Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. Bölüm/ KAÇIŞ

@werveturan

Vanessa Stone...

Uçaktan indikten sonra pasifik kıyı bölgesinde ki Portland oregon ‘a gelmiştim. Havaalanından ayrılıp elimde bulunan adrese ulaşmak için taksiye bindim.

Taksiciye telefonumda ki adresi verdikten sonra aslında uzun süreceğini hissettiğim yolculuk tahminimden daha kısa sürmüştü. Şehrin merkezine çok uzak sayılmıyordu. Zaten gittiğim yerin de kasaba olmadığını biliyordum.

Şoför beni telefonum da ki istenilen yere kadar getirdiğinden ücreti ödeyip araçtan indikten sonra önünde bulunduğum büyük oto tamircinin önünden beni alması gereken kişiyi beklemeye başladım.

Her yer yeşildi ve buranın oksijen salınımının çok yüksek olduğu bariz bir biçimde ortadaydı. Her yer bu kadar yeşil ve ağaç dolu iken çok güzel görünüyordu. İnsanlık henüz doğayı öldürememişti işte. En büyük kanıtlardından biriydi burası. Chris buraya bayılırdı. Tom aşık olurdu. Chris ve Tom ‘un birayı gördüğü an yüzünde oluşacak ifadeyi düşündükçe dudaklarımın kıvrıldığını ve gülümsediğimi hissetmiştim.

Oto tamirci bile diyemeyeceğim kadar büyük olan yere bakarken etrafımda arabaları tamir eden yada başka bilmediğim işleri yapan insanların bana baktığını hissediyordum. Gelmeden önce uçaktan indiğim anda burayı araştırmaya başlamıştım.

Henry işinde çok usta biriydi. Fakat şehir merkezinde değil de burada işyerini kurmuş olması dikkat çekiciydi. O kadar ünlü bir yerdi ki bu oto tamircisi şehir merkezinden buraya gelen müşterileri olduğu bilgisini öğrenmiştim. Şehir dışından bile müşterileri varmış. Üstelik sadece randevu ile çalışıyor olmaları da ilk öğrendiğim anda gözlerimi kocaman yaptırmıştı.

Ailem beni bu adamın yanına mı göndermişti saklanmam için? Burada dikkat çekmemek mümkün müydü ki? Adamın neden burada çalıştığı ile ilgili bile araştırma yapanlar vardı. Araba turkunu olan insanların rağbet gösterdiği bir yerin sahibi...

Henüz yoldayken başıma ağrılar girmeye başlamıştı.

Babamın yıllar önce henüz kendisi muhafız olduğu zamanlarda ondan yardım aldığından bahsetmişti. Dost olduklarını anlamıştım. Güvenmiyor olduğu birinden böyle bir yardım istemezdi. Şimdi de bana yardım edecekti. Üstelik sadece bu da değildi. Artık onunla yaşayacaktım. Uydurdukları senaryoyu o anda dinlemek istememiş hemen yola koyulmam gerektiğini bahane ederek kurtulmuştum ancak önünde sonunda Henry anlatacağı için de sorun yoktu.

Ben etrafı incelemeye devam edip Henry ‘ye nasıl ulaşacağımı hesap etmeye çalışırken yanımda bir oğlan durdu. Tahminimce 15 yaşında olmalıydı.

“Birine mi baktınız?” Diye sordu. Sesinde ergenlikten dolayı çatlamalar oluşmuştu. Bunu kendisi de fark edip hafifçe boğazını temizledi.

Kısa boylu ama epey ince bir çocuktu. Beyaz teninin üstünde motor yağı olduğunu tahmin ettiğim siyah lekeler vardı. Tulumu da siyah lekeler ile doluydu. Siyah kıvırcık saçları darmadağınık duruyordu.

Gerçi burada çalışan herkes aynı durumda gibiydi. Etrafta bir çok kişinin dolaştığını görüyordum. Hepsinin üstünde tek tip renkleri değişkenlik gösteren tulumlar vardı. Bazıları beni görünce incelese de çoğu kişi işine devam etmişti.

“Şey evet... adı Henry olan birini arıyorum. O beni bulmalıydı ama...”

Çocuk cevabımı tam olarak dinlemiş gibi durmuyordu. Bakışları üstümdeydi ancak odağı söylediklerim değildi. Beni baştan aşağı süzünce gülmek istemiştim. Sonsuz yaşam taşım tam olarak varlığımın 21. Yılında oluştuğu için 21 yaşında görünüyordum ve o da benden beş – altı yaş küçük olmalıydı ve bir erkeğin karşı cinsi izleyişi gibi izlemişti beni. İnsanların ergenlik hormonları.... Gözlerimi devirmek istiyordum.

Oysa bir bilse benim onun gibi olmadığımı... ah kesinlikle benim ile bir daha karşılaşmamak için korkudan kasabayı terk ederdi. Hem de üstünde ki yağlı tulumu yada hiç bir şeyi umursamadan koşarak uzaklaşırdı buradan. Daha doğrusu benden.

Hafifçe boğazımı temizleyip dikkatini dağıttım. Birden başını kaldırıp

“Ha? Evet, evet Henry demiştin değil mi? Onu hemen çağırabilirim.” Dedi ve arkasını dönüp gözden kayboldu. Yanaklarında ki kızarıklık insanlar da gördüğüm de tuhaf bulduğum bir şeydi. Utanç gibi durumlarda damarlarında dolaşan kan yanaklarına toplanıp kızarmalarını sağlıyordu.

Bizim türümüz de böyle bir durum oluşmuyor du. Bizim içimizde kan değil enerji vardı. Element enerjisi de bildiğim kadarıyla renksiz di ve bizim yanaklarımızda böylesine bir kırmızı renk açığa çıkamazdı.

Bir süre sonra çocuk yanında uzun boylu ve ince vücutlu bir adam ile çıktı binadan. Adamın sarı saçlarının arasında beyazlar vardı. Yine de altın gibi parlıyordu saçları. Hafif yanık bir ten ve sarı gözleri vardı. Hava elementine hâkim olan herkesin gözleri sarı renk olurdu. Demek ki Henry de hava elementine hâkim di ancak bana yaklaşmasına rağmen hâlâ üstünde element enerjisini alamıyordum.

Kaşlarım istemsize çatılırken acaba zihinsel gücü yüzünden mi diye düşündüm. Zihinsel gücü enerjisini algılamamı engelliyor muydu? Her özelin bir zihinsel gücü olabilirdi. Ancak zaten zihinsel gücün olmadığı halimiz bile böylesine kudretli haldeyken artık bunu sorgulamıyordum. Zihinsel güç herkeste olmuyordu sonuçta. Olduğu zaman da diğerlerinden üstün kılan bir özellik oluyordu.

Henry karşımda durup bana baktı sonra da yanımızda duran çocuğa dönmeden “ sen git artık Carl.” Dedi.

Carl yanımızdan ayrılıp giderken son kez bana bakmasına aldırış etmedim. Gözlerimin odağı sadece Henry ‘ydi. Henry göz ucuyla etrafı kontrol edip bizi izleyen işçilerin bizi duyup duymayacak olduğunu düşünüyordu sanırım. Kontrolü bittiğinde ise kısık sesle konuşmaya başladı.

“Demek şu muhafız sensin ha? Adın Vanessa ‘ydı değil mi?”

Başımla onayladım.

“O zaman haydi bakalım Vanessa. Seni yeni evine götürelim.”

Önden yürüyüp onu takip etmemi beklemeden ilerleyince ben de mecburiyettan onu takip ettim. Sohbet etme yada soru sorma gibi girişimlerinin olmayışı şaşırtmıştı açıkçası. Direkt olarak sonuca varmıştı.

Belki de ulu orta yerde konuşmak istemiyordu sadece.

Aslında onunla gitmek istemiyordum. Ama bir kez yola çıktıktan sonra da dönemezdim. Mecburiyetten.

“Biliyorsun ailen ile iletişime geçmek için çok büyük bir nedenin olması gerekiyor yani sürekli görüşmeniz olanaksız. Bunu onların istediğini biliyorsun. Yani bana beni öldürmek istiyormuş gibi bakma bu benim suçum değil tamam mı? Şu anda yaşanılanlar benim suçum değil!”

Ona gerçekten kötü bakışlar atıyordum. Tanımadığım bir adamın zaten bildiğim gerçekleri yüzüme vurması sinirlerimi bozmuştu.

Dudaklarımı aralayıp cevap vermek için hazırlanırken tekrar konuştuğu için susmak zorunda kaldım.

“Ve seni yeğenim olarak tanıyacak herkes. Ölen kız kardeşimin kızısın tamam mı? Baban başka bir kadınla evlenince sende benimle yaşamaya başladın. Ayrıca dikkat çekmemek adına seni okula yazdırmak yada eksik farklı bir yol bulmak zorundayım. Bu göz önünde olacağın için ilgiyi en fazla bir kaç hafta üstünde tutar sonrasında her şey eskisi gibi olur sanırım. Evimde sana bir oda da ayarladım tamam mı? Annen ve baban senin kendini iyi hissetmen için oraya bir kaç sürpriz de yaptırdı. Hatta odayı hazırlarken sırtım kaç kere tutuldu hatırlamıyorum. Neyse işte umarım seversin.”

“Bir dakika “

Henry benimle ilgili alınan kararları sıralarken sözünü oldukça yüksek bir ses ile kesmiştim.

“Odayı hazırlamanı önceden istediler ama bana buraya geleceğimi henüz daha dün söylediler. Yani...”

Anlamıştım. Daha önceden bir plan yapılmıştı ve bana kesinleşene kadar anlatmamışlardı. Burnumdan öfkeli bir nefes verip parmaklarım ile şakaklarıma bastırdım. Camdan dışarıya izleyip bu olanlara anlam vermeye çalışırken diğer bir soru işaretini Henry ‘ye yönlendirdim.

“Sen az önce sırtım tutuldu mu dedin?”

“Evet.”

“Ama sen... yani özellerin sırtı tutulur mu ki? Yani ne bileyim hiç o şekilde acı hissetmedim ben.”

Henry gülümsedi. Ama bu... sanki üzgün ve göstermelik bir gülümseme gibiydi. Buruktu...

“Evet senin hiç hissetmemen normal Vanessa çünkü sen hâlâ bir özelsin ben değilim. Güç taşım söküldü ve sadece zihinsel yeteneğimi veren taşım kaldı. Yani ben bir... insanım diyebilirim. Ve sakın taşımı nasıl kaybettiğimi sorma tamam mı? Anlatmayacağım.”

Kaşlarım çatılırken aslında kafamın içinde bin bir türlü soru ortaya çıkmıştı. Ama sormak konusunda çekiniyordum. Sormalıydım galiba. Sonuçta bu adamın evinde yaşayacağım. Sorularıma alışmak zorundaydı. Sorma deyince sormamak hiç bana göre değildi.

“Yani artık ölümsüz değilsin, havayı hissetmiyorsun, yada enerji hissetmiyorsun öyle mi? Ama bu... “

“ evet bu çok berbat bir durum. Ölümsüz değilim, havayı artık asla bir element taşıyıcısı gibi de hissetmeyeceğim ve enerji artık içimde değil. Yani... daha bir çok berbat tarafı da var ama sonuçta yaşıyorum.”

Ben buna yaşamak diyemezdim. Bu yaşamak değildi bence. Ben su olmadan hayatımın olacağıma inanmıyordum.

Benliğimi kaybetmek olurdu bu. Beni ben yapanı kaybetmek gibi.

Henry buna nasıl dayanıyordu. Onun gibi bunu yaşayan diğer tüm özeller nasıl dayanmıştı?

Bakışlarımı dışarıya çevirip yolu izlemeye başladım.

❄️❄️❄️❄️❄️

Henry nin evi olduğunu söylediği yerde durduğumuzda dudaklarımda bir kıvrılma hissederek güldüğümü anladım. Araba durduğu an Henry kapıyı açıp indi ve bende onu takip ederek arabadan indim.

Kapıyı kapatıp Henry ‘nin bagajdan valizimi ve çantamı çıkarmasına yardım ettim.

Eşyalarımı elime aldığım an bana doğru eğilip etrafa çaktırmadan bir göz attı.

“Sakın çantaları çok hafifmiş gibi taşıma. Burada hiç bir risk almamak gerekir. Seni dışarıdan gören bir insanın bardak bile taşıyamaz diyeceği cılızlıktasın. Bu yüzden görünüşüne göre davran tamam mı?”

Ona ters bir bakış attım.

“Bunu söyleyecek kişiler onları tek seferde uzaya uçurabileceğimi bilseydi bırak bunu söylemeyi düşünmeye bile cesaret edemezdi.” Dedim kibirle. Konu güçlerim olunca küçümsenmek hoşuma gitmiyordu. Hemde hiç.

Henry ise başını sallayıp sanki dediğimi düşünüyormuş gibi bir kaç saniye bekledikten sonra hak verir gibi gülümseyip

“Muhtemelen öyle olurdu.” Diye karşılık verdi. Başımı çevirip etrafı incelemeye başladım. Yol boyunca da aynı şeyi yapmış her gördüğümü ezberlemiştim.

Bulunduğumuz yerde sıra sıra iki katlı evler vardı. Farklı renklerde ki evler çok tatlıydı. Hepsinin rengi farklı olsa da hiç bir renk abartılı bir tonda değildi ve bence böylesi daha güzeldi. Önümüzde biri mavi tonlarında diğeri gri tonlarında iki ev vardı. Henry gri olana doğru yürüyünce bende elimde ki eşyaları sanki zorlanıyormuşum gibi geriden sürükleyerek peşimden çektim.

Henry evin çitinin önüne geçip kapıyı açtığında bu çit olayının hâlâ kullanılıyor olduğunu görmek biraz tuhaf gelmişti. Son yıllarda neredeyse tamamen kullanımı kaybolmaya başlamıştı bu çitlerin. Daha modern şeyler ilgisini çekiyordu artık insanların.

Ama yine de hoştu. Güzel görünüyorlardı.

Henry ‘nin peşinde ilerleyip bende bahçeye adımımı attım ve üç basamaklı taş merdiveni indik. Hâlâ yavaş yavaş inmek için çabalıyordum ancak bu... çok sıkıcıydı.

Sanki bir bardağa elimi değdirmeden masaya götürmem gerekiyormuş gibiydi. Güçlerini kullanmadan tüm işlerini yap. Özgürsün ama güçlerini kullanmadan...

Derin bir nefes bıraktım. İnsanların bu merakı yüzünden ben bunu çekmek zorunda mıydım?

Evet zorundaydım. Buraya ait değilsek buraya uyum sağlamak zorundaydık. Kendi rutinimiz buraya uyumlu değildi. Forza ‘yı özlüyordum.

Bahçe de çok fazla çim vardı. Sanırım Henry budaması gerektiğini bilmiyordu. En azından çok fazla uzamamıştı. Ama çimenlerin aksine bahçenin sağ tarafında gayet bakımlı ve hoş kokularını burnuma kadar taşıyan çiçekler de vardı.

“Çiçeklere gösterdiğin özeni çimenlerin içinde göstermen gerek gibi”

Henry önerim karşısında dönüp bana kısa bir bakış attı.

“Eh madem artık sende burada yaşayacaksın o zaman çimenler ile de sen ilgilenirsin. “

Kaşlarımı kaldırıp tepkisine bir anlam vermeye çalıştım ama veremedim. Tabii ki çim budamak zor değildi ve bunu yapardım ama söyleyiş tarzı hoşuma gitmemişti.

Yine de memnuniyetsizliğimi kendime sakladım.

Henry ‘nin ise bıyık altından güldüğünü görmek beni sinir etmeye çalıştığını anlamam için yeterliydi.

“Burada misafir hayatı yaşayacağını düşünmüyorsun değil mi?” Diye sordu tek kaşını havaya kaldırarak.

Başımı iki yana sallayıp görmezden gelerek yürümeye devam ettim.

Evin de beş basamaklı bir merdiveni ve merdivenin sonunda da yerden yaklaşık bir metre yükseklikte ki bir verandası vardı. Veranda ve merdivenlerin trabzanı birleşik vaziyette ve ahşaptı.

Henry cebinden anahtarını çıkartıp kilidi çevirdi ve içeriye girip kapının yanında benim de geçmem için bekledi.

İlk adımımı atıp içeriye girdiğimde peşimden sürüklenen çantalar kapı pervazının çıkıntısına takılı kaldı ancak hemen çekip düzelttim.

Başımı kaldırıp içeriyi inceledim.

Geniş açık plan mutfak ve oturma odası vardı. Üst kata çıkan merdivenin her iki tarafında da birer kapı bulunuyordu. Mutfak tarafında dört kişilik yuvarlak kestane rengi ahşap bir masa ve etrafında da dört sandalye duruyordu.

Genel olarak duvarların hepsi sade beyaz renkte ve mutfak dolapları da açık yeşil renklerdeydi. Yerler de kestane rengi parke zemindi ve açık yeşil mutfak dolapları kestane rengi ile beyaza pek uygun gibi görünmüyor olsa da aslında rahatsız etmekten öte çok hoş bir etki bırakmıştı.

İlk katta odaların içinde de pencere olmalıydı fakat benim gördüğüm kadarıyla mutfak ve oturma odası kısmında iki tane pencere bulmuyor olsa da pencereler çok büyüktü ve pervazları da geniş olduğu için üstlerinde gördüğüm yastıklar ile çok hoşuma gitmişti.

Pencere pervazlarını çok severdim. Alaska da ortam elementime çok uyumlu olduğu için hiç enerjisiz yada bitkin olmazdım ve uykuya ihtiyaç duymazdım. Bu yüzden de sürekli pencere pervazında oturup dışarıyı izler yada kitap okurdum.

Çocuk yaşlarda da yaşadığımız diğer evlerde de hep pencere pervazında güçlerim ile oynardım.

Hâlâ da oynardım. Güçlerim ile oynamak benim için eğlenceli oluyordu.

“Üst katta çatı var orayı sana hazırladım. Ama oranın banyosu yok bu yüzden belki de merdivenlerin sol yanında ki odayı kullanırsın. Sağ taraftaki benim odam sol taraftaki odanın kendi banyosu var ama çatı da ki odanın banyosu yok yine de çatıyı seversen sağ taraftaki odanın banyosunu da kullanabilirsin. “

Başımı sallayıp yukarıya çıkmak için ilerledim. Henry arkamdan dış kapıyı kattığı an rahat olduğumu hissederek gücümü kullandım ve hızlıca çıktım merdivenleri. Çatı katının kapağını açıp ilk önce elimde ki çanta ve valizi ardından da kendimi yukarıya çektim.

Etrafa bakmak için ayağa kalktığım esnada Henry ‘nin bağırmamak için çaba sarf ederek homurdanmasını dinledim.

“Umarım duyan olmamıştır Vanessa çünkü bu sesi duyan evin içinde bir delinin olduğu ve evi dağıttığını düşünür.”

Kaşlarımı çattım. O bana deli mi demek istemişti yani şimdi. Her neyse cevap vermedim. Zaten o fısıldasa bile ben duyardım ve o bunu biliyordu. Yani bilerek cevap vermediğimi anlamıştır kesin.

Daha dikkatli olmaya dikkat ederek yumuşak adımlar attım ve kocaman çatı katını gezmeye başladım. Dört bir yanda pencereler vardı. Pervazları kocaman ve perdeleri en sevdiğim lacivert tonundaydı.

Duvarlar da mavi tonlarında boyanlıydı. Parkeler açık renkte bir ahşaptı ve odanın mavi tonlarına tamamen uyuyordu. Odanın çatısının iki tarafı eğimliydi. Ve duvarın tam orta kısmında çift kişilik yatak vardı. Pencere tarafında iki tane tek kişilik koltuk ve ortalarında minik bir sehpa bulunuyordu.

Giysi dolabı ve çalışma masası diğer duvara dayalı duruyordu. Yerde yine mavi tonlarında tüylü bir halı vardı. Duvarlarda iki tane gece lambası yaktığım zaman loş bir mavi ışık yayıyordu.

Çok sevmiştim ve diğer odayı sevmeyeceğim belli olmuştu. Annemlerin benim için Henry ‘ye hazırlattığı oda da bu olmalıydı zaten.

Bu odada yabancı hissetmiyordum.

Çantalarımı olduğu gibi bırakıp heyecandan dolayı dikkatsizlik ederek gürültülü bir şekilde aşağıya indiğimde mutfaktan çıkan Henry ile göz göze geldik.

Bana uzun uzun uyarır gibi bakışlar attı. Sonra da elinde ki sandviçi ısırarak koltuğa doğru yürüdü. Televizyon sehbasının üstünde duran kumandayı alıp koltuğa oturdu.

Kanallar arasında ilerlerken kaşlarının hâlâ çatık olduğunu görüyordum.

“Tamam. Özür dilerim... ama ben alışık değilim ki.”

Başını bana çevirdi. Sandviçi elinde havada kalmıştı.

“Neye alışık değilsin?”

“Güçlerimi kullanmamaya.” Tereddüt etmeden dürüstçe verdiğim cevabım karşısında pek şaşırmamıştı ancak keyfinin kaçtığı belliydi.

Büyük ihtimalle başına kaldığım için ne yapacağını bilemiyor olmalıydı.

“Tamam anladım ama sen artık buraya adapte olmak zorundasın ve bu şekilde devam edersen her şey başlanmadan bitecek anladın mı?”

Sinir olmuş bir şekilde başımı sallayıp diğer odaya bakmaktan vazgeçerek çatıya çıktım. Ona evime döneceğimi söylemek istedim. Ama söylemeyemezdim ki.

Üstümdeki kıyafetlerimi çıkarmadan yatağa uzandım ve gözlerimi kapatıp uyuyabilmek için adeta bir savaşın içine girdim. Uykuya fiziksel olarak ihtiyacım olmasa da zihinsel olarak çok yorgundum.

❄️❄️❄️❄️❄️

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%