Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm/ SAKLAMBAÇ

@werveturan

Sırtımda hissettiğim rahatsız edici ısı Kendimi dışarıdaki kar fırtınasına atmam için yeterli bir sebep olsa da davetsiz misafirlerimle ilgilenmek zorundaydım. Annem ve babamın evden uzakta olması ilk kez bu kadar can sıkıcıydı.

En azından Chris ve Sky ‘ı onlarla postalardım

“Neden evinizde hiç balık yok Vanessa?”

Duyduğum soru tam olarak neden bu durumdan hoşnutsuz olduğumu kanıtlıyordu zaten. Fazlasına gerek yoktu ki.

Göğsümü şişirerek içime bolca havaya çektim ve sesli bir şekilde yavaşça bıraktım. Ayaklarımın üstünde dönüp pencereye sırtımı döndüğümde evin içindeki boğucu sıcaklığı katlanılır kılan tek manzaramdan mahrum kalmıştım.

İçimden bir de bunun için göz devirdim. Çünkü ben bazı mimiklerin sadece içimizde yapılması taraftarı olmuştum. Bazı şeyleri içimizde tutmak ve yaptığımızı hayal etmek bazen daha... Daha güvenli, daha koruyucu, daha az kırıcı olurdu.

Chris ise ben içimde ona karşı olan tepkimi bile ölçüp tartarken dişlerini göstererek sırıtıyordu. Gözlerimi devirip sorusunu ne kadar saçma bulduğumu konuşmadan belirttim. Tepkimi saklamama gerek yoktu. Ona hakaret de etsem etki etmezdi.

“Kocaman, sıkkın ve bıkkın nefesinden anlamıştım zaten sinirlendiğini de-...”

“De ne? De ne Chris? Neden evde balık olsun ki? Neden bunun eksikliğini çektin şu anda?”

Chris ‘in bronz teni buraya geldiğinden beri solgun görünüyordu. Toprağa hâkim bir özel için Alaska çok berbat bir ortam oluşturuyordu. Ve o içinde gram enerji kalmamış olmasına rağmen elinden geleni yapıyor, avuntu enerjileri ile ayakta durabiliyor ve gülüyordu. Karakteri her yerde, her koşulda yerli yerinde kalma özelliğine sahipti.

Güler yüzü daimi idi.

Bronz teninin üstünde ki kalın siyah kaşları yukarı doğru kavis alırken, kemikli fakat tatlı yüzünde şaşkın bir ifadeyle belirdi. Boyuna ve cüssesine rağmen yüzü kemikli ve sert olsa da çocuksu görünüyordu.

“Görmüyor musun? “

“Neyi?” Dedim bezgince. Şömine içindeki odunlar artık sönmeye başlıyordu. Birazdan tekrardan odun atılması gerektiğini hatırladıkça başıma ağrılar girdiğini hissediyordum.

Chris elini kaldırıp beni işaret ettiğinde tek kaşımı kaldırıp başımı ne varsa dercesine hareket ettirdim. Karşılığında ise aslında benim o buraya geldiği andan beri aralıksızca yapmam gereken bir göz devirme ile karşılaştım.

“Seni diyorum işte. Seni ve yaydığın negatiflik dalgasını kastediyorum. Balık olsaydı ona bakıp sakinleşirdin... Böylece bana iğrenç bir varlık mışım gibi de davranmazdın!”

Son cümlesi baskın ve bir o kadar da dargın çıktığında kendimi sorgulayıp ona kötü davranıp davranmadığımı bile sorguladım fakat aynı andan saliselik bir gülüşünü yakaladığım da rol yaptığı da kafama dank etti. Yanımdaki koltuğa eğilip yastığın aldığım gibi hızla yüzüne fırlatırken kızgınca söylendim.

“Aptal! Duygu sömürüsü yapıp durma bana! Sanki hep böyle değilmişiz gibi.”

Gerçekten de hep böyleydik. Birbirimizle uğraşmayı severdik. Fakat buna rağmen birbirimize verdiğimiz değerin büyüklüğü de sadece ikimizin anlayacağı bir boyuttaydı.

Chris gülme krizine girerken enerjisiz kaldığı için sanırım bedenini gereksiz yere yormamak adına yastığı yakalama zahmetine girmedi. Kendini yanında duran koltuğa bırakıp uzandığında hemen gözlerini kapatıp bedenini serbest bırakmıştı.

“Şu odanın boğuculuğuna birde senin gıcık tavırların eklendiğinde dışarıdaki hava her ne kadar enerjimi tazelese de enerjimin tükendiği zamanlarda gibi hissediyorum... Tıpkı senin şu anda hissettiğin gibi.”

Hafifçe vurgu yaptığım son sözlerime karşılık olarak dudaklarının kenarlarını kıvırmak ile yetindi. Hislerini saklamak istiyordu.

“İyiyim ben. Alt tarafı bir ziyareti kaldıramayacak kadar zayıfsam zaten yaşamayayım Vanessa.”

Geldiklerinden beri aynı konuyu yüz kere tekrarladığım için verdiği cevapta bile artık aynı şeyleri tekrar etmekten bezginlik duyan bir tını vardı. Chris aniden gözlerini açıp tek kaşını sorgularcasına havaya kaldırıp bana imalı bir bakış attığında başımı ne var dercesine salladım.

“Yoksa hazır annen baban da burada değilken o fırsatçı Marc mı gelecek?”

Gözlerimi öyle bir devirdim ki bu bile dudaklarımın aslında söylediklerine karşı olumsuz bir cevap olsa da Chris sözlü olarak konuşmam için yüzüme bakmaya devam ettiğinde yanımda ki koltuğa kalçamı yaslayıp kollarımı göğsümün altında birleştirdim.

“Marc arkadaşım ve sen bunu çok iyi biliyorsun.”

“Bende arkadaşınım ama sen konuşurken dudaklarına yiyecek görmüş gibi bakmıyorum. Yada sana sarıldığımda kollarımı mengene gibi etrafına sarmıyorum değil mi?”

Sessiz kaldım. Şöminenin alevleri bu sefer de boynuma hücum ediyordu. Hem şöminenin sıcaklığının direkt yüzüme vurmaması için, hem de Chris ‘in bakışlarından kaçmak için başımı çevirip tekrar pencereden dışarıya bakmaya başladım.

Haklı olduğunun farkındaydım. Biliyordum. Ama bu konuda konuşmak hoşuma gitmiyordu. Chris de onunla genelde iyi anlaşıyor olmasına rağmen Marc ‘ın bana karşı davranış şekli ortaya çıktığında Marc ‘ı bir kaşık suda boğacak gibi bir hâle geliyordu.

Marc ona karşı beslediğim sevginin aşka dönüşeceğinden bahsetmişti bir keresinde. Bunu söylediğinde kendinde değildi. Çünkü beni korumak için çok büyük bir hasar almıştı. Düşünmek bile bana acı verirken, aslında kendi başıma kurtulabilecek olduğumu bilmeme rağmen Marc beni peşimizde ki takipçilerden uzak tutmuştu. Bana Özel siper olduğu için hasar almış vaziyette dizlerimde dinlendiğinde demişti ki;

Zarar görme ihtimalin bile korkutuyor Vanessa. Bunu engelleme olasılığım varken seni tehlikeye atmam!

O kadar afallamıştım ki... Aslında bana ilk kez duygularından bahsetmeye çalışmıştı belki de... Anlamamıştım. Dostluğumuz yüzünden öyle davrandığını sanıyordum. Çünkü bence onun için onun önüne atlayacak kadar çok seviyordum onu. Değerlilerimden biriydi oda.

Ben tüm bunlara rağmen belki ikimiz içinde iyi olacak tek yol artık birbirimizin hayatında yerimizin olmaması gibi görünse de onu hayatımdan çıkartmak istemiyordum. Ona olan sevgim izin vermiyordu. İçinde ki duygulara saygısızlık ediyordum belki de, yada ona duygularını devam ettirmesi için cesaret veriyor olabilirdi bu durum ama ben bencildim.

Arkadaşımı, yoldaşımı kaybetmekten korkuyordum. Ona hiç bir zaman duygularına karşılık vermeyeceğimi de söylemedim çünkü zamanla neler olabileceğine karşı bilgisizdim. Bugün olmaz dediğimin yarın evet olmayacağı garantisi yoktu ki.

Kafamda Marc adında kocaman bir karışıklık yıllardır yerini korumaya ve daha da karmaşık bir düğüm halini almaya devam ederken onu daha ne kadar görmezden geleceğimi hiç kestiremiyordum.

“Anladık, cevap yok. Bu konuyu konuşmak istemiyorsan sabahtan beri neden pimi çekilmiş bomba gibi olduğunu söyle bari hanımefendi.”

Tam olarak endişe etmem gereken, beynimi kemiren endişeleri bana hatırlattığı için kaşlarımı çatıp başımı hızla ona doğru çevirip hiç bekletmeden yanımdaki yastığa uzanıp onu hırsla tam yüzüne fırlattım.

“Tam kafam dağılmıştı. Yine hatırlattın!”

Chris bana ters ters bakıp yastığı kafasından çektiği gibi aynı şekilde bana attı. Fakat o özel olsa da benim gibi reflekslere sahip değildi maalesef. Bu yüzdendir ki zaten attığım yastık direkt olarak yüzünü bulabilmişti.

Benim reflekslerim doğaüstü ırkımızdan da üstündü. Türünün en üstün mensubunun reflekslerine karşı koymaya gücü yetmezdi.

“Beni delirtmek mi amacın? Anladık en hızlı sensin! En iyi sen saldırı yaparsın! Şimdi düzgünce beni darp etmeden konuşmaya başla artık!”

İçime kocaman bir nefes çekip sıkkınca bıraktım. Yüz ifadem o anda kesinlikle içimde ki tüm duyguları filtresizce yansıtıyor olmalıydı. Omuzlarım bile düşmüştü.

“Bizimkiler yine şu medyum ile konuşmaya gittiler. Kötü bir şeyler olacak bence Chris.”

Chris telaşla uzandığı koltukta doğrulup ayaklandı. Koltukta yanıma oturup omuzlarıma kollarını doladığında bakışlarım yerdeydi.

“Neden öyle diyorsun? Bir şey mi söylediler?”

Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. Chris ile kendi hakkımda konuşmamam gerektiğinin farkındaydım fakat bazen paylaşacak kimsem olmadığı gerçeği ile sadece ona sığınabiliyordum. Ailem ile konuşmaya çekinirken dostuma kendimden bahsetmem daha büyük bir sorundu.

Chris muhafız olduğumu bilmiyordu tabi ki. Fakat konseyden saklanan bir kaçak olduğumun da pekâlâ farkındaydı.

“Sadece bir his...”

“Vanessa?” Ses tonunda ki sorgulama inanmadığının kanıtıydı.

“Gerçekten sadece öyle hissediyorum. Kötü bir şey olacakmış gibi.”

Kollarını boynuma dolayıp başımı göğsüne çekerek güven verdi bana. “Bu kadar kötüye hazırlıklı olmak zorunda mısın? Neden iyi bir şeyin hissini vermiyor o içindeki sesler sana?”

Güldüm.

“Bilmem, içimdeki seslere sormak lazım onu da.”

“Acaba içindeki hisler bir kadına mı yoksa bir erkeğe mi ait?”

Kafamı çekip kaşlarımı çatarak yüzüne baktım. O ise ne var dercesine omuz silkti.

“Ne bakıyorsun? Merak ettim bir an.”

“Ben kadınsam içimdeki iç sesimin erkek olduğunu mu düşündün yani Chris?”

“Evet.” Çocuk gibi masum bir ifadeyle başını sallayıp cevap vermesine karşılık güldüm.

“Aptal saptal sorular sorma artık. Sky nerede?”

“Dışarda.”

“Dışarıda mı? Bu havada dışarı çıkıp enerjisiz kalıp bayılmak mı bu kızın amacı?” Dedim ters bir şekilde.

“Olabilir, oda deli sonuçta.”

“Diğer deli kim?” Soruyu sorarken bile alacağım cevabı biliyordum.

“Sen.”

“Evet, hepimiz deli bir sen akıllı zaten Chris.” Diye söylene söylene dış kapıya doğru yürümeye başladım. Chris ‘in kendini beğenmiş cümlelerini ve savunmalarını duymazdan gelmeyi tercih ettim. Zaten çocuğunlukla kendini övüp duruyordu. Bunu kaçırsam en geç bir saate yakın yine kendi mükemmelliği ile ilgili şeyler söylemeye başlardı sonuçta.

Sky için dışarı çıkmış gibi görünsem de aslında amacım biraz kar altında vakit geçirmekti. Mümkünse uzunca bir süre. Tenimde ki ateşin sıcaklığı vücudumu temelli terk etsin istiyordum.

❄️

Vücudum bembeyaz kar tanelerinin üstünde , gökten hâlâ yağmaya devam eden iri kar taneleri ile kaplanırken hayat budur diye düşündüm.

Gerçekten mutluluk buydu.

Havanın bu denli bana uygun olması yüzünden en sevdiğim yerlerden biriydi Alaska. Soğuk,karlı ve yağışlı... Daha neye ihtiyaç duyabilirdim ki?

Hiç bir şeye.

Kollarımı ve bacaklarımı hafifçe açarak uzanmıştım karların üstüne; tıpkı bir kış günü evinden çıkıp bahçede ki karların üstüne uzanarak karda izini çıkarmaya çalışan bir çocuk gibi. Ama tabii, öyle bir çocuk olsaydım üzerimde sadece incecik yarım kollu bir tişört ile çıkamazdım dışarıya. Hastalanırdım. Karın üstüne uzanamazdım bile.

Ama işte ne kadar şanslı olduğumu bir kez daha görebiliyordum. Ben dayanıksız bir çocuk değildim. Ben şu anda bir çocuğun yaşında olmasam bile bu ortamda bu denli iyi hissetmem, soğuktan kötü anlamda etkilenmiyor oluşumun sebebi yaşım da değildi. Benim gibi 20 yaşlarında olan bir insan da şu an yaptıklarımı yapamazdı zaten. Ben eskiden çocuk yaşımda bile bunları yapıyordum. Hatta daha fazlasını.

Tişörtüm karla ıslanmıyor du. Çünkü vücut sıcaklığım kârdan bile soğuktu şu anda. Sanırım vücudum karların üstünde kalmasını ve erimemesini istediği için zaten düşük olan vücut ısımı daha da aşağıya çekmişti.

Eh çok iyi de olmuştu zaten. Vücudumun kendi ısısını değiştirebiliyor olması mükemmeldi.

Tişörtüm de soğuk olduğu için kar üstünde tutmaya başlamıştı. Pantolonum da aynı durumda bulunuyordu. Dudaklarım da istemsiz bir kıvrılma olunca kapalı olan gözlerimi aralayıp gökyüzüne baktım.

Nasıl bu kadar güzel olabilirdi?

O iri bembeyaz kar taneleri gökyüzünden yeryüzüne inerken nasıl bu derecede büyüleyebilirdi beni?

İmkansız bir güzellikti bu benim için.

Gri renkli arka planın arasında beyaz iri taneler süzülüyordu. Sanki bir camın ardından bakmak gibiydi.

Belki bir başkasını çok da etkilemez di ancak benim için mucize anlamına geliyordu.

Çünkü benim hayatım için gerekliydi.

Ben insan değildim.

Son düşüncem kendi içimde tekrar yankılandı ve ben kocaman gülümsedim.

Aslında tam olarak insandım. Yani dışarıdan bakılınca ben insandım. Başka bir şey düşünmek olanaksızdı. Oysa insan formunda olsam da tamamen farklı bir türe aittim.

Sol tarafımdan bir dalın hışırtısı kulaklarıma dolduğunda başımı hemen o yöne doğru çevirdim.

Kar tabakasının bir karış üstünde havada ilerleyerek sessiz olma çabası ile bana doğru ilerliyordu ama başaramayınca aniden gözlerinin üstünde ki İnce sarı kaşları var gücüyle çatıldı. Hızını artırdığında uzun saçları arkasında sarı bir pelerin gibi havalandı. Beyaz teni daha da beyazlamış gibi gelmişti gözüme. Burada tam olarak kendini iyi hissedemediğini düşünmekle kalmıyor görüyordum da.

“Yine olmadı Sky. Yine fark ettim seni. Ve hep de fark edeceğim. “

Yanımda durup ayaklarının kara temas etmesini sağladı. Kaşları hala çatılı duruyordu.

“Vanessa sen deli misin? Yeter artık yetişemiyoruz sana. Her seferinde sana söylüyorum değil mi? Tehlikeli olduğunu sana hepimiz söylüyoruz ama sen hâlâ karların üstüne yatıp seni görme ihtimali olan bir insanın beynini yakacak görüntülere imza atıyorsun.”

Tek nefeste hızlıca konuştuktan sonra derin bir nefes çekti. Hâlâ çatık kaşları ile bana bakıyordu. Sarı gözlerinin renginin sabaha göre daha soluk olduğunu fark ettiğimde daha fazla dışarıda kalmaması için hemen eve dönmemiz gerektiğini fark ettim. Bu yüzden tartışmayı uzatmak istemiyordum.

Ancak ben içten içe hâlâ dışarıda daha fazla zaman geçirebilmek istiyordum.

“Kendimi durduramadım. Ayrıca beni bir insanın bu şekilde görme imkanı yok.... senin de yok aslında ama ben izin veriyorum beni görmene”

Bana yaklaşan her canlıyı kendi türümde bulunan özellerden daha güçlü bir şekilde fark ederdim ve hissederdim.

Çünkü ben muhafızdım. Türümün yaratıcılarından sonra en güçlüsü bendim. Önceden babamdı...

Aklım aileme kaydığında başımı iki yana sallayıp çok düşünmemeye çalıştım. Bugün dönmeleri gerekiyordu ve onlar gelmeden evde olmak istiyordum şu anda.

Sky birden eğilip karın altına gömülen ellerimi buldu ve beni tutup çekti. Ona karşı koymadığım için beni kolayca çekmişti. İlk önce doğruldum ardından tamamen ayaklarımın üstünde durdum.

Sky ve ben aynı boylardaydık. Ben 1.75 boyundaydım. Sky dan daha inceydim. Aşırı ince olsam da kötü bir vücuda sahip değildim. Sky benden daha güzeldi bence ancak ona sorarsam oda benim için aynını düşünürdü.

Her neyse. Güzellik kimin umrunda ki? Kafamda ki doluluk kendi görünüşümü de içine almayı kabul etmezdi. Kendileri çok inatçı oldukları için sadece onlar ile ilgilenip kafayı yememi istiyorlardı sanırım.

Eh, ne yapalım?

“Pardon ama bana bunu söylerken senin de havada süzülerek yanıma gelmen pek etki etmiyor sözünü dinlemem için.”

Sky ilk önce bozulsa da duruşundan ve tavrından taviz vermeden çenesini kaldırıp bilmiş bir tavır takındı.

“ Ben seni ararken daha hızlı olabilmek için yaptım bunu. Malûm hızına yetişemiyoruz. İsteyerek değildi yani zorunlu kaldım.”

Açıklamasına kaşlarımı kaldırıp şaşırmış gibi yapmak istedim ama sadece kısık sesli bir kahkaha atabildim.

Sky ilk önce bana kaşlarını çatarak ,gıcık olmuş bir ifade ile baksa da sonunda oda benim gibi güldü. Kahkahalarımız bir süre devam ettikten sonra kesildi ve ben üstümde ki kar tanelerini silkelerken Sky gökyüzüne bakmaya başladı. Bakışlarında benim ki gibi coşku ve hayranlık yoktu. O şu anda kötü hissediyordu.

Ben onun hava hakkında ne hissettiği ile ilgili onun anlattığı kadarı ile kendi içimde yorum yaparken sanki aklımdan geçenleri biliyormuş gibi aynı konuda konuşmaya başladı.

“Biliyor musun bu haksızlık. Gerçekten çok tuhaf; yani hava elementine hakimim. Hava topluluğuna ait bir özel olsam da havanın her hali benim için iyi değil. Mesela tam da şu ana baksana. Kar yağıyor. Bu bir hava olayı. Ayrıca atmosfer de gerçekleşiyor. Yani havada. Yani benim ait olduğum havanın içinde gerçekleşiyor. Kar yağışı yada yağmur yağışı aslında hava ya ait bence. Ama temelleri su olduğu için sana iyi gelirken beni boğuyor. Sen su elementine hâkim olduğun için temeli su olan her şey sana güç veriyor ve iyi hissetmeni sağlıyor. Ancak aslında temeli su olsa da havanın içinde gerçekleşen yağışlar bence hava elementine hâkim olanlara bu şekilde işkence etmemelidir.”

Sky ‘ı dinlerken aslında ona hak veriyordum ama sonuçta yapabilecek bir şey de yoktu ki. Elimizden bir şey gelmezdi. Yaratılışımızıdeğiştiremezdik benliğimizin özü buydu. Güçlerimizi değiştiremezdik. Varlığımızı bile sonlandırmamız imkansızken bence isyan etmek bile gereksiz. Çünkü zaten elimizden bir şey gelmeyeceğinin farkındaysak neden hâlâ aynı şeyleri düşünüp kendimizi yıpratacaktık ki?

Bence gereksiz ve boş bir çaba ya girmenin anlamı yoktur. Kabullenmiştim. Her şeyi. En başta da kendimi kabullendim. Değişimin imkansızlığı olmadığını düşünen filozoflara selamlar diyorum.

“Çok mu rahatsız ediyor şu anda seni?”

Canının acıması hoşuma gitmiyordu. İki elimin parmaklarını geçmeyecek kadar kişi vardı hayatım da ve onları tüm varlığımla seviyor, korumak istiyordum.

Omuzunu silkti. Bunun anlamı öne çektiği duvarının habercisiydi. Sky kendini gizleme konusunda Oscar ödülü adayı olabilecek kadar iyi bir oyuncu oluyordu. Bunun altında maalesef berbat sebepler yatıyor olduğu canımı acıtıyordu. Germe olursak olalım kimseye duygularını, kırgınlığını, üzüntüsünü saklamak zorunda olduğu öğretilmemeliydi. Sky ve ben bu konuda bir numaralı kişilerdendik. Belki bu yüzdendir birbirimizin bakışlarındaki saklı anlamları görüyor oluşumuz.

“Artık alışıyorum sanırım bağışıklığım güçleniyor.” Sanki çok önemsiz bir şeyden bahsediyormuş gibi konuşması yüzümü buruşturmama neden oldu.

“Alışmaman gerekirdi Sky. Alışmamanız gerekiyordu. İkinizin de...”

“ Chris demişken haydi onun yanına gitmeliyiz. Adını unuttuğum bir bitkiyi canlandırmaya çalışıyordu en son odalardan birinde. Sende sürekli oflayıp pufladığın için sıkıldım ve dışarı çıktım fakat kardeşimin o odanın içinde bitki ile telepatiye girip uyandığında kendini günebakan çiçeği zannetmesini istemiyorum.

Sky ‘ın bahsettiği anı aklıma düştüğü anda kocaman bir kahkaha attım. Sky da kendini tutamayıp bana katıldığında ormanın içinde sesimiz yankılandı.

Chris ve Sky ‘ın ailesi ile birlikte bir yolculuğa çıkmıştık yıllar önce. Onarım anne babası Tom ve Jennifer ile ben ve ailem birlikte bir arabadaydık. Tom Chris gibi toprağa hâkim, Jennifer da Sky gibi havaya hâkimdi. Yol kenarında tek başına yetişmiş bir günebakan gördükleri an Tom babamdan arabayı durdurmasını istemişti. Sonrasında Chris ile birlikte o çiçeği kurtarma çabası içine girmişlerdi.

Chris işini biraz abartıp dakikalar boyunca çiçekle telepati halinde kalmıştı. O kadar derin bir bağ oluşmuştu ki oni uyandırmayı hiçbirimiz başaramamıştık. Sonunda Chris uyandıktan sonra... Çok tuhaf bir haldeydi. Konuşmuyordu. Etrafa tuhaf bakışlar atan yeni doğan bebekler gibiydi.

Neyse ki çıkabilmişti o trans hâlinden. Neyse ki.

Başımı sallayarak Sky ‘ı onayladım.

“O zaman yarışalım. Daha hızlı gideriz.” Deidkten bir saniye sonra hızla koşmaya başladım. Sky ‘ın da arkamdan koşmaya başladığını duymuştum.

“Senin amacın hızlı gitmek değil eğlence aramak bir kere!”

Sözleri gülmeme neden olmuştu. Evet, böylesi keyifliydi.

“Vanessa sana diyorum! Yavaşla biraz, ben senin gibi değilim.”

Neden benim gibi olmadığını biliyordum. Her elemente ait olan özellerin birbirinden farklı, hatta tahmin bile edilemeyecek kadar sıra dışı fiziksel ve zihinsel yetenekleri olabiliyordu. Bunu yanında her elementin bir de kendine özgü fiziksel yeteneği vardı. Bu hiç değişmeyen bir fiziksel yetenektir.

Ateş elementine hâkim olan tüm özeller çok hızlı koşabilirlerdi.

Su elementine hâkim olan tüm özeller görünmez olabilirdi.

Hava elementine hâkim olan tüm özeller uçabilirlerdi.

Toprak elementine hâkim olan tüm özellerin vücut gücü yıkıcı derecede büyük olurdu.

Bunu dışında her özel de belli bir hız olsa da asla bir ateş elementine hâkim olan özel kadar hızlı olamazlardı.

Fakat her element taşıyıcısında bir tane olan bu fiziksel özellikler muhafız da bir tane ile sınırlı değildi. Her daim Su elementine hâkim olan Su özelleri arasından çıkan muhafızlar ise sadece kendi elementlerinin gücü olan görünmezliğin yanı sıra diğer tüm elementlerin de ffiziksel özelliklerine sahiptir.

Biz hem hızlı, hem görünmez, hem aşırı güçlü olabilir, hem de uçabiliriz. Yani ben bunların hepsi olabilirim. Çünkü muhafız soydan devam ederdi. Kanda taşınırdı. Ben bu görevi babam dan almıştım. Ve şu anda türümü, gücümüzün kaynağı taşlarımızı, inanışa göre yaratıcılarımız olan ilk büyücüleri de ben koruyordum.

Gerçi sonuncudan pek emim değildim. Onların varlığını kanıtlayabilecek hiç bir şey yoktu elimizde. İnancımız dışında. Türü yarattıktan sonra biz muhafızların koruduğu taşların kaynağında yani dünyanın farklı bölgelerinde varlıklarını sürdürdükleri inancı...

Sky ‘ın yanıma kadar geldiğini gördüğümde düşüncelerime çok odaklanınca hızımı düşürmüş olduğumu fark ettim ve hemen başımı iki yana sallayıp düşünceleri arka plana ittikten sonra odaklanıp tekrar hızlandım. Sky ‘ın arkamdan söylendiğini duysam da eve gidene kadar bir daha düşüncelerimin rayından çıkmasına izin vermedim.

Karla kaplı çam ağaçlarının arasından geçip ahşap büyük evin olduğu araziye girdik. İki katlı ve gerçekten güzel bir evdi. Hem dışı hem de içi tam anlamıyla huzurlu bir yer olduğunu haykırıyordu.

Veranda da bekleyen bronz tenli karanlıkta korkutucu görünen buz mavisi bakışların sahibi Marc ile karşılaştık. Gerçekten gözleri çok farklı bir ton maviydi ve karanlıkta korkutmak için mükemmel bir parlaklık seviyesine erişiyorlardı.

Veranda merdivenlerini çıkıp yanında durduğumuzda kısa olmasak da o bizim iki katımız uzunluğunda olduğu için başımızı kaldırarak göz göze geldik onunla.

“Enerjinin güzelliği kilometrelerce öteden fark ediliyor Vanessa ve bu şu anda çok işimize yarayacak. Su hatları donmuş. Bitkilerinin ölmemesi için Chris başımın etini yedi. Ona yardımcı olmamı istedi ama bildiğin gibi çok fazlalar o yüzden lütfen yardım et.”

Marc cümlesinin sonuna doğru birden yalvarır bir ses tonu ile konuşmaya başladığında gülümseyip içeri girdim.

“Evet çok fazlalar. Hangisinden başlayayım?”

Kapıyı kapatıp salona geçtiğimiz anda Chris ile karşılaştık. Elinde saksı bitkilerinden bir tanesi ile koltuğa oturmuş diğer bitkilere üzüntü ile bakarken de elindeki saksıya iyice sarılıyordu. Beni görünce başını kaldırdı ve gözlerinde gördüğüm parlama ile ayağa kalkıp elindeki saksıyı bana doğru uzattı.

“Lütfen ilk önce ona yardım et.”

Elimi kaldırıp saksının içinde ki toprağa yerleştirdim avucumu. Toprağa hafifçe baskı uyguladım. Ardından elimden nemli su tanelerinin çıkıp toprağın onları emmesini bekledim. Toprak yeteri kadar su çektiğinde elimi geri çektim.

Chris sırasıyla evdeki tüm bitkilerin su ihtiyacını karşılamam için ben ve Marc ‘ı yönlendirdi ve ardından Marc çatı katındaki bitkiler için beni yukarı çıkardığında Sky ve Chris alt kattan kalmıştı.

Marc bana tek tek hangi bitkiler ile ilgilenmem gerektiğini söyledikten sonra pencerenin önünde duran bir bitkiye doğru yöneldi onu takip ederken bu bitkinin ilk defa burada olduğunu görüyordum. Aslında ilk defa Marc ‘ın bitkileri bu kadar önemsediğini görüyordum.

Jayatımda ilk defa görüyordum bu çiçeği. Buna rağmen beni cezbetmişti.

Tamamen siyah taç yaprakları vardı. Yapraklarının kadifemsi bir dokusu ve polenlerinin de bembeyaz oluşu hayran hayran ona bakmama neden olmuştu.

Çiçeğe bakarken dokunmak istemiştim. Bir yandan da dokunursam güzelliği bozulur mu acaba diye düşünüyordum. Renkleri o kadar canlı ve parlaktı ki... Dokunulmaması gereken bir mucize gibiydi.

“Çok güzel...”

“Öyle değil mi? Chris ‘in elinde gördüğüm bir çiçekti. Uzun süredir yetiştiriyorum. Sana göstermek için getirdim.”

Marc ‘ın bir bitkiyi uzun süredir yetiştirmiş olmasına şaşırmıştım. Sanırım ilk defa bir şeye bu kadar değer verdiğini gördüğüm içindi bu şaşkınlığım.

“Adı ne?”

“Niye şaşırdın?”

“Şey... Yani bilmem ki beklemiyordum sanırım senden böyle bir şey.”

Marc ‘ın dudaklarında beliren gülümsemesi dudaklarında genişlerken bakışlarım bakışlarını buldu.

“Çiçeğin adını söylemeden önce bu çiçeği senin için yetiştirdiğimi bilmeni istiyorum. Bu kusursuz ve dokunulmak için bile fazla güzel olan çiçek... bunu senin için yetiştirdim. Sıradışı olan herşeye hep hayran hayran bakıyorsun kendin gibi eşsiz objelere, varlıklara hayransın. Buna rağmen kendini sevmiyorsun...”

Başımı kaldırıp Marc ‘ın yüzüne baktım.

Çünkü benim başka yolum yoktu. Hayatımın mutlak gerçeği daimi olarak bir yerde kalamayacak olmamdı. Daima gizlenmek ve uzaklaşmak zorunda kalacaktım.

Kaçışım mecburiyetimdi.

Marc ‘a haklı olduğunu söylemek istedim çünkü haklıydı fakat haklı olduğunu da biliyordu zaten.

Marc ‘a tekrar çiçeğin adını sormak istediğim de kulaklarıma evin önündeki kar tabakasının üstünde yuvarlanan tekerleklerin sesi doldu.

Gelmişlerdi.

“Geldiler.” Diye kendi kendime sayıklayıp çiçeği unuturken Marc ‘ın yüzüne ikinci kez bakmadan odadan çıktım ve merdivenleri ışık hızı ile inip giriş kapısına geldim. Onlardan önce gelmiştim. Kapıyı açtıktan bir kaç saniye sonra onları gördüm ve hızlıca ikisine birden sıkıca sarıldım.

Annemin ve babamın kopyası gibiydim. Aile olarak birbirimize o kadar çok benziyorduk ki. Üçümüzün de saçları aynı koyu kumral tonlarında, üçümüzün de gözleri aynı gökyüzü mavisi tonlarında. Tenlerimiz bembeyaz, boylarımız uzun. Yani annem benden bir iki santim daha uzundu ama babam ikimizden de epey fazla uzundu.

Başımı kaldırıp yüzlerine baktım.

“ Sizi özledim. Sonunda geldiniz.”

Ben onlara gülümsedim ama onlar gülümsemediler bana. Kaşlarım çatılırken seyahatlerinin amacını hatırladım ve kötü bir şey olduğunu o anda tekrar idrak ettim. Hep böyle başlardı zaten.

Chris haksız çıkmıştı. Ben hislerimde yine yanılmıyordum. Tamam tersi olmasının ne çok isterdin oysaki...

“ Vanessa... konuşmalıyız.” Babamın kalın sesi beni neler olduğu hakkında bilgilendiriyordu sanki. Hazırlıklı ol sinyalini verdiğinin farkındaydım.

Başımı aşağı yukarı sallayıp ne olduğunu anladığımı belirttim annemin gözünden bir damla yaş akarken babamın kaşları ızdırap ile kavislendi. Kollarını açıp annemi ve beni sıkıca sardı.

Yutkundum. Böyle anlarda tepki verdiğim için bile utanırdım. Çünkü onların amacının beni korumak olduğunu biliyor olmama rağmen bazı şeylerin yediremiyordum. Sindirmek, kabullenmek istemiyordum işte... Boğazımda oluşan yumruyu yok etmek istercesine yutkunurken yutkunduğumu duydukları için bu durumdan hoşnutsuz olduğunu düşüneceklerdi, korktuğumu anlatacaklardı, üzüldüğümü zaten biliyorlardı... Duygularımı gösterdiğimiz için şımarıklık yaptığımı düşünüyordum. Sadece işlerini zorlaştırmak oluyordu bunun sonucu.

Babam, annem ve ben oturma odasında ki üçlü koltuğa oturduk. Ben kocaman koltuğun ortasında otururken annem sağıma babam da soluma geçmişti.

Annem ile bitişik oturuyorduk ve o kolunu benim omuzlarıma sarmış boşta kalan eli ile de dizime dokunuyordu. Beni sakinleştirmek istediğini anlıyordum ama buna gerek yoktu ki. Ben zaten varlığımın başından beri kaçışlar ile yaşamıştım.

Oynadığım oyunun adını çok iyi biliyor, kuralları yeniden yazıyordum. Saklambaç oynuyordum ben.

Bu sefer neden beni sakinleştirmek istediklerini anlamıyordum. Hatta neden Marc ‘ı, Chris ve Sky ‘ı odadan çıkardıklarını da anlamıyordum. Onların gideceğimiz yeri bilmemeleri gerektiği doğruydu ancak sonuçta bunu zaten burda, zaman kaybederek söylemek zorunda değildiler ki. Evden ayrıldıktan sonra yolda da anlatabilirlerdi bana olanları.

Şu anda valizleri topluyor olmalıydık.

Zaman kaybediyorduk.

Sırf onlardan ayrılıyorum diye, sırf yine yeni bir hayatın kucağına düşüyorum diye, sırf yine dilimden dökülen tek şey yalan olacak diye, sırf yine bir kabuğun ardında kendi benliğimi saklayacağım diye üzülmeyi bırakmıştım uzun Bir süre önce.

Bunun için asırlarca zamanın olmuştu. Saklambaç ustası olmuştum artık. Ve şu anda kendi oyunumda strateji kurmam gereken vakitte ailemin sonucunda ne söyleyeceklerini ezbere bildiğim cümleler için yol yapmalarına ve işi uzatmalarını beklemek zorundaydım.

Şu anda yalanlarımı planlayıp mantık açığı olmayacak şekilde sıralamam ve bir hikâye oluşturmam gerekiyordu.

Neden oturup konuştuğumuzu cidden anlamıyordum ama koltuğa geçene kadar soru sormadan onları dinlemem gerektiğini bundan önceki bir çok seferde de bin kere söyledikleri için kıt beyinli gibi davranıp işi uzatma taraftarı da değildim.

Onların aksine...

Yine içimde göz devirmek istiyordum. Karşımda ailem olmasaydı bunu yapmakta hiç çekinmezdim.

Babam koltukta yan oturuyordu ve bir eli annemin omuzumda ki elinin üstündeyken diğer eli tıpkı annem gibi diğer dizimin üstünde beni sakin tutmak için duruyordu. Hepsini bu pozisyonda oluyorduk. Sanki söyleyecekleri yüzünden krize girip ülkeyi Su altında bırakmamdan korkuyorlardı...

İmkânsızdı.

Kontrolümü kaybetmem olanaksızdı.

Kaşlarım hafifçe çatılı duruyordu ve bu duruma anlam veremediğim için artık neler olduğunu anlatmalarını istediğimi açıkça belirten bir ifadem vardı yüzümde. Birsel de gitsek moduna geçiş yapmıştım.

“ Biliyorsun , dostumuz Norel ‘i ziyaret etmiştik.”

Biliyordum. Norel de bizimle aynı türde olan bir özeldi. O toprak topluluğuna aitti.

Birde kız kardeşi vardı.

Morel.

Norel ve Morel ikisi de türümüzün yöneticisi ve varlığımızın güven içinde sürdürülmesini amaçlayan, doğumumuzdan itibaren eğitimimizi verip insanlar ve diğer canlılar için tehlikeli duruma gelmemizi engelleyen konsey de çalışıyorlardı.

Konsey türümüzün varlığını devam ettiriyor ve benliğimiz de ki gibi doğal bir biçimde yaşayabilmemiz için çabalıyordu.

Her ne kadar biz özellerin güçleri tam olarak doğanın kendisinden ibaret olsa da eğitimsiz yada kontrolsüz olunduğunda doğayı kullanarak hem doğaya hem de çevremizde bulunan her şeye zarar verme potansiyeli olan varlıklardık.

Bu yüzden konsey in ana görevi bizi eğitip yaşamaya hazır hâle getirebilmekti.

Ama kullandıkları yöntemler gün geçtikçe kendi içimizde bile zarar görmemize neden olmaya başlamıştı. Bunun nedeni bana göre başlı başına 128 yıl önce ki konsey başkanı değişimiydi.

İlk defa bir değişim olmuştu. Benim bildiğim kadarıyla. O zamanlar varlığımın 15.yılındaydım.

Bu olay kendi içimizde çok konuşulmuş ve yıllarca tartışma konusu olmuştu.

Biz... yani hepimiz değil ancak büyük çoğunluğumuz sonsuz yaşama kavuşabiliyorduk. Yani buna sonsuz yaşam denemez di tam olarak. Çünkü yok edilemez değildik ancak insanlar gibi de vaktimiz gelince ölmüyorduk.

Yani bir dış etkenden dolayı yok edilmediğimiz sürece yaşamaya devam ederdik. Aslında o zaman bile ikinci bir şansımız olurdu çünkü taşlarımız bizi iyileştirirdi.

Her neyse işte. Kafamdaki düşünceleri çok dağılmadan toparlamaya çalıştım.

Konsey başkanı yok edilmişti. Bunu kedisinin mi yaptığı yoksa birinin onu yok mu ettiği anlaşılamayan bir sır olarak kalmıştı. Zaten kimse buna anlam veremiyordu.

Konsey üyeleri bulundukları sığınaktan dışarıya çıkmazdı. Korumalar, eğitmenler, hizmetçiler, öğrenciler... ve daha bir çoğu o yerini sayılı kişinin bildiği sığınaktan asla çıkamazdı. Forza da bulunan kale... Büyülü evrenimiz Forza... Orayı özlediğimi hissediyordum. Uzun süredir dünyada yaşıyorduk ve Forza ‘ya duyduğum özlem çok büyüktü.

Orada kimseyi zorla tutmuyorlardı. Herkes izin alabildiği sürece güvenli olarak çıkış yapabiliyordu ama yine de konsey üyeleri oradan ayrılmazdı.

Dışarı da olup doğayı hissetmeye ihtiyaç duymalarına rağmen sadece enerji emerek varlıklarına devam edebiliyordu Kale de yaşayanlar. Türümüz elementine yeterince yakın değilse ve element gücünü yenileyemez ise o zaman da sorunlar ortaya çıkıyordu.

Yani evet epey çelik adam gibi olsak da bunun külfeti de epey çoktu.

Konsey başkanının değişimi ile konsey de her şey değişmişti. Topluluk liderleri de buna dahildi ve o günden sonra benim kaçışım tamamen konsey den kaçışa dönmüştü.

Konsey lideri su topluluğuna üye olmasının yanı sıra konsey liderliğinin yanında birde su topluluğu lideri konumundaydı.

Ve ben bir muhafızdım. Muhafızlar türümüzün dayanağı olan güç taşlarını korurlardı ve bir muhafız sadece su topluluğunda çıkardı. Bu hiç değişmezdi. Türümüzü yaratan ilk büyücülerden su elementine hâkim olanı muhafızların her daim su topluluğundan çıkmasını sağlamış olmalıydı.

Nedeni muhtemelen su elementinin üç farklı versiyonunun oluşu olmalıydı. Çünkü bazen bazı özeller de güç dengeleri farklı olsa da su topluluğunda ki herkes suyun üç haline de erişim sağlayan kişilerdi.

Konsey lideri muhafızı bulmak istiyordu. Bunu bilmeyen özel yoktur diye tahmin ediyorum ve bunun yanı sıra da konsey her yıl türümüzün yeni üyelerini toplayıp eğitim için sığınaklarına götürürlerdi. Kendi iradesi ile konseye gitmeyen ve saklanıp büyüyen özeller de... ceza alırdı. Ve bu cezaların... bu cezalardan birinin kurbanı da Norel ve kardeşi Morel di işte.

İkisi de konsey de bir süre eğitim almış olsa da Morel ‘in konseyden kaçtığını biliyordum. Morel henüz eğitimi tamamlamadan kaçtığı için ve eğitim de bile duygu yoğunluğunu kontrol edemediği için sürekli tehlike arz ettiği yönünde şeyler duymuştum.

Morel ‘in kaçışından bir süre sonra çok büyük bir depreme neden olduğunu biliyordum. Hangi deprem olduğunu o an hatırlayamasam da binlerce ölüm ve çok büyük yıkımlar bırakmıştı Morel. O toprağa hâkimdi ve gücünu kontrol edemeyip bir deprem yaratmıştı.

Konsey onu çok geçmeden bulmuştu.

İşkence ile güç taşları sökülüp bir insandan farkının kalmaması sağlanmıştı. Güç taşlarının sökülmesi demek ölümümüz demekti fakat eğer taşlar alındıktan SONRA insanlık büyüsü denen büyü üstümüze işlenirse yaşamımıza devamı edebilirdik. İnsanlık büyüsü aslında tamamen sevgi ile ilgiliydi. Yaratıcılarımız bizi yaratırken bile doğaya ilan sevgileri yüzünden yarattı. Doğanın da bir türü olmasını istediler. Taşları sökülen kişinin gerçekten sevdiği ve sevildiği kişi ile arasında bir büyü bağı kurması sonucu yaşayan özelin taşlarının gücünün Bir kısmı ons aktarılırdı. Bu da özelin yaşamasına olanak sağlardı.

Çok zor bir durum olduğunu tahmin ediyordum. Düşünüldüğü kadar kolay olmamalıydı. İnsan olarak yaşamak mı?

Hiç tahmin edemiyordum.

Suyu hissedemediğimi düşünmek bile istemiyordum.

Benliğimin su ile var olduğu bir yaşamın içinde suyun bana sağladığı enerji olmadan, onu hissedemeden yaşayabileceğimi sanmıyordum.

Morel nasıl yaşıyordu acaba?

İşte kardeşinin düştüğü durum yüzünden Norel Morel den sürekli bilgi alıp benim kaçışlarıma yardım ediyordu. Çünkü konseyin amacına ulaşmasını istemiyordu. Onlardan ölesiye nefret ettiklerini, ne yaparsa yapsınlar içlerinde ki nefreti tükenmeyeceğini biliyordum. Norel ‘in yüzüne bakınca bile gözlerinde ki nefreti görebiliyordunuz.

Ve ben içten içe biliyordum ki Norel bu yardımları belki de kardeşine tekrar bir güç taşı sağlayabilmek için yapıyordu. Yani iki amacı birden vardı.

Ama ikinci amacına hak vermemek elde değildi. Sonuçta Morel onun kardeşiydi. Elbette onun tekrar büyüsüne kavuşmasının ve iyi olmasını isterdi.

“ Norel bize neler olacağını söyledi ve biz de bir plan yaptık Vanessa”

Anneme döndüm. Sesinde ki titreme miydi? Benim annem? O hep güçlü duran bir kadındı ve şu anda...

“ Vanessa, tekrar bir av başlatacaklar ve bu seferki çok büyük olacak. Birinden kaçarken diğerine yakalanırız. Senin kendini kamufle edip onlardan en uzak köşeye saklanman gerekiyor.”

Babamın sesi ve duruşu sağlamdı. Annem de ki anlam veremediğim yıkık halin yakınında bile değildi. Başka bir şeyler vardı... FAKAT bana bunu söylemeyeceklerdi. Babam bu yüzden annemin sözünü kesip kendi devam etmişti. Annemin sesini duymak için onu konuşturacak konular açtığını bildiğim babamın annemin duygusallığını engellemek için böyle davrandığını anlıyordum.

Onlar anlamadığımı mı sanıyorlardı? Çok yazık.

“Seni birinin yanına gönderiyoruz. Biz yokuz Vanessa. Özel gücü ile seni konseyin av ekibinin önünde olsan bile saklayabilecek bir yakınımın yanına gönderiyoruz. “

Annemin elinin üstüne koyduğum ellerimi kaldırıp elimi kendi avuçlarının içine aldı. Biz yokuz dediği an titremiştim. Düşüncesi bile beni karanlıklara hapsedebilme gücüne sahip bu cümleyi kurarken hiç çekinmemiş olması canımı sıkmıştı.

“Sakin ol! Bizi dinlemelisin. Bu gerekli Vanessa. Böyle olması gerekiyor. Buna mecburuz Norel ve Morel den aldığımız bilgilere bakarak seni en iyi saklayabileceğimiz yeri bulduk. Ve sen itiraz edemezsin. Fazla soru da soramazsın tamam mı? Böyle olması gerekiyor.”

Babam kaşları çatık bir şekilde konuşurken sevgi dolu merhametli babamın yerinde otoriter babamın olduğunu fark ediyordum. Titrediğim için itiraz edeceğimi, korktuğumu düşünmüştü. Ama hayır, hiç birini yapmayacaktım.

Yüzüme bakınca kaşları hafifçe düzeldi ve yüzüne merhametli bir ifade geldi ancak ben yine de ona hayal kırıklığı ile baktığımın farkındaydım.

Annem saçlarımı okşamaya başlamıştı. Ben bunu yeni fark ediyordum. Kendimi bir anda şımarık bir çocuk gibi hissetmiştim. Ama böyle olmamalıydım. Ben güçlü olmak zorundaydım. Gözlerimin duygularımı ortaya sermesine izin vermemem gerekiyordu.

Babamın zaten kendisinden bana geçen bu muhafızlık görevi için elinde olmayan bir geçiş durumu olmasına rağmen vicdan azabı çektiğini biliyordum.

Benden kaç kez ‘bu şekilde yaşamak zorunda kaldığın için üzgünüm.’ Diyerek özür dilediğinin sayısını bile unutmuştum.

Bu yüzden sustum. Cevap verilmesini beklemeden derin bir nefes çektim. Gözlerimi açıp kapattıktan sonra daha sakin olduğuma inandığım an tekrar babama döndüm.

“Tamam... haklısın çok soru sormamalıyım. O halde hemen hazırlanıyorum. Eşyalarımı hemen toparlarım.”

Bir tepki vermelerine fırsat vermeden muhafızlık ile birlikte gelen hız gücüme minnet duyarak yanlarından kalkıp merdivenlere yöneldim.

Kendimi evden kovulmuş gibi hissediyordum. Her seferinde böyle oluyordu. Benim sorunum neydi? Artık alışmam gerekiyordu.

Ama... kalbim kırılmıştı. İyi de yanlış olan bir şey yoktu ki. Olması gereken buysa böyle olmalıydı ve ben de plana uymak zorundaydım.

Neden bu kadar kötü hissediyordum ki? Benim neyim vardı? Olması gereken bu , olması gereken bu Vanessa. Kendi içimde bu cümleyi defalarca tekrar ederek odama çıktım ve hızlıca eşyalarımı topladım.

Aşağı kattan annem ve babamın fısıltıları doluyordu kulaklarıma. Duymamaya çalışsam da bu boş bir çaba olmuştu.

Muhafızlık duygularından nefret ettim o an. Muhafız olmaktan nefret ettim. Gözlerimden yaşlar boşalırken valizlerin fermuarlarını kapattım ve güçsüzlüğümü yanında yaşamaktan çekinmeyeceğim tek kişi olan Marc ‘ın yanına gittim. Burada kaldığı zamanlarda kullandığı odasının kapısına iki kez vurduğumda içeriden hızlı adm sesleri geldi.

Kapıyı açıp yüzüme baktığı an onun da yüzünde benzeri bir ifade oluştuğunda kendimden bir kez daha nefret ediyordum.

Elimi tutup beni içeri çekti. Kapıyı kapatıp yanıma geldi. Ben daha fazla kendimi tutamayıp ağlamaya başladığımda kolları omuzlarımı sardı.

Başımı göğsüne yaslayıp ağladım.

“Ben gitmek istemiyorum Marc.”

Sesim boğuk ve anlaşılamaz olmasına rağmen o saçlarımı okşayıp

“Biliyorum Vanessa.” Dedi.

“Bu sefer benimle birlikte olamayacaklarını söylediler. Yalnız olacağım... ben... korkuyorum. Onlar olmadan yapamam diye korkuyorum Marc. Kendimden nefret ediyorum. Muhafız olmaktan nefret ediyorum. Ben bu olmak istemiyorum.”

“ Şştt. Sakin ol. Sen güçlüsün ve ben senin halledeceğine inanıyorum tamam mı? Unutma kimse senden güçlü değil Vanessa. Ayrıca nasıl kendinden nefret ediyorum diyebilirsin ki? Tanrı aşkına farkında mısın? Irkımızın en üstünü ve en güçlüsü sensin. Bunun ne kadar havalı olduğu hakkında bir fikrin var mı senin?”

Marc ‘ın son cümlelerinin beni biraz olsun üzgün halimden çıkartmak adına döküldüğünü bildiğim için yalandan gülümsedim ve onu da üzmenin bana hiç bir yararı olmadığını hatırlattım kendime.

❄️

“Seni seviyoruz.”

Annem ve babam uçağın giriş koridorunun önünde benimle vedalaşırken ben de onlara sıkıca sarıldım. Sanki son kez sarılıyormuş gibi sarıldım.

İçeride o kadar üzgün ve yorgun olmama rağmen dışarıdan baktıkları zaman en azından idare edebildiğimi düşünmelerini sağlayabilecek kadar iyi görünmek için çabalıyordum.

İşe yarıyor muydu bilmiyordum ama en azından bunu yapabilecek kadar güçlü olmam bile olacaklara katlanabileceğimi gösteriyordu bence.

“Ben de sizi çok seviyorum. Ne kadar iyi bir kız çocuğu olduğumun farkındasınızdır umarım. Beni evden atmanıza rağmen her dediğinizi yapıyorum değil mi?”

Sözlerim de belirgin bir sitem olmasına rağmen yolda gelirken bin kere konuştuğumuz ve ben bin kere bu tarz cümleler kurduğum için cevap vermediler.

Babam annemi omuzlarından sarıp kolunu okşarken annemin me kadar üzgün olduğunu tekrar görmemek için hızlıca telefonumdan saati kontrol etmek için hareketlendim. Uçuş saati gelmişti. Gidiyordum işte. Gerçekten.

“Ben gidiyorum.” Deyip arkamı döndüm.

İşte yine bir hayatı daha arkamda bırakıyordum. Bu sefer yanımda hep benimle olan ve kendi hayatlarını da arkalarında bırakan anne ve babam da yoktu yanımda. Onlar da arkamda bıraktığım hayatın içinde kalıyordu.

Ve ben yalnızdım.

Yine.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%