@yazarjose
|
Şimdi siz diyeceksiniz ki sen daha yeni açıklama yapmadın mı 'derslerim çok yoğun diye bölüm atamıyorum' diye. Öyle, hala öyle. Ama size verdiğim sözü tutmama-ki ileriki bölümlerde olan okuyucularım var benim, onlar için elimi çabuk tutmam da gerekli:(- durumu beni derslerim kadar üzüyordu. O yüzden o andan itibaren, pomodoro çalışmayı denedim. 25 dakika da bir, 5 dakika düzenliyorum. Umarım bugün, 11. Bölümü de atabilirim ve 5 partlık Babalar ve Kızları özel bölümlerine geçeriz. Bu kısım, Eren'in neden Karan'a bu kadar bağlı olduğunu anlamanıza yardımcı olacaktır ve Karan'ın deliliğini biraz daha iyi anlarsınız. Şok olma ihtimaliniz------çok fazla.
Pastalar pişsin diye,
Kafaları yaktık odun niyetine.
10 Mart 2024
"Siktiğimin hayatı, kaçsam ayrı geriyor; kalsam kâbus oluyor." Bedenimin her yanı kaskatı uyuşmuştu. Özellikle kadınlığımda bir uyuşma ve ağrı söz konusuydu. Vajinamdaki ufak bir yırtılmaydı ama dün akşamki kaçışta kendimi çok zorladığımdan, onu daha kötü bir hale getirmiştim. Bir süre dikkat etsem iyi olacaktı, en büyük endişem kanaması değil de enfeksiyon kapmasıydı. Şehirde hem saklanıp hem de doktora gidebileceğimi zannetmiyorum. Gerçi, enfeksiyon kapıp da ölsem trajikomik olmaz mıydı? Doktora gitme şansım yok sonuçta, Karan'ın elinin Baykal'da uzanamayacağı bir yer var mı? Kaşlarım çatıldı, aslında var: Bu şehirde bunu benden daha iyi kimse bilemez. Artık malikanede değildim. Onunla tanıştığım ilk gün, ilk kez sevildim. O da ilk kez sevildi. Tüm ilklerimiz beraber, tüm favorilerini ezbere bilirim, eğer bugün ölseydi, onun yerine geçip bir otobiyografi hazırlayabilirdim. Ancak bu... Üç yıl önce değişti. Belki de dört yıl demeliyim, benim Karan'ım dört yıl önce kapıdan çıktı gitti, bir daha asla geri gelmedi. Tanıştığımız gün doğum günümüzdü, böyle bellemiştik küçükken. Bunun öldüğü günü de öldüğüm gün yapacağını bilmiyordum. Ve şimdi yapacaklarım... Kuru dudaklarımı yaladım, içimde tuhaf bir bilinmezlik ve heyecan vardı. Birden, kaçtığımı düşünmeye başladım tekrardan. Kaçmış mıydım sahiden? Aklımda, dün olanlar sürekli dolanıp duruyordu. Mangal, Karan, asansör ve küvet. Sonra, kırkayakla konuştum. Hayır. Öyle olmadı. Kaçtım çünkü biri geldi. Bana elini uzattı. Küçükken hayalini kurduğum gizemli büyücülere benziyordu. Tıpkı bir itfaiyeci gibi ateşi kontrol ediyordu! Ufakken, babamla yaşadığım zamanlar da hep mahallenin yukarısındaki ormanda dolaşırdım. Bir keresinde ormanda yangın çıkarmıştı sokak serserileri. Beni itfaiyeci bir kadının kurtardığını hatırlıyorum. Annem sanmıştım. Hoş, o zamanlar, salak gibi herkesi annem sanıyordum. Dün de ateşi kontrol eden itfaiyeci, gökyüzünden çatıma konmuştu ve benim elimden tutmuştu. -gerçi benim hayalimdeki uzun koyu kahve saçları olan, kilolu ve sert mizaçlı bir kadındı ama… dün geceki kişi yanılmıyorsam bir erkekti ve kaderin s..ik oyunu yüzünden olsa gerek Karan’a benziyordu? Gözlerimi açıp nerede olduğuma baktım. Eski püskü bir odada, küflü bir yatağın içindeydim. Yorgan neredeyse dudaklarıma geliyordu. Kollarım, yastığımın altında birbirlerine kavuşmuşlardı. Dünkü yorgunluğum sağ olsun, uykunun tatlı kollarına normalde kendimi günlerce bırakmadan durabilen ben mışıl mışıl uyumuştum görünen o ki. Yabancı bir koku etrafa hakimdi. Anılarıma iyice girmeden önce, daha gözlerimi açmadan, Arın'ı bana bu yabancı olan kokusundan tanımıştım zaten. Nane ve sigaranın bayat, nahoş kokusu hakimdi odaya. Bu koku ondan geliyordu. Eski kokuyordu Arın, onunla alakalı her şey yeniyken. Derin ve hırıltılı, uzun soluklu nefesleri, ensemdeki saçları havalandırıyordu. Kaşlarım çatıldı. Belimden sarmıştı beni. Yüzünü saçlarıma gömmüş, beni kendine çekmişti. Sırtım göğsüne değiyordu. Boyum ondan kısa olduğundan dolayı, bel altım yukarıda kalıyordu şükürler olsun ki. Ancak yine de fazlaca yakındım bana göre. Nefes alıp verişleri, Arın'ın gövdesinin havalanıp inmesine sebebiyet verirken; omurlarımdan aşağıya korkutucu bir titreme hissetmeme sebebiyet veriyordu. Eli karnımın üstündeydi ve her nefes alıp verdiğimde, yaşadığımı kontrol ediyordu sanki. Tedirginliğe kapılarak nefesimi tuttum, o uyanmadan çıkmalıydım buradan. Gerçekten... Dün beni kendine çekip uyuyakaldığını hatırlıyorum. İtip aradan çıkmaya çalıştığımı da. Birkaç kere denemiştim, sonra... Sanırım bende uyuyakalmıştım. Ne diyebilirim ki? Dün bir seneye sığacak olaylar yaşamıştım. Hem ruhsal olarak hem de bedensel olarak. Yorgunluktan, strese daha fazla dayanamayıp bayılmış bile olabilirim. Kaçışımız bir yana, asansör olayından sonra en az bir hafta yatmam gerekirdi bir yerde. Bana abarttığımı söylemeyin, Karan gibi birinin size tüm güçle yumruk atması iki gün yerden kalkamamanıza sebebiyet verir. Bana yaptığını yapsa... Aslında uyuyamazsınız. Ama ben bir şekilde uyudum. Kapak olsun, o…pu çocuğu Karan. Ellerim, Arın'ın belimi iki yandan sarmış kollarına vardı. Bir elim, onun bileklerini sarmaya yetmiyordu. Yüzüm dikkatle gerildi, işaret parmağımı sağ kolundaki kaslara bastırdım. Güçlü. İri yarı p.. kurusu, ırz düşmanına benzemiyordu ama hiç güman etmiyorum artık. Kendimi böyle uyuyakaldığım için çok pis biri gibi hissediyorum. Ya beni o cinsten elde etmek istediğinden yapıyorsa böyle? Ne yapacağım? İki elimle kollarını tuttum ve onu kendimden uzaklaştıracakken, kollarının uyuyan birine göre fazla sıkı sıkıya bağlı olduklarını fark ettim. Uyuyor olduğunu bilmeme rağmen, sitemkâr bir yüzle başımı geriye çevirip ona kızgın kızgın bakmak istedim. Arkamı dönüp bakmamla, afallamam ve kendimi koruma içgüdüsüyle kaşlarımın çatılması bir oldu. Uyuduğu falan yoktu. Dağılmış kısa saçlarının arasından ve hafif çatık kaşları altından, açık kahve gözleri dalgın dalgın bana bakıyordu. O hiçbir şey dememişti ama ben içsel bir zihinle, bir süredir uyanık olduğunu anlamıştım. Uyanıktı. Ve beni böyle kendine çekmiş, öylece duruyordu. Ne düşünüyordu? Gövdemi ondan yana çevirip, iki elimle göğsünü ittirdiğimde bana karşı koymadı. Etrafıma sardığı kollarının kilidini kırdı. Onu olabildiğince sert ittirerek, yataktan apar topar çıktım, aceleye edeyim derken yere düştüm salak gibi. Hızla ayağa dikildim, yatağın başında öylece durup; sonuna kadar açık gözlerimle ve birbirine bastırdığım dudaklarımla, ona baktım. Kızgındım ve bunu bilmeli, benden uzak durmalıydı. Yoksa keserim o boynunu. Ben ona ne kadar kötü bakarsam bakayım, o bana sakin ve düşünceli bir yüzle bakmaya devam etmişti. Bakışlarını kaçırıp mahcup olmalıydı, ya da laubalice 'neden öyle yapmayayım' falan demeliydi ki ona herhangi bir tepki verebileyim! Böyle durursa, anca kapıyı çarpıp gidebilirim. Yalan, eğer ki bunu yapan başka birisi olsaydı, muhtemelen mutfak çatalı ile epiglottisini parçalardım. Yeteri kadar tavrımı açık ettiğimi düşündüğüm saniyelerin sonunda, odada daha fazla kalmaya dayanamayacağım için neredeyse koşuyormuş gibi hızlı adımlarla ayrıldım odadan. Kısa koridorun diğer ucundaki salondan sesler geliyordu. Dünkü maçın kaça kaç bitmesinin sebebine dair yorumlara, yorumcular tarafından iddia edilen komplolar eşlik ediyordu. Salonun kapısına kadar gelirken, istemsizce temkinliydim. İçeride Resul'un olabileceğini mantığım söylese de ben histerik bir panikle Karan'ın orada; elinde bir silahla oturmuş bizi bekliyor olduğunu hayal edip durdum kafamda. Gerçi, öyle bir durumda içeride beklemez; gelip Arın'a sıkardı ama... Emin olamıyorum. Bazen ben bile. Sonuçta Karan delidir ama politik bir hatadan da kaçınmaya çalışır. Arın'ı öldürerek Sahir'dekilerin dikkatini çekmek istemez. Fakat, sonuçta, Karan politik ve zekidir ama delidir de. Zihnini tamamen bir paradoks. Kapının eşiğinde durdum ve başımı eğip içeriye baktım. Resul yere oturmuştu. Etrafta birkaç dosya kâğıdı, bazı ufak mallar, silahlar vardı. Beni görünce sahte bir tebessüm etti ve "Günaydın." dedi. Bir an tereddüt etsem de içeriye girdim ve önüne kadar yürüyüp "Bunlar ne?" diye sordum. Bana bakmaktan kaçınarak, başını işine eğdi ve "Arın sana anlatır uyanınca." dedi. Yanaklarım kızardı Arın'ın ismini geçirdiğinde. Kahretsin, bizi öyle görmüş müydü? Yanlış anlamasın? Benim öyle hemen yanaşacak biri olduğumu falan? Ah, eminim ki öyle düşünecektir. Kim hakkımda aksini düşünme nezaketi gösterir ki? Gösterdi ki? Karan'dan, hop bir başkasının kucağına gibi dururdu gözlerine. Gerçekliğimin ayırdına tekrar varmamla kaşlarım çatıldı. Yanaklarım kızarmamalı, gözlerimi kaçırmamalıydım. Donuk, sert bir ifade takınmak zorundayım. Hasar almaz bir duruş gerekli bana her daim. Çünkü, benim gibi bir kızın utanmasına ne gözle bakılır biliyorum. Onlara fırsat vermeyeceğim. Öksürüp, hassaslaşmasın diye sesimi temizledim ve yere eğilip elime bir silah aldım. "Kaça satıyorsun bunları?" diye sorduğumda durup, donuk bir ifadeyle yüzüme baktı. "Kimlikte yapıyorsun değil mi? Bana da bir tane yap, karşılığını veririm. Ben de para bol." Son cümlemle ifadesi biraz değişse de hiç sesini çıkarmadı. Haksız değildi, birinin bende para olduğunu düşüneceğini zannetmiyorum. Ama var. Hem de oldukça fazla. Resul bana ifadesiz bir yüzle baktı tekrar, bir şeyleri dile getirmek istiyor gibiydi ama sanki içine atıyordu. Elimdeki silahı aldı ve "İçeride pizza var, soğumuştur ama tok tutar seni." dedi. Git başımdan demenin kibar bir yolu. Resul silahı elimden alırken, bir an, ona beni ciddiye almadı diye haddini bildirmeyi düşünsem de bunu yapmadım. O benim kaçmama yardım etmişti, onun gibi birine de saldırgan bir tavır takınırsam... Gerçekten insan olamam. Ayağa kalktım ve hiçbir şey demeden, önü bana kapalı dosyalara gözlerimi değdirip çıktım odadan. Dosyalar... Sahi, ben de Şahinlerle alakalı bildiklerimi dosyalamalıyım. Nereden başlayacağımla alakalı kafamda birkaç tane fikir var. Ancak kaçtığımdan beri tüm alternatifler birbirine karışıyor. Kendime küçük bir güzergâh kurmalıyım ilk öncelikle. Bir ses kayıt cihazı mı kullansam? Aklıma ara sıra gelen, hatırladığım şeyleri ona kaydederim. Mutfağa gidip masadaki iki kutu pizzaya baktım. İçlerini açıp baktığımda, biri mantarlı biri ise sade, klasik pizzaydı. Bakması bile midemi bulandırmaya yetti. İki kutunun da üstünü kapattım. Mutfağın kapalı perdelerinin arasından, tek gözümü dışarıya çıkarıp sokağı kontrol ettikten sonra sandalyeye oturdum. Sahir’den gelenler geri mi döndü? Resul dün gece onları mı gönderdi? Arın, beni ne zaman kadar korumayı planlıyordu? Başka bir amacı da olabilir beni kaçırmakta. Netice de ben, Eren İpek Şahin’im. İstesem de istemesem de. Adil Vedat beni teknikten nüfuzuna almadı. Çünkü Karan, evlenmek istediği kızla kardeş olmayı kabul etmezdi. Ama annemle aynı soyadı almıştım ve annem aracılığıyla sahip olduğum bir Şahinlik vardı. … Arın’ın her şeyi başından beri planlı yapıp yapmadığı meçhul. Başımı duvara yasladım. Saçmalıyorum: Arın… bu tür şeylere ihtiyaç duyan bir adama benzemiyordu. Zaten Baykal’ın ekonomisinde, üstün bir hakka sahip olacak kadar fazla mal varlıkları vardı. Baykal’ın tüm ailelerinin, Aslan ailesi ile muhakkak ki ortak bir işi vardı. … Ondan hiç hoşlanmadım. Gerindim, uyurken pozisyonumu hiç değiştiremediğimden her yerim tutulmuştu. Aklıma çamaşır makinesinde bıraktığım kıyafetlerim geldi. Asmamıştım. Ah, gitmek için onların kurumasını bekleyemezdim ki. Saç kurutma makinesi ile kurutacağım çamaşırlarımı. Ayağa kalkıp çamaşır, makinesinin yolunu tuttum. Çamaşır makinesi koridorun sonunda; yatak odası ile banyonun hemen arasındaydı. Önünde eğilip, ellerimin kapağa uzandığı sırada yatak odasından sesler geldi. Arın ayağa dikilmişti. Kapının önüne geldiğinde, kafasını kapının üstüne çarpmaması için eğip, pervaza yasladı. Uyandığımda nerede olduğumla alakalı duyduğum suçluluk ve onun sapık -benim yorumumca- bakışlarını yakalamam yüzünden, ona karşı bir sinir beslemeye başlamıştım içimde. Kim ‘o haldeyken’ bulduğu ve kaçmasına yardım ettiği bir kızı arzulayabilir? Hiç mi vicdanı ya da utanması yok? Ya da Arın, birinin benim gibi şeylere uğramış olmasının, onun arzulanmasının önünde bir engel olmadığını mı düşünüyor? … Tartışmalı bir konu. Hayır, değil. Birinin istismara uğraması, onu hayat boyunca başka birini sevmekten geri tutmamalı. Bu uğradığın bir şiddet yüzünden ceza çekmektir. Mantıklı mı? İnsanın mantığına sığar mı? Ancak her şekilde, bana şu an yaklaşılmasını istemediğim bir dönem olduğu açık değil mi? Sert bir yüzle ona döndüm, "Ne dikiliyorsun başımda?" diye sordum kızgın bir sesle. Ona sinir olduğumu saklamaya hiç niyetim yoktu. Eliyle banyo kapısını gösterdi, "Üstünden mi atlayayım?" diye sordu. Kabalığı karşısında -onun hala bir ay ışığı şövalyesi ve itfaiyeci abla olduğunu sanıyordum, en azından on altı yaşında kalan tarafım birazcık sanıyordu- dudaklarım belli belirsiz aralandı, şuna bir tekme atsam da yere düşse... Ben önüme dönemeden, "Benimkilere bir el atsaydın kötü olmazdı." diye geveledi. Sadece kendi kıyafetlerimi çamaşır makinesine atmış olmamdan bahsediyordu. Suçlama karşısında sinirlenerek, elimle çamaşır makinesinin kenarına vurdum. Daha da asabileşerek "Ahtapot misali yapışmasaydın ben zaten yapacaktım geri zekalı!" diye histerik bir tavırla geri cevap verdim. Tavrım istediğim agresiflik ve yükseklikteydi ama yüzüm... Yanaklarım, burnum, her yanım kıpkırmızı olmuştu. Bakışlarımı aşağıya kaydırdım. “Bana bir daha dokunma, o kadar yaklaşma. İstemiyorum.” Dedim. Dudaklarımı birbirine bastırıp, göz yuvarlarımı yukarıya çevirdim ve ona en kötü bakışlarımı attım. Bana ifadesiz bir yüzle bakıyordu. Dediklerim, ses tonum, kendini rahatsız hissetmesine sebebiyet vermişti. Başımı hızla önüme çevirdim ve kapağı açıp elimi içeriye daldırdım. Ama çamaşır makinesinin içi boştu. O sırada, salon kapısının eşiğinde Resul belirdi ve kısa koridorun diğer ucundaki bize seslendi. "Ben yıkananları astım dün gece." İç çamaşırlarımı makineye atmadığım için o an kendimi ne kadar zeki hissettiğimi bilemezsiniz. Ama yanaklarım buna rağmen yine de daha da kızardı. Öyle bir şeyin düşüncesi bile insanı utandırıyordu. Her saniye yerin dibine daha da batıyordum. Buradan hemen gideceğim. "Çamaşırların makinede olmadığını fark edemedin mi?" diye bir ses duymamla, gözlerimi parkelerden Arın'a çevirdim. Bana hoşnutsuz bir ifadeyle baktı, sanki Resul'un dediklerine kızardığımdan gocunmuş gibi. Resul daha fazla başımızda nöbet dikilmeyerek, "Arın, bekliyorum sizi." dedi. Arın, gözlerini benden ayırmadan başını salladı ve anlık ciddileşen bir sesle "Tamam." dedi. Resul salona geri girip kapıyı kapattı, bize mahremiyet sunuyormuş gibi. Yapma. Şu s..ik kapıyı açık tut Resul! Kaşlarımı daha da çattım, parmak uçlarımla zemini ittirip, hızla ayağa kalktım. Balkonun, yatak odasında olduğunu görmüştüm. Önümden çekilmeyen, bana hala hoşnutsuz bir yüzle bakan Arın'a dönüp sert bir sesle, "Çekil." dedim. Benden uzak durmasını istedim diye mi çirkefleşti? Onun hakkında öyle sapık biri diye düşündüğüm için mi yoksa… Resul’ün söylediklerine utandım diye mi sahiden? Hiçbir sorumu cevaplamayan mimiksiz ifadesi yüzünde takılıydı. Umursamazca, "Ben de çekil istemiştim-" dediğinde oflayıp onu ittirdim önümden. Karşı koymadı, kenara çekildi. Düşününce... Resul biz burada birlikte uyurken çamaşırları asıp gitmişti ve çıt bile duymamış mıydık? O kadar mı yorgundum? Birinin odama gireceğini anlayamayacak kadar. Son üç yıldır, kapımın önünden geçseler uyanan biri olduğumu varsayarsak... Başımı iki yana salladım aklıma gelen ihtimallerle. Geri zekalı Eren: Birileri olduğum odaya girdiğinde bile uyanmamışım, birisi beni ahtapot gibi sarıyor ve buna müsaade ediyorum? ………..
Ben yoksa Karan’ın dediği gibi bir f..işe mi olacağım?
Ondan ayrılmak bu demek mi? 𓆨 . 𓆨 . 𓆨
HAYIR HAYIR HAYIR HAYIR HAYIR! SAKİN OL BE SALAK! Derin derin nefesler almaya başladım. Ciğerlerim sıkışmaya başlamıştı. Çok fazla paranoya yapıyordum. Ben ahlaksız değilim! Ben pis değilim! Ben kötü bir şey yapmadım! ………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………. Anne… ………………………………………………………………………………………………… Kes sesini. … Sanırım stres olmuştum kaçabildiğim için. Kurtulmak da mahkûmiyet kadar korkutucu geliyordu demek. Anlaşılan, bana böyle hissettirecek kadar işlemişti içime karanlık... S…iğimin hayatı. Kaçsam ayrı geriyor; kalsam kâbus oluyor. Balkonun pervazına tutundum ve ellerimdeki titremeler geçene kadar bekledim. Daha tam kurumamış eşofmanımı ve kazağımı omzuma astım. Ancak hemen çıkmadım balkondan. Hemen karşımda, bir metreden biraz uzağımda eski, rutubetli başka bir bina vardı. Ama başımı bu daracık balkonda, biraz sağa çevirirsem... Uzaktan denizi görüyordum. Belki kendim kafamda kurdum bilmiyorum ama, denizin kokusu; esintisi geliyor buraya kadar. Trafik sesleri duyuyorum. Kapkaranlık olan bu şehir bile, bir müziğe sahip... Tuhaf. İnsanın içine bir yaşama katılma gayesi veriyor metropol manzarası.
Baykal. Buruk bir tebessümle yaşama bakıp, çıktım balkondan. Yatak odasına başımı çevirdiğim gibi, pervazın oraya başını yaslamış beni izleyen Arın'ı gördüm. Kızarık gözleriyle uslu uslu duruyordu, yanağını pervaza yaslamıştı. Gözüme tatlı gözüktü bir an. Kes sesini. İnsanlar, senin gibi kızları yanlış anlamak için yer arıyorlar! Sus. İfadesiz bir yüz takınıp, "Banyoya gidiyordun?" diye sordum soğuk bir sesle. Bir şey demedi, bir an daha bana düşünceli bir ifadeyle baktı ve arkasını dönüp gitti. Banyoya değil de içeriye yöneldiğini görünce, meraklanarak peşinden gittim. Kıyafetlerimin yatağın kenarına bıraktım. Resul’un yanına değil, mutfağa gitmişti. Arkasından gelip ne yaptığına baktığımı görünce bana bir yan bakış atmak hariç hiçbir şey yapmadı. Onlara güvenmememe içerlemeyecek kadar korktuğumun farkındalığına sahipti. Mutfak dolaplarından birinden bir kutu çıkardı. İçinden altı tane hap aldı ve kocaman bir su bardağına musluktan su doldurdu. Yanına gelmiştim, haplara bakıyordum. Kutuyu elime alıp ne yazdığını okumak istediğimde, kutuyu ben elime alamadan kaldırdı. “Amma meraklısın sen.” Dedi hoşnutsuzca. Ona döndüm, iki elim de tezgâhın üstündeydi. Karşımda suyunu içtiği sırada, sakin gözlerle onu izledim. En sonunda “Deli misin sen?” diye sordum. Bir an püskürtecek gibi olsada kendini tuttu. Bardağı lavabonun içine bıraktığı sırada, bana bu sefer gerçekten sert bir yüzle baktı. O öyle baktığında, bende kaşlarımı çattım. “Altı hap mantıklı mı? O şeyler seni uyuşturmuyor mu? Bir çeşit uyuşturucu mu-” “Seri numarası yazılı uyuşturucu mu olur?” diye geveleyerek beni es geçti. Mutfaktan ayrıldığı sırada, peşinden geliyordum. Sürekli ona takip ediyormuş gibi hissettim biraz, sinirim bozuldu. “O şeyler seni zayıflatmıyor mu? Öyle bir şey söylediğini hatırlıyorum. Dün gece, arabada da çok hızlı etki ettiler.” Banyonun kapısına varmıştı. Kapıyı açıp içeriye girdiği sırada durup bana baktı. “Bir yarım saat sonra dövüşmem gerekmediğine göre iyiyiz Eren.” Kapıyı yüzüme kapatacaktı, tam kapıyı kapattığı sırada onu durdurdum. “Deli misin diye sorduğum için mi böyle yapıyorsun?” diye sordum. Bakışları yumuşadı donuk tuttuğum ifademe bakarken, gittikçe. “Hayır.” Kaşlarımı hafifçe çatıp, başımı sola yatırdım. “O zaman niye sinirlisin?” diye sordum. Başını hafifçe iki yana salladı, “Elimde değil.” Dedi. … Düşünceli bir yüzle, başım aşağıya düştüğü sırada, “Sorun yok.” Diye yeniledi kendini. “Kapıyı kapatmazsam, utanırım, izninle…” Duraksadım. Yüzümü iğreniyormuş gibi büzüştürdüm ve ona nefretle baktım. Küfretmemek için dilimi ısırıp, odaya geçtim. O geri gelmeden hızlı hızlı üstümü değiştirdim. Dolaptaki eski püskü ceketlerden birini üstüme geçirdim sonra. Karan'ın ısırdığı sol elimi sarmıştım. Sargımı açıp, tekrar daha sıkı sardım. Ceketin boynumu örttüğüne emin oldum. Saçlarımı toplamak için bir şey yoktu, saçlarımı arkaya atıp tişörtümün içine sakladım. Başıma bir beyzbol şapkası takıp aynadaki görüntüme baktım. Serseri bir oğlana benziyorum. Güzel. Arın'ın ceketinden Şahin yüzüğünü ve merhemimi alacaktım ki banyodan suyun açılma sesi geldi. Arın'ın ceketini dün banyo kapısına asmıştım. Dudaklarım sıkıntıyla aralandı, ondan ceketi isteyecektim ki, banyo kapısından döndüm, duşa girdiğini duymamla. Bekleyecektim. 'Belki o sırada silah ve yeni kimlik bir almak için Resul'u ikna edebilirim,' diye düşünerek salona döndüm tekrardan. Resul salona ilk girdiğimde, bana gelişigüzel bakıp gözlerini önündeki işe çevirdi, fakat iki saniyeye, şok içinde tekrar bana döndü. Elindeki silahı üstüme doğrultmuştu. Ellerimi havaya kaldırdım, şapkamı çıkardım ve "Benim ben." Dedim düz bir sesle. Tuttuğu nefesi verdi ve silahı indirdi. Kaşlarını çattı, gözleriyle beni süzdükten sonra, şüphelenen bir sesle "Ne diye giyindin böyle?" diye sordu. Omuzlarımı silktim, "Sonsuza dek burada kalacak halim yok, işlerim var." dedim. Kaşları yukarıya kalktı, "İşlerin var?" diye sordu imayla. Sonra, sanki üç yıldır istismar edilen bir mağdurdan fazlası olmam mümkün değilmiş gibi, "Senin?" diye üsteledi. Ona öyle sert ve soğuk bir ifadeyle baktım ki, dudaklarını birbirine bastırdı. Sözünün beni sinirlendirdiğini anlamıştı. Mahcup bir tavra büründü siması. Ama söylediğinin yanlış olduğunu düşündüğünden mahcup değildi, benim kırıldığımı düşündüğünden mahcuptu. Yani, aslında hiçbir şeyi değiştirmemişti kızmam. Tek kaşım yukarıya kalktı, üstten bir tavırla bakındım yüzüne. “Zorla mı tutacaktınız?” diye sordum şüpheyle. Başını iki yana salladı ‘hayır’ anlamında, bunu yaparken gayet içten ve rahattı. Kuru dudaklarını yalayıp, "Arın'la konuşmadan gitme bari." dedi. Cevap vermedim, zaten Arın'ın duştan çıkmasını beklemek zorundaydım yüzüğümü almak için. Merhemi de. Üstümdeki eski püskü montun uçlarını tutup "Bunu alabilir miyim? Giymiyor gibisin zaten, toz tutmuştu yerinde." dediğimde başıyla beni 'sorun yok' anlamında onayladı. Yaptığı işi bıraktı. Dikkatinin işle dağılmasını istemiyordu, belli etmemeye çalışsa da bana karşı tetikteydi. Sanırım kapıyı çarpıp gitmemden endişeleniyordu. Onun tetikte olması, beni de endişelendiriyordu içten içe. Benim malikaneden kaçmama yardım etmiş olması, onun yanında güvenli hissetmeme yetmezdi ki. Hemen, salon kapısının önündeki koltuğun kenarına oturdum. "Bana teçhizat ve bir kimlik verirsen, sana para veririm." diye tekrar teklifte bulundum. Gözleri halıdan bana döndü ve hafifçe kısıldılar. Konuşmamı ister bir yüzle bana bakıyordu, sırtımı dikleştirdim. Kendimden emin, gizemli bir sesle "İstihbaratta verebilirim. Belki, ne vereceğine bağlı." dediğimde yüz ifadesi düşünceli bir hal aldı. Başını kendini onaylayarak salladı, "Sen..." dedi sonra. "Sen Karan Sezer Şahin'in, dolayısıyla Şahinlerin kara kutususun değil mi?" diye sordu. Yüzümdeki kendinden emin ve soğuk ifade, yerini katıksız sertliğe bıraktı. Evet... Öyle. Ve... Ben, kimsenin bunun farkında olmamasını istiyorum. Donuk, kasvetli gözlerle yüzüne baktım. İnkarın bir anlamı olmayacaktı. Öldürsem mi?
Hayır. Delirme cadı. Resul ayağa kalktı, bir an daha yüzüme bakındıktan sonra sakin bir soluğu burnundan bıraktı. Yavaş adımlarla yanıma geldi. Eli, sağ koluma gittiğinde bir çığlık koparıp, maket bıçağı ile yüzünü kesmek istedim. Buna karşı içten, çok güçlü bir dürtüm vardı. Ama soğukkanlılıkla, sol avucuma sakladığım maket bıçağını, sağ kolumu kavradığı elinin bileğine bastırdım. Donuk, cansız gözlerimle, gözlerinin tam içine baktım. Suyun sesi kesildi. Arın duş almayı bitirmişti. Resul'un boş gözleri, kapıdan bana döndü, nefesini tutmaktan başka hiçbir tepki vermemişti. Sağ kolumu birazcık sıkıp bıraktı. Aslında sıktığı şey, sağ kolum değildi. Salona girdiğimde, masanın üstündeki silahlardan minik bir taneyi araklamıştım. Ceketimin sağ kolundan içeriye sokmuştum. Sağ kolumu hafifçe sıktığında, silaha dokunmuştu. Silah arakladığımı fark ettiğini belli etmek için yapmıştı bunu. Yüzünde çabucak canlanıp sönen bir sırıtış peyda oldu: "Kötü huyların varmış senin." diye geveledi. Kasvetli bir ifadeyle, benden biraz yukarıda kalan kara harelerine baktım. İkinci sınıf bir serserinin yorumları pek umurumda değil desem? “Sende kalsın.” Dedi. Benden uzaklaşıp, geri eski yerine oturdu. Hala birbirimize bakıyorduk. Gözlerini benden ilk o çekti, ben ise ona rahatsız edici bir ifadeyle bakıyordum ve hiç de bakışlarımı kaçırma düşüncem yoktu. En ufak bir hareketinde onu parçalara ayıracaktım. Beni korkutmuştu, bana dokunmuştu. Değme. Değme. Değme. Unutmayın ki; korkuyu bir tek öfke gölgeleyebilir. Öfkemi kontrol edemiyorum. P.... Kimin kolunu sıktı lan bu p….enk? Canımı acıttığı ya da zorba bir tavırla yaptığı yoktu bunu. Sadece silahını arakladığımı bildiğini belli etmişti ama hayır! Korkumu gölgeleyen öfkemi kontrol edemiyordum, en azından sinirlendiğimi belli etmeyecek kadar. Resul bir şey deme ihtiyacı hissetti, rahatsız olmuştu geri tepkimden. Amacının canımı yakmak olmadığının ikimiz de farkındaydık, ama ben yine de... Kendimi inanılmaz fazla kasıyordum. Kontrolümde olan bir şey değildi. Resul bana hissettirdiği rahatsızlığı giderebilirmiş gibi, nedenini anlamasam da telafi de bulunmak istedi. Derin bir nefes aldı ve "Arın'la konuştuktan sonra geri salona gel Eren, sana istediğin şeyleri sağlayacağım. Karşılıksız. Hiçbir şey istemiyorum." dedi. Karşılıksız? O da ne demekti? Param olduğuna mı inanmamıştı? Yine de sözleri karşısında öfkem yerini daha dingin bir kızgınlığa bıraktı. Ona birkaç saniye donuk bir ifadeyle baktım. Sonunda kaşlarım havaya kalktı, ciddiye almamış bir tavırla "Hadi ya, öyle mi-" diye başlamıştım ki cümleme; kapının eşiğinde Arın belirdi. Saçlarını durulamıştı ama hala ıslaklardı. Koyu sarı dalgaları kumral gibi gözüküyordu, daha da belirginleşmişlerdi. Üstünde ona tam olan siyah bir tişört ve bol bir pantolon vardı. Nereden bulmuştu ki onları? Kaşlarımı çattım ve anlamayarak, "Dün gece ben sana uygun bir şey bulamamıştım," dedim. Sonra gözlerim, üstünden yüzüne döndü, o da bana anlamayarak bakıyordu. Kıyafetlerimi daha şimdiden değiştirmeme ve tam takım dışarı çıkmaya hazır olmama şaşırmıştı. Kaşları hafifçe çatıldı, kızgınlığını saklayan, ciddi bir sesle "Ne oluyor?" diye sordu. Ben bir şey diyemeden "Ne bu halin?" diye devam etti. Derin bir nefes aldım, başımı hafifçe sağa eğip yan odayı kastederek, "Mutfağa gidelim bir." dedim. Mutfağa gittik. Cidden, bunu yapmak zorunda değilim. Ona laf anlatmak ya da açıklamaya yapmak zorunda değilim. Neden olayım? Ben onu arkamda bırakmak istemeyip, onun yanına gittim: 4. Bölümü hatırlayın, hangi yola saptığımı. Onu arkamda bırakıp birinin arabasına gizlice girebilirdim. Belki yeşil gözlü adam beni bulurdu belki de bulmazdı. Bilinmez. Her şekil, Arın’ı arkamda bırakmak istemediğim bir seçim yapmıştım ve bu beni dokuz gece daha Karan’a mahkûm etmişti. Üstelik, bunun sadece dokuz gece daha süreceğini bile bilmiyordum. Bunları tekrar tekrar düşündüğüm sırada, mutfağa geçmiştik işte. O kapı tarafına, ben cam kenarında kalan kısma oturdum. Karşı karşıyaydık. Bana anlamayarak bakıyordu. Neye bu kadar şaşırdığını anlamıyorum. Sessiz sessiz bir dakikadan fazla oturduk. Sonra "Eeee?" dedi hararetlenerek. Omuz silktim ve "Resul senle konuşmadan ayrılmamamı söyledi." dedim. Gözleri hayretle açıldı, gittikçe kızgınlığa bürünen bir sesle "Yani demese hiç ses etmeden gidecektin öyle mi?" diye sordu. "Hayır. Banyodaki ceketten almam gereken eşyalarım var. Gitmeyecektim o yüzden. Bir de… senin adamların yeşil gözlü adamı görmüş mü onu soracaktım." İfadesi değişti, sesindeki o kendini dinlettiren tını tatsız bir erkeksiliğe büründü. "Herhalde yakalanmak istiyorsun." diye devam etti iyice yüzünü asıp, kızgın bir tavırla. Burnundan soludu, kendimi “Yeşil gözlü adam-” diye tekrar ettiğim sırada “Öldürmüşler. Ormanda görmüşler, peşimizden geliyormuş.” Diyerek sözümü kesti. … Gerçekten mi? Ölmüş mü? Öyle bir hafifledim ki… Yalnız kaldığımda birazcık ağlayacağım. Önce emin olalım: “Çatı da onu nereye kilitlemiştin? Ne zaman uyanmış da peşimize düşmüş?” diye konuşmaya devam ettim. Her ayrıntıyı bilmek istiyordum. Arın bana fazlaca kızgın bir bakış attı, gergin bir sesle, “Bilmiyorum.” Dedi. … Çatı da birisini kilitleyebileceği bir yer yoktu. Ben, dün gece bunu düşünemeyecek kadar heyecanlandım. Bir odaya mı kilitlemişti? Dövüp nereye kapatmıştı? Dudaklarımı aralayıp, yeni bir soru daha soracaktım ki, Arın konuyu eski yerine çekerek “Önemli değil bunlar. Sen, kendi başına nereye gidiyorsun onu söyle?” diyerek dikkatimi dağıttı. "Bana sonsuza dek göz kulak mı olacaktın?" diye geri cevap verdiğimde kaşları daha çok çatıldı. Ciddi bir sesle "Eren dalga mı geçiyorsun benimle?" diye sordu. Kızmıştı, hem de çok kızmıştı fevri tavrıma ama, sinirini içine atıyordu. Ama bu konuda çok iyi değildi. Umurumda bile değil. Bana kızmaya hakkı da haddi de yok. Ben ağzımı açamadan, hızlı hızlı; hararetli ve sert bir sesle "Ben yurt dışına çıkaracağım seni. Yunanistan'a gideceksin. Ayarladım her şeyi, orada bir sahil kasabasında karşılayacaklar seni. Sessiz sakin bir yaşam, üç yıl saklanırsın sonra da özgürsün Eren. İstediğin yere gidersin." dedi. Konuşurken öyle kararlı ve azimliydi ki, kendine karşı duyduğu bu eminlik; olaylara çok farklı yönlerden baktığımızı daha iyi anlamamı sağladı. Benim, Baykal'dan kaçıp kurtulmak istediğimi; her şeyi arkamda bırakmak istediğimi zannediyordu o. Belki de böylesi başka gözlere göre sağlıklı olandı. Ama, ben sağlıklı olmakla ilgilenmiyordum. Benim için bunlardan kurtulmanın bir yolu yoktu. Bu bedeni neden şu an yakmıyorum? Bunun tek cevabı yapacak işlerim olması. Gideceğim, gitmek istediğim, yapmak istediğim her şey bu şehirdeydi. Karanlığın içinde. Benim olması gereken her şey, benim olacaktı.
Kontrol benim elime geçmeli, aksini düşünemiyorum. Sessiz sessiz yüzüne baktım. Arın beni gerçekten çok yanlış anlamış. Memnuniyetsiz yüzümden bir şeyler okumuş olacak ki, dudakları şaşkınlıkla aralandı. Sanki, aptalmışım da verdiği akla ihtiyacım varmış gibi, "Daha ne istiyorsun? Çıkıp gitsen kendi kafana göre ne yapacaksın? Ne yapabilirsin ki? Buradan çıkınca nereye gideceksin? Tek başına nasıl ayrılacaksın şehirden, kolay mı olur zannediyorsun?" diye devam etti konuşmaya. Sesi bir an yükseliyor, sonra kendisini gayet iyi bastırıyordu. Bir aptallık yapacağımdan emin, bana kafayı sıyırmış bir aptalmışım gibi bakıyordu. Can sıkıcı düşüncelere sahipmişim gibi. ‘Üç yıl saklanırsın, sonra istediğin yere gidersin.’ Üç yıldır kaç kere saklandığımı bilsen, bana bunu asla söylemezdin. Sakın aynı şey değil deme. Sakın, deme. Saklanmak gerçek bir kelime değildir. Saklanamazsın. Yok öyle bir şey. YOK. BANA SAKLAN DEMEYİ KES. BİR DAHA DEME. Kuru bir sesle, "Zaten üç yıl bekledim." Dediğimde, yutkundu. Donuklaşma sırası ondaydı. Bakışlarını benden kaçırdı ve sonra tekrar bana dönüp, olgun bir sesle, "İkisi aynı şey değil. Bunu çok iyi biliyorsun." dedi. Hayır bilmiyorum. Beni gelip bulmayacak mı zannediyorsun gerçekten? Canımı sıkmaya başladı. Hiçbir şey bilmiyorsun. Biliyormuş gibi davranmaya çalışma. Benim adıma karar vermeye kalkışma. KONTROLÜME KARIŞMA! KONUŞMA KONUŞMA KONUŞMA! Tuhaf... Dışarıdaki tüm insanlar, Karan'a geri dönmemi söylemeyecek kadar insan olanlar dahil; hayatıma devam etmenin bir yolunu bulmamı tavsiye edecekler. Bundan öncesinde ya da sonrasında başka hiçbir şey demeyecekler. Psikologların tavsiyesi olan sözleri kopyalayıp yapıştırın benim gibi kızların üstüne. Bu, bizi başınızdan savmanıza yeter. Ama sizi, bizim başımızdan savmaya ölüm hariç hiçbir şeyin gücü yetmez. Yetmiyor. İçi boş bir tebessüm ettim. En sahici, sakinlik ve anlayıştaki sesimle konuşmaya başladım. "Arın, oradan çıkmama yardım ettiğin için teşekkür ederim. Sana… sana her zaman minnettar olacağım bu konuda. Ama devamı seni ilgilendirmez, yaşanacaklar senden bağımsız. Kendin içinde endişelenmene de gerek yok. Buradan çıktıktan sonra ilk yapacağım şey, Karan'ın, bana senin yardımcı olduğunu fark etmemesi için-" koyu bir sesle, "Sen beni dinlemiyorsun galiba?" diyerek sözümü kesti. Yüzümdeki sahte tebessüm ve sahte sesim onu rahatsız etmişti. Burnundan soluklandı, önüne düşen ıslak saçlarının altından bana keskin bir bakış attı. "Benim o süslü sarı p..ten korkmam için bir sebebim yok, Eren. O bana bir bok yapamaz. Derdin buysa-" "Ben Baykal'dan gitmeyeceğim." diyerek sözünü kestiğimde yüzüme şok içinde baktı. "Ne?" Öfkesine hâkim olabilmek için kendini kasmaya başlamıştı tekrardan. Gür sesi boğuklaşıyordu. Benimle aynı şeyi düşünmüş olacak ki, Resul mutfağın kapısında belirdi. İçeriye girmiyordu, gözleri Arın'daydı. Sanırım Arın'ın öfke kontrolüne yardımcı olma işi onundu. Derin bir nefes aldım, keskin bir tavır takınacağım ki, yerini bilsin. Biraz canını yaksam... 'ne halin varsa gör' kafasına girer benimle alakalı. İlgisiz, düz bir sesle, "Beni bu kadar korumak istemenin sebebini anlamlandırmak benim için zor. Ama hayat hikayenle alakalı hiçbir şey de bilmiyor değilim... Annen değil mi?" dediğimde Arın'ın yüzündeki ifade takılı kaldı. Dudakları hafif aralık, sinirden yüzü tamamen gerilmiş bir vaziyetteydi. Öfkeli gözlerini, inatla umursamaz bakışlarla doldurma çabasındaydı. Eğer ağzını açarsa, bana bağıracaktı. Bu yüzden kendini tutuyordu. Demek, tahmin ettiğim gibiydi. Bildiğime göre bundan altı yıl önce, Arın on dokuz yaşındayken ayrılmıştı ailesinden. Annesinin intiharı üzerine. Annesinin orada ne koşullar altında kaldığını ya da ne olduğunu bilmiyorum ama... Arın'ın yüz ifadesinden anladığım kadarıyla attığım gibi tuttu. Resul "Eren-" derken ben "Yeteri kadar şey yaptın." diye devam ettim. "Bundan sonra ne yapacağım seni ilgilendirmiyor." Her bir kalabalığa baktığımda, bana sırf ‘kurtulmak istiyorum diye’ insanların nasıl da usanmış baktıklarını hatırlayacağım. Her gün, her gün, her gün… ben istismara uğrarken nasıl da partiye keman eşliğinde devam ettikleri aklımda olacak. Hiçbir keman sesi kulaklarıma güzel gelemeyecek. Patlattıkları havai fişekler yüzünden, hiçbir havai fişek gösterisinden hoşlanmayacağım. Hizmetçi kızlar birbirlerini korurken bir beni, ellerinden bir şey gelmeyecek olsa bile en azından biraz bile avutmamalarını da asla unutmayacağım ve unutamayacağım. Hayatımda şefkatini gördüğüm ilk insanın, hayatta bir insanın etrafındakilere vermesi gereken tüm sıfatları benim tek başına sırtlanmış o çocuğun beni nasıl parçalara ayırdığını: Atlatamayacağım. Partinin her zaman devam edeceğini, kafamdan silip atamam. Kazındı bir kere bilinç altıma. Çünkü aklıma bir haşere; kırkayak misali girdi gerçekliğin tatsız ironisi. "İstemiyorum, gitmek istemiyorum. Bir ömür o malikanede kalmakla değil de… Asıl onların kazanmasına izin verirsem ölürüm-” dediğim sırada, bana inanmadığı açık keskin bir dille konuştu. “Seni bulduğumda, pencerenin kenarındaydın. Ayaklarını sarkıtıyordu. Atlayacaktın.” “Atlamayacaktım.” Siniri bozuk, kesik bir kıkırdama döküldü dudaklarından, çabucak sonlandırdığını. Atlamam. Gidemem. Susamam. Kendimi kurtarıp, gerisini s..tir edemem. … “Bu şehir neden tepemize dikilen eşkıyalarınmış gibi davranmak zorundayım? En basitinden, kendi kafasına göre her dükkâna haraç kesen pis serseriler yok olsun istiyorum; onları görmezden gelen polisler muhakkak ki var: sonra, görmezden gelmek zorunda bırakılmışlar da var.” Buna geri cevap vermedi bile. Karan’ın bana yaptıklarını bilen herkesi öldürmenin, bana yetmeyecek olduğunu anlamıştı lakin. “Kontrolü ellerinden geri alamazsam, aklımı yitiririm. Karan gibi olurum." Ne kontrolünü kastettiğimi sormadı. Belki anladı belki anlamadı. Fakat sormadı. Elinden hiçbir şey gelemeyeceğini bildiği için belki de… sormadı. Sorsun da istemiyordum. Arın hiçbir şey demedi. Hala aynı yüzde takılı kalmıştı. Sıcak bir lavın aydınlığıyla parlıyordu yüz hatları. İçten içe kuduruyor gibiydi. Onu bu kadar neyin sinirlendirdiğini anlamıyorum. Ama bu kadar sinirlenmesine rağmen beni hiçbir şekilde kalmaya zorlamadığına da göre gitmeme karışmayacaktı. Rahatladım. Gerçekten iyi kalpli bir itfaiyeciymiş. Resul onun yerine bir şey diyecekse de kapı çaldığından dolayı konuşamadı. Kapının çalmasının üstünden saniye bile geçti geçmedi ki Resul hızla "Ben bakarım." diye yüksek bir sesle konuştu ve kapıya gitti. Kapının gözünden baktı, sert ve tok bir sesle "Kim o?" diye sordu. Gözlerim bir an, endişeli bir tavırla kapıya kaysa da Resul'un üstündeki sakinlik bana gelenlerin komşu olabileceklerini düşündürdü. Aksi takdirde eline almış olurdu silahını, tıpkı salonda bir an beni tanıyamadı diye silahını eline aldığı gibi. Arın ve ben hala birbirimize bakıyorduk. Onun öfkeli yüzüne sakince bakmaya devam etme sebebim, onu kışkırtmak istemem değildi. Yüzünü unutmak istemediğimden ezberlemeye çalışıyorum sadece. Ne olursa olsun, o bana yardım etmiş tek kişiydi ve bunu asla unutmayacaktım. Dış kapının öteki tarafından, "Resul abiiii bağcıklarım çözüldü bağlar mısın? Babam yapmıyoooor," diye, yüksek sesle; kelimelerini yuta yuta bağırdı bir kız çocuğu. Neşeli ve şımarmış bir sesi vardı, Resul'a sık sık geliyordu herhalde ki, Resul tebessüm etti ve "Tamam Prenses." dedi şefkatli bir sesle. Kapıyı açmadan önce, mutfağın kapısını hafifçe üstüne örttü. Aradan bana bakarken tebessüm etti, "Çok sert konuşma." Dedi dudaklarıyla. Kapıyı gerilebileceğimi düşünerek tam kapatmamıştı. Düşünceli gibi… Bu adam beni çok kıllandırıyor. Kimseye güvenemiyorum. Resul'un, küçük komşusuna kapıyı açarken "Bakalım bizim prensesin-" diye söze başladığını duydum. Ama bir kurşun sesiyle sözü kesildi. Arın ve ben, anında ayaklandık. Geriye doğru adımlar atmamak için, duygularımın esiri olmaya oldukça istekli beynime çok sert bir tavırla, yerinde durması gerektiği hakkında komut verdim. Gelenin kim olduğunu görmesem de biliyordum. Kurşun sesinden sadece üç saniye sonra, bir kız çocuğunun korkutan kaskatı kalmadan önceki son, kesik soluğu duyuldu. Arın kapıya yaklaşırken, mutfak kapısı bir tekmeyle açıldı. Arın yumruğunu çoktan havaya kaldırmıştı. Düşman kurşun ise namludan çıkmaya hazırdı. Kendimi bir dejavunun içinde buldum. Tek fark, silah bu sefer Karan'ın elindeydi. Kurşun patladığı sırada, asla kırpmadığım gözlerim, Karan'ın bana dönmüş; deli ve parlak gözleriyle buluştu. Göz kapakları Resul'un kanıyla kirlenmişti. 𓆨 |
0% |