@tgceymn
|
Beni instagramda takip etmeden geçmeyinnn ---- tug.cesrgl---- Zihnim tam olarak uyanmadan baş ağrısı dalga dalga yayılıyordu. Migren ataklarımda bile böyle ağrı çekmiyordum. Başımın bu kadar ağrımasının sebebini düşünmeye çalıştım. Zihnimde merdivenden düştüğüm an puslu da olsa canlandı. Metroya girerken Emre Mert ve Sibel'i görmüş sonra dengemi kaybetmiştim. Ruhumun canını yaktıkları yetmiyormuş gibi bir de fiziksel olarak canımı yakmışlardı. Bedenimi kımıldatmaya çalıştığımda örtülerin hışırtısı kulaklarıma ulaştı. Aldığım derin nefeste tam olarak nereden geldiğini bilmediğim kokuları aldım. Sonra zihnimde birkaç kelime canlandı. Bal mumu, gül esansı ve ahşap cilasının o geniz yakan kokusu. Bunlar hastaneye ait kokular değildi. Baş ağrımı yok saymaya çalışarak gözlerimi aralamaya çalıştım. Sanki çapaklanmış gibi zorlansa da sonunda göz kapaklarımı araladım ve tuhaf bir tavanla karşılaştım. Tuhaftı çünkü ne evimdeki ne de hastanedeki tavanlara benziyordu. Onun yerine çiçek ve küçük meleklerin resmedildiği bir tavan vardı. Işık çok az olduğu için resmin tamamını göremiyordu. En önemlisi avize olması gereken nokta boştu. Gözlerimi kısıp dikkatimi toparlamamda zorluk yaratan ağrının şiddetlendiğini hissettim. İnleyerek elimi başıma uzattığımda parmak uçlarım sargının sert yapısına sürtündü. Aldığım darbe yüzünden başımda yara açılmış olabilirdi. Bir şeyler tuhaftı ve ben bunun ne olduğunu anlamak için kendimi toparlamalıydım. Avuçlarımı örgü battaniyeye bastırıp yataktan doğrulmaya çalıştığımda başımdaki basıncın değişmesi ağrısının sert bir dalga gibi vurmasına neden oldu. Yine de vazgeçmeden yatakta doğruldum. Gözlerimi sımsıkı kapatarak yastıklara yaslandım. Soluklarım sakinleşirken gözlerimi yeniden açtım. Gördüklerim midemin ters takla atmasına neden oldu. Daha önce bir kere bile görmediğim bir odanın içindeydim. Odanın içinde yanan iki mum ve şömine sayesinde azda olsa odaya bakabiliyordum. Bir dakika şömine mi? Artık baş ağrımın bir önemi kalmamıştı. Panik ağrıyı bastıracak kadar güçlüydü. Sadece bilmediğim bir odada değil bilmediğim bir zamanda sıkışıp kalmış gibiydim. Hangi yere baksam zihnimde bana ait olmayan anılar vardı. İlerideki tuvalet masasında sayısız kez saçlarımı yaptığımı hatırlıyordum. Kalın perdelerin kapattığı camın yanında duran yazı masasında bazen güldüren bazen ağlatan mektupların anısı vardı. Zihnimde anılar bir yazıya şaşı bakıldığında olduğu gibi ikiye ayrılıyor gibiydi. Bir tarafta Eda Atasever olarak ben, 2020 yılında otuz iki yaşımdaydım. Zihnimin diğer tarafında ise ben Helen Anne Mercer olarak 1824 yılının İngiltere'sinde yirmi beş yaşındaydım. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Baş ağrıma mide bulantım da eşlik ediyordu artık. Öğürme isteğini görmezden gelmeye çalışarak gri kalın ipten örülmüş battaniyeyi ve yünle doldurulmuş ağır yorganı üzerimden attım. Üzerimde boğazıma kadar örtülü beyaz bir gecelik vardı. Ellerim ellerime baktığımda mürekkep lekeleri ile kaplı olduğunu gördüm. Titriyorlardı çünkü aklım gördüklerimi algılamakta zorlanıyordu. Falcının dediklerini düşündüm. Geçmişimde olanı düzeltmek isteyip istemediğini sormuştu. Onun böyle bir şeyi yapmaya gücü olabilir miydi? Bunların gerçek olduğunu düşünmüyordum. Metro merdivenlerinden düştükten sonra komaya girip aynı konulu film ve kitaplarda olduğu gibi bilinçaltımın bir köşesinde yaşıyor olabilirdim. Peki zihnimdeki bana ait olmayan anıları nasıl açıklayacaktım? İnsanın bilinci bu kadar geniş kapsamlı ve detaylı bir senaryo yazabilir miydi? Falcının söylediğine göre önceki hayatımdaydım. Aramızda reankarnasyona inanan tek insan Ceren'di ve her zaman kendisinin bir önceki hayatında prenses olduğunu söylerdi. Ona inanmaz, anlattıklarıyla alay etmek için Sibel'le fırsatını asla kaçırmazdık. Onu hatırlamak ruhumda açılan karanlık dolu yarığın daha da genişlemesine neden oldu. Oldukça yüksek yataktan ayaklarımı sarkıttım. Ayaklarımın yerdeki terliklere ulaşmasına bakışırsa kısa boylu bir kadın değildim. Kırk yıl düşünsem bir şekilde geçmiş hayatıma gelebileceğimi düşünmezdim. Özellikle bir baronun ikinci çocuğu olarak yaşadığım bir hayat olmasına ihtimal vermekte zorlanırdım. Terlikleri giymeden zemine basınca soğuk sanki ayak tabanımdan hızla başıma vurdu. Hemen ayaklarıma terlikleri geçirdim. Oda da ateş yanmasına rağmen içeriyi tam olarak ısıtmıyordu. Ağır adımlarla masanın üzerinde duran mumlardan birini tutarak kaldırdım. İleride giysilerin olduğu bir dolap vardı. Onun tam yanında ise aradığım eşya vardı; boy aynası. Mumu kaldırarak aynaya yaklaştım. Aynaya yansıyan görüntüm nefesimin kesilmesine neden oldu. Temel olarak hala kendime benziyordum. Bal rengi saçlar kalın bir örgü halinde belime iniyordu. Ela gözlerimin yerinde koyu yeşil olduklarını düşündüğüm bir renk hakimdi. Yüz çizgim daha keskin, dudaklarım daha inceydi. Hem kendime benziyordum hem de alakam yoktu. Kabusun içindeydim sanki. Baş ağrım olmasa kabusta olduğuma emin olabilirdim bile. Boyum yine bir yetmişi buluyordu. Bedeni benimkinden daha zayıftı. Helen baronun kızı olabilirdi ama oldukça fakir bir barondu. Mumu düşürüp yangın çıkarabilirim korkusuyla masanın üzerine geri koydum. Titreyen bedenimle yatağa geri ilerledim. Gül desenli duvar kağıdı dikkatimi çektiğinde ruhumun çekildiğini hissettim. Yatağın içine girerek örtüyü üzerime sıkıca örttüm. Bu bir kabustu. Gözlerimi sımsıkı kapatıp nefesimi düzene sokmaya çalıştım. Uyuyacak, uyandığımda odamda uyanacaktım. Tüm bunlar korkunç bir kabus olarak kalacaktı. Hatta her kabusumda olduğu gibi hatırlamayabilirdim bile. Uykuyla uyanıklık arasında kendime durmadan bunu sayıkladım. Tanıdık bir ses uykumun arasında bana ulaştı. Biri perdeleri çekiyordu. Homurdandım. Annemler eve gelmiş olabilir miydi? O halde evin halini gördükten sonra sağlam bir fırça yiyecektim. Uyku o kadar tatlıydı ki uyanmak istemiyordum. Diğer tarafa döndüğümde yeniden uykuya dalmak istedim. Yanımdaki kişi ise bu sefer kazımaya benzer sesler çıkarmaya çalıştı. İstemsizce kaşlarım çatıldı. Odanın içinde bu sesi çıkaracak ne vardı? Zihnime olanlar yeniden canlandığında gözlerim birden ardına kadar açıldı. Bir zamanlar kırmızı olan şimdi ise soluk bir pembe rengini almış gül desenli duvar kağıtlarını gördüm. Hayır, tüm bunlar gerçek olamazdı. "Bayan Mercer uyandınız mı?" diye sordu genç bir kadın sesi. Örtüyü çekip yatağın ucunda elinde kül dolu kovayla dikilen genç hizmetçiye baktım. İsmi Rose'du. Kasabada durumu kötü olan çok çocuklu bir ailesinin bilmem kaçıncı kızıydı. Az para almasına rağmen Eden Park'ta hizmetçi olarak çalışıyordu. Zihnimde beliren bilgiler bir biri ardına gelirken başımın döndüğünü hissettim. Sanki iki ayrı yazı üst üste gelmiş ve üstteki diğerinin okunmasını engellemiş gibi Helena'nın anılarını daha net hatırlayabiliyordum. Derin bir nefes aldım. Panik yapmamalıydım. Falcının bu işte bir parmağı olduğu gibi komada olabilirdim. Ne olduğunu anlayana kadar yatakta yatmam mümkün olmayacaktı. Yataktan doğrularak bana bakan hizmetçiyle konuştum. "Ben uyandım sanırım," dedim ne söylediğimi fark etmeyerek. Çünkü kelimeler İngilizce çıkıyordu ve ben Türkçe düşünüyordum. Bu karmaşa midemin bulanmasına dengemin şaşmasına neden oluyordu. Kadını anlamamda bu tuhaflık yüzünden olmalıydı. Genç hizmetçinin külle lekelenmiş yüzünde şaşkınlık ifadesi belirdi ama üzerinde durmamış olacak kapıya yönelmeden önce reverans yaptı. "Kahvaltınızı hemen getiriyorum," dedi ve odadan çıktı. Beni içinden çıkamadığım bir kabusla baş başa bıraktı. Odanın çift kanatlı iki penceresi vardı. Kalın perdeler olmayınca günün ışığı odayı en karanlık köşesine kadar aydınlatıyordu. Gece gördüklerime artı olarak bir paravan ve şöminenin önünde yeşil örtü kaplı iki tekli koltuk vardı. Tam ortalarında soluk pembe yüzlü bir ayak taburesi vardı. Şimdi kesinleşmişti başka bir zamandaydım ve başımdaki hafiflemiş ağrıya bakılırsa oldukça gerçekçiydi. Başka bir büyük derdim daha vardı. Benim Emre Mert tarafından terk edilmem gibi Helena'nın da bir kalp acısı vardı. William Godfred. Helena'nın eski nişanlısı. Billy olarak seslendikleri William aslında abisinin okuldan arkadaşıydı. Helena ile bir yaz tatili ziyareti yaparken tanışmış, birbirlerinden etkilenmişlerdi. Helena'nın zihnindeki anılar onun gözündendi ama adamın evlenme tekli etmesi onunda kadına karşı boş olmadığı anlamına geliyordu. Her şey yolunda giderken bir gün William onunla olan nişanını iptal etmiş birkaç ay geçmeden onun bir markinin kızıyla nişanlandığını duymuştu. Olaylar bununla sınırlı kalmıyordu. Haberi alan Helena durmadan William'a mektup göndermeye başlamış, balo sezonu boyunca adamı ve yeni nişanlısını her davette takip ederek kendini insanların gözünde küçük düşürmüştü. Sosyete de itibar çok önemliydi. Helena'nın tüm itibarı yerle bir olmuştu. Onu davetlere çağıran insanlar çıkaracağı rezalet için çağırıyordu. Bu sayede sıkıcı davetleri eğlenceli bir hal alıyordu. Helena bunları bilmesine rağmen adamın peşinden giderek mümkünmüş gibi kendisine geri dönmesini sağlamaya çalışıyordu. Tüm bu hareketleri zaten aralarında soğukluk olan abisini kendisinden iyice uzaklaştırmış. Hayatta kalan son aile üyesi de ona sırtını dönmüştü. Biraz ileride duran yazı masasına ilerledim. Artık birbirine eş iki yaram vardı. Masa da yazarken Helena'nın gözyaşları durmadan kağıda akmış, mürekkepte iz bırakmıştı. Falcının söylediği hata bu olabilir miydi? Bir sapık gibi adamın peşinden koşarken hayatında neleri kaçırmıştı. Kapı çalındığında farkında olmadan, "Girin," diye seslendim. İngiliz aksanını bu kadar doğal telaffuz etmek şaşırmama neden oluyordu. Odadan çıkan genç hizmetçi bu sefer elinde gümüş bir tepsiyle içeri girdi. "Kahvaltınızı getirdim Bayan Mercer," dedi ve aceleyle gece mumların olduğu masaya tepsiyi bıraktı. Tepsideki dumanı tüten fincanı aldım. Kokusuna bakılırsa sıcak çikolataydı. Çekinerek ufak bir yudum aldığımda dilime yayılan lezzet gözlerimin kocaman açılmasına neden oldu. "Eğer bir şeye ihtiyacınız olursa zili çalın efendim." Konuşmasından sonra odada beni yalnız bıraktı. Tepsiye baktığımda tereyağı, çilek reçeli, kızarmış ekmek ve peynir olduğunu gördüm. Bir şeyler yiyecek kadar kendimi iyi hissetmiyordum ama sıcak çikolaya iyi gelmişti. Dilimi yakmadan ufak yudumlar alırken pencereye ilerledim. Odanın pencereleri ön bahçeye bakıyordu. Bahçe günümüzde olan evlerin bahçesinden daha büyüktü ama Helena'nın zihninde evlerinin ne kadar küçük ve fakir olduklarına dair iç karartıcı düşüncelerinin kokusunu alıyordu sanki. Bulunduğu konumdan memnun değildi. Eğer parası olsaydı William onu terk etmezdi diye düşünüyordu. Helena bir ara bunun için abisini suçlamıştı. Edward Anthony Mercer. Yıkılmış bir baronluğu unvan alan Helena'nın abisi. Benim abim. Her zaman bir abim olmasını istemiştim. Bu hayatta bir abim olması ve Helena'nın kıymetini bilmemesi canımı sıktı. Eğer bu hayatta kalacaksam ona güvenmeli, yanında kalmalıydım. Komada değilsem falcının söylediği gibi önceki hayatımdaydım. O zaman geri dönebilmek için söylediği hatayı düzeltmem gerekecekti. O hatanın ne olduğu açıkça ortadaydı. William Godfred. Helena'nın peşinden koştuğu bu adamdan uzak kaldığımı bir şekilde göstermeliydim. Bu sayede artık onun peşinden gezinen deli bir kadın olarak anılmazdı Helena. Tabi bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Sıcak çikolata bittikten sonra fincanı masaya, tepsinin üzerine bıraktım. Gecelikten kurtulup kestane ağacından yapılan dolaptaki elbiselerden birini giymek için ilerledim. Helena'nın kıyafetleri birkaç yıl önceki modaya göreydi. Onlarda ya yamalı ya da onun bedenine göre uyarlanmış annesinin kıyafetleriydi. Elbiselere bakarken Helena'ya üzülmeden edemedim. Hangi yılda olursa olsun dış görünüş ve zenginlik toplumda yer edinmeyi sağlardı. Helena ise bundan oldukça uzaktı. Nane yeşili elbiseyi aldım. Bu elbise öncen ilikleniyordu. Hizmetçinin beni giydirmesine izin verecek kadar sakin değildim. Hala bulunduğum zamanı sindirmeye çalışıyordum. Yola devam etmek için uyum sağlamalıydım. Bu şimdilik tek planımdı. Uyum sağlamak. Nane yeşili, kolları bol , kare yakalı günlük elbiseyi giydim. Tuvalet masasına oturduğumda başımdaki sargıyı dikkatle açtım. Korktuğum gibi alnımda bir yara yoktu. Başımı yokladığımda sağ tarafında bir şişkinlik olduğunu fark ettim. Bastırınca acıyordu. Saçlarımı Helena'nın yaptığı gibi ensemde topladım. Bulanık aynada görüntümü zorlukla seçebiliyordum. Yine de dikkatle baktığımda insan içine çıkabilecek kadar iyi göründüğümü kabul ettim. Tam o anda kapı çalınmadan açıldı. İçeriye uzun boylu, kumral, oldukça yakışıklı bir adam girdi. Helena'nın abisi Edward. Uzun boyu, geniş omuzları ve uzun güçlü bacaklarıyla çekici bir adamdı. Üzerinde binici kıyafetleri vardı. Kardeşini merak eden bir abi gibi değildi. Belli ki at bindikten sonra ziyarete geliyordu. Helena'nın yaptıklarından sonra onu bu tavrı için zorlayamazdım. "Duyduğuma göre kendini iyi hissediyormuşsun," dedi sert bir sesle. Helena'nınki gibi koyu yeşil gözleri bal sarısı saçlarıyla uyumluydu. Saçlarının ön tarafı geriye doğru yatırılmış, alnı ortaya çıkmıştı. Bir insana zor yakışan saç modeliydi ve bu adamda harika durmuştu. "Abi," dedim kelimeyi fısıldayarak söylediğimde. Beni duymadı. Masanın üzerinde yenmemiş kahvaltıma doğru yürüdü . Bana baktığında öfkeli görünüyordu. "Ne o şimdi de William'ı göremediğin için kendini açlıktan öldürmeye mi karar verdin?" Sesi gök gürültüsü gibiydi. İster istemez tavrı karşısında irkildim. Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslattım. "Ha-hayır," dedim sesimi bulmaya çalışarak. Onunla en son konuşmamızı hatırladım. Helena Winchester Düşesinin sayfiye evindeki davete katılmak istediğini abisine söylüyordu. Davet sadece abisine gelmişti ama Helena onunla gitmek istiyordu. Tek derdi Billy'yi görmek ve onu kendisine dönmesi için konuşmaktı. Edward alaycı bir ifadeyle güldü. "Sana inanmazsam kusura bakma." Bana dönen gözlerinde aşağılayıcı bir bakış vardı. "Merdivenden düşmen bile seni davete götürmemi sağlamayacak." O davete bir şekilde gitmem gerekiyordu ama Helena gibi ısrar etmek beni sonuca ulaştırmayacaktı. Gerçekleri anlatmak ise deli olarak adlandırılan kardeşinin gerçekten de deli olduğuna kanıtlamış olacaktı. "William'dan nefret ediyorum," dedim Emre Mert'i düşünerek. Benim için ikisi aynı kişiydi. Edward hala dikkatini bana vermiyordu. Bu yüzden devam ettim. "Ne yazık ki benden ayrıldığında gerçeği kabul edemedim ve yapmamam gerekenleri yaptım." Şimdi adam bana dikkatini vermişti. Koyu yeşil gözlerinde hala alaycı bakış silinmemişti ama en azından artık beni dinliyordu. "Başka bir kadın tarafından terk edilmenin nasıl bir his olduğunu anlayamazsın." Emre Mert beni bırakmış Sibel'i tercih etmişti. Bunun nedenini çok düşünmüştüm. Bütün sonuçlar özgüvenimin yerle bir olmasına neden olmuştu. Edward hızla bana doğru bir adım attığında kahverengi ceketinin etekleri savrularak masaya sürtündü. Koyu yeşil gözleri fırtınanın esir aldığı orman gibi görünüyordu. "Senin için üzülmedim mi sanıyorsun? O adamı düelloya davet edeceğim zaman bana engel oldun ama yine de onunla kavga ettim. Onurunu korumak için oysa sen onurunu beş paralık ettin." Adamın öfkesi karşısında zorlukla yutkundum. Helena'nın yaptıkları için az bile söylemişti. "Bunun için pişmanım," dedim içtenlikle. Güldü. "Artık çok geç. Senin çıkardığın olaylardan sosyete sıkıldı. Kimse seni davetlerine çağırmıyor," diye açıkladı hızlıca. Gerçekleri sakınmadan söylemesi canımı sıkmadı. Bir şekilde onunla konuşup ikna etmem gerekecekti. "Bunu düzeltebilirim," dedim masaya yaklaşmış, sandalyenin sırtına ellerimi koymuştum. Eklemlerim beyazlaşırken gerginliğimi göstermemek için yüzümü ifadesiz tuttum. "Sadece son bir şans istiyorum. Sosyetenin artık William ile ilgilenmediğimi görmesini istiyorum." Edward yüzümü inceledi. "Başını ne kadar sert vurdun sen?" diye sormaktan kendini alamadı. Beni dinlemekle doktor çağırmak arasında gidip geliyordu sanki. "İyiyim," dedim aceleyle. "Öncelikle planımı dinle. En azından bana anlatmam için şans ver." Edward kızarmış ekmeği ikiye bölüp çilek reçeline bandırdı. Isırık almadan önce bana bakmadan "Anlat," dedi. Eğlendiğini belli eden bir kahkaha attı. "Beni seni davete götürmem için ikna etmeye çalış." Derin bir nefes alarak aklımda hızlıca hazırladığım yarım yamalak planla adamı ikna etmek için konuşmaya başladım. |
0% |