Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. Bölüm

@tgceymn

"Umarım sizi fazla bekletmedim," dedim sahte bir masumiyetle. Jenina gülümsememin yansımasıyla karşılık verirken Jason'ın yüzünde alaycı bir gülümseme vardı. İkisinin farklı ifadesi biran bocalamama neden oldu. Sanki bir şey biliyorlardı ama ben buna dahil değildim. Hem insanlarla nasıl normal bir iletişim kurulur bilmiyordum. Bana bir doktor bir hemşire verin bakın onlarla nasıl sosyalleşiyordum ama hareketleri belirsiz bir prensesle, benden ne istediğini bilemediğim kral karşısında ne yapacağımı bilemiyordum.

Kral şöminenin yanından ayrıldı. "Hayır fazla bekletmediniz. Çalışanlar sadece iki kere yemekleri ısıtmak zorunda kaldı o kadar." Mavi yeşil gözleri başka bir şey söylüyordu. Orada olduğum için ne kadar sıkıntılı olduğunu görebiliyordum. Beni görmek istemiyordu. Ne tesadüf ki bende onu görmek istemiyordum.

Peki söylediklerine nasıl cevap vermemi bekliyordu? Özür mü dilemeliydim? Basit bir şakayla akşamı mı şenlendirmeliydim? Emin değildim açıkçası. Bu yüzden sessiz kalmayı tercih ettim. Kralın dengesiz davranışları olduğunu fark ediyordum. Bir iyi davranıyor bir alay ediyordu. Yine de onunla tartışmak istemiyordum. Serayı bana verdiği gibi elimden alabilirdi. Bunun olmasına müsaade edemezdim. Saraydan gitmemin yolu kesinlikle o seradan geçiyordu.

Masadaki yerlerimize geçmek istediğimizde Jason, Jenina'nın sandalyesini çekerek oturmasına yardımcı oldu. Kralın solunda oturuyordu. Sandalyemi çekmek için hareketlenen uşağı görmezden gelip kendim sandalyeye oturdum. Bu hareketim Jenina'dan şok ifadesine, Jason'dan ise alaycı bir gülümseme daha kazanmama neden oldu. Bir kadının kendi başına iş yapılmasına izin verilmiyor muydu? Ne kadar saçmaydı ve kesinlikle umurumda değildi. Elimden geldiğince işlerimi kendim yapmak istiyordum. Saraydan sonra ki hayatımda etrafımda hizmetçiler olmayacaktı.

Masa on kişinin oturabileceği şekilde düzenlenmişti bu yüzden sadece üç kişi oturunca oldukça boş görünüyordu. Üzerinde yanan mumlar pencereden esen rüzgarla ağır ağır sallanıyor, adeta bakan insanı hipnotize ediyordu. Bu odanın kraliyet ailesinin özel yemekleri için olduğuna emindim. Kesin davetlerde kullanmak için bekletilen geniş yemek odası da vardı. Sarayı uzun bir süre incelesem bile her odasını görene kadar yıllar geçeceğine emindim.

Şarap kadehleri doldurulurken etrafı incelemeye devam ettim. Zira Jason ve Prenses Jenina dahil olamayacağım bir sohbetin içine girmişlerdi.

Yemekler servis edilmek üzere büfeye özenle dizilmişti. Kızartılmış güvercinler, kaz ciğerleri, etli börekler, patates püresi, kırmızı et ve başka birçok yemek çeşidi vardı. Demek odamda pörsümüş yemekleri yerken onlar böyle leziz yemekler yiyorlardı. Sinirlenip taşkın hareketlerde bulunmamalıydım. Sakin kalmalı ve bir şekilde yolumu bulmalıydım.

Önce çorbalar servis edildi. Bezelye çorbasını yavaş yavaş içmeye çalıştım. Tadından pek hoşlanmadığım gibi böyle huzursuz ortamda yemek yemek oldukça zordu. Jason kaşığını yavaşça masaya bırakıp peçeteyle dudaklarını sildiğinde uşaklar hemen çorbaları almak için hareketlendi. Bundan memnundum çünkü daha fazla bezelyeye maruz kalmak istemiyordum.

Ardından kızartılmış güvercin, kaz ciğeri ve patates püresi geldi. Kokuları kesinlikle iştah açıcıydı. Eğer bu ağır ortam olmasaydı kesinlikle tadını çıkara çıkara yerdim. Canımın istediği yemeği özgürce yemeyeli çok uzun süre olmuştu. Belli bir süre çatal bıçak sesleri ortamı doldururken arada konuşmalar oluyordu. Birkaç kere Jason beni konuşmaya dahil etmişti ama tek kelimelik cevaplar vererek konuşmanın devam etmesini engellemiştim.

Başım ağrımaya başlamıştı. Bir süre sonra serada yapacaklarımı ve başlayacağım işi düşünmeye başladım. Bu beni biraz olsun rahatlatmıştı.

"Leydi Slyvia," dedi Prenses Jenina birden. Güvercinin etini didiklemeyi bıraktım. Bakışlarımı ona bakmamı bekleyen kadına çevirdim. Dikkatimin onda olduğuna emin olunca konuşmaya devam etti. "Eminim gelecekte bir şeyler yapmayı planlıyorsunuzdur. Saraya geleli neredeyse bir ay oldu. Belki de arada verdiğim çay partilerine katılmalısınız. Sonsuza kadar odanızda takılı kalamazsınız." Birden çekinerek durdu. Sanki söylediklerinde endişelendiği bir şey var gibi çekingen bir tavırla ekledi. "Tabi çay daveti olmasa da olur. Başka şeylerde planlayabiliriz."

Sadece bir konuşma da beni düşündüğünü göstermiş ardından zehirlenme olayını alenen konuşmadan başka bir plan öne sürerek benden çekindiğini belli etmişti. Hele yüz ifadesi inanılmaz derecede masum görünüyordu. Bu kadın bunu nasıl başarıyordu anlamıyordum. Eğer benim zamanımda olsaydı başarılı bir oyuncu olabilirdi, tabi kötü kadın rollerinde.

"Merak etmeyin prenses," dedim çatalımı bırakıp kadehe uzanırken. Kadehi dudaklarıma götürmeden önce gülümsedim. "Yapacak bir iş buldum."

Kral yemeğini yerken yüzünden gizemli bir bakış geçti. Gözleri tabağına odaklanmış olsa bile onlarda muzip bir ışıltının olduğuna emindim. Mum ışıkları da saçlarında ışıltılar bırakıyordu. Jenina'nın adamın aşkına neden bu kadar muhtaç olduğunu anlayabilir miydim? Her şey dış görünüş olsaydı belki.

Prenses Jenina sanki ona yalan söylediğimi düşünerek gülümsedi. "Merak ettim nasıl bir iş yapacaksınız?"

Kadehimden büyük bir yudum aldım ve yüzümü buruşturmamak için kendimi zor tuttum. Tanrım ne kadar ekşi bir içkiydi bu. Şarap kesinlikle benim ağız tadıma göre değildi. Kadehi savurmamak için sakince masaya bıraktım. "Açıkçası güzel bir iş," dedim ağzımdaki tadın geçmesini umarak. "Sarayın ikinci büyük bahçesindeki seraya bakım yapacağım."

Cevabım Jenina'dan beklenmedik bir karşılık almama neden oldu. Elindeki çatalı tabağına gürültüyle düşürdü ve ardına kadar açılan bakışlarını bana dikti. Bu kadar şaşırmasına anlam veremiyordum. Seranın bakımsızlığından o kadar önemli olmadığını düşünmüştüm ama sanırım tahmin ettiğimden daha farklı bir anlama sahipti. Jenina ile birlikte Jason'a baktık. Onun gözlerinde ihanet benim gözlerimde merak vardı.

Jason onu görmezden gelerek bana döndü. "Bunu hatırlattığınız iyi oldu. Sizin hizmetinize birkaç tane bahçıvan temin edeceğim."

Birkaç fazladan göz planlarımı aksatırdı. Bu yüzden başımı hızla sağa sola salladım. Bunun doğru bir cevap olmayacağını fark etmem birkaç saniyemi aldı. "Hayır," dedim hızlıca. Midem gerilmişti. "Serayla kendim ilgilenmek istiyorum," dediğimde Jason'ın kaşları havalandı. Gözlerindeki şaşkınlığı görsemde nasıl bir tepki vereceğimi bilemediğim için bakışlarımı tabağıma çevirdim. Ta ki Jenina boğuluyormuş gibi bir sesle konuşana kadar.

"Ona Gül Sera'sını mı verdin?" diye sordu Jason'a. Bunun saçmalık olduğunu düşünüyor gibi sormuştu. Jason'ın annesine ait olan bir serayı bana vermesindeki anlamı görmeye çalışıyordum. Jenina için bu kadar önemliyse neden daha önce o serayla ilgilenmemişti. Kaçırdığım bir nokta vardı.

Jason bakışlarını ona çevirdiğinde gözlerinde mesafeli bir ifade vardı. Zindanda bana baktığında olduğu gibiydi. O bakışlara maruz kalmak istemezdim.

"Gül Serası tıpkı bu krallıktaki her şey gibi bana ait Jenina, Leydi Slyvia orayı istedi, bende verdim. Bununla ilgili bir sorun mu var?" diye sordu tek kaşını kaldırarak.

Jenina nefesini hızla çekip "Ama orası," derken birden sustu. Jason ona öyle bir bakıyordu ki kadın gibi sandalyeme sinmemek için kendimi zor tuttum. Anlaşılan gitme zamanım gelmişti. İkisinin arasında olabilecek şeylere şahit olmak istemiyordum. Bu yüzden kumaş peçeteyi kucağımdan alıp yavaşça doğruldum. Sandalyem uşak tarafından çekildiğinde çıkan sesle ikisi bakışlarını bana çevirdi.

"Yemek için teşekkür ederim ama sanırım tatlıya kalamayacağım," dedim ve yavaşça reverans yaptım çünkü ani hareket ettiğimde hala düşmeden hareket edemiyordum. Jason bir an gitmeme itiraz edecekmiş gibi baksa da başını salladığında rahatladım.

"Bu akşam bize katıldığınız için teşekkür ederim," dedi. Gülümsemesi gergindi. Belki de sera konusunu Jenina'nın yanında açmamalıydım ama bu onların sorunuydu. Üstelik bana artık prenses dememelerinden bu metres unvanına uygun davrandıkları anlamını çıkarıyordum. Benim ise buna hiç niyetim yoktu.

"Ben teşekkür ederim," dedim ve arkamı döndüm. İçimdeki ses koşarak uzaklaşmamı söylese de ağır adımlarla uzaklaşmayı başardım.

Bu felaket gibi geçen akşamın bir an önce sonlanmasını istiyordum.

****

Jason derin bir nefes alıp arkasını yaslandı. Kadının etekleri kapının arkasında kaybolduğunda yemek salonunda bulunan baş uşağa başını salladı. Uşak yılların verdiği tecrübeyle hemen diğer hizmetçileri alarak yemek salonundan ayrıldı. En son kendisi çıkmıştı. Kapıları kapatmayı da ihmal etmedi. Jason parmaklarını masaya ritmik bir şekilde vururken yanında oturan kadının gerildiğini hissedebiliyordu.

Böyle olmaması gerekiyordu.

Oysa akşam tahmin ettiğinden iyi başlamıştı. Yemek boyunca kadının hareketlerini gözlemlemekten ne yediğini anlamamıştı ama olsun. Kadın onunla bir iki kelimenin dışında pek konuşmamıştı. Sanki bir an önce kaçmak için zaman kolluyordu. Bunun ne anlamaya geldiğini düşündü. Ya onunla olmayı istemiyordu ya da ondan sakladığı bir şey vardı.

Hangi ihtimal doğruydu bilmiyordu ama kadın farklı görünüyordu.

Yemek sırasında kendine hakim olamadan kadının aurasına yeniden göz atmıştı. Jason insanların auralarını görebilirdi. Addie Ruth ile ilk karşılaştığında onun bedeniyle ruhunun farklı olduğunu görmüş, daha sonra arkadaşının kendisini öldürmesine neden olacak bir harekette bulunmuştu. Kadını hapse attırmış sonunda gerçekleri öğrenmişti. O zamanlar kadının ruhundan etkileneceğini düşünmemişti. Şimdi Slyvia onun merakını cezbediyordu ve bu onu sinir ediyordu.

Kadının ele geçirildiğini bilse casus olduğuna emin olurdu. Ne kadar denerse denesin onda bir tuhaflık göremiyordu. Yoksa Addie Ruth gibi o da başka bir diyardan mı gelmişti? Bunun hakkında Addie Ruth onunla konuşsa iyi olurdu ama kadın artık geçmişini hatırlamıyordu ve Henry ona hatırlatılmaması konusunda oldukça ciddiydi.

Yine de bir şekilde kadına bu kadar çekildiğini hissediyordu?

Kadın ondan özgürlüğünü istemişti ama gerçek miydi rol müydü emin olamıyordu. İnsanları tanıdığını düşünürdü oysa bu kadın onun algılarıyla oynuyordu. Olaylar karşında nasıl davranacağını gözlemlemekten kendini alamıyordu. Jai Kralı kurnazdı, akıllıydı. Eğer bu kadını sarayına gönderdiyse bir amacı vardı. Jason sadece bunun ne olduğunu ortaya çıkarmalıydı.

Yıllarca kimsenin girmesine izin vermediği serayı bile bir konuşma sırasında ona tahsis etmişti. Bu yüzden konusu açıldığında Jenina'nın tepki vereceğini tahmin etmişti ama sanki sera ona aitmiş gibi bu denli kendini kaybedeceğine ihtimal vermemişti. Yemek salonunda ikisi kalınca sessizlik çok daha ağırlaşmıştı.

Sonunda dayanamayan Jenina "Yemek kısa sürdü sanırım," dedi zorla gülümseyerek. O da peçetesini masanın üzerine koymuş kalkmaya hazırlanıyordu. Kadının ondan çekindiğini görmek zor değildi. Jason onunla her zaman bir arkadaş gibi olsa da kadın adamın bazen bir kral olduğunu unutuyordu.

"Jenina," diye konuşmaya başladı Jason sakin bir sesle. "Seranın benim için anlamını biliyorsun. Ne de olsa beraber büyüdük ama artık her şeyin geçmişte kaldığını kabullendim. Sende etmelisin."

Jenina yeniden sandalyesine oturdu. Şimdi daha rahatlamış görünüyordu. "Seni anlıyorum Jason. Geride bıraktığını bilmek güzel ama neden serayı o kadına verdin onu anlamıyorum. Orada çok güzel anılarımız var," derken sesi titriyordu. Jason onun yaşla dolan kahverengi gözlerine baktı. Belli ki kadın serayı kendi için istiyordu. Bunu görmek zor değildi. Diğer bir zor olmayan şeyde Jenina'ya baktığında Slyvia baktığında olduğu gibi o tuhaf çekimi hissetmemesiydi.

Oysa bütün krallık onunla evlenmesini bekliyordu. Kadına çekim hissetmese de kraliçe tahtını uzun süre boş bırakamazdı ve yanında durabilecek tek kişi oydu.

Bir de krallığını desteklemek için babasının sağlayacağı güce ihtiyacı vardı.

Yine de bir çift yeşil göz aklını bulandırıyordu.

Eğer büyüleri bozan bir kalkana sahip olmasaydı kadın tarafından büyülendiğini düşünebilirdi.

"Evet bizim için güzel anılara ev sahipliği yaptı. Şimdi bir başkası için güzel anılar biriktirmesine yardım edebilir." Özellikle evinden bu kadar uzaktayken.

Jenina başını ağır ağır salladı. Sonra uzanıp Jason'ın yanağına avcunu koydu. Jason bir an için geri çekilmeyi düşündü ama kadının kalbini kırmak istemedi. Daha yanağına dokunması onu rahatsız ederken tohumlarını bu kadının içine nasıl salacaktı? Kendini damızlık gibi hissetti.

"Sen istediysen sorun yok Jason. Sadece şaşırdım o kadar," dedi yumuşak bir sesle. Her zamanki Jenina olmuştu yine.

Jason gülümsedi. "Beni anlamana sevindim," derken içinin rahatladığını hissetti. Jen'e kötü davranmak istemiyordu. En kötü günlerinde yanında sadece o vardı. "Odamda beni bekleyen raporlar var. İstersen tatlını odana gönderebilirim."

Jenina'da Jason gibi ayağa kalktı. "Tatlıya her zaman düşkünümdür biliyorsun," dedi gülümseyerek. Yüzü rahatlamıştı. "Tatlıyı ben alırım. Sadece demek istediğim," dedi ve yavaşça sustu. Jason ona cesaretlendirici bir ifadeyle baktığında konuşmasına devam etti. "O kadına gereğinden fazla güvenmenden endişe ediyorum. Düşmanımızın dostumuzun kim olduğunu bilmeliyiz."

Jason arkadaşının neden gerildiğini anlayabiliyordu. Jai Krallığı'nın yenildiği günden itibaren bir intikam planı yapacağından endişeleniyordu. Kaysen Krallığı ile yaptığı anlaşma gibi onlarla anlaşamamıştı. Jai Kralı daha sonra ganimetle Slyvia gönderildiğinde onun bir şekilde casus olacağını düşünmüş, hatta bundan emin olmuştu. Oysa şimdi mantığı ve vicdanı arasında gidip geliyordu.

"Biliyorum Jen," dedi arkadaşına gülümserken. "Umarım bunu sende biliyorsundur." Arkadaşını arkada bırakarak yemek salonundan çıkarken Jen ve Slyvia hakkında farklı düşüncelere sahipti. Bazı durumları zamana bırakarak çözebileceğini biliyordu o yüzden oluruna bırakacaktı.

****

Sıcak çikolata mideme doğru iz bırakarak ilerlerken mavi koltuğa iyice yerleştim. Huzursuz bir akşamdan sonra oldukça rahat bir gece geçirmiştim. Yatağımı saraydan götürme şansım olsaydı kesinlikle bunu yapardım. İtiraf etmeliyim ki sarayın yararları cezbediciydi.

Sıcak çikolatamı yudumluyor ve gün içinde yapacaklarımı düşünüyordum. Sabah gün doğumunda Rose beni uyandırmasını söylediğim için memnundum böylece planlarımın üzerinden geçmek için yeterli vaktim vardı.

Rose bahçıvanlardan malzeme almak için gitmişti. Çok geçmeden bende seraya gidecektim. Sadece sıcak çikolatamın keyfini sürecektim. Kahvaltıyı seraya getirmesini daha sonra isteyecektim. Bundan sonra orada bol vakit geçirecektim ne de olsa.

Planladığım gibi gül yapraklarını satmak istiyordum ama aracı birini bulmam gerekiyordu. Saraydan öylece çıkarak yaprakları satamazdım. Gerçi yapmak istemediğimden değil, yapamayacağımdan. Planımın kör düğüm olduğu noktaları bir şekilde halletmeliydim.

Son yudumu da içtiğimde seraya gitmek için hazırdım. Fincanı masanın üzerine bıraktım. Bakışlarım perdeleri aralık olan pencereye çevrildi. Sisli hava yerini güneşli bir gökyüzüne bıraktığı için mutluydum.

Ellerimi mavi koltuğa yaslayıp onlardan destek alarak hızla ayağa kalktım. Hareket etmemle yeşil ipek elbisenin katları hareket etti. Elbise sade ve hafifti. Sanki üzerimde sadece bir tül varmış gibi hissediyordum. Kare şeklindeki göğüs kısmı yeterince kapalıydı. Çalışırken pantolon giymek isterdim ama sarayın buna hazır olduğundan emin değildim. Adım metresten deliye çıkabilirdi. Tanrım şu metres olayına ne takmıştım. Alt tarafı kendini bilmez insanların verdiği bir isimdi. Hiç bir anlamı yoktu ve ben kralla birlikte olmayı planlamıyordum. Bu düşünce içimde tuhaf bir duygunun baş göstermesine neden oldu. Onu umursamadım. Nedense canımı sıkacağını biliyordum.

Ayağımdaki ipek terliklerin el verdiği hızla brokar perdelere ulaşıp onları daha da kenara çektim. Bakışlarım bahçede, biraz ileride duran gül ağaçlarından oluşan seraya kaydı. Sera penceremden görünüyordu ve gün doğumunun camlardan içeri sızdığını görebiliyordum. Pencerem açık olsa kırmızı güllerin kokusunu dahi alabileceğimden emindim. Sera uzaktan gizemli ve hoş görünüyordu. Sanki cam duvarların arasında unutulmayacak anlar yaşayacağımı vaat eder gibi duruyordu. Kalbim hızla atmaya başladı.

Muhafızlar olduğunu düşündüğüm birkaç erkek ağır adımlarla bahçeyi arşınlıyordu. Bahçe eskisi kadar tenha görünmüyordu ama gezinenler sadece muhafızdı. Jason ona kısmi bir özgürlük veriyor olmalıydı. Hayal kırıklığının içeri sızmasına izin veremezdim. Yapılması gerekenler vardı ve ben artık vakit kaybetmeyecektim.

Attığım her adımda eteğim savruluyor, ipekle beraber tül katmanlarda bir kanat gibi hareket ediyordu. Finley'in de peşime takılacağını biliyordum. Ona fark ettirmeden nasıl yaprakları satacaktım? Şimdi bir de başka muhafızlar da olacaktı.

Odanın kapısına geldiğimde altın işlemeli kulpu tutup derin bir nefes aldım. Kapıyı hızla açtığımda oluşan esinti titrememe neden oldu. Üzerime bir şey almadan serada çalışırsam hasta olabilirdim. Hastalığın düşüncesi bile midemin bulanmasına neden oldu. Finley ile göz göze geldiğimde kapıyı aniden kapattım. Kendi kendime gülmeden edemedim. Kapıyı kapatırken yüzünde oluşan şaşkın ifade oldukça komikti.

Hızla dolaba ilerledim ve işlemeli kapılarını açtım. Bir çok elbise sıra sıra dizili haldeydi. Aralarında giyebileceğim kalın bir şey aradım. Sonunda bir pelerin bulduğumda hemen askıdan aldım. Onu omuzlarıma atarken hızla kapıya doğru ilerledim. Yeniden kapıyı açtığımda Finley'in kapıya vurmak için havalanan yumruğu donakalmış bir halde karşılaştım.

Gülümsedim. "Sadece üzerime bir şey almak istemiştim," dedim o bir iki adım geri çekilirken.

Konuşmadan önce bir iki kere öksürdü. Az önce kapıyı çalarken yakalanmasından dolayı utanmıştı. "Seraya mı gideceksiniz leydim?" diye sordu ciddi bir tavırla.

Pelerinin iplerini sıkıca bağlarken yürümeye başlamıştım bile. Arkamdan beni takip eden Finley'le konuşmaya devam ettim bir yandan.

"Kesinlikle seraya gideceğim Finley."

Muhafızın çok geçmeden benim hızıma ayak uydurdu. Mümkün olsa beni seraya hızlıca götüreceğini tahmin ediyordum ama bu sefer ondan yayılan gergin enerjiyi hissedemiyordum. Belki de artık bunu saklamayı öğrenmişti.

Bilmediğim bir dünyaya adım atmak her insanı korkuturdu ama benim durumumda damarlarımdaki kanın buz kestiğini hissediyordum. Ölümü düşünmüş ama sonrasında neler yaşayacağımı düşünmemiştim. Belki de benim gibi nadir insanlara verilen ikinci bir şanstı kim bilir. Her zaman ölüm muallaklığını koruyacaktı.

Benim içinse ölmeye mahkum olan başka bir benden böyle bir bedene gelmek karmaşık bir durumdu. Slyvia'nın bir an önce ölümüne neden olacak insanlardan uzaklaşması gerekiyordu. Finley bile bir şekilde Slyvia'nın canını alabilirdi. Başımı omzumun üzerinden geri çevirdim. Finley bana bakıyor olacak hızla bakışlarını başka bir yöne çevirdi.

Ona Slyvia'nın kardeşine ne olduğunu sormak istiyordum. Sırf prens diye ceza görmeden salınırsa başıma bela olmak için ilk beni bulacaktı. Bundan neredeyse emindim. O yüzden bir şekilde onun yaptıkları için ağır bir ceza almasını diliyordum. Bu dünyada en azından adaletin olduğunu görmek istiyordum.

Merdivenlerden inip arka bahçeye doğru ilerledim. Hava beklediğimden daha soğuktu ama pelerin soğuğu kesiyordu. Sadece ayağımda spor ayakkabı ya da bu zamanda rahat ayakkabıya ne deniyorsa ondan olmasını dilerdim. Topuklu ayakkabıların üzerinde olmak bir noktadan sonra can yakacı bir deneyime dönüşüyordu.

Serayı gördüğümde kalbimin bir serçe gibi kanat çırptığını hissettim. Rose orada aldığı malzemelerle beni bekliyor olmalıydı. Aklımdaki düşünceyi ona anlatacak ve yardımını isteyecektim. İçimden bir ses ona güvenebileceğimi söylüyordu. Tek başıma bu altın kafesten kurtulmak zor olacaktı.

Seraya adım attığım anda ılık bir bahar havası beni karşıladı. O kadar şaşırmıştım ki biran da durdum. Aklımdaki sorunun cevabını Finley verdi.

"Majesteleri sizin için seranın havasını bahar havası olarak büyüledi."

Derin bir nefes alıp ılık bahar havasına karışan gülün kokusunu içime çektim. Demek büyü böyle bir şeydi. Yüzümdeki gülümsemeye engel olamadım. Serada çalışacağımı bildiği için bunu yapmış olmalıydı. Aslında düşünceli bir adamdı. Gözlerimin önüne gelen görüntüsü kalbimin bir an için hızlı atmasına neden olunca gülümsemem soldu. Ondan etkilenmemeliydim.

Finley'e tek kelime etmeden o sırada kovayı masanın yanına koyan Rose'un yanına ilerledim. Onunla halletmem gerekenler vardı. Pelerinin bağlarını çözerken saraydan gitmemi engelleyebilecek bütün duyguları geride bıraktım.

"Rose sana anlatmam gereken bir şey var."

**

Kral elindeki raporları kenara bıraktı. Mağaraların girişine yapılan kaçıncı gizli saldırıydı artık sayamıyordu. Bu saldırılar genellikle uzaktan atılan sis topları, oklar ya da büyülü canavarlarla oluyordu ve bunların faillerini bir türlü yakalayamadıkları için suçluyu işaret etmek zordu ama onların kim olduğunu kral biliyordu.

Jai Krallığı.

Yenilmelerine rağmen büyü taşının olduğu mağaralardan vazgeçmemişlerdi. Şimdi prensleri de zindanlardayken ona baskı yapmaktan da geri kalmıyorlardı. Jason onların hamlelerini görüyor ama engelleyecek bir sebep bulamıyordu. Mağaralara daha fazla muhafız dikmekten başka şuan bir adım atamazdı.

Tabi saray meclisinin düşünceleri farklıydı. Onlara göre Jai Krallığı'nın prensesini hamile bırakmalı ve bir şekilde Jai Krallığı ile akrabalık kurmalıydı. Bu düşünce tuhaf bir şekilde onu heyecanlandırsa da ilişkinin amacı midesinin bulanmasına neden oluyordu. Prenses Slyvia'ya asla o amaçla dokunmayacaktı. Bu yüzden son toplantıda onları reddetmekle bile uğraşmamıştı. İki ülke arasında bir köprü kurulacaksa bu Slyvia üzerinden olmayacaktı.

Ayağa kalkıp geniş pencereye doğru ilerledi. Bu saatlerde Slyvia serada olmalıydı. Annesi seradaki güller için her zaman ülkenin en iyi bahçıvanları ile çalışırdı. Bunu genç kadına teklif ettiğinde onu reddetmiş, kendisinin ilgileneceğini söylemişti. Jason bu isteği karşısında şaşırmıştı çünkü prensesler iş yapmak için eğitilmezdi. Özellikle alt sınıfın yaptığı işleri yapmak için. Bu onun merakını cezbediyordu. Eğer birilerinin gelmesini istemiyorsa orayla ilgili bir şeyler planlıyor olabilir miydi?

İçinden bir ses seraya gitmesini ve ne yaptığını görmesini söylüyordu.

O serada çalışacak diye arka bahçeye muhafız göndererek istenmeyen misafirlerden korunmasını aynı zamanda hareketlerini gözlemlemelerini istemişti. Seranın havasını değiştirmesi için bir büyülükan kullanması ise tamamen kişisel tercihiydi. Soğuk havada hasta olmasını istememişti. Ne de olsa artık onun hayatından kral sorumluydu.

Jason daha karar vermeden adımlarının onu odadan çıkardığını fark etti. Onu görmenin bir zararı olmayacağına dair kendini telkin etti. Annesinin anısı hala bir çapa gibi orada dursa da kadının yaptıklarını da merak ediyordu. Karmaşık duyguları onu bir şekilde arka bahçeye doğru sürüklüyordu.

Seranın camları güneş ışığını adeta içine hapsediyordu. Yanından geçtiği muhafızlar ona selam verse de sadece başını sallamakla yetindi. Durursa seraya kadar ulaşacak cesareti bir daha bulamayabilirdi. O koca ülkeyi yöneten bir adamdı, seraya kadar gidemezse daha sonra kendine nasıl güvenecekti? Zayıflıkları olmaması gerektiğini biliyordu. Daha tahta çıkalı bir yıl olmasına rağmen onu yerinden edecek çok insan vardı. Bu yüzden güçlü olmalıydı.

Seran'nın kapısında Finley ile karşılaştı. Adam onun silah arkadaşı ve çocukluğunda beraber eğitim aldığı yoldaşıydı. Prensesi gözlemek için ondan başka güvenebileceği biri yoktu. Adam onu görünce hemen selam verdi.

"İçeri de değil mi?" diye sordu Jason adımlarını yavaşlatarak durdu. Elleri cebindeydi. Sanki sıradan bir gün yürüyüşe çıkmış gibiydi.

Finley hemen esas duruşa geçti. "Leydi Slyvia içeride majesteleri. Geldiğinden beri saatlerdir içeride."

Jason başını sallayarak seradan içeri baktı. Kadın ortalıkta görünmüyordu. Seranın içinde büyüdüğü için oradan çıkmasını sağlayacak başka bir kapı olmadığını biliyordu. Bu yüzden çekingen bir ilk adımdan sonra içeriye doğru ilerledi. Sera dışarıdan çok büyük olmasa da içeriye giren insanda farklı bir etki bırakıyordu. Seranın tam ortasında bir çeşme vardı, onun önünde annesinin vakit geçirmeyi sevdiği masa. Sandalye artık karşılıklı duruyordu. Jason gözlerini oradan kaçırıp çeşmenin yanından arkasına doğru ilerledi. Kulağına gelen ses ve hafif bir nefes sesi Slyvia'nın orada olduğuna işaret ediyordu.

Nitekim çok geçmeden onu gördü ve olduğunu yerde bir anda durdu. Kadın kollarını sıvamış bir gül fidanının kökleriyle uğraşıyordu. Yandan görüntüsüne bakarak yanağının kızardığını görebiliyordu. Saçları topuzlarından çıkmış, boynu ve yanakları terden parlıyordu. Çenesinin yanında çamur izi vardı. O kadar parlıyordu ki ona dikkatle bakmaktan kendini alamıyordu. Güneş ışığı tenini altın bir parıltıya boğuyor, gül perisi gibi görünmesine neden oluyordu.

Ona hayranlıkla bakarken bir ahmak gibi, düşünmeden "Parlıyorsun," dedi.

Loading...
0%