@tgceymn
|
Sabah yağan yağmur sonrası gökyüzü masmavi görünüyor, beyaz bulutlar pamuktan birer yatak gibi gökyüzünü süslüyordu. Terasın açık kapısından esen rüzgar camı kapatmak yerine dekoratif duran mercan rengi perdeyi havalandırıyor, bahçenin kokusunu oturduğum koltuğa kadar taşıyordu. Gül, ıslak toprak ve ağaçların kendine has kokusunu taşıyan serin rüzgarı içime çektim. Sanki içime çektiğim hava değil, yaşamın özüydü. Gün o kadar güzel ve büyüleyiciydi ki bir an olsun yaşadığım sorunları unutmuştum. Son konuşmamızdan sonra Jason'ın odaya gelmediği gerçeğini düşünmek bile istemiyordum. Hayat sakin bir halde aktığında olağanüstü güzellikle çevrili olduğuma odaklanmaya çalıştım. Elimdeki fincanı dudaklarıma götürüp büyük bir yudum aldım. Dün Jason ile yaşadıklarımdan sonra midem durmadan bulanıyordu. Bu yüzden ılık ve ballı bir süt içiyordum. Üzerinde gezinen gül yaprakları süte ayrı bir tat katıyordu. Sanki geçip giden yaz mevsimi ellerimdeki fincanın içine sığmıştı. Serin bir rüzgar perdeyi çılgın bir dansa tutturduğunda üzerimdeki şalı düzelttim. Odanın içinde şömine yanmaya devam ediyordu. Terasın kapısını hava soğuk olmasına rağmen açmıştım çünkü odanın boğucu havası nefes almamı zorlaştırıyordu. Endişe ve korku bazen boğazınızı sıkan bir elden farklı hissettirmiyordu. Odada yalnızdım. Rose dışarı çıkmamız için gereken hazırlıkları yapmak amacıyla yanımdan isteksizce ayrılmıştı. İsteksizdi çünkü keyfimin olmadığını biliyordu. Her zaman yüzümdeki maskeyi sabit tutamıyordum. Ben sarayda yetişmiş bir insan değildim. Her ne kadar ona iyi olduğuma dair teminat versem de bana inanmadığını biliyordum. Sonunda isteksiz bir halde gittiğinde odada yalnız kalmanın keyfini çıkarabiliyordum. Jason'ın son söylediği sözler ve ifadesi gözlerimin önünden gitmiyordu. O haklıydı, ben de saraydan kaçmak için onu ve sarayın sağladığı yararları kullanıyordum. Nedense o söyleyene kadar bunları görmemezlikten gelmeyi tercih etmiştim. Aslında benimde ne kadar çıkarcı bir insan olduğumu göstermek istemişti. Bu yüzden artık ona kızdığım zaman şartların nasıl olduğuna da bir bakmam gerekecekti. Şartlar bazen bizi istemediğimiz noktalara götürüyordu. Jason'ın yaş balosuna beş gün kalmıştı. Jenina'nın ona yakın olmaya çalışması hala umutlarının var olduğunu gösteriyordu. Kadını bir şekilde oyalamaya çalışıyor olmalıydı. Ne yapmaya çalıştığını düşünmek istemiyordum. Elimdeki fincanı masaya bıraktığımda çıkan ses, şöminedeki odunların sesine karıştı. Koltuğumdan kalkarken ne kadar kaçınmak istesem de düşüncelerim Jason'daydı. Kralın odasına fazla hizmetçi girmiyordu, mahremine önem verdiğinden mi yoksa başına bir şey gelir endişesi ile mi bu kadar tedbirliydi bilmiyordum. Tek bildiğim hayatının hiçte göründüğü kadar kolay olmadığıydı. Bunları düşünmek beni yoruyordu ve ben bana verilen ikinci hayatın kıymetini bilmek istiyordum. Bir kere ölüm beni almıştı, bunun bir daha olmasına izin vermek istemiyordum. Kendime şunu sormalıydı; İkinci bir hayatı, kendini her şeyden önce düşünen bir adamın ardından üzülmek için mi kazanmıştım? Üstelik bu hayatı yaşayabilmek için geride bir hayat bırakmıştım. Ailemi düşünmeye çalıştım. Yüzlerini hatırlamaya çalıştığımda kaşlarım çatıldı. Neden yüzleri bulanık hatırlıyordum ki? Gözlerim yaşlarla dolarken annemin gözlerini düşündüm ama hayır, hatırlayamıyordum. Neden hatırlayamıyordum? Burnumun sızlamasını yok etmek için düşüncelerimi ailemden şimdi ki zamana, yaklaşan güne odakladım. Kraldan dışarı çıkmak için izin almıştım çünkü planı hayata geçirmek için atılması gereken adımlar vardı. Terzi için birkaç defa daha dışarı çıkacak, bu sayede birkaç defa işlerimizi tamamlamak için şansımız olacaktı. Comerdai'nin başkenti Lena şehri limanı olan bir şehirdi ve deniz ticareti oldukça aktifti. Gemiler yük getiriyor, yük götürüyordu. Gemi trafiği fazla olduğu için yolcu olarak onlardan birine girebilirdik. Jason bana kaçışım için yardım edecekti ama eğer bir sorun olursa bana yardı etmezse bir şansım daha olsun istiyordum. Eminim zorluklarla karşılaşacaktık, belki ben bu kaçış hakkında fazla hayalperest davranıyordum ama sarayda kalıp cam duvarların içine hapsedilmiş bir gül gibi saklanıp var olmayı kabul edemezdim. Ben ikinci hayatımda yaşamak istiyordum. Terasın kapısında durmuş, gökyüzündeki bulutların aheste aheste ilerlemesini beklerken odanın kapısının açıldığını duydum. Bakışlarım içeri giren Rose takıldı. Elinde bezden bir çanta vardı. Üzerini çoktan dışarı çıkacakmış gibi değiştirmişti. Bonesinin altından görünen saçları, heyecanla bakan kocaman gözleriyle olduğundan daha genç görünüyordu. "Hala hazır değilsiniz," dedi sitem ederek. Bazen benimle arkadaş gibi konuşuyor, bazen de oldukça resmi davranıyordu. Bunun sebebi olarak insanların arasında şaşırmamak için benimle böyle konuştuğunu düşünüyordum. Terasın kapısını yavaşça örttüm. Odadan çıkarken kapıyı açık bırakarak soğuk bir odaya geri dönmek istemiyordum. Rose bakmadan üzerimdeki şalı çıkarıp oturduğum koltuktan kalktım. "Aslında hazırım," dedim ilerde bıraktığım kadife pelerinimi alarak omuzlarıma attım. Rose beni onaylamayan bir tavırla başını sağa sola salladı. "Şapkasız çıkmayı düşünmüyorsunuz herhalde. O olmadan dışarı çıkarsanız insanlar sizin gerçek bir leydi olmadığınızı düşünür." Onun bu ciddi tavrı karşısında kahkaha atmaktan kendimi alamadım. "Zaten benim bir leydi olmadığımı düşünüyorlar," derken umursamaz bir tavırla kapıya doğru yürüdüm. İnsanların ne söyledikleri umurumda değildi ki. Önce benden nefret etmiş ve bunu saklamak için herhangi bir girişimde bulunmamış, ardından kral bana ilgi gösterdiğinde sanki her zaman değer gösteriyormuş gibi davranmaya başlamışlardı. Sadece midemin bulanmasına neden oluyorlardı. Rose, şapka takmam için beni ikna edemeyeceğini anladığında bıkkın bir halde nefesini verse de itiraz etmeden peşimden geldi. Çift kanatlı kapıdan çıkarken Finley elini kılıcının kabzasına koyarak bana döndü ve yavaşça eğildi. Kıvırcık saçları da onunla birlikte hareket etti. Her seferinde selam verişleri daha samimi bir hal alıyordu. Muhafız ve leydiden çok arkadaş olmuştuk. Onu geride bırakma düşüncesi kalbimin kırılmasına neden olsa da kardeşini bırakıp benimle gelemeyeceğini biliyordum. Üstelik saraydan çıkmama bile izin vermezdi çünkü o her zaman krala sadıktı. "Dışarı çıkmak zorunda mısınız Leydi Slyvia," derken Finley bakışlarını her zamanki gibi yakamda değil gözlerimde tutuyordu. Ona dikkatle baktım. Benden nefret eden adamdan geriye bir iz kalmamıştı. "Çıkmazsam elimdeki elbiselerden biriyle baloya katılmak zorunda kalırım." Finley'in tek kaşı havalandı. "Sarayın terzileri olduğunu biliyorsunuz," derken bariz olanı görmezden gelmeme karşı duyduğu şaşkınlığı anlayabiliyordum.ü Başımı sağa sola salladım. "O zaman Jenina'nın elbiseme hiç ummadığım bir şey yapacağını beklemek zorunda kalacağım. Hazırlıksız yakalanamam Finley. Bunu silahsız yapılan bir savaş gibi düşün." Finley kaşlarını çatınca derin bir nefes alıp yavaşça verdi. "Ya da düşünme, sadece bana eşlik et yeter," dedim fazla uzatmadan. Finley cevap olarak sadece başını salladı. Erkek sarayda da olsa, erkek erkekti. Kadınların ince zekası ve yapabilecekleri hareketler karşısında pek ince düşünemiyorlardı. Başta Jason geliyordu. Jenina'ya güvenmeyi seçmiş, sonunda neredeyse onunla beraber olarak hayatının kararmasına neden olacaktı. Aklıma gelen düşünce koridorun ortasına durmama neden oldu. Kitapta birlikte oldukları ilk geceden sonra o yüzden peşinden gitmiş olabilir miydi? Jenina ona sürekli iksir vererek aklının bulanmış olmasını sağlamış olabilirdi. Bu düşünce canımı sıktı. Yeniden yürümeye başladığımda Finley ve Rose'da beni takip etti. Artık kitabı okuduğum olay örgüsü ile düşünmemeliydim. Slyvia ölmesi gereken yerde ölmemiş, yalanda olsa metres olarak kral tarafından odasına alınmıştı. Şimdi her ne yaşanacaksa kitapla alakası olmadan gerçekleşecekti. Bu bende korku kadar merakta oluşturuyordu. Sarayın ana girişinden değil daha sade olan, genellikle hizmetçilerin kullandığı girişten çıktık. Bizi bekleyen oldukça mütevazi at arabasına binmek için ilerledik. Rose önce benim binmem için kenara çekildi. Finley'in yardımıyla arabaya bindikten sonra peşimden Rose araca girdi ve şehrin merkezine doğru ilerlemeye başladık. Alışmam gereken diğer bir şey ise bu zamanda kullanılan araçlardı. At arabası hafifçe yalpalarken minderlerin rahat olmasından memnun bir halde koltukta oturdum. Arabaların zamanla bu denli evrim geçirmesi insanoğlunun ne kadar zeki olduğunun göstergesiydi. Bu dünya da gözlerimi açtığımdan bu yana sarayın sınırlarından dışarı çıkmamıştım. Bir romanın içinde olmama rağmen yaşadığım gerçeklik hayret vericiydi. Ruhumda fırtınalar kopsa da beynim bir şekilde uyum sağlamama yardımcı oluyordu. O zindan da gözlerimi açtığımdan bu yana çok uzun zaman geçmemişti ama birçok olay yaşamıştım. Hala da önümde tehlikeli bir yol, aşmam gereken engeller ve uğraşmak zorunda kaldığım duygularım vardı. Yine de araba ilerlerken topraktan yeni çıkmaya başlayan tohum gibi kendini gösteren heyecanım sayesinde düşüncelerimden uzaklaşabiliyordum. Acaba şehir nasıl görünüyordu? Şehirde yaşamak, gerçek anlamda yaşamak nasıl olurdu merak ediyordum. Çok geçmeden bu sorunun cevabını öğrenmek istiyordum. At arabası önce yavaşça sonra da olabileceği kadar hızlı bir şekilde hareket etmeye başladı. Kraliyetin özenli bahçesinin görüntüsü pencereden akıp giderken uzun bir yol gitmeyeceğimizi düşünüyordum. Arabanın yanında at süren Finley'i ise göremiyordum ama onun çok uzakta olmadığını biliyordum. Bizimle gelmesi için ayarladığı iki muhafız ise görüş alanımdaydı. Beni izlediğine emin olduğum başka bir çift göz daha vardı. Mor renkli gözler. Şuan neredeydi? Bizi takip ediyor muydu bilmiyorum ama sonunda karşıma çıkacağına emindim içimden bir ses ondan kurtulamayacağımı söylüyordu. Bir süre daha ilerledikten sonra sarayın devasa kapısından geçtik. Sanki bir el boğazımdan çekilmiş gibi rahatlıkla nefes aldım. Sarayın boğucu havası geride kalmıştı. Şehre doğru bayır aşağıya ilerlerken bu sefer kalbim heyecanla atıyordu. Rose'a baktığımda onunda benim gibi hayranlıkla şehre baktığını gördüm. Saraya bir hengame ile getirilmiş bugüne kadar da oradan çıkamamıştık. Bir kitap dünyası bile olsa acımasız bir dünyaydı. Bir kadının saraya hapsedilmesi bülbül ve altın kafes masalını hatırlatıyordu. Şehrin içine girdikçe sesler daha da yükselmiş, şehirde yer alan satıcılar, işçiler ve hanımlarının beylerinin peşinde koşan hizmetçilerin sesleri birbirine karışmıştı. Burada hayat vardı. Bir an önce aradan inmek istiyordum. Bu yüzden o sırada pencereden gördüğüm Finley'e seslendim. "Leo burada inmek istiyorum," dediğimde sesim hiç olmadığı kadar neşeli çıkıyordu. Slyvia'nın sesinin bu kadar neşeli çıkabileceğini tahmin bile edemezdim. Gördüğüm manzaraya o kadar odaklanmıştım ki ona adıyla seslendiğimi bile fark etmemiştim. Finley ona adıyla seslendiğim için ardına kadar açılan gözlerle bana baktı. Ardından başını tek bir hareketle sallayıp atını arabacının hizasına gelecek şekilde sürdü. Sonunda araç durduğunda birinin kapımı açmasına müsaade etmeden hemen indim. Basamak olmadığı için yere atlamak zorunda kalmıştım. Kaldırım olduğu için rahat hareket etmiştim, ben şehre bakarken Finley, Rose'a inmesi için yardım ediyordu. Şimdi geriye gülleri sattığımız dükkan sahibini bulmak kalıyordu. Neyse ki bu konuda Rose'un arkadaşı Nick bize yardım edecekti. Şehrin ara sokakların birinde yer alan çay evine gidip onunla buluşacaktık o kadar. Bu buluşmaya geç kalmak istemiyordum. Rose yanıma geldiğinde çeşitli ürünlerin olduğu stantlara doğru yürümeye başladık. Finley'i atlayacak bir yol aklımda vardı ama kısa sürede bizi bulacağını bildiğim için elde ettiğimiz zamanı doğru bir şekilde değerlendirmeliydik. Tezgahta satılan kumaşlar, takılar, yemekler ve ayakkabılar gibi birçok ürünü incelemeye başladım. Yarın saraydan kaçmak için çıktığımda bana yardım edebilecek eşya arıyordum. Neyse ki çok geçmeden bir tezgahın üzerine serili bıçakların olduğu bir tezgah ile karşılaştık. Önünden yürürken adımlarım yavaşladı. Gözlerim hızla silahların üzerinde geziniyordu. Bunlardan birini taşıması hiçte fena olmazdı. Tezgahın köşesinde duran ve oldukça küçük görünen hançere uzandım. Üzerinde değerli taşlar yoktu. Hatta oldukça sade görünüyordu. Satıcı hemen benimle ilgilenmeye başladı. "Elinizdeki hançer kemer hançeridir leydim. İsterseniz aynı ölçülerde daha güzel görünenleri var." Tezgahtan aldığı başka bir hançeri bana gösterdi. Üzerinde yakut olduğunu düşündüğüm değerli taşlar dizilmişti. "Ben bunu alacağım," dedim elimdeki hançeri gösterirken. Güzel veya gösterişli olmasına gerek yoktu. Bu hançeri biri canıma kast ederse kendimi korumak için alıyordum. Finley benim yerime ödeme yapmadan adama bir altın para bıraktım. Adam elindeki altın paraya şaşkınlıkla bakarken tek kelime etmeden arkamı döndüm. "Az önce adamın bir aylık satışının ödemesini yaptınız leydim," dedi Finley şaşkın bir tavırla. Bir hançere bu kadar para ödememi anlamıyormuş gibi görünüyordu. Ben sadece birine yardım etmek istemiştim ve altın paranın üzerine verecek bozuklukları bekleyecek zamanımda yoktu. Adama cevap vermeden önce omzumu silktim. "Harcayacak fazla param var," dedim etrafa göz gezdirirken. "Kralın metresi olmak oldukça fazla kazandırıyor," derken sesimdeki tiksinti kendini belli ediyordu. Bunun üzerine Finley tek kelime etmedi. Yanımda yürüyen Rose baktığımda başımı hafifçe salladım. "Leydim," diye söze başladı Rose. "Şehrin en meşhur fırınının çilekli pastası oldukça lezzetli diye duydum." "Çilekli pasta mı?" derken sesimin yapmacık çıkmaması için dua ettim. "Çilekleri bu mevsimde nerede buluyorlar acaba? Denemek isterdim," dedim ve Finley'e döndüm. "Ne dersin fırına gidebilir miyiz?" Finley daha cevap veremeden Rose hemen araya girdi. "Ama terzi de sizin için randevu alındı leydim. Kralın yaş balosu için elbisenin zamanında yetişmesi gerek, o yüzden terziyi bekletemezsiniz." Kaşlarım çatıldı, öfkeli görünüyor olmalıydım. "Bir terzi, kralın metresini beklemez mi?" diye sordum ukala bir tavırla. Bana bunu yaptırdığı için Rose'a kızıyordum ama başka çaremde yoktu. Rose başını sallarken bonesinden çıkan saçlarda hareketiyle sağa sola savruldu. "Bu terzinin ne kadar çok randevusu olduğunu bilseniz şaşırırsınız. O yüzden randevunuzu kaçıramazsınız." Derin bir nefes alıp yavaşça verdim. "Tamam sorun yok," derken kırgın görünmeye çalışıyordum. "Çilekli pasta yemeden de hayatıma devam edebilirim." Rose sert bakışlarını adama çevirdi. "Sizin için pastayı Bay Finley alabilir leydim. Ne de olsa erkek olduğu için kadın terzisine giremeyecek." Finley bir an aceleyle itiraz etmek istedi ama sustu. Ardından bakışları biraz ileride gireceğimiz terziye baktı. Muhafızları arabanın yanındaydı ve ikisi meydanın farklı yönlerini gözleyerek birinin yaklaşması halinde harekete geçecek gibi hazır görünüyordu. Finley belki de onlara güvenerek nefesini usulca verdi. "Ben pastayı getireceğim. Ben gelene kadar ikinizde terziden ayrılmayacaksınız değil mi?" diye sordu dikkatle gözlerime bakarak. "Sen geldiğinde terzide olacağız," dedim. Ne de olsa o gelene kadar işimizi halletmeyi planlıyordum. Finley'e yalan söylememiştim, sadece gerçeği biraz saptırmıştım o kadar. Finley yanımızdan hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladığında Rose ile beraber aynı hızda aksi istikamete yürümeye başladık. Pelerinlerimizin kapüşonlarını takmayı ihtimal etmedik biri tarafından görünmek istemiyorduk. Pazardan uzaklaşan Rose'un peşine takıldım. Kaldırım taşlarının özenle yerleştirdiği sokaklarda bir labirent gibi ilerlemeye başladık. Rose yolu biliyor gibi görünüyordu. Ona güvenerek peşinden ayrılmadım. Sonunda bir dönemeçten gireceğimiz sırada bir grup müzisyenin arasına daldık. Elindeki müzik aletlerinin kutuları dar olan sokağı daha da geçilmez yapıyordu. Rose'a biraz beklememiz gerektiğini söyleyeceğim sırada onun yanımda olmadığını gördüm. Farkında olmadan ilerlemiş olmalıydı. Ondan ayrılmamam gerekiyordu. Ben yolu bilmiyordum. Paniklememeye çalıştım bir şekilde yolumu bulabilirdim. En kötü Finley beni bir şekilde bulurdu. Müzisyenlerin geçmesini beklerken kuytu bir yere saklandım. Kimsenin beni görmemesi için dikkatli olmaya çalışıyordum. Onların geçmesini beklerken diğer sokağa giren biri dikkatimi çekti. O da benim gibi görünmek istemiyor olacak siyah bir pelerin giymişti. Aslında dikkatimi çekmemeliydi ama bir şekilde gözüm takılmıştı. Bunun nedenini bir an sonra anladım. Pelerinin kapüşonundan çıkan kızıl saçlardı dikkatimi çeken. Koşar adım sokağa ilerleyen kişi prenses Jenina olabilir miydi? Adımlarımı farkında olmadan kadının gittiği yöne doğru atmaya başladım. Yaptığım aptalcaydı ama kendime engel olamıyordum. Onun bu tenha sokaklarda ne işi olabilirdi? Onu takip edersem neyin peşinde olduğunu anlayacaktım biliyordum. Bu yüzden onun nereye gittiğini görecek kadar yakın, takip ettiğimi anlamayacak kadar uzakta onu izlemeye başladım. |
0% |