@yazarjose
|
!!! Bu bölümden sonra, Babalar ve Kızları diye 5 bölümlük özel bir hikaye paylaşacağım. Bu hikaye çok önemli. Bu özel 5 bölümü önceden paylaşmamıştım. Kitabımın ileriki bölümlerinde olan ve yeni bölümleri bekleyen sevgili okurlarımda okumalı.
Bölüm hakkında ne düşünüyorsanız lütfen paylaşın sevgili okurlarım, artık yorumlarınıza önceki bölümlerden çok daha fazla ihtiyacım olduğu bölümlere geçtik;)
Kanma artık bu palavralara.
İnanma şuna, yalan olduğunu bil:
Kimse sana inanmıyorsa,
kimse seni sevmiyorsa,
vardır bir bildikleri değil.
Vardır bir korktukları.
Vardır bir yaraları.
İnsanlar zorbadır,
Ta ki, sizin onlardan güçlü olduğunuzu anladıkları ana kadar.
"Çünkü ben, anlamayacağını bilsem de anlarsın diye bir beklentiyle doluyum." Silah patlattığında olduğum yerden geriye doğru adımlamamak için, ayaklarımı yerlerinden oynamasınlar diye zemine saplanmaya şartlamıştım. Arın'ın sırtı görüş mesafemi kapatmıştı. Kimin vurulduğunu göremiyordum, bunun getirdiği panikle, silah patladığında küçük bir kalp krizi göğsümü sıkıştırıverdi. Ama Arın ve Karan'ın hırslı, dişlerinin arasından verdikleri hırıltıları duymamla kaskatı kalan etlerim gevşedi. Kurşun patlamadan evvel Arın, sol eliyle Karan'ın sağ elindeki silahı kabzasından kavramış ve yukarıya kaldırmıştı. Kurşun tavana isabet etmişti. Bıçağı al. Hareket et. Elime tezgahtaki küçük bıçağı aldım. Mutfak kapısına yaklaştığım sırada, birini fark ettim. Dış kapının arkasına kadar gerilemiş ve Resul'un cansız bedeninin başında çökmüş küçük kız çocuğu, cebelleşen Karan ve Arın'a korkuyla bakıyordu. Şoktan kaskatı kesilmişti. Karan'ın sağ eli ile Arın'ın sol eli, silahı kapmak için bir yarıştaydı. Arın'ın sağ elindeki yumruğunu, Karan sol eliyle kavramıştı. Diğer elleri de benzer bir şekilde kilitti. Karan’ın hala sargılı olan, kurşun yemiş sol eli kanlanmıştı. Karan, Arın'ın alnına sağlam bir kafa attığında 'küt' diye yüksek desibelli, insanın kemiklerini sızlatacak bir ses çıktı. Az kalsın dudaklarımdan bir çığlık daha dökülecekti. Kendimi inanılmaz işe yaramaz hissediyordum. Aralarına nasıl girebilirim, ne bok yiyebilirim seçemiyordum. Bıçağım elimde olsa bile, bu daracık alanda Arın'ı geçip Karan'a saplamaya çalışmak mantıksız. Hem şu küçük kızı ne yapacaktım? Şükürler olsun ki, benim alnına yediği kafayla bayılmasından endişe ettiğim Arın; Karan'ın ona art arda geçirdiği iki kafaya da tepki vermedi. Dişlerini birbirine daha fazla bastırıp, göz kapaklarını sonuna kadar açtığı ve o açık kahve gözlerinin çakmak çakmak yanmaya başladığını varsaymazsak. Karan bir kafa daha atmak istediğinde Arın'ın ondan önce davranması ile kafayı yiyen kendisi oldu. Karan'ın burnu kanamaya başladı. Birbirlerinin kafalarına sırayla vurarak birbirlerini öldürebilirlerdi. Beyin kanaması ihtimali oldukça yüksek duruyor. Vahşice. Karan, boğazını parçalayan bir öfkeyle haykırdı. Bu güç mücadelesine çok uzun süre daha devam edemezlerdi. Ve sonunda Arın'ın yumruğunu Karan'ın elinden kurtarıp, Karan'ın sol çenesinin altına bir kroşe savurması ile güç mücadelesi sonlandı. Karan yediği kroşe ile kaybetti. Arın'ın, birden Karan'ın sağ elindeki silaha vurup yere fırlatması sonucu, Karan silahından da oldu. Afalladım. İnanması güç bir manzaraydı bu. Karan... dövüşte mağlup? Hayır. Buna mağlubiyet diyemezsiniz, Karan böyle şeylerle bitmez. Arın'ın öküz gücünün onu da şaşırttığını biliyorum ama kendisi gibi birini görmeye alışık olmadığından durum böyle, Karan sadece afalladı ve hata yaptı. Karşılık veremeyecek biri değil. Arın ikici kroşeyi geçiremeden Karan, Arın'a vurdu. Ama Arın onun gibi savrulmadı. Başını bile yerinden oynatmadı, boynundaki damarlar şiştikçe şişmişti. Dişlerini birbirine o kadar bastırıyordu ki muhtemelen diş etleri kanlanmıştı. Arın yanağına yapışmış yumruğa sonuna kadar açılmış öfkeli gözleriyle; deli bir bakış attı. Sağ eli Karan'ın çenesini kavradığı gibi; Arın, Karan'ı salona doğru sürüklemeye başladı. İkinci kere afalladım, birinin Karan'ın attığı yumruğa tepkisiz kalabilmesi ve onu çenesinden kavrayıp bir yere sürüklemesi... Az önce söylediklerimi bir daha gözden geçirmem gerek görünen o ki. Karan’ın ayak topukları yerde sürükleniyordu. Benim topuklarım gibi. Birbiri ardına yükselen horultular, bağırmalar, gürlemeler ve hırslı nefes sesleri; ikisinin attığı yumrukların ve aldıkları darbelerin sesiyle ritim tutturmuştu. Ölüm orkestrasına bas ekliyorlardı adeta. Dış kapı hafif aralıktı, merdivenden gelen sesleri duyabiliyordum. Küçük kızı elinden tutup kaldırdım ve dış kapıyı kapatıp kilitledim. Elinden tuttuğum gibi -ne kadar çığlık atıp, Resul'den ayrılmaya korksa da- onu yatak odasına getirdim ve dolabın içine sakladım. Ağzına avuç içimi kapatmam ile sesini hemen kesti. Nefes nefese kalmıştım, hiçbir bok yapamamış olmama rağmen yorulmuştum. Aklı başında tutmaya çalıştığım bir sesle, "Herkes gidene kadar, çıkma sakın." dedim. Sürekli tir tir titriyordu. Dış kapıdan kurşun sesleri geldiğinde, koridoru zıpladım adeta. Kapıyı kırıyorlardı. Karan’ın yerdeki silahını, sağ elime aldım. Kapının eşiğinde atlamaya hazır, çömeldim. Üç kere sıktılar kapıya, her bir kurşunda kapı canından oluyormuş gibi sarsılıyordu. Gözlerimi kapattım, kulağıma çarpan her darbeye inat bir cesaretle. Görüş açısı, senkronizasyon, çevre hakkında bildiklerim… başlayalım. Kötü olan benim.
Hatırladınız mı? En sonunda bir tekmeyle kapıyı açtıkları anda, sol ayağımı önlerine koyarak ani bir manevrayla önlerine geçtim: içeriye ilk giren adamın boynuna sapladım sol elimdeki bıçağı. Ademelmasını deştim, dizlerim hafifçe bükülmüştü, arkadaki eleman beni görememişti açıdan dolayı. Bıçağı, adamın boğazının içindeyken aşağıya doğru çektiğimde, hala nefes alan birinci adamın başı aşağıya, bana doğru düşmeye başladı. Aynı anda birinci adamın omzu üstünden silahımı uzatmıştım, ikinci adamın kafasına sıktım. Saniyeler sonunda, iki ölü vardı elimde. Biri üstüme düşmüştü yarı yarıya. Merdivenlerden gelen seslere göre, birileri daha yukarıya çıkıyordu. Üstümdeki birinci elemanı ittim köşeye. Çocuğa ve Arın’a kimse dokunmayacak. Merdivenlere fırladım. Komşulardan hiçbirini başını dışarıya çıkarmıyordu şükürler olsun ki. Merdivenin başına gelip, hafifçe sağa eğildim. Dikkat ediyorlardı. Hiçbirini göremiyordum. Gözlerimi kapattım. Bir, iki, üç, dört, beş… Ayakkabılarımı çıkardım yavaşça, merdivenlere yöneldim. İçeriden hala yumruklaşma sesleri geliyordu. Demirlere baktım. Küçük bir apartmandı. Dönen merdivenleri vardı. Bıçağın sapını ağzıma soktum. Demirin dış kısmına geçtim. İnce, kıvrılmış model demirleri olan eski parmaklığı sol elimle tuttum. Yavaş yavaş diz çöktüm olduğum yerde. Beni taşır mı bu? Birkaç saniye yeter. Ayaklarımı en sonunda boşluğa sarkıttığım an, sağ elimdeki silahı aşağılara yönelttim. İki tane omza sıktım. Sonra, o insanlar bana yöneldiklerinde kendimi aşağıya bırakarak kurtuldum onlardan. İkinci katın demir başlığına tutunayım derken elim sürtünmeden dolayı kanlandı. Bakır mı tunç mu? Her şekil tetanos şart. Yine aynı şekilde iki kişiyi vurdum. Ancak bu sefer acımayıp, alınlarının ortasından vurdum. Yukarı katta kalan, omuzlarından vurduklarım, parmaklıklara yaklaşmış üçüncü kattan başımı gözetiyordu. “S..eyim.” Aşağıdaki, silahını bana yöneltmiş bir p..e sıktıktan sonra kendimi tamamen aşağıya bıraktım. Yere, düzgün bir iniş yapmış olmama rağmen dizlerim o denli acımıştı ki, nasıl ayağa kalktım bilmiyorum. Acı, öfkemi alevlendirdi. Bodrum katın sensörü yanmıyordu, bozuktu dün fark etmiştim. Ama onların olduğu üçüncü katın sensörü yanıyordu. “LAN!” diye bağırırken başımı yukarıya çevirdim ve üçüncü kattaki, kafama sıkmaya çalışan lavuklardan birine sıktım. Beyinsizler daha karanlıkla nişan alamıyorlar. Diğeri, geri zekalı olduğundan dolayı aşağıya inmeye başladı. Beni yakalayacak ya. Bodruma inen birileri vardı zaten. İlkine sıktım. İkinci geri kaçtı. Bodrumda kalamazdım. Arın ve çocuk. Arın ve çocuk. “Ben Eren’im!” diye bağırırken, merdivene yöneldim. Adım adım çıkmaya başladım basamakları. “Silahını at!” dedi merdivenin başına gelen kişi. … Beni öldürürse ailesi ölür. Bu adamın bir ailesi olduğunu biliyorum. Başımı yavaşça onu onaylayarak salladım. Silahımı ayaklarının önüne fırlattım. Yukarıya doğru çıkmaya devam ettim. Yanına geldiğim sırada, “Arabaya bin-” diyordu ki kalçasına saplanan bıçakla yüzüme yapıştırarak, çığlığı bastı. Yere düştüm. Sonra, yakıcı alevlerim parladı. Kime vuruyor lan bu it? Benim yüce merhametime… Yerdeki silahımı alıp son kurşunu da onda harcadım. Tam çenesinin altına. Silahın mermisi kalmadığını biliyordum. Bu silah 9 kalibrelikti. Silahı bırakıp, öldürdüğüm adamın silahını alelacele alıyordum ki iki kişi benim kollarımdan yakaladı. “BIRAĞK! DOKUNMA!” diye bağırdığım sırada, kendi etrafımda dönecek kadar momentum ve enerji korunumu için bacaklarımı kendime çektim. Duvara ayaklarımı basabildiğim ilk anda, döndüm. Başımın arkasını yanlışlıkla duvara çarpmış olmama rağmen devam ettim buna. İki piçin de kolları dönmüştü. Acıyla bağırarak beni yere attıkları anda, oturduğum yerde dizlerimi kırarak öne atladım. Birinin sağ, birinin de sol dizinin arkasına yumruğu indirdiğimde bacakları büküldü. Aşağıya eğilen elleri beni tişörtümden yakalayıp yukarıya çekmeye çalıştığında göğüslerimin gözükeceği kadar genişledi tişörtüm. Debelendim yine. Dış kapıya sürüklemeye başladılar. Çığlık attım boğazım parçalanırcasına, ayaklarımı özel bölgelerine geçirdim. Küfretseler de devam ettiler. Birisi dayanamayıp bel boşluğuma tekmeyi geçirdi. Bir an nefes alamasam da, çığlık atmaya kendimi oradan oraya atmaya devam ettim. En sonunda birini yere düşüerecek gibiydim ki beni havaya kaldırıp, tekrar aşağıya vurdurmaya çalıştılar. Yapamadılar. Yapamadılar çünkü... İkisinin de alnına birisi sıkmıştı. Yere düştükleri anda, oturduğum yerde başımı arkaya çevirip bakındım. Dış kapının eşiğinde bir adam vardı. Kahve, kısacık saçları olan, kalın kaşlı, kara gözlü bir adam vardı karşımda. Üstünde keten bir gömlek, altında ise eşofman vardı. Bana bir an keskin gözlerle baktıktan sonra, dış kapının önündeki tuğlalardan birinin ardına geçip, arabalara sıkmaya başladı. Kim olduğunu anında anladım. Sahir’den gelenlerdi onlar. İki adamı es geçip, dış kapıya yöneldim. Büyük, kalın bir mektup dolabı vardı. Onu devirecektim. Dış kapıyı açtım ve tuğladan kolun ardına saklanmış Sahirliye “BURAYA GEL! DOLABI DEVİRECEĞİM.” Diye bağırdım. Bir kere daha sıktı, bana bakmadan, “Yap çocuk, bana karışma!” diye bağırdı. Çocuk? “BEN ON DOKUZ YAŞINDAYIM!” diye bağırdım ve kapıyı gelmesi için biraz daha araladım. Küçük bel çantasından bildiğim bir çeşit sis bombası çıkardı. Pilini dişlerinin arasına yerleştirip çekerken, gözleri bana döndü. Tuhaf cevabım komiğine gitmiş olacak ki dişlerini göstererek gülümsedi. Sis bombasını geriye fırlattı, “Bildiğim iyi oldu.” Dedi ve o an, sis bombası patladı. Adamların içine dalmıştı. Kapıyı kapattım, dolabımın ağırlık merkezinden aşağıya bir yerden, duvardan aldığım yardımla birlikte, ağır dolabı devirdim. Dış kapıyı artık aşamazlardı. Koşarak, merdivenleri tırmanmaya başladım. Bacaklarımın arası çok acıyordu. Çok fazla. Dış kapının eşiğinde, Resul’un ölü elini yanağına bastırmış içine içine ağlayan küçük kızla karşılaştım. Bana o ağlamaklı gözleri ile baktığında, ona merhamet göstermemi beklediği açıktı. Ancak ben, stresle ona “NEDEN ÇIKTIN?” diye bağırdım ve üstlerinden atladım. Onu avutmak, sarılmak gerekliydi sanırım. Ama ben bunun nasıl yapıldığını hatırlamıyorum bile. Kaldı ki vaktim yok! Göğsümde inanılmaz bir acı vardı ve ben salona gidip kaynağına bakmalıydım. Resul’un silahını arakladım. Telefonu cebindeydi, gözüme çarptı. Onu da hemen alıp ceketimin cebine attım. Telefonu kullanıp polisi aramanın bir manası yoktu, o yüzden denemedim. Sokaktaki herkes polisi aramayı deneyebilir; anlamsız. Emin olun, bu sokağa bugün polis gelmeyecek. Burası Baykal, karanlık istemedikçe polis gelmez. Belki de Karan doğru düşünüyordu. Baykal bir krallıktı ve o buranın varisiydi, Baykal'ın Kara Prens'i. Salon kapısının eşiğinden içeriye baktığımda, ikisinin kavgasında, ufak bir soluklanma anının yaşandığını gördüm. Dövüşmeye başlayalı daha yedi dakika anca olmuştu, ancak ikisinin de yumrukları çok ağırdı ve şimdiden ikisi de birbirlerinden dolayı parçalanmış hissediyordu. Pervazın eşiğinden onlara baktığımda, ilk gördüğüm görüntü kalbimi yaktı. Arın yere diz çökmüştü. Onu sarsan ve en çok zorlayan şey, Karan mıydı yoksa kontrol edemediği; Resul'un beklenmedik ölümüyle bir volkan gibi patlamış; bastırmaya çalıştığı öfkesi mi bilmiyorum ama derin derin, hızlı soluklu nefesler alıyordu. Kapının eşiğinde durmuş ve daha içeriye girmemiş bana döndü gözleri. O an Arın'ın boynuna saplanmış şırıngayı fark ettim. Karan mı yapmıştı bunu ona? Arın'ın bakışları bana değdiğinde fark ettim ki, bakışları heyecanlıydı. ? … Dövüşmek hoşuna mı gitmişti? Bana "Bekle-" diyordu ki Karan'ın kafasında kırdığı sandalye ile başı yüz üstü zemine düştü. "Arın!" diye çığlık attım korkarak. Ölmüş müydü? Ona doğru koşmak geldi içimden ama, Karan'ın bana dönmesiyle kaskatı kesildim. Karan, kırık sandalyeyi Arın'ın üstüne fırlatmak için ikinci kere kaldırmıştı; benim çığlığım ile anında durup, bana doğru döndü. Göz göze geldiğimizde, içimdeki tüm nefret birden alev aldı, daha önce kendimi hiç bu kadar öfkeli hissetmemiştim ona karşı. Sen... neden o ikisini..? Ona o denli büyük ve tükenmez bir nefretle bakıyordum ki; Karan bana ne yaparsa yapsın, ona olan öfkemi yok etmeyi bırakın bir gıdım azaltmaya bile yaklaşamayacağını anlamıştı sanki bir anlığına. Asla ama asla, kendimi ona teslim etmiyor; onu alt etmek, yok etmek istiyordum. Benim yüzümden ölen onca masuma rağmen boyun eğmiyordum ona. Sanırım ben de... bir çeşit karanlığım. Senden ölesiye nefret ediyorum Karan. Senden o kadar nefret ediyorum ki bu nefret beni kanser edilebilir. Senden o kadar nefret ediyorum ki, bir başkasının ikimizin arasındaki bu savaşta zarar görüp göremeyeceğini önemseyemeyecek kadar kör olmuşum. Ve bu körlüğümün karşılığı, yerde yatan iki ceset oldu. Başlarına bizim gibi iki ruh hastasının gelmiş olmasını, ikisi de hak etmiyordu. Arın ve Resul'un tek suçu... Bendim. Mavi gözlerim; acımasız bir parlamayla aydınlandı. Aklımı yerinden oynattım, ona bunu yapabilecek kadar. "Karan!" diye tüm gücümle bağırıp, Karan'ın ayaklarına doğru sıktım silahı. Bu, Karan'ın coşkuyla tebessüm etmesine ve bir kahkaha koparmasına sebebiyet verdi. Sanki canlı olduğuma ve kaçmış olmama rağmen hala onun olduğuma emin olmuştu. Açıkçası, onun gibi gözü döndü mü başka bir şey göremeyen bir adamın bana bu kadar çabuk dönmesini beklemezdim: Çığlık atmış ve ayağına sıkmış olmama rağmen. Karan bakışlarını benden ayırmadan, kırık sandalyeyi ellerinden bıraktı, sandalye Arın'ın sırtına düştü. Endişeli gözlerim tekrar Arın'a döndü. Ölmüş müydü gerçekten? Belki kurtulabilirdi. Onu bir şekilde buradan çıkartacağım. Ama nasıl? Elimde olan en gerçekçi durumda, önce Karan'ı vurmam gerek. Karan'ı. Gözlerimi Arın'dan çekebildiğimde, Karan çoktan karşıma kadar gelmişti. Kahretsin... Odaklanamıyorum. Nasıl bana bu kadar yaklaştığını fark edemem? Korkuyorum. Bir adım daha attı, elimdeki silahın namlusu tam kalbine denk geldi. Hiç bu kadar yakın olmamıştı ellerimde ölmeye. Ellerim titredi, silahın kabzasını tutuşumu güçlendirdim. Gözlerim yüzüne döndüğünde, bana şimdiye kadar baktığı en perişan yüze sahip olduğunu gördüm. Coşkulu sırıtmasından eser yoktu onda, dünyanın en hayal kırıklığına uğramış adamıydı artık. Her bir kırışı kendi kanına bulanmış perişan bir yüz. Cehennemde de böyle gözükür umarım. Alt dudağı aralanmıştı üzüntüyle, gözleri kısılmıştı. Yüzünü öyle bir buruşturmuştu ki kırgınlıkla, mimikleriyle 'Bunu bana nasıl yaptın?' diye soruyordu sanki. Ben de sık sık bunu kendi kendime soruyorum Karan. Sen bana bunları nasıl yapabildin? Gözleriyle beni kontrol ediyordu. "Öldün sandım," dedi zayıf bir sesle. Yutkundum, titreyen, gergin sesimle onu uyarırcasına, "Karan, salondan çık." dedim. Silahın ucunu kalbinin olduğu yere bastırmıştım belli belirsiz, ellerim kaskatı kalmıştı. Onları kontrolümde tutmak çok zordu. BAŞIMIN ETİNİ YİYORLAR! KIRKAYAKLAR, BİNLERCE ÇIĞLIĞI ANDIRACAK ŞEKİLDE KENDİLERİNİ ORADAN ORAYA ATIYORLAR KAFAMIN İÇİNDE. TÜM ENDORFİNLERİMİ YİYORLAR! Boynumu sürekli sağa veya sola büküyordum istemsizce, göz kapaklarım kapanıp açılıyordu. Üstüme doğru bir adım daha attığında sıçrar gibi geriledim. Kapının pervazına kadar gitmiştim. Karan sözümü mü dinliyordu yoksa duygusal bir krizde mi? "Bana bunu nasıl yapabilirsin?" dedi ellerini bana uzatırken. Korkuyla birkaç adım daha geriledim. Panik ve histeri yüzüme adeta bir maske gibi yayılmıştı. Hiç kabullenemediğim çaresizliğimin dibi, gözlerimin derinliklerindeydi. O ellerin, bana ulaştıklarında saçlarımı nasıl koparacağını ve kafamı duvarlardan duvarlara vurarak kıracağını biliyordum. En iyi ihtimalle başımı iki yandan öyle bir sıkardı ki başım ezilecek diye korkardım. Sesim boğuklaşırken ve çatlarken, korkuyla-yürekten gelen cesaretin karışımı bir seste: "B-bak vururum seni." dedim. Öne uzattığı elleri, korkuyla nefesim kesilip de birkaç adım geriye kaçtığım da havada durmuştu çoktan, gözüm ellerine kaydı. Ellerine baktım. Bir elinin yüzük parmağında; benim tuvalete atıp üstüne sifonu çektiğim alyansın diğer çifti, öteki elinin yüzük parmağında ise dövme. Benim ısırık dövmem.
Karşınızdaki canavarın beklenmedik ve anlaşılamaz hareketleri karşısında, çözümün maalesef ki birkaç ışık yolu kadar uzakta olduğunu kabullendiğinizde yaşayacağınız anlamsız, içinizi yakan şaşkınlık. Sonuna kadar açılmış, tedirgin gözlerim ona döndü. Bu pislik... Bunu romantik bulmamı mı bekliyordu? Saçlarımdan kavrayıp başımı küvete vurdurduğunda, parmağını zorla boğazıma kadar soktuğunda ve ısırmam için beni zorladığında... Benden bir izi çaldı. Hiç istemediğim halde. Tekrar haksızlığa uğramıştım. Gözlerim doldu. Belki de istismar edilmeye alışmalıyım. Bu saatten sonra alışırsam, alışacağıma söz verirsem... En azından Arın'ı bırakır mısın? Hayır. Asla. Asla! En önemlisi benim! Benim... Öldürmem. Ama... Resul'un ve muhtemelen(?) Arın'ın ölmesi canımı acıtıyor. Neden bu kadar acıtıyor bilmiyorum, ama beni çok üzüyor. Hayır. Arın, hayatta. Ve en önemlisi ben değilim. ... "Kapıya git." dedim sesim iyice zayıflayıp çatlarken. Durdu. Bunu yapmak istemiyorum. Sesim iyice çatallaştı, gözlerim ıslandı. İncelen ve iyice çaresiz bir hayıflanmaya dönen sesimle, "... Karan peşinden geleceğim ya. Git... Kapıya git." diye devam ettim. Başını iki yana salladı, sakin ve anlaşılmayı bekleyen bir sesle, "Beni öldürmen gerek." dedi. Arın'ı sağ bırakmaya niyeti yoktu. Daha değil. Önce anlaman gerek. Çünkü ben, anlamayacağını bilsem de anlarsın diye bir beklentiyle doluyum. "Bunu sana nasıl yapabildiğimi sordun değil mi?" "..." "Sen bana hep yaptın, yüz kat, bin kat kötüsünü." Bana üzgün bir yüzle bakmayı kesti, yavaşça üzgün siması yerini bir bıkkınlığa verdi. Başını iki yana salladı, "Yine aynı saçmalık." diye geveledi. Kaskatı kesildim. Elimdeki silahtan hiç korkmuyordu, onu vuramayacağımı benden iyi biliyordu. Hayır! Bana onu vuramayacağımı o öğretmişti. Kafama kazımıştı bunu. Benim için imkânsız bir hedef belirleyen de bu hedefi gerçekleştirmeden onu öldüremeyeceğim koşulunu sunan da oydu. Canı sıkkın bir tavırla, "Nikahımıza geç kaldığımızdan, konuşmak için akşamı bekleyeceğiz." derken elleri tekrar yüzüme uzandı. Neden... Neden seni öldüremiyorum?
Çocuktuk. Ağlıyordu. Her zaman kendini benim karşımda tutan, sıkan o çocuk, karşımda hıçkırıklar içinde ağlayıp sızlıyordu. Onu kendimden uzaklaştırıp yaralarına bakmaya çalıştım ama o iyice sıkı sıkıya sarıldı bana. Çok tuhaftı. O ağlıyordu ama ben hiç ağlamıyordum. Bugün yer değiştirmiştik sanki. Ama... bin parçaya ayrılıyor gibi hissediyordum. Adil Vedat'ı öldüreceğim! Karan'ın her yeri yara bere içinde. Bu sefer onu o kadar fazla zorladı ki... Üstüne üstlük doktora, ona yardım etmemesini söylediler ve bizi malikanedeki hiçbir muayene odasına hizmetçiler almıyor. Annemin kadınsı eşyalarından arakladıklarımla ben ona kendi kendime pansuman yapmaya çalışıyordum. Ama Karan bana izin vermiyordu bir türlü. Daha da acıyormuş öyle. Bedeni ateşler içindeydi. Durmadan titriyor, ağlıyordu. Ona hiçbir şeyi değdirmeme izin vermemesinin yanı sıra, kendisinin de beni bıraktığı yoktu. Ellerimi, çıplak kollarımı öpüyor; sonra da bana sıkı sıkı sarılıyordu tekrardan. Saçlarımın her bir yanı salyası olmuştu. Durmadan, 'acıyor' diyordu. "Acıyor Eren, acıyor, çok acıyor, Eren, acıyor, acıyooor" diye, inleyip duruyordu. Nasıl teselli edeceğimi bilemedim. Sadece, bekledim. Hiç ağlamadım o gün, o ağlarken. Ama içimden çok büyük bir şey eksildi. Yerini ise, o küçük çocuğun ağlayıp acı dolu inlemeleri; çaresizliğinin hıçkırıkları aldı. Ve ben, eline kâğıt aldığında parmağı kesilir diye korkar oldum.
Bυ Įкįsį ηα$ıℓ αynı кį$į ołυyoя? Çenem çukurlaştı istemsizce, alt dudağım büzüldü. Silahı, Karan'ın alnının ortasına doğru kaldırdım. Onu acıtmak için. "Karan. Git." dedim ağlamaklı bir sesle. Silahın namlusuna uzandı elleri. Kendinden emin, "Bensiz yaşayamazsın ki." diye geveledi derin bir sesle. Silahı kendime çevirip sıkacağım, silahı kendime çevirip sıkacağım... Evrendeki herkes, tecavüzcümün bana nasıl da deliler gibi âşık olduğunu söylüyor. Aklım bile; bana onu savunuyor. Çünkü hiç ona kızıldığını görmedi. O halde, Tanrı’m, neden kafamdaki kırkayak, zihnimin her bir köşesine taşıyor istismarımı? Neden kırk adım sesi de kulak tırmalayan çığlıklarımızla doludur? Allah'ım, Tanrı'm, neredesin? Onu benim üstümden kazıyarak al, canım yanacak olsa dahi. Karan'ın parmak uçlarını saçlarımda hissettim. Gözlerimi kapattım ve bağımsızlaşmaya çalıştım tüm kinimden, bencilliğimden. Korkumu keskin bir bıçakla ikiye yardığımda; hala içimde bir yerlerde kalmış merhameti biledim. Beni, partidekilerden ayıran bir şey olacaksa; o da iyi insanları rahatım için harcamayacak olmam olmalı. Biz hala Arın'dan uzaklaşmamışken, Karan'ın beni almasına izin verirsem, Arın ölmediyse bile kesinlikle ölür. Gözlerimi açtım, keskin bir tavırla Karan'ın gözlerinin derinliklerine baktım. Silahı Karan'ın sol omzuna yönlendirdim ve sıktığımı hayal ettim. Sadece. Hayal. Ettim.
Üst gövdem masanın üstündeydi, ayaklarım ise yere değmiyordu. Çoktan bacaklarımdaki gücü kaybetmiştim. ……………………………………………………………………………………………………………………… Yüzüstü uzatıldığım masaya kesik kesik nefeslerimi veriyordum. ………………………………………………………………………………………………………. Mahzendeydik. En alt kattaki mahzende. Benim dahi bilmediğim, mahzende bir alt kat daha olduğunu öğrendiğim zamandı bu. Etraftan kan kokusu geliyordu. Taş duvarlar, kime ait olduğunu bilmediğim kuru kanlara boyanmıştı. Koku, insanı bayıltacak ya da kusturacak kadar yoğundu. Bir korku evinin bodrumundaydık sanki. Hayır, biz cehennemdeydik. Her yer soğuktu, tir tir titriyordum. İçime durmadan giren, arkamı kanatan cinayet aleti hariç her şey buz gibiydi. Karan eğilip, dudaklarını sırtımın üstünde gezdirdi. Boynumdan, kalçalarım arasındaki çatala kadar. O kadar gençtim ki, oraya çatal dendiğini bile bilmiyordum o zamanlar. Öğrenmemiştim. Sıcak dudakları, buz kesmiş sırtımda ürpertici dalgalanmalara sebebiyet veriyor; tüylerimi diken diken ediyordu. Ölmek istiyordum. Bitmiyordu. Bitmiyordu. Halbuki bitmesi için her şeye razıydım. Ama asla bitmiyordu. Sonu gelmiyordu. ⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ 𓆨⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ ⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ ⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ ⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ ⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ 𓆨⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ ⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ ⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ ⊥卂ɔ℞!𓆨 Ø£ᴰ4¡ ⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ ⊥𓆨卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ ⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ 𓆨⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ ⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ ⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ ⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ ⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ 𓆨⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ 𓆨⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ 𓆨⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ ⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ ⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡⊥卂ɔ℞! Ø£ᴰ4¡ Gözlerimden yaşlar artık boşalmıyordu, o kadar ağlamıştım ki göz yaşlarım tükenmişti. Sadece şiş gözlerimle, hayatta kalmaya çalışan; can çekişen küçük bir hayvan misali uzanıyordum. İşini bitirmesini bekliyordum. Ama bitirmeyecekti, biliyorum. Asla bitirmiyordu. "Beğendin mi burayı?" diye sordu. Cevap vermedim. Tam benim başımın arkasına damlıyordu su. Bilerek yapmıştı bunu. Beni rahat bıraktığı kimi günlerde bir sandalyeye bağlardı ve saatlerce başımın tam üstüne düşen o su damlasıyla yalnız bırakırdı. Boynumu bir aparatla geriye sabitlerdi ki su damlası hep alnıma düşsün, kurtulamayayım. Ve kimi zaman günlerce öyle durduğumda, şu odaya girdiği zaman, o su damlasından kurtulacağım diye sevinirdim; sonra yine ağlamaya başlardım. …………………………………………………………………………………………………………………………………………………… Beni sırt üstü olacağım şekilde döndürdü. Masada, başımın üstünde bir yerde kalan prezervatif kutusuna uzandı. Ona uzanırken, gövdeme doğru eğilmişti. Bana, …………. ve tekrar yüzüme baktı. Benim gözlerim ise ondan, boynuna kaymıştı. Boynunda bir sargı vardı. Üç yıl önceydi. Sonunda, bana bunları yapmasına daha fazla dayanamayacağım için Karan’ın geri geldiği günden tam dört ay sonra boğazını kesmeye çalışmıştım. Karan kurtulmuştu, hem de öyle zor bir ameliyattan falan geçerek değil. Adam akıllı can bile çekişmemişti. Ben ise iki gün boyunca Adil Vedat ve diğer herkes beni öldürmek için malikaneyi ararken gizli geçitlerden birinde saklanmak zorunda kalmıştım. Hepsinin beni öldürmeye çalıştığını düşündükçe, dehşete kapılıyordum. Halbuki ben, Karan eğer gidersem masum hizmetçileri sırayla öldürmeye başlayacağını söylediği için dört ay boyunca kaçamamıştım! Karan benim başarısız suikast girişimimden sonra öyle çabuk dikilmişti ki ayağa, iki gün sonrasında beni bu bilmediğim mahzen katına getirebilip saatlerce istismar edebilmişti. Ne dersem, nasıl yalvarırsam yalvarayım dinlememişti beni. Sonra bir sandalyeye bağlayıp, boynumu geriye yatırmış; o su damlasını alnımın tam ortasına günlerce düşürtmüştü işte… şimdi, ikinci kere odaya girdiği zamandı. Alnıma suyun düştüğü ve onun gelmediği günlerde, beni beslemek ve idrarımla ilgilenmek için odaya yeşil gözlü bir adam giriyordu. Bana, benim iznim olmadan, her yerime dokunuyordu. Karan buna müsaade etmişti. Muhtemelen, yeşil gözlü adam o zaman bana onun yaptığı gibi bir şey yapsaydı bunu bile takmayacaktı. Çünkü yeşil gözlü adam, zaten onun kuluydu. … Dediğim gibi: Bu ikinci kez yanıma gelişiydi. Gözlerim tekrar doldu o beni öpmek için dudaklarıma yanaşırken, durdu. Kısık gözlerle yüzüme bakıp, "Sorun ne?" diye mırıldandı. Ona geri cevap vermek istemiyordum. Dudaklarımı ağlamamak için birbirine bastırdıkça alt çenem çukurlaştı, dudaklarım tir tir titremeye başladı omuzlarıma uyarak. İncecik sesimle, "Lütfen, beni bırak. Bu seferlik bırak. Acıyor, acıyor." diye yalvardım. Küçükken bile böylesine ince ve çocuksu bir sesle ağlamamıştım. Katilime yalvardım. Bunun ne olduğunu bilemezsiniz. İnsanın, hayata her zaman kızgın olmasına sebep bu. İnsanın, hayatla hep bir rekabet içinde olmasına sebep. Başını iki yana salladı anlayışlı bir yüzle bana bakarken. Şefkatli bir tınıyla, "Olmaz Eren, beni öldürmeye çalıştın. Seni eğitmeden geri getiremem." dedi. Sanki mantıklı bir şey olacakmış gibi, "N-ne eğitimi?" diye sordum dayanamayıp tekrar ağlamaya başlarken. “E-eğ-e-eeğitim buğ mmu?” Güldü komik bir şey demişim gibi, “Elbette değil. Sadece seni özlerim diye bu.” Dedi. Bana daha kötü ne yapabilir ki? Bu dünyada, bir gence daha kötü ne yapılabilir? Sağ gözümün ucunda toplanan göz yaşını öptü ve gülümsemeye devam etti. O gülümsedikçe aklımı kaybedecek hale geliyordum. Gözlerinin feri yoktu! Binlerce küçük çocuğu öldürürdü ve hiçbir pişmanlık emaresi göstermezdi! Katıksız bir deliydi! Şeytan bile kucak açmazdı ona! YEMİN EDERİM Kİ GÖZLERİNİN GERİ YOKTU! "Beni öldüremezsin. Kafana bunu sokmadan, seni yukarıya göndermeyeceğim." dedi. Kulağıma doğru fısıldadı, büyülü bir tını takınıyormuş gibi davranmaya çalışıyordu. “Her bir damlada, beni düşün.” Bunu öyle doğru bir şeymiş gibi huzurla söylüyordu ki, doğrulardan nefret ettim. Tıkanmıştım. Nefes bile alamıyordum. Zar zor, ıkına ıkına, "... Ne-n-n-a-a-a-asıl- bir-öğk, hiiiğ, ağh, hüğ-ıhğ gitt. Hık-na-nasıl- b-b-bir eğitim?” Öğrendim. O 𓆨e 𓆨ğ 𓆨i 𓆨t 𓆨i 𓆨m 𓆨y𓆨a 𓆨ş 𓆨a 𓆨m 𓆨ı 𓆨m 𓆨b 𓆨o 𓆨y 𓆨u s 𓆨ü 𓆨r 𓆨e 𓆨c 𓆨e 𓆨k 𓆨t 𓆨i.
Silahı iki elimde, öylece sımsıkı tutmuş, kalakalmıştım. Tekrar tetiğe bastığımı hayal ettim ama yapamıyordum. Beynimin içi birinin avuçları arasından sıkılıyordu sanki, sürekli gözlerimi kırpasım geliyordu ve ben SIYIRIYORDUM! Korku dolu gözlerim, Karan'a döndü. Size yemin ediyorum ki, hala o mahzendeki, o zamanki gibi gülümsüyordu. Bana, aklıma ne yaptıysa, onu öldüremeyeceğimi benden bile iyi biliyordu. ... Tanrı'm, Tanrı'm! TANRI'M! Gerçeksen... Elleri bir daha bana değmesin lütfen! İçimdeki her şey, bir kara deliğe çekiliyormuş gibiydi. Nereye tutunursam tutunayım, onun felaketinden kaçamıyorum. Öldürün beni. Nasılsa benimle uğraşması da zor değil mi? O an, Tanrı sözünü tuttu. Karan'ın sol omzuna benim dayadığım silahtan başka bir şeyde el attı. Gözlerim, Karan'ın omzunu arkadan kavrayan elin sahibine döndüğünde, karmakarışık hisler içinde buldum kendimi. Öncelikle, şükürler olsun, yaşıyor. Korktum bir yandan, ama diğer yandan... İçim öyle rahat etti ki, içim böyle rahatladığı için kendimden utandım. Halbuki ben kimseye ihtiyaç duymamalıyım. Arın'ın başından aşağıya kanlar dökülüyordu. Neredeyse dudaklarına kadar; başının üstü tamamen kıpkırmızıydı. Bayık göz kapaklarının ardındaki beyazlık; yüzü tamamen koyu kırmızının içinde kaldığından korkunç bir görünüme kavuşturmuştu onu. O açık kahve gözlerinde, kara göz bebeklerinin neredeyse bir nokta haline geldiğinden bahsetmiyorum bile. Kızıl harelerinden mızraklar uzanıyordu göz bebeklerine. Karan'ın hemen ardındaydı. Karan'a kısık, yan gözlerle bakıyordu. Avının farkında, keskin bir tavırda gibi. Ya da 'ne bok olduğunu görebiliyorum' der gibi. Derin ve uzun soluklu nefesleri vardı. Boynuna saplanan şırınga artık her neyse çıkarıp atmıştı onu. Karan başını hafifçe ona doğru döndürdü, kaşları çatıldı şaşkınlıkla. Bunu hiç beklemiyor gibiydi. Arın'ın yüzündeki ifadenin Karan'ı da bir an afallattığını gördüm. Arın... Bu sefer kontrolü tamamen kaybetmişti. Resul'un ansızın ölümü ile baş etmenin yolunu bulamıyor olmalıydı, hele de Karan ve ben hala buradayken. Nostaljik hissettim. Bundan dokuz gün önce de Karan beni yatakta boğduğu sırada Arın, onun omzunu kavramıştı. Ağır ve koyu bir aurası olduğunu hissetmiştim o zamanda. Ama bu sefer ölüm kokuyordu. Bu sefer, kırmızıydı. Ve farkındayım ki, Arın’ın başağıya akan kanlar ona kendisinin değil, Karan’ın kanı. Karan yumruklarını bile sıkamadan, birden salona fırlatıldı. Yere öyle sert çarpmıştı ki kendi kemiklerimin kırıldığını zannederek, dehşetle irkildim. Arın üstüne doğru üç adımla varırken, Karan ayağa kalkmaya çalıştı, ayağa vaktinde kalkamayacağını anlayınca dizlerinin üstünde doğruldu. Sol eliyle Arın'ın ceketinin ucunu aşağıya çekmek için kavrayıp, sağ elini yumruk yaptı. Ama Arın'ın yumruğu onunkinden daha hızlıydı. Karan yüzüne doğru atılan, benim kemiklerimi bile titreten bir yumrukla yere serildiğinde sırtımdan bir ürperti hissi geçti gitti. Dudaklarım aralandı. Karan? Yere? Serildi? Üstüne üstlük, Arın'a şırınga ile bir şey verme gereği de duymuştu. Ne verdi? Zaten daha yeni o ağır ilaçlarını kullanmıştı, bayılmasın birden? Nasıl taşırım Arın’ı bayılırsa? Şu dışarıda kalmış, Sahir’den gelen yardım eder değil mi?
Şimdiden yardımlar dilemeyi mi düşünüyorsun, Eren?
HAYIR! Eğer zehir verecek olsaydı, vereceği zehirle Arın şimdiye kadar ölmüş olurdu. Bunu düşünmek bile kalbimi tekrar paramparça etti. Muhtemelen sakinleştirici vermiştir. Neden? Karan onu öldüremeyeceğini mi düşünüyor?... Güzel. Demek, Arın Kor Aslan onun dokunamayacağı biriydi gözünde. Sadece benim gözümü boyamaya çalışıyordu 'öldüreceğim onu' diye inat ederken. Demek, politik bir hatadan kaçınmaktı Karan'ın ilk etaptaki fikri. Bu iyi bir şey. Ancak verdiği ne sakinleştirici ne de ilacı bu sefer onu Arın'ı durduramamıştı, şimdiki manzaranın kanıtı da buydu. Karan'ın şu an onu öldürmemek için kendini nasıl kasacağından değil, ölmemek için ne yapacağı hakkında endişelenmesi gerekliydi. Bu içimde hem bir çeşit korku uyandırdı hem de rahatlama. Rahatlamanın sebebi, Arın'ı öldüremeyeceğini anlamış olmamdı. Gözlerim Resul'e kaymasa da ayaklarımın altındaki cesedin varlığını tekrar, farklı bir şekilde fark ettim: Karan, suçsuz kimselerin ölmesine dayanamayacağımı benden önce biliyordu. Resul'u öldürüp, Arın'ı da sakinleştirici ile bayıltıp bana ölmek üzere gibi lanse ettiğinde, her şeyi planlıydı. Arın'ı hastaneye göndersin diye elbette onunla gidecektim. Benden önce, o bunu biliyordu. Derin bir nefes aldım ve pat, küt seslerine odaklanmamaya çalıştım. Burada ben akıl olmalıyım, çünkü Arın aklını kaybetti. Karan’ın yüzü tamamen kan revan içinde kalmıştı. Arın, onu bir böceği eziyormuşçasına birkaç kere öyle sert tekmeledi ki bu görüntü herhangi bir şiddet mağdurunu fazlasıyla tetiklerdi. Karan'ın yüzündeki etleri bozmaya başlamıştı artık, böyle bir darptan sonra yüzü toparlayabilir miydi bilmiyorum. Ağzımı tam açacaktım ki birden kapattım. Ben Karan'ı öldüremezdim. Ama bir başkasının öldürmesine karşı gelmem gerekmiyordu. Bırakayım... Arın öfke krizi esnasında öldürüversin onu. Arın öldürsün. Kimseye zarar vermemek için ilaç kullanan ve insan gibi yaşamaya çalıştığını bana ima eden Arın'ın; Karan'ı öldürmesi, benim için bir fırsat. Bir fırsat! Arın'ın sımsıkı yumruğunun, sağ omzunu geriye attığında nasıl havalandığını ve nasıl tekrardan Karan'ın yüzünü bulduğunu iki kere daha izledim. Dişlerinin arasından hırıltılı ve hırslı soluklar veriyordu. Bir an ses çıkarmadı, sonra "Yaşarsın." dedi derin bir sesle. Gözlerim kanlı ellerimden ona kaydı, bana acı acı bakıyordu. "Hepimiz bir şekilde deniyoruz." dedi. ... Bu adam benim canımı sıkıyor. Resul'un ölümü için bir kefaret olarak görün, görebildiğiniz kadar. Birkaç adımla yanlarına vardım. İlk, “YAPMA!” diye bağırdığımda, beni duymamış olmasını beklerdim ama duydu. Delici bakışları birden bana döndüğünde şaşırdım. Arın, Resul’un silahlarından birini kaparken diğer eliyle, öteki eliyle de beni yakaladı. “Evet! Sen yap!” dedi coşkuyla. Keyif mi alıyordu? Sırtımı gövdesine çarptırdı. Bedenimin etrafını kollarıyla sarmaya başladığında, küçük bir çığlık attım ve ona kafa atmaya çalıştım ama önemsemeden iki elime tutuşturdu silahı. Silah benim ellerimde, ellerimse onun ellerindeydi. Omzumun üstüne eğdi çenesini, öfkenin yırttığı kalın bir tınıda konuştu. “Hadi, Eren İpek Şahin! Seni bu s..tiğimin şehrine bağlayan o şeyi gebert! Çabucak. Hepimizi bu beladan kurtar.” Elleri, ellerimi tetiğe basmak için zorladıkça, kollarımı aşağı yukarıya oynatmaya başladım.
Zamanı sonsuz parçaya böldüler, birbiri ardına bitmek bilmeyen senelerin içine hapsedildim. Her bir damla tanesi: tek bir öğretiydi. Onu öldürmeye çalışarak, her şeyimi böylesine bir dehşeti yaşamaya mahkûm ettim. Birinci ayın sonuydu. Çoktan insan aklının genel sınırları dahilinde bu Çin işkencesine dayanabileceği son raddeye varmıştım. Ama bu Karan’ı tatmin etmedi. Çünkü ona yalvarsam bile, tapmıyordum. Ona tapmıyordum ve daha aylarca bunu sürdürebilirdi bu yüzden. Karşıma bir sandalye çekmiş, onda oturuyordu. “Büyük bir hayal kırıklığı,” diye geveledi. Sonra kıkırdadı, ardından biraz daha yüksek sesle kıkırdadı ve “ŞAKA!” diye bağırdı. “Hayallerimin ötesinde bir ruh! Ah, Eren, şu 1 aydır yaşadığına, koca koca adamlar delirdi; bana tapacak hale gelip, boyun eğdi. Ama sen… sırf, senin efendin olan benim; öldüğüm anda, senin de öleceğinin ne kadar mantıklı olacağını anlayamadığın için…” Sustu. ‘Kes sesini.’ Demek, hala aklıma gelebiliyordu. Ama çok çabukça her şey yerini küçücük parçalara bölünmüş sonsuzluklara bırakıyordu. Kafamda aynı anda binlerce keman çalıyordum. Hiçbir nüansın birbiri ile alakası yoktu: tuhaf, ama hiçbirinin sesi de yoktu. “Aslında, haklısın.” Dedi Karan, gizemli bir sesle. Yerinden kalktı, elindeki şırıngayı sağa ya da sola oynatamadığım boğazıma getirdi. Başını, alnıma damlayan su damlaları ile arama soktu. Gözlerimin içine baktı, onların içine düşmeyi bekliyormuş gibi; lakin bir karabasanmışçasına. “Kırkayakları hatırlıyor musun?” diye fısıldadı. Konuşamadığım için hiçbir şey söylemedim. Göz kapaklarım yokmuşçasına, yuvarlarım dışarıya çıktı yalnızca. Dişlerini göstererek gülümsedi. “Ben gittiğimde, onlar geliyorlar.” Dediği sırada, şırınganın içinde artık her ne varsa, kanıma karıştırdı. Konuşamıyordu. Dilim dönmüyordu. Ağlamaya başladım. Dudaklarımı öptü, geçeceği ile alakalı bir şeyler fısıldadı ve en son, kulağıma eğilip “Her bir damlada beni hatırla.” Dedi, yumuşacık bir sesle.
Bacaklarımın arasından dökülen sıcaklık, bu sefer kan değildi. Başka bir şeydi. Ve birkaç saniyedir donmuş bir şekilde, Karan’ın kanlar içindeki haline bakan benim ardıma dikilmiş; beni zorla sarmış olan adam, pekâlâ o sıcaklığın kaynağını anlamıştı: Altıma işemiştim. Beni sarmayı anında bıraktı. Çenemi tutup, beni ondan yana dönmeye zorladı. Gözlerinin içine bakmadım. Aslında nereye baktığımı bilmiyorum. Benim yaşlı, yorgun gözlerim… Karan’a baktı, sonra yine bana baktı ve beni hemen yanımızdaki koltuğa oturtup, gür bir sesle küfür patlattı. Karan’ın üstüne çıktı. Onu döverek öldürmeye çalışıyordu. Karan’ın yüzüne indirdiği her yumruk, Karan’ın yüz kemiklerini biraz daha bozuyordu. Beş dakika boyunca hiç karışmadım. Karışamadım. Arın, onun ısırdığı parmağımın hangi parmak olduğunu biliyordu. Karan’ın sol elindeki tüm parmakları kırdı. Sonra onun benim sol elimi kanlandırdığını anımsamış olacak ki, Karan’ın sol bileğini öyle bir kıvırdı ki Karan’ın eli neredeyse tersine döndü. O an, acılar içindeki ve baygın olan Karan acıyla uyanıp bir çığlık atmaya çalıştı ama ön dişlerinden iki tanesini kıran bir yumruk yediğinde yine dağıldı. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Ölme. Anne. “Öldürme.” Diye mırıldandım kendi ağzımın içinde. Hem, sen öldürürsen ben ondan asla kontrolümü geri alamam ki. Ben de ölürüm.
Buna kor bir inançla inanıyorum. Ve sen de… İnsan gibi yaşamaya çalıştığını söylemiştin. O zaman neden, böyle vahşice bir şey yapıyorsun? Arın'ın sırtına eğildim ve kollarımla sarmaladım onu. Ellerimi, parmak uçlarımdan bile birbirine kenetlemeye yakın değildim. Önemli değil. Sarılma amacım yok zaten. Bu bir romantizm filmi olmadığından onu sarılarak durduracak değilim. O yüzden ellerimi Arın'ın koltukaltlarından soktum ve avuç içlerimi omuzlarına, köprücüğünün üstünden astım. Tüm ağırlığımı kullanarak, onu geri çekmeye çalıştım. Arın'ı farklı bir şekilde durdurmaya çalışacak kadar delirmedim. Çünkü kontrolü kaybetmiş durumda ve benim dayak yemeye hevesim yok. Uyarır tutmaya çalıştığım ama panikle çıkmış bir sesle, "Arın!" diye bağırdım. Artık beni görmüyor, duymuyordu sanki. Sert solukları arasında tekrar yumruğunu havaya kaldırdığında, ayaklarımı zemine iyice bastırıp, onu kendimle birlikte geriye, tekrar arkaya çekmeye çalıştım. Bu sefer kendinden daha emin bir sesle, "Arın!" diye bağırdım tekrardan. Karan'ın üstünden inmiyordu bir türlü. Dudaklarımı birbirine bastırıp, nefesimi tuttum ve tüm gücümle son bir kez onu geriye çekmeyi tekrar denedim. Etkisiz eleman kalıyordum böyleyken. Aslında, onu saçlarından çeksem ya da başka bir şey yapsam olurdu belki. Ama Arın'ın canını yakmak istemiyordum. Zaten Resul'un ölümüne sebebiyet verdim. Dikkatini çekmek için yalandan bir çığlık koparttığımda, Arın beni neredeyse sırtından fırlatıyordu. P.. kurusu. Güçlü bir nefes çektim içime, göğsümü kabartan. Sağ yumruğumu kaldırıp ensesine vururken "Bırak!" diye bağırdım hırıltılı, yabanıl bir sesle. Umarım beni de dövmeye başlamaz, burada onu öldürmene sadece kendim için engel olmuyorum Arın. Sırf bana arabadayken, ‘Hepimiz insan gibi yaşamaya çalışıyoruz.’ Dedi diye. Sırf, yeşil gözlü adamın kendinin değil de bir başkasının öldürdüğünü söyledin diye de yapıyorum bunu. Sana saygı duydum ve bunu da bu yüzden de yapıyorum, itfaiyeci. Durmadı. Ancak bu sefer kızmadım. Acıdım ona. Çünkü attığı her bir yumruk, hem arkadaşı için hem de benim içindi. Gözlerim doldu, tekrar kafasına vurma fikrinden vazgeçtim. Bu sefer adam akıllı, gerçekten sarıldım ona. Az önce bunun bir romantizm filmi olmadığını söylemiştim. Bu, hala devam eden bir gerçekti. O nedenle sağ yumruğunu havada salladı ve omzunu bir kere daha geriye attı. Durmadı. Tekrar vuracaktı, sağ yumruğunun havayı yararcasına yukarıya savrulduğunu duydum; tekrar ve tekrar aşağıya inmek için. Karan'ın yüzünün tam ortasına. Onda nasıl durdurucu bir etki yaratabileceğime dair bir bilgim yoktu. Eskiden nasıl yapılırdı? Çok eskiden... Hiçbir etkisi ve anlamı olmadığını bildiğim bir şeyi; tekrar deneyeceğim. Huyum kurusun. Onu arkaya doğru çekmeye çalışmayı kestim, yüzümü; yaptığım şeyden tuhaf bir şekilde çekinerek Arın'ın sırtına gömdüm. Hassas, işe yaramayacağını bilmenin getirdiği, kırgınlıkla dolu bir sesle "Bırakır mısın?" diye sordum. Sesim çatlamıştı ve sert değildi, ama incelerek yüksekçe çıkmıştı. Sesimdeki bir şeyde, onun kırmasını göz göre göre beklediğim çocuksu bir hassasiyet vardı. Rica etmek asla işe yaramaz. Bunu üç yıl önce, hayır, çok önceden... öğrenmiştim. Rica etmenin bir anlamı yok. Komşular beni beslemeyi reddettiğinde, babamın ondan yiyecek rica ettiğimde bana getirdiği o güzel pasta. Çamurdan bir pasta. İlk ricamın karşılığı. Rica etmek, asla işe yaramaz. Siz bana bakmayın, ben beklentilerle doluyum. Gözlerimi daha da sıkı kapattım. Karan'a atacağı bir yumruğun daha, 'pat' sesiyle kulak zarlarımı titretmesini bekliyordum. Ama Arın'ın yumruğu havada durmuştu. Bunu anlamam için, saniyeler geçmesi gerekti. İlk etapta ricamı dinlediğini düşünmektense sağır olduğumu ve yumruklarını o yüzden duyamadığımı varsaymıştım. Arın gözlerini kırpıp açtı, başını sersem bir tavırla, hafifçe iki yana oynattı. Kolları aşağıya indi ve sonunda hızlı hızlı kesik nefesleri biraz olsun uzun soluklara kavuştu. Yavaşlamıştı ama kalbi hala çok hızlı atıyordu. Gözleri hemen aşağısındaki Karan'daydı. Yumruğu tekrar patlamaya çok müsait bir durumdaydı. Olan her şeyi aklında bir yere oturacak, fakat sonra, Resul'un ölümünün hıncı yüzünden tekrar saldıracaktı Karan'a. Komaya sokacak, belki de öldürecekti. Arın. Ama sen bana insan gibi yaşamaya çalıştığını söylemiştin. İki elimle yüzünü avuçlayıp başını arkaya, bana doğru çevirdim. Ben olduğumu bilirmiş gibi, bana karşı koymadı. Yüzüme baktı boş bakışlarla. Aklı hala yerine gelmemişti. İki üç dakika öylece bakındı. Gittikçe, akıllanmak yerine yeniden dağılıyordu. Karan'a kayıyordu gözleri. Lütfen yanlış anlama. Başını kendiminkine yaklaştırıp, öptüm onu. Bizim her şeyimiz gibi, acemi bir öpücüktü. Onu ilk tanıştığımız gece öptüğümde gösterdiğim yabanıllık ve saldırganlıktan eser yoktu. Tek yaptığım büzdüğüm dudaklarımı dudaklarına bastırmaktı. Hızlı hızlı nefesler almasını kesmek istedim. … Pişman oldum. Neyse ki bugünden sonra bir daha asla onun yüzünü görmeyeceğim. On beş saniye kadar bir süre, kafasını iki elimin arasında tutmayı bırakmadan, onu böyle öpmeye devam ettim. Kapattığım gözlerimi açtığımda, onun gözlerini kapatmadığını; hafif çatık kaşlarla beni izlediğini gördüm. Utansam da kaçırmadım bakışlarımı. Odak noktası Karan'dan değişsin istiyordum. Ama o kendine gelsin, diye şu an resmen kendi kafamı allak bullak ediyordum. Kara Prens ayaklarımızın dibinde. Biz daha yeni tanıştık. Bu aşk ile ilgili değil, beni yanlış anlamamasını istiyorum. Ama o beni yanlış anlamak istiyor, bunu bilecek kadar anlıyorum bazı şeyleri; aptal değilim. Ki böyle yapması, beni dipsiz bir tedirginliğe sürüklüyor. Bu adam, bana zorla dokunmayacak olsa da beni tedirginliklerle doldurup taşırıyordu. Ben, daha dün saatlerce istismara uğradım. Bunun defalarca kez olmuş olması, buna alışmaya zorlanılmaya çalışmam beni bir robota çevirmiyordu. Asla alışmadım, asla bir robota dönmedim. Ben hala, kanlı canlı bir insanım. Beni, aynı günün gecesinde art niyetli olmasa dahi kendine çekip benimle uyudu. Şefkatini göstermek isteyen bir insan mıydı sadece? Cinsiyetlerimizi ayırt etmiş miydi yoksa insani mi yaklaşmıştı? Bence, evet. Ama şu anda da bana nasıl baktığının farkındayım. Her şeyin, benim için nasıl üst üste geldiğini anlayamıyor mu? Arın'ın çenesi gevşedi, gergin yüz hatları eski haline döndü. O tatlı, erkeksi yüzüne geri kavuştuğunda, dudakları dudaklarımın üstünde hareket etmeye başlıyordu ki ondan geri çektim dudaklarımı. Hiçbir şey demedi. Diyebileceği bir şeyi yoktu çünkü. Kocaman elini sağ yanağıma yerleştirip yüzüme baktı iyice. “Kim yaptı?” diye sordu. “… Öldürdüm.” Biraz daha bakındı yaralara, sonra gözlerimin içine baktı. “İstemiyorum.” Diye geveledi. Neyi? Beni mi? Gideceğim şimdi zaten, seni bir çıkaralım şuradan. Ve küçük kızı da. “Ben seni aldıysam, nasıl gelip… Kişiselleşti bu.” ? “Sen beni almadın. Ben senle gelmiştim. Öyle düşünme.” “S..eceğim onları.” Gözleri tekrar Karan'a dönüyordu ki ellerimle başını tekrar kavradım ve yüzünü boynuma doğru getirdim. "Hala çilek kokuyor muyum?" diye sordum birden, aceleci bir tavırla. Kahretsin, umarım öfke kontrolünde zorlandığında, neler yaşandığını hatırlamıyordur. Bu çok utanç verici. Keşke bok koksaydım da bana öyle demiş olsaydı dün gece de. Arın'ın bana fiziksel bir özelliğim ile ilgili iltifat etmesi umurumda değildi ki. Gövdesi hala Karan'a dönüktü. Bana doğru çevirdi yavaşça gövdesini, Karan'ın hemen yanındaki bir yere oturup üstünden kalktı. Beni de belimden tutup, zaten Karan'a değmediğim halde, kendi gibi Karan'dan uzaklaştırmıştı. Boynuma bastırdığım başından, aldığı ve verdiği her nefeste gıdıklanıyordum. Birkaç saniye öylece durdu. Sonra ellerini belimden çekip, kollarını bana sarıp beni kendine doğru çekti. Boynumun üstüne hafiften değen, yumuşak dudaklarının arasından "İlk gördüğüm andan beri, hep, öyle..." diye mırıldandı. Bir tuhaflaşıyordu bu. “Yalnız, altıma yaptım.” Diyerek ortamı biraz mahvetmeye çalıştığımda, burnunu iyice boynuma gömdü. Bu adamın, az önce gerçekleştirdiği eylemlere odaklanmamaya çalışıyorum: Şayet, titremek istemiyorum. Birkaç dakika daha öylece bekledi. Sakinleşmeye çalışıyordu. Gözüm ikiden bir Karan'a kayıyordu. Bir süre uyanacak gibi durmuyordu, ama hala nefes alıp verdiği, göğsünün iniş kalkışından belli oluyordu. Kaşı dudağı patlamış, burnu yamulmuştu. Etinden kan geliyordu. Üç yıl önce, onu böyle görsem aklımı kaçırırdım. Şimdi rahatlıyorum. Hala bir yanım acıyor. Korkma, seni öldüreceğim. Elbet yapacağım bunu Karan. Ama üç yıl boyunca, hep çok iyi bir dayak yemesini istedim. Arın sonunda olabildiğince düz bir sesle konuşabildiğinde "Resul'u öldürdü o." dedi. "Biliyorum." "... O benim gibi birini kabul etmişti. Benim gibi birini. Ona hiçbir şey anlatmamıştım." Dediğinde, gözlerimi kapattım ve alnımı omzuna yasladım. "Senin gibi birini, benden başka biri kabul eder mi sanıyorsun Eren?" demişti Karan. Arın'ı avutacak kişi ben değilim. Yorgun bir nefes çektim içime. Alnımı omuzundan kaldırıp, ellerimle yüzünü avuçladım. Üzgün gözlerine, şefkatle baktım. Onun bana dün gece boyunca baktığı gibi bakınca ona, daha iyi anladım bana neden sarıldığını. Neden öyle baktığını. Bu hayatta gösterebileceğim en gerçek, kırılgan tebessümümü takındım yüzüme. Alnını öptüm. Bu romantik bir şey değildi, şefkatti. İkimizde biliyorduk. O da benim ona tavırlarımdan fazlasının imkânsız olduğunu anlamış olmalıydı bugünün sabahında. Belki de anlamamıştı, ama sorun değil; onu bir başına bıraktığımda anlardı en kötü. "Onu da biliyorum. Ama, senin gibi birini kabul etmeyecek kimse yok." Dedim, onu asla kabul edemeyeceğimi düşünürken. 𓆨
Bu arada baya travmatik sahnelerin olduğu bir bölümdü?
Öncelikle sizin en çok küçük kıza mı Eren'e mi yoksa Resul'e mi üzüldüğünüzü merak ettimmm?
Sizce Karan tüm bunların altında kalır mı? Ve fark ettiyseniz Karan, Eren'in kendisine yapılan şeyin tecavüz olduğunu 'iddia ettiğini' ifade ediyor resmen. Yani Eren'in ithamlarını palavra olarak görüyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Arın'ın, Eren'in onu sakinleşmetiirmek için dudaklarını bastırdığını biliyordu. Yine de, sakinleşmeye başladığı andan sonra bu öpücüğü bir buseden öpüşmeye taşımaya çalıştı ki Eren hemen ayrıldı ondan. Sizce bunu sevdiğinden mi yaptı yoksa Eren ona o şekilde yaklaşırsa onu reddetmeyeceğinden dolayı mıydı bu?
Üç karakterimi de tek kelime ile anlatsanız bunlar hangi kelimeler olurdu? |
0% |