti ki o dalga krallığın sarsılmaz surlarını yıkabilsindi. Bir günah işlendi. Bedelini herkes ödedi.
☽☾ Binlerce katil sırra kulak kesilip onları içine hapis etmiş altın varak işlemeli duvarlar arasından sessizce süzülüp giderken muhafızların yalandan verdiği baş selamlarını görmezden geldi. Arkasını döner dönmez sırtına atacakları alaycı bakışları görmese de tahmin edebiliyordu. En az üç metre uzunluğuna ve eninin yaklaşık üç buçuk metre olarak tahmin ettiği ceviz ağacından yapılma altın sarısına boyanmış kapının aralanması ile geniş taht odasında ilerledi. Kırmızının ağır bastığı yerel halka ait olduğu pek çok motif içeren halıdan olağanca uzak durarak Kral'ın karşısında durdu. Adımları aceleci değildi lakin sakinde sayılmazdı. Bu odaya pek fazla konuk edilmediğinden dolayı içini bir belirsizlik kaplıyordu ve onu asıl tedirgin eden de buydu. Bilmediğin adıma savunma yapamazdın sonuçta. Gözleri biraz keşfe çıktığında oda da pekte yalnız olmadığını fark etti ayan beyan. Pek değerli Kraliçesi ve sevgili veliaht prensi kardeşi çoktan yerlerini almıştı. Özenle düzelttiği gece mavisi ağırlıklı üniformasını gergince sıkarak kendini dizginlemeye çalıştı. Babasının en sevmediği şey korkaklıydı bunu ona yansıtmamak için olağanca çabaladı. "Beni emretmişsiniz sayın Kral'ım." Kral Thedor iğreltisini gizlemeye gerek duymadan lanetlenen oğlunun yüzünü inceledi. Gurursuzca ve pervasızca. Sanki tüm bu olanların tek suçlusu o değilmiş gibi. Joseph üzerinde gezinen bakışlara karşılık her zamanki gibi ayak uçlarına bakmakla cevap verdi. Alışmıştı lakin yinede zoruna gidiyordu. Ailesi tarafından bile sevilmemişken Tanrıya kafa tutması ne kadar da ahmakçaydı. Kral daha fazla yüzüne bakmak istememiş, gözlerinin hedefinde veliaht oğlu Louis varken söylenenlerin kendisine olduğunu biliyordu. "Evet. Geç otur." Gözleri ona işaret edilmiş masada onlardan en uzağa konulmuş sandalyeyi buldu. Burada oturacak olması bile hayret edilesiydi. Halıya basmayı reddederek geniş masada ona bırakılmış alana ilerledi. Onların altın varaklı yemek takımından sonra önüne konulmuş gümüş kaseyi görmesi nefret etse de boğazında düğüm oluşturdu. Bir kez daha kızdı kendisine Tanrının canını almasını istemediği için. "Başlayın." Hizmetçilerin alelacele etraflarında dönmesinin ardından tıka basa dolan ve muhtemelen israf olacak yemeklere iç çekerek baktı. Halkının aç olduğunu görmese de tahmin etmesi güç değildi. Böyle bir durumda savurgan olmak içindeki öfkeyi diri tutuyordu. Birkaç yudum şarap ve iki üç lokma biftek dışında kardeşinin aile saadetini izlerken yeterince doymuş hissediyordu. Biraz geniş pencereden içeri süzülen güneş ışığını izledi ve tekrar onların arasında yeri olmadığını hatırladı. "Seni buraya çağırmamdaki nedeni merak ediyorsun?" Bu bir soru değildi. "Nasıl emrederseniz!" Diyerek haddi olmadığını anlatmak istedi. "Lanet!" hiddetli sesini Kraliçenin dizine elini koyması ile dizginledi. Evet, lanet. "Lanetin!" diyerek düzeltme yaptı. Hayır, aslında lanetimiz. "Lanetin yüzünden halkımızın, ordumuzun hatta tüm krallığın çöküş döneminde olduğunu ve zayıfladığını biliyorsun." Bariton sesi cümlesini ifadesizce dökse de bunun suçlama olduğunu biliyordu. Louis'in alaycı kıkırtısı ilahi bir melodi gibi odaya doldu. Bakışlarında babası gibi bir iğrenme ve küçümseme belliydi. Değersiz bir sıçan gibi hissediyordu. Evet şuan tam olarak hissettiği buydu. Mahcubiyeti ile kızaran yüzü yerin dibine girme isteği doğuruyordu. Bir prens gibi değil sevilmeye muhtaç bir çocuktu o. "İsyanlar artık daha da önlenemez bir hâl almaya başladı. Doğu kanadı Direnişçiler tarafından ele geçirilmiş bir durumda ve..." sıktığı dişleri arasında konuşurken yüzü kırmızı renklerinin tonunu taşıyordu. Arada ağzından dışarı çıkan tükürükler üniformasına bulaşıyordu. Derin ve sakinleştirici bir nefes aldı. "Ellerinde silah görülmeye başlamış." Yıllarca açlıktan kırılan halkın elinde silah olması iki şeyle bağdaştırılabilirdi sadece. Ya maden buldular -ki bulsalar bile madeni geçerli bir silah haline getirecek teknik ve malzemeleri yok- ya da arkalarında onlara destek sağlayan bir kaynak var. "Yanisi şu ki sevgili kardeşim artık dış kraliyetlerden kendilerine bir destekçi bulmuş olmalılar. Artık yalnız değiller ve güçleniyorlar. Senin yüzünden!" diye soludu Louis. "Kralım aslına bakarsanız tüm suçu Joseph'e atmayı adaletli bulm-" "ELİZABETH!" Kral'ın hiddetli sesi Kraliçe'nin merhametli sesini bastırıp onu geri çekilmeye mecbur bıraktı. Başını yukarı kaldırıp sabır ve merhamet Tanrısı Donas'dan yardım diledi. "Kardeşinin de dediği gibi artık arkalarında bir veya birden fazla destekçileri var. Güçleniyorlar ve baş kaldırıyorlar. Bunun ne demek olduğunu biliyorsun değil mi sevgili oğlum?" Bakışları düşünceli bir ifade aldı. Ne düşündüğünü tahmin etmek Joseph için zor değildi eskisi kadar. Masanın üzerindeki siyasi atlasın kıyısından tutup çekti. Genişçe yayılan alanın çoğu yerinde yıpranma olsa da iş görüyordu. 4 tane gümüş kaleyi işgal altındaki bölgelere en yakın askeri birlikleri göstermek için kullandı. Çoğunluk yine doğu bölgesi üzerindeydi. Güney Tural'dan bahsetmeden de geçemedi. Kuzey ve batı Tural zaten denizle çevriliydi, iyi bir donanma ile oradan büyük kayıplar verebilirlerdi lakin kral henüz yeni yeni savaş aletleri edinen bir halkın elinde donanma olabileceği düşüncesini görmezden geldi. Haksız sayılır mıydı işte orası bir muamma. "Birkaç muhafız ile aralarına sızmanı ve destekçiyi bize bildirmeni emrediyorum." Ona düşen rol sadece başını eğip kaderini kabullenmekti. "Emriniz başım üzerine!" "Yarın...yarın daha gün doğmadan yola çıkacaksın infazcı. Gereken tüm malzemeler atına yüklenecek. Çıkabilirsin." Ona biçilen pay buydu. Saray içerisinde iğrenilen lanetli bir Prens. Ve dışarıda... Dışarıda kraliyet efsanesi olarak dilden dile dolaşan kimliği belirsiz bir infazcı. Gerisin geri taht odasını terk ederken aklında dönen tilkiler odasına kadar ona eşlik etti. Odasına girdiğinde onu karşılayan tek dostu Albert'dı. Yüz doksan yedi santim boyu, altın sarısı saçları, yeşil gözleri ve tanrı tarafından hediye edildiğine inandığı keskin yüz hatlarıyla Artemis tapınağından koparılmış bir ilah gibiydi. Kaslı erkeklerin kıskandığı vücuduna değinmiyordu bile. Tek kusuru biraz çapkın olmasıydı -ki o da hiçbir insanın kusursuz olmamasından kaynaklanıyordu-. "Yaşıyorsun aman tanrım!" Büyük bir abartı ile lanetli suratını avuçladı ve sabır ve merhamet tanrısı Donas'a şükürlerini sundu. Ellerini suratından itti ve kafasına vurdu. "Tanrım! Saçmalama Albert." "Ah dostum saçmalama mı?"Düştüğü büyük dehşeti abartarak anlatmada üstüne yoktu. Kocaman açtığı iri gözlerinin ardından, "Tanrı biliyor ya! Seni taht odasına çağırdığında Louis'i Kral ilan etmek için canını alacağını sandım." Üzerindeki pamuk gömleği çıkarıp sandalyenin üzerine gelişi güzel fırlattı. "Bu oldukça adaletsiz ve canice olurdu. Sayın Kral bu dediklerini duysaydı yarın gün doğumunda rüzgar eşliğinde sallanan kafatasına bakarken bir yandan da güneş ışıklarının doğumunu izlerdim. Güzel bir manzara olurdu açıkçası." Albert'in ağzı aralandı. Burnunu kırıştırdı. "A-ama ben senin arkadaşınım Joseph. Tanrım! Biraz kibar olamaz mısın?" Altın sarısı saçlarını çapkınca geriye doğru taradı. "Hem bu kafatası yerinde duruyorken kızların daha da ilgisini çekiyor bundan emin olabilirsin." Joseph sinsi bir tavırla yaklaştı kulağının arkasına. "Aşçı Berry senin onun kızı Benedetha ile yattığını biliyor mu?" Albert'ın beyaz teni adeta kireç kesildi. "Yüce kitap adına! Berry bunu duyduğu gün sakın akşam yemeklerine katılma Joseph. O yaşlı kaçık şüphesiz ana yemek olarak benim etimi servis eder önünüze." "Domuz eti tüketmediğimizi biliyor olmalısın." Albert kanepenin üzerindeki sert kumaşlı yastıklardan iki tanesini alarak Joseph'in kafasını hedefledi. "Tanrım! Tam bir pisliksin Joseph. Ben gidiyorum." "Benedetha'nın yanına mı?" "Annenin yanına Joseph!" Albert kapıyı yüksek bir sesle çarpıp çıktı. Zedelenmiş içerisinde onu ayakta tutan paslanmış demirin görüldüğü en büyük kolonun yanına doğru adımlarken bir atmaca gibi sinsi uçan bir baykuş kadar sessizdi. Silah tutmaktan nasırlaşan sert parmak uçları ile pürüzlü yüzeyini okşadı. Kirişle kolonun birleştiği yere kadar tırmanması gerekti. Bu onun için çocuk oyuncağıydı. "Burada mıymış efendim?" Hafifçe elini uzattığı yeri tırnaklarıyla eşeledi. Dökülen tozların yanda küçükçe bir kâğıt da vardı. Bir sıçramayla yere atladı. "Evet." Elini uzatıp müsaade istedi. Siyah uzun saçlarının yere değmemesine özen göstererek yıpranmış sarı kağıdı üzerindeki tozları silkeleyerek ona verdi. Açıp okudu. Yüzünde tehlikeli gülümsemeye bakılacak olursa kâğıtta yazılanlar hoşuna gitmişti. "Gidiyoruz." Ayaklarının altındaki molozlar ses çıkarırken epey temkinli davranıyordu. "Ne yazıyordu kâğıtta?" Hadsiz cümlesi kulaklarına iliştiğinde yaveri Eros'a döndü. Keskin bakışları merak etmemesi gerektiğini yeterince anlatıyordu aslında. Eros gözlerini kaçırıp başını yere eğdi. "Kusura bakmayın efendim." "Eros. Yeni yetme bir er olduğunu düşündürüyorsun bana şu son zamanlarda." Derin nefes alıp kafasını salladı. "Haber geldi Doğu Tural'a sızıcağız. Kral'ın emri! Yarın gün doğmadan tam vaktinde kışlada ol gecikeyim deme!." Yeni görevin verdiği heyecan ile birlikte kafasını salladı Eros. Dudaklarını bir sırıtma esir aldı. Sızma görevi de olsa uzun zamandır sahada olmadığı için serzenişteydi, bu kızgın bir demire su dökmek gibi rahatlatıcı gelmişti ona. En son 1 yıl önce ki Doğu Tural baskınında epeyce büyük bir role sahip olmuştu tadı damağında. "Emredersiniz!" "Git ve hazırlan." "Emredersiniz!" Eros aceleci adımlarla koşarak enkazdan çıktı. Gecenin karanlığı ile tek başına kaldı. "Emrederim tabi." Diye mırıldandı kendi kendine sessizce. Büyük molozlardan bir tanesine oturdu. Yan tarafında önceki baskından kaldığı belli olan kurumuş, rengi zifte dönmüş kan damlalarının üzerine yıpranmış kağıdı koydu ve cebinden çıkardığı kibrit ile onu tutuşturdu. Kısa sürede yanan kağıttan geriye külü kalmıştı, işaret parmağı ile onu karıştırıp kokladı. İs. Yaklaşan savaştan geriye kalacak olan tek şey buydu işte. Belki ceset parçaları da olacaktı yer yer ama gökyüzünde bekçilik yapan aç akbabaları düşününce bunun uzun sürmeyeceğini aklına getirdi. Yıldızların etraftaki az ışıklandırma yüzünden daha da belirgin olacağını düşünmüştü ama yukarı baktığında...hayır. Günün uğursuzluğu. Bulutlar etrafı çerçeveleyip yutan karanlık bir sis gibi gökyüzünü esir almış kraliyeti lanetliyordu. Onları görmeleri bile yasaklanmıştı. Ama umut... Umut onları bitiren tüketen şeydi. Biraz ilerde kılıç sallama sesleri vardı. Kışlada baskından kurtulan askerlerden bir kaçı yaşanacak savaşta hayatta kalma şanslarını arttırmaya çalışıyordu muhtemelen. İçlerinden bir tanesi göze batıyordu. Kızıl lüle saçlarının ona çocuksuluk kattığı ama boyunun bunu gölgelediği, Patrich. "Valery!" Patrich'de ki bakışlarını çekmişti. Siyah saçları ile görüş açısının içerisinde bulunan Kratas aceleci adımlar ve soluk soluğa bir nefesle bulunduğu alana girdi. Elleri dizlerinde soluklanırken endişeli bakışları ile çevreyi tartıyordu. "Victor..." dedi kesik nefeslerinin altında. "Victor'u bulamıyorum. Hiçbir yerde yok. Yer yarıldı da içine düştü sanki." Valery oturduğu molozdan kalktı ve üzerini silkeledi. "Onu en son nerede gördün?" Kratas düşündü. Yeni çıkmış sakallarını kaşırken cevap verdi. "Pazar girişinde. Robert'in şifahane dükkanının önünde arkadaşları ile oynuyordu ve sonra...ve sonra gitmiş. Onu bulamıyorum. Arkadaşları da bilmediklerini söylediler. Hava karardı kraliyetin Muhafızları'nın nöbet zamanı çoktan başlamış olmalı. Eğer onu tek bulurlarsa..." Sesi ağlamak üzere olduğundan çalak ve olağanca endişeli çıkmıştı. Victor onun baskında ölen anne ve babasından geriye kalan tek ailesiydi. Mirasıydı. Onun için bir kolundan olsa dahi bunun için hiçbir pişmanlık hissetmemişti. Hatta diğer kolunu da vermeye hazırdı. Valery onların bu bağına hep saygı duyar imrenirdi. "Endişelenecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Oyuna dalmış takılıp gitmiştir." Kratas aceleyle kafasını sağa sola sallayıp reddetti. Tek kolu ile Valery'in kaslı kolunu yakalayıp çekiştirdi. "Hayır Valery. Tanrım! Lütfen Victor böyle bir çocuk değil bunu sende biliyorsun." Aslında böyle olduğunu o da biliyordu ama Kratas fazla endişeliydi. Koluyla omzunu kavrayıp sıktı. Kafasını sallayıp, "Nöbet yerlerini kontrol edelim."dedi. Kratas'ın gözleri ışıldadı. "Olur hemen gidelim." Tek kolu ile olabildiğince Valery'i sürükledi. Valery'in ayakları ona hizmet etmeye her zaman hazırdı. Pazar oldukça büyüktü aslında. Hatta haddinden fazla büyüktü. Bu yoklukta binlerce dönümlük Kraliyet bahçesini kaplayacak kadar satabilecekleri ne vardı ki ellerinde? Yırtık muşambaların aralarından bir hayalet gibi geçti. Onu Kraliyet muhafızı olarak tanıyan birkaç insanın kötü bakışları ve okudukları lanetleri duymazdan geldi. "Lanet olsun!" "Kral'ın fahişesi!" "Muhafızları eğlendirmek için kadınları da işe almaya başlamışlar!" "Burada ne işin var!" Gözleri ile sönmeye yüz tutmuş ışıklardan yardım almaya çalıştı. İki sokak ötede bir muhafız nöbet durağı olmalıydı. Yüzünü gizleyerek bozuk yolda ses çıkarmamaya çalışarak yanlarına yaklaştı. Tıpkı halktan biri gibi kambur ve sefil görünmeye özen gösterdi. Kratas saklanma konusunda yetersiz olduğundan ileride ufak çaplı bir olay çıkartmayı başarmıştı ve ona kolaylık sağlamıştı. İçini gösteren yırtık kumaşlara ev sahipliği yapan kadın dışında burada kimse yoktu. Sanırım kadının haline biraz üzülmüştü. Sanırım. Duygusuz gözlerle onu izledi. Yanakları diğer insanlardan farklı olmayarak açlıktan içe doğru çöküktü ve dudağının kenarında önceden oluştuğu belli olan madeni para büyüklüğünde bir morluk vardı. Ama kaşından çenesine doğru süzülen kan biraz önce tartaklandığını gösteriyordu. Öyle çok bir yarası olmadığına göre ya muhafızlara selam vermemişti ya da ellerine henüz yeni düşmüştü. Biraz daha odaklandığında 9-10 adım ötede epeyce hırpalanmış Victor ve ondan daha beter durumda bir adam duruyordu. Aradığını bulduğunda ayaklarını hedefe –Victor-a yönlendirdi. Muhafızların yokluğuna bakılırsa Kratas'ın peşine düşmüş olmalılardı. Umarım yakalanmaz diye geçirdi içerisinden. Onca derdin arasında bir de onunla uğraşamazdı. Yüzünü esir alan alaycı gülümsemesi ile çocuğun önüne diz kırarak oturdu. Victor gözlerini kaçırdı utançla. Sessizce fısıldadı. "Victor." Kızarık yanağında beş parmak izi gayet seçilebilir bir şekilde net'ti. Hafiften tombul yanakları acısa da çok saygı duyduğu ve içinde büyük bir aşk beslediği kadına gülümsedi. Yaşının henüz on üç olması pek de umurunda sayılmazdı açıkça söylemek gerekirse. Utangaçlığı azalınca, "Ah aşkım!" dedi büyük bir abartıyla. Yan tarafında duran tartaklanmış adamın kaşları havaya kalktı. Gözleri ilgi ile onları izliyordu. "Beni kurtaracağını biliyordum." Dedi dudaklarını büzerek. Hayran bakışları ile mayışmış çocuğa bir şey demeden öylece bir süre baktı. Gözlerini vücudunda gezdirip hasar kaybı yaptı. "Açıkçası seni burada bırakmak şuan daha cazip geldi gözüme. Sence neden Sör Victor?" "Bilmem ki." Dedi omuzlarını silkerek. Sonra aklına bir şey gelmişçesine yüzü aydınlandı. "Haa sen yüzümden bahsediyorsun." Bilmiş gibi kafasını salladı. Derin bir soluk bırakıp kalp fışkıran gözlerle konuşmaya devam etti. "Endişelenme aşkım. Yüzüm hep böyle kalmayacak çok kısa bir sürede iyileşeceğinden eminim." Endişesini belli etmemeye çalışarak sordu. "Hem sen beni burada bırakmaya kıyamazsın ki?" Yanlarında ki cüsseli adamdan gelen homurtuları duydular. "O bir muhafız. Sana öyle bir kıyar ki aklını şaşırır öylece kalırsın ." "Tabi! Neden olmasın?" diye söylendi Valery. Belinden çıkardığı bıçağı ile Victor'un ellerindeki ve ardından ayaklarında ki ipleri çözdü. Kollarından tutup kaldırdı ve saçlarını düzeltti ardından arkasını döndü ve yürümeye başladı. Adamın attığı alaycı kahkahayı duydu arkasından. Uzun yıllar manipülasyon dersleri ve insan psikolojisi üzerinde aldığı dersleri hatırladığında bu kahkahanın arkasında burukça bir hüzün olduğunu çözebilecek durumda olduğundan emindi. Durmamaya kararlı bir şekilde ilerlerken kulağı arkadan gelecek sesi de ölçüyordu. Hızlı adımlarla paytak paytak peşinden gelen bir çocuğa ait adım seslerini neden duyamıyordu? Victor? Arkasını döndüğünde Victor'un çözüldüğü yerden hiçbir yere kıpırdamadığını görmüştü. Kararsızca bir Valery'e bir de hırpalanmış kadın ve adama bakıyordu. "Victor!" diye seslendi donuk bir sesle. "Seni bekleyemem bütün gün." Dedi ve ilerledi. Victor koşarak Valery'e ulaştı ve kolunu tutup çekiştirdi. "Tanrım! Siz iki kardeşin kolumla alıp veremediği şey de ne?" Victor melül melül baktı Valery'e. "Valery bekle. Onları çözmeyecek misin?" Gösterdiği yerde ki insanlara baktı. Daha doğrusu ona dik dik bakan adama. Yerli halktan birisine kesinlikle benzemiyordu gerçi bunu kilosundan da anlayabilirdi. Epey kalıplıydı ve de bakımlı. Sefalet görmediği çokça belliydi, üzerindeki kıyafetlere bakılırsa halktan birisi gibi görünmeye çalışmıştı ve bu da onun istihbaratçı gibi bir şey olduğunu düşündürtmüştü Valery'e . Belki komşu Krallıktan birisiydi emin değildi. Kuzgun gibi herifti açıkçası. Kara gözler kısa kesilmiş zift gibi renklere sahip saçlar. Adeta geceye davet ediyordu karanlığında boğmak için. Saç başlangıcından kaşına doğru ilerleyen beyaz bir iz vardı. Geçmiş senelerde atılan bir dikiş izine benziyordu, savaşçı da olabilirdi bu bağlamdan yola çıkarsa. Bakışlarını adamın çehresinden çekip Victor'a yönlendirdi. Suratından memnuniyetsizliği yeterince anlayabilirdi. "Hayır." dedi omuzlarımı kaldırıp indirerek. Victor dönüp adamın gözlerine baktı ve tekrar Valery'e döndü. Ağzı hafif aralıktı bir balığa benziyordu. "Ama onlara yardım etmeliyiz." Dedi sonuca varmak için. Düz mantık. "Bence." Dedi Valery 'e' harfini uzatarak. "Seni bir an önce abine ulaştırmalıyım." Kolundan tutup ilerletirken ayakları ile toprağı kullanarak gitmelerini engelledi Victor. Valery'in bıkkın bakışları onun topalak suratını buldu. "Tanrım! Victor işim var ve ayrıca muhafızlar abinin peşindeler gitmeliyiz. Hem de hemen!" Victor dudaklarını büzüp yine o garip hareketini yaptı. Hani şu şey gibi olan...şey. Gözlerini doldurup ve şey işte yeni doğmuş bir bebek gibi saf ve masum, Evet tam olarak öyle. "Ama onlar benim yüzümden buradalar ve tartaklandılar. Lütfen Aşkım onları da kurtaralım." Ah Valery'in yanından ayrılmayan iblis bu sefer karşısına Victor kılığında çıkış olmalıydı. Yüce Tanrım! "Onun yardımına ihtiyacım yok Victor." Konuşurken Victor'a karşı sesini nazik tutmuştu yabancı adam. "Bak ihtiyaçları yokmuş hadi gidelim."dedi Valery. Victor'un kolunu canını acıtmamaya çalışarak kavrayıp götürmeye çalıştı. Tekrardan ayakları ile toprağa tutundu Victor. Küçük iblis. "Valery yalvarırım. Valery lütfen lütfen lütfen lütfen lütf-" "Tanrım kes şunu!" "Sen onları kurtarana kadar kesmiycem. Lütfen lütfen lütfen lütfen lütfen lüt-" "Kratas'ın kardeşi olmasaydın şimdiye kafatasından kendime güzel bir kadeh yapmış olurdum." Victor yüzünü buruşturdu. "Iyğ Valery bu iğrenç." Victor'un alnına canını hafif acıtacak bir fiske attı. "En az ısrarların kadar küçük fare." Adımlarını dönüp hırpalanmış kadının yanına ilerlettiğinde Victor küçük bir neşeli çığlık atmıştı havaya. Valery eğilip kadının zayıf kollarını kavradı ve bileklerini tahriş eden bu eziyetten onu kurtardı. Dönüp Victor'a baktı ve serbest kalan kadını gösterdi kafasıyla. "Oldu mu?" Victor tatmince kafasını salladı ve arkasını işaret etti. "Ve onu da." Valery büyük bir sabırla ciğerlerine oksijen çekti ve yavaşça geri verdi. Bunu üç dört kez tekrarladı ardından gökyüzünde ki onları dinleyen Tanrılardan yardım dilendi. "Bence şansını daha fazla zorlamamalısın. Onu buralı olmadığı ve ülkemize sızmaya çalıştığı için zindana atmadığıma şükretmelisin. Seni kurtarmaya çalıştığı için bir seferlik buna göz yumacağım ama daha fazlası değil." Victor'un ağzı açık kalmıştı. "Victor!" Kratas'ın endişeli yüksek sesi tartışmaları sonlandırdı. Koşarak tek kolunun yetebileceği şekilde kardeşinin vücudunu sardı. Art arda öpücükleri Victor'un siyah kıvırcık saçlarında yer alıyordu. "Abi." Dedi kısık ve oldukça mahcup bir sesle. Kratas sıkı sarılmasından sonra geri çekildi. Kızgın gözleri ile ona baksa da gözlerini vücudunda endişeyle gezdirdi kardeşinin. "Neredeydin Tanrı aşkına! Aklım çıktı Victor ya Valery seni bulamasaydı! Ah düşünmek bile istemiyorum. Şu haline bir bak keşke o muhafızları parçalayabilsem."diyerek sinirle söylendi. Araya yabancı bir ses karıştı. "Yanında bir muhafız duruyor hırsını ondan alabilirsin. Neticesinde hepsi aynı pislik."dedi. Valery dönüp bakmamıştı bile. Varlığını unuttuğu yanak kasları hafifçe çalışmıştı o kadar. Kratas'ın soru dolu bakışları Valery'i buldu. Burnunda hava vererek gülmeye başladı, hıçkırır gibiydi daha çok. "Bu da kim?" dedi Valery'e. "Seni daha önce buralarda hiç görmemiştim buralı değilsin olamazsın da. Bayağı sağlıklı duruyorsun?" Baştan aşağı adamı incelerken yabancının gerilen kaslarını da fark edebilmişti. "Kim olduğum seni ilgilendirmez." Diyerek kendini savunmaya aldı. Alaycıl bir gülümseme savurdu Kratas. "Benim ülkemdesin dostum." Dedi ona 'aptalsın' der gibi bakarken. "Elbette beni ilgilendirir." Yabancı ağzını açıp cevap vereceği sıra arka sokaklardan ayak sesleri duyuldu. Muhafızlar çok yakınlarda olmalıydı. Valery vakit kaybetmeden Kratas ve Victor'un kollarından tutarak karanlık sokağa daldı. "Durun!" Onları gören muhafızın ihtarına karşılık hızlarını arttırdılar. Halkın içerisine karışabilirlerse izlerini kaybettirmeleri bir o kadar kolay olurdu. Saman dolu küfeleri devirerek zaman kazanmaya çalıştı Valery. "Durun dedim size." Muhafızların onları yakalaması yakındı. Arkadan gelen patırtı sesi ile arkasına dönme gereği duydu Valery. Gecenin karanlığında gözlerinin ayırt edebildiği kadarıyla yerde bir şey uzanıyordu. Kırmızı bir şey. Derin gecenin içerisinde kalın bir ses duyuldu. "Ödeştik." Bu yabancı adamın sesiydi. Özgürlüğüne karşılık muhafızı bayıltmıştı. "Ödeştik." dedi Valery kafasını görmeyeceğini bildiği halde sallayarak. "Ve şimdi de benden kaçman gerek. Artık birbirimize borcumuz yok." "Evet öyle." dedi yabancı adam ve koşarak uzaklaştı. Victor ardından seslendi. "Görüşürüz Andrew! Beni unutma!" 'Görüşüceğiz Andrew' dedi Valery içinden. 'Soluğum ensende olacak...Kana susamış kılıcım gibi.'
|
0% |