@yazarjose
|
!!! Bölümde ağır tasvirler var, hassasiyeti olan geçsin. Eski zamanlarda bahsediyormuş gibi konuşalım: "Yeryüzündeki kadınların çoğu, anadan üryan yetim doğmuştur. Kendilerinden başka onları savunacak tek bir insanı arayarak ömür geçirirler. Ancak bu çoğu kadın, bir erkeğin arkasının kollandığı gibi kollanmayı tadamaz asla. Asla."
"Bazı kadınlar doğaları gereği değil, yaşadıkları gereği bencil olurlar. Bir kızı korkuttuğun kadar bencilleştirirmişsin."
Kollarımı üstünden çekip ayrıldım ondan. Saniyeler içinde, bunun ne kadar yanlış olduğunu bilmem bir yana, fizyolojik olarak da hissetmiştim, korkunç bir yanılgıya kapılma endişesiyle yanmıştım. Alelacele ayağa kalktığım sırada, Arın benim tedirgin ve ondan korkmuş ifademi inceliyordu kaşlarını hafifçe çatarak, ben ise Karan'a yan gözle bakmaktan; onun bu konuda ne düşüneceğini merak etmekten kendimi alıkoyamıyordum. Karan'a bu kadar bağlı olmam, bu hastalıklı tavrım beni deli ediyordu. Sert bir ifade takınıp gözlerimi öte yana, Arın'a çevirdim. Siniri biraz olsun geçmişti ama tekrardan alevlenebilirdi birden; onu Karan'la yalnız bırakamazdım. Elimi uzattım ve "Gel benimle," dedim. Başını Karan'a çevirdi. "Hayır-" diye geveliyordu ki yatak odasından adım sesleri duyduk. İkimizin de gözleri oraya döndü. Küçük kız duvara yapışarak, koridorun ilerisinden bize doğru geliyordu. Tir titriyordu. Gözlerinden sessizce yaşlar boşalırken, onu terk etmememiz için sesini çıkarmaya çalıştığını; nasıl da yalvarırcasına bir mahcupluk içinde olduğunu görebiliyordum. Ki haksız da değildi, onu bırakamazdık. Karan'ın onu sağ bırakacağına, içimdeki hastalıklı bir yanım ihtimal veriyordu: Ama diğer tarafım ise, 'Hayır, sağ bırakmaz.' diyordu. Elime, yere bıraktığım silahı tekrar aldım ve serinkanlı bir sesle, "Arın, birini mi öldüreceksin? Emin misin buna?" diye sordum. Bana anlamayarak, ifadesiz bir yüzle baktı. Resul onun için ne kadar önemliydi kestiremiyorum. İçime bir sancı girdi o an. Gerçekten de, Karan'ı öldürmeden bırakmazsa ben ne yaparım? O zaman... Ben tüm bunlarla tek başıma ve neye karşı yüzleşeceğim? Ölmesini istiyorum, ama benden çok önce değil. YAPAMAM! Kes sesini. Ve sen Arın… “İnsan gibi yaşamak istediğini söylemiştin. Kimseyi öldürmek istemiyorsun zannediyordum.” Diye konuşmaya devam ettiğim sırada, tedirgin bir adım attım geriye. Yutkundum, titrek göz bebeklerimle, irislerindeki kana baktım. “Öyle değil mi?” diye sordum. Birilerini öldürmekten çekinmeyen kimselere güvenmeyin. Şayet o kişinin mesleği askerlik ya da polislik değilse. Size, bir katil olarak nasihatimdir. Arın birkaç saniye, sessizce bana baktı. Ne düşündüğünü anlayamıyordum. Gergindi. Koyu bir gölgenin altına saklanmış gibiydi siması, güneş ışığı yüzünü aydınlatıyor olmasına rağmen. Hafif aralık iki dudağının arasından, ne çıkacağını bilemiyordum. Kafamda binlerce olasılık birbirinin ardına oluşuyor, birbirlerinin üstüne geliyor, birbiriyle çarpışıyor ve birbirlerini yok ediyordu. … Yalan mı söylemişti? Yalan söylediyse bile, bana karşı koymaz değil mi? Niye… itfaiyecimin birini öldürebilecek olmasından bu kadar korkuyorum? Onu öldürmesine izin veremeyeceğim için mi? Bendeki sorunları biraz daha fark edecek diye mi? (Gerçi, şu an utançtan kendimi yerin altına gömmesem de, az önce bana zorla Karan’ı öldürtmeye çalıştığı sırada altıma işemem ve öldüremem, ona muhtemelen bir şeyleri tahmin ettiriyordu.) Aptalca geliyor kulağa biliyorum. Ama değil. Yemin ederim ki değil. Değil. Değil. Değil. Kırkayaklar beni yerler. Karan gittiğinde, gelirler. Hep geldiler. Ya da bu denli bitkin hissetmemde, karşımdaki adamın cinayet işleyeceği fikrine karşı duyduğum üzüntünün de bir payı var mı? Neden bu kadar titriyorum-Arın’ın sert bir tınıyla, “Öyle.” Demesi üzerine, zihnimin girdaplarında boğulmayı kestim. Sanki, beni o girdaptan çekip çıkarıyormuş gibi, elini bana doğru uzattı ve kolumu tuttu. Aramıza koyduğum üç mesafelik adımı, anında bir adımlığa indirdi. “Öyle yaşıyorum, evet. Kaçmana gerek yok.” Diye konuşmaya devam etti. Beni inandırmaya çalışıyordu. Kendi söylediklerine inanıyor muydu? İnançla doldurduğu bakışlarının altında ne saklı? Kolumu geriye doğru çektim yavaşça. Bu tür hesaplaşmaları yaşayacak kadar bile tanımıyordum onu. Kafamda oluşan her bir sorunun cevabı, en az önceki soru kadar değersizdi gözümde. Acımasız mıyım? Belki. Ama size demiştim değil mi? Bana merhamet öğretilmedi, benden öyle bir şey göstermemi beklemeyin. … Yine de bunu söylememe rağmen, güçlü bir ziyan duygusu içimde büyümeye başladı. Ve ben, geometrik bir hızla büyüyen korkunç bir sancının altındaydım: Birçok sebepten. Ondan, Resul’den, eline bıçak verdiğim küçük kızdan, Karan’dan, özgürlüğümden ve kendimden sebep. Kafamı toparlamam, buradan çekip gitmem gerekliydi. Beni bu sancıdan, polis alarmının uzaktan gelen seslerinin; birden, olduğumuz sokağa girmesi kurtardı. Dış kapıya yaklaşıldığını duydum. Anlaşılan, bir şekilde kapıyı açıp, yine içeriye girmeye başlamışlardı. Ben dönüp bir şey diyemeden, Arın sağa doğru dönüp, Karan’ın yerdeki yüzüne baktı. İfadesinden hiçbir şey okuyamıyordum. Şu an, Arın'ın duygularını arka plana atmaya çalıştığının farkındaydım. Resul'u düşünmemeye çalışıyordu. Kapının önünde, cansız bedeni uzanan arkadaşını... Benim yüzümden ölen arkadaşını. Kalbime giren sancı, çok uzun zamandır kendisine yabancı kaldığım vicdan azabıydı. Belki de etrafımdaki herkesin üç yıl boyunca istismar edilmeme sessiz kalması... Emin değilim. Korkak vicdanım, keşke dışarıdaki tüm insanlarda malikane ve partidekiler gibi olsa; işim kolaylaşır diyor. Ama içimdeki kırık bir şey, Resul'u tanıdığına hala seviniyor. Merhamet göstermeyeceğim, bana o öğretilmedi diyorum ama… Düşüncelerim yine ve yine onun yüzünden, vahşi bir harekete şahit olmamla dağılmak zorunda kaldı. Arın ayağını kaldırıp, Karan'ın erkekliğine bir tekme atmıştı. O kadar sert bir tekmeydi ki ve oraya... Geriye doğru bir iki adım attım istemsizce. Alt dudağım aralandı, ellerim ağzıma yakın bir yere gelmişti. Şoktan kaskatı kesilmiştim ama, arkamdaki küçük kız çocuğu için aynısı geçerli değildi. Çığlık atıp gerisin geri yatak odasına koşmuştu. Gözlerim Karan'a kaydı. Uyanmamıştı ama acıyla inlemişti ve kalçası yukarıya doğru kalkmıştı Arın vurduğunda. Acaba... kalıcı bir hasar görmüş müydü? Bu... Bu, ruhuma çekilmiş silahın; mermisinin içinde patlama anıydı. Bu, dün Karan'ın bana yaptığı şeyin aynısıydı. Çok çok çok daha azı. Bir erkeğin erkekliğine böyle zarar vermek; kolayca, bu şiddet eylemini gerçekleştiren birey başta olmak üzere, başka zihinler tarafından kaldırabilecek bir şey değildi. O kişi bunu sahiden hak ediyor olsa bile-ki hak ediyordu-, kimse böyle bir hareketi bu denli tasasızca gerçekleştiremezdi. Arın benden yana döndüğünde, daha önce fark etmediğim bir detayı fark ettim:, yüzündeki kan damlaları Karan'ın kanıydı. Hepsi. Kendine ait bir kan yoktu. Yutkundum. Arın, böyle vahşice bir şey yaptığı için hiç de korkmuş değildi. Yaptığı şeyin doğru ya da yanlış olduğuna dair en ufak bir şüphe duymuyordu kendinde. Ve... yaptığı şey yanlışta değildi. Her insan, bir tecavüzcünün sikinin kesilip atılmasını düşünürdü dediğim gibi. Ama bu insanların %99'u bunu yapamazdı. Arın yaparmış ve yapmıştı. Yanımdan ifadesiz bir yüzle geçip gitti, Resul'un cansız bedenini sırtladı. O içeriye; yatak odasına Resul'u taşırken ben salonda, yerdeki Karan'a bakıyordum. Kapının eşiğinde olduklarını duydum. Karan'a bir adım daha yaklaştım. Su damlaları duyuyorum. Dışarıda yağmur mu yağıyor? Yağmurdan nefret ederim. Aklıma ilk defa, ‘Bana yaptığını hiç başka bir kız çocuğuna da yapmış mıdır?’ sorusu düştü. Hiç başka bir kız çocuğun kafasının içine de böcek sokmuş mudur? … Hayır! Eğer öyle bir şey yaptıysa… Eğer ki olsaydı… Onu öldürürsem, kırkayakların beni yiyeceğini bilmeme rağmen öldürürdüm onu! Kendimi de yakardım hemen ki, haşeler beynimi yemeden önce kurtulayım. Evet… Yaparım bunu. Tanrı’nın kabul etmesini en çok istediğim dua, benim acımı başka hiçbir çocuğunun bilmemesiydi. Bunu kabul ettiği sürece, diğerleri önemli değil. Yine yalan söyledim. Önemli. Düşüncelerim duyduğum seslerle tekrar kesilmek zorunda kaldı. Fazla oyalanmıştım. Hak ettim bunu. Arkamı döndüm. Bana silahı çekmiş iki kişiye bakarken, silahımı anında Karan'a doğrulttum. İkisinin de gözleri, gördükleri manzara sonucu sonuna kadar açılmıştı. Karan'ın ne halde olduğuna inanamıyordu adamları. Öte yandan, polisin sesi yüzünden acele etmek zorundaydılar. Polis sesi... Mantıklı değil, bu sokağa bugün polisin, en azından Karan gidene kadar uğramayacağına emindim. Sahir’den gelen adamlar hala civarda mıydı? Onlar bir oyun mu oynuyordu? Gelelim şaşkınlıktan dili tutulmuş ve ne bok yiyeceğini bilemeden Karan'a bakan iki elemana. Baykal Şehri'nin Kara Prens'i yerde yatıyor. Ağzı yüzü kan olmuş bir halde ve... "Doktora getirin." dedim. Gözlerimi Karan'dan onlara çevirdim. Aklı başında bir tonda, "Önceliğiniz ben değil, onu doktora götürmek olmalı. Emin olun ki." diye devam ettiğimde, arkadaki eleman silahını daha da iyi kavradı. Ancak öndeki adam, gözlerini gözlerime dikmiş olan; derin bir nefes alıp silahını indirdi. Beni dinlemenin doğru olacağını en azından bir tanesi ayırt etmişti demek. "Emre, el at, hadi oğlum." dedi arkasındakine ve ben silahı Karan'a doğru tutmaya devam ederken salona girdi. Emre bana kötü kötü bakarken, arkadan bir kız çocuğu çığlığı gelmesi ile tüm gözler arkaya döndü. Küçük kız, koridora çıktılarında, Emre'yi görünce çığlık atıp Arın'ın arkasına saklanmıştı. Kız çocuğu onu nasıl bu kadar hızlı kabullendi de Arın'ın arkasına sığınıyor diye bir an şaşırdım, ama Resul'ün kıza bir nevi abilik yaptığını varsayarsak, belki daha önceden de tanışıyorlardı ve Arın'ın Resul'ün cansız bedenini odaya taşıması kız çocuğunu etkilemiş olabilirdi. Denize düşen, yılana sarılır. Bu misal, kanını donduracak bir görüntüye ve mizaca bürünmüş Arın'a yanaşıyordu küçük kız çocuğu. Arın'ın eli küçük kızın başına gitti. Küçük kızın başına yumuşak, 'pat, pat' diye iki baskı yaptıktan sonra elini geri çekti. Çenesini hafifçe öne eğip, keskin bakışlarını karşısındaki adama sabitledi. Emre, silahını ona yönlendirmiş olmasına rağmen, Arın korkusuzca üstüne yürüyordu. Aslında memnun duruyordu bu durumdan, hırsını alması için ikinci bir adam daha vardı karşısında. Minnetle kabul edecekti Emre'yi. Yüzünü aydınlatan şeyin, öfkeden çok, hınç olduğu aşikardı. Arın’ın, aklını tamamen kaybedecek bir saldırma arzusuna sahip olup olmadığından endişe etmeye başlayacaktım: Ancak, Karan'ı sırtlanmaya çalışan adam "Emre, indir silahı!" diye kızınca, Arın'ın olduğu yerde durması ile fikrimin yanlış bir argüman olduğunu anladım. Arın çenesini yukarıya kaldırıp üstten bir bakış attı, kaşlarını yukarıya kaldırdı tehditkâr bir tavırla. 'Ne yapıyoruz?' der gibi bir tavır vardı ağırlığında. Emre, dudaklarını birbirine bastırdıkça bastırdı. Bir küfür mırıldanma arzusunu içine atıp, silahını beline geçirdi. Hemen Karan'ın yanına geldi o da. Yanımdan geçerken, gözlerini kısarak bana baktı, ağzını oynatmamıştı ama ne dediğini anlamıştım ben. Sürtük. Emre yere eğilirken, gözlerim yukarıdan bir tavırla onu takip etti. Acımasızca kıstım gözlerimi, çenemi yukarıya kaldırdım. Gözleri Karan'dan bana döndüğünde, o yere eğilmiş olduğundan dolayı gözlerimiz arasındaki yükseklik farkı açılmıştı iyice. Aramızdaki hiyerarşik farkı hissettin mi, Emre? Endişelenme, seni de öldüreceğim. Arın, "Eren," dediğinde kapı pervazına döndüm. Polis sesi çoktan kesilmişti. Düşündüğüm gibi, polis gelmemişti sokağa. Başka bir şey dönüyordu ortalıkta ama... Elimdeki silahla Arın ve küçük kızın önüne geçtim. Kararlı bir sesle, "Sizi buradan çıkaracağım. Arkamda durun, etrafta başkaları da vardır." dedim. Başımı kendimi onaylayarak yavaşça salladım, "Karan asla işini şansa bırakmaz." diye mırıldandım. Kırık kapıdan en önde çıktığım sırada, Arın beni omuzumdan tuttuğu gibi kendi arkasına çekti. "Ben de bırakmam." dedi. Sesindeki tını, ona karşı gelmemi istemediğini belli eden bir can sıkıntısı, sinir taşıyordu. Arın'ın arkasından ikimiz de dışarıya çıkarken, küçük kıza baktım yan gözle. Onu ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Sokağa terk edecek yaşta da değildi. En fazla sekiz yaşındaydı. Arın'a emanet edebilir miyim? Hayır, bu kız çocuğunun akıbetine bizzat ben karar vereceğim. Bunları düşünürken, kız çocuğuna epey soğuk ve sert bir ifadeyle bakıyor olmalıydım ki küçük kız gözlerinin bana değmesinin hemen ardından bakışlarını kaçırıp, Arın'ın tişörtünü ucundan kavradı. Omuzuna dokunduğumda titredi, umursamayıp onu gerime çektim. Arın olur da dövüşürse, ona tutunmaya çalıştığı için sağa sola savrulurdu çocuk. Benim arkamda kaldığı sürece, korkması gereken tek şey kurşun sesi olurdu. Onu arkama çekip, "Uslu dur." diye fısıldadım. "Ceketimin kemerini tut sıkıca." Paranoyakça düşünmeme rağmen ve apartmanda aşağıya inerken her an 360 derece açıyla etrafa bakınmaya çalışmış olsam da, kötü bir şey yakalamadım. Arkamızdan Karan'ın ve iki adamının sesi geliyordu. Onun gördüğü her zararın bana, on katı bir etkiyle, geri tepme olarak yansıyacağına korkunç bir şekilde inandırılmıştım. Karan'ın hala uyanmamış olması beni endişelendiriyor, geriyordu. Su damlaları alnıma damlıyordu, yemin ediyorum ki, damlıyordu! Damlayıp, parçalara ayrılıyor ve sıçrıyordu. SIÇRAYANLAR NEREYE GİDİYOR? Tökezlediğimde, merdivenlerden kayıyordum ki Arın beni belimden kavrayıp, geriye çekti ve bıraktı. “Taşımamı istemiyorsan, dikkatli ol.” Dedi yüzüme bile bakmadan. Hiçbir şey söylemedim. Acaba Arın kendisine verilmeye çalışılan şırıngadaki sakinleştiriciyi Karan'a mı takmıştı sonrasında? Ve neden Arın'da hala en ufak bir uyuşma bile yoktu? İlaçlarını alınca çabucak mayışmaya başlayan biriydi halbuki. En alt kata vardığımızda, dış kapıya yönelmiştim ki, Arın beni üstümdeki ceketin kapüşonundan yakalayıp geriye çekti. "Ne-" diyordum ki karşılık istemediği açık sert bir sesle, "Bekle." diye sözümü kesti. Sinirleniyorum ama. Etrafa bakınıyordu, küçük kızın omuzlarına bıraktığı, kendine ait ceketine eğildi. Bu benim banyo kapısı ardına astığım, ceplerinde merhemim ve yüzüğüm olan ceketiydi. Ceplerin birinden anahtarı çıkarıp zemin kattaki bir dairenin kapısına hızla soktuğunda, gözlerim dış kapının önünde duran arabaya kaydı. Polis sesleri sokakta duyulmayı kesince yeniden gelmişlerdi Şahin'in adamları. Merdivenlerin başında Karan ve onu taşıyan iki adamının belirdiği sırada, kolumdan tutulup Arın'ın anahtarına sahip olduğu apartman dairesinin içine çekildim. Kapı kapanmadan önce gördüğüm son şey, Karan'ın göz kapaklarını bile açamadan, yüzünü buruşturduğu ve acıyla inlediği oldu. Tıpkı benim dün asansör de çıkardığım, acı dolu sesler gibi. Kendimi... inanılmaz öfkeli hissediyorum. Su damlaları kesildi. "Dahiyane planın bu mu? Başka bir daireye saklanmak mı?" diye öfkeyle Arın'a döndüğümde bana cevap vermedi. Onun yerine küçük kızın elinden tutup bahçeye çıktı. Peşlerinden gittim. Binanın arka cephesine bakan bu küçük evin, kendine ait ufak bir bahçesi vardı. Arın bahçe duvarına kızı yerleştirdi. Ben ne yaptığını anlamaya çalışırken, duvarın öteki yanından "Lan kız bu kadar küçük müydü?" diye, önceden hiç duymadığım bir ses duydum. Bir erkeğe aitti. Sanırım, Arın'ın kurtarmaya çalıştığı Eren İpek Şahin'in, şu an duvarın üstündeki sekiz yaşındaki kız çocuğu olduğunu zannetmişti. Erkek sesinin, öfkeyle "Orospu çocuğu." Diye gevelediğini duydum. Başka bir ses, donuk ve robotumsu bir ses, küçük kıza zannedersem ki kollarını uzattı ve "Atla bakalım, gel ablaya." dedi. Küçük kız ağlamaklı gözlerle Arın'a baktı. Arın kaşlarını yukarıya kaldırıp, endişeden yoksun bir sesle, "Hadi, uslu kız ol bakalım." dedi ve bana döndü. Olduğumuz evin kapısına vurulmaya başlanmıştı çoktan. Geri zekalı herifler... Onlara Karan'ı hastaneye götürmenin öncelikleri olmasını söylemiştim. Gerçi tek bir arabayla gelmiş olacak değillerdi ya. Evin arka cephesine, polisler gidince tekrar bakmayı akıl etmeleri birkaç dakikayı bulurdu anca. Arın sağ elimden tutup beni kendine çekti. Belimi iki eliyle kavrayıp beni duvarın üstüne yerleştirdiği sırada, ellerim istemsizce kollarını kavradı. "Ben kendim çıkarım," diye başlamıştım cümleye çoktan ama, duvarın üstüne oturmamla sustum. Bana baktı. Yine o zamanki gibi. Akarsuyun tepesinde olduğumuz zaman baktığı gibi dikkatli, tanıyormuş gibi. Yine aynı, herhangi bir tavır takınmak için çabalamayan derin sesiyle, "Biliyorum, çeviksin." dedi. Beni yerleştirmesinin hemen ardından kendi de duvarın üstüne çıktı. "Geliyorlar lan," diye önceden konuşan erkek sesinin tekrar konuştuğunu duymamla arkamıza baktım. Küçük kız arabanın içine girmişti. Sesini duyduğum elemanlar ise… adamı tanımıyorum ama kız olan bir şekilde tanıdıktı. Sokağın başından koşarak gelen, eli silahlı elemanlara kaydı gözüm. Tanıdık gelen kızın yanındaki adam, dönüp hemen silahını onlara doğrultmuştu. Arın aşağıya atlarken kolunu beni de kendiyle birlikte sürüklemek için omzuma atıyordu ki onu durdurdum. Bana anlamayarak baktı. Kaşları çatıktı, sağ kaşı hafiften havaya kalkmıştı sorgularcasına. Onun gövdesi ve ayakları, benim aksime sokağa dönüktü. Benim gövdem ve ayaklarım ise bahçeye dönüktü. Yakaladığım kolunu serbest bıraktım ve “Bir adam vardı böyle kahverengi saçları olan, onla karşılaştım-” “O başının çaresine bakar.” Diyerek sözümü kesti. Yine sarmaya çalıştı gövdemi, yine durdurmadım. "Bizim burada yollarımız ayrılıyor." dedim. Yüzündeki sert ifade, sabrının sonuna geldiğini ifade edercesine dağıldı, burnundan bıraktığı bir solukta. Bu ısrarcı tavrımı etrafımız sarılırken bile sürdürmemi anlamıyordu. Biliyorum. Ona göre, o olmazsa yakalanacaktım. Arın... Beni çok küçümsüyorsun. Emin ol, Karan baygın olduğu sürece, şu elemanlar benim için bir tehdit olamaz. Ama sen, benim için bir tehditsin. Ben ise senin için oldukça büyük bir tehdidim. Bana ayak bağı olacaksın, bu yüzden şimdiye kadar yaşadıklarınla baş etmenin biri yolunu bul. Tek başına. Arın derin bir nefes aldı, silahı ileriden gelen yedi sekiz elemana doğrultmuş olan adam panik ve korkuyla, "Lan film mi çekiyoruz?" diye bağırdı. Olduğumuz dairenin kapısı kırıldı. İçeriye girenler anında bahçeye, bize doğru koşmaya başladıklarında, hiç beklemeden ilkinin alnının ortasına sıktım. Onlar mermilerini kullanamazlardı, malum, Arın ve benim ölüme dokunulmazlığımız vardı. Bu yüzden ilkinin alnına sıkmamla çil yavrusu gibi dağıldılar etrafa. Yani... Bunlar da akıllanmıyorlar. Üç yıldır Eren İpek Şahin'in nasıl biri olduğunu çözemediler mi? Gözlerimin yakaladığı, ikinci kişiye silahı doğrulmuştum ki yüzüm kocaman, nasırlı bir avuç içi tarafından hapsedildi. İki eli de tamamen yüzümü kapatmıştı. Gözlerim sonuna kadar korkuyla açılmıştı. Parmakları gözlerimin önünde bir kafes misaliydi ve ben kafesin ardından, dehşete uğramış bir ifadeyle ona bakıyordum. Nefesimi tuttum, tıpkı o zaman; Karan'a karşın yaptığım gibi. İki saniyelik bir zaman; saliselerin asırlara dönüştüğü parçalara ayrıldı. Göz kapaklarım, bana göre epey yavaşça, açıldı sonuna kadar. Beyin fonksiyonlarım da bir aksama, sıkışma söz konusu oluyordu böyle bir anda. Başımı yerinden oynatmadım ya da oynatamadım, bilmiyorum. Sadece yüzümü kapatan parmaklarının ardında kalan göz yuvarlarım, sağa döndüler. Usanmış, dalgın bir yüzle bakıyordu bana. Bir şey demedi, çift kapakları ardında kalan tembel açık kahve gözlerinde; uzun kirpiklerinden kaynaklanmayan gölgeler vardı. Kaşları hafif çatıktı, düşünceli değildi. Ne yapacağını çoktan düşünmüştü. Yüzümü aşağıya doğru ittirirken, kendi de duvardan aşağıya atladı. Ellerimdeki silahı ne ara aldı ne ara yere düşmeden önce beni kucakladı bilmiyorum. Bağırmak istedim ama sesim çıkmadı. Sadece, arabaya binerken beni peşinden sürüklemişti. Yarı yarıya üstündeydim, bacaklarımı içeriye çekti. Kapıyı üstüme, nereden tanıdık geldiğini bilmediğim kız örttü. Arın hala elini yüzümden çekmemişti. Nefes alamayacak kadar bastırdığı yoktu ama ben nefes alamıyordum. Alçak! Tırnaklarımı koluna batırıp baştan aşağıya kolunu çizdiğim sırada, Arın'ın eline bir bez verdiler. Ne olduğunu anlamak için gözlerim beze kaydı. Arın sağ eliyle yüzümü kafeslemeyi bıraktı. Derin bir nefes alıp, sırtımı zorla yaslamak zorunda kaldığım göğsünden ayırıyordum ki beni geri bastırdı tekrardan. Elindeki sol bezi ağzıma dayayarak. Tırnaklarımı geçirip baştan aşağıya çizdiğim kollarını. Tırnak köklerim acıyordu. Karan onu kanatamamıştı ama ben kanatmıştım. Araba hareket etmeye başladı, ayaklarımı cama sertçe vurmayı kesip -görünen o ki kırılmayacaktı- sürücü koltuğundaki adamın kafasına tekmeyi geçirdim. Dengesini kaybetse de araba hakimiyetini koruyup, bir küfür haykırdı. İkinci tekmeyi kafasına geçiremeden, ayağımı ön koltuktaki tanıdık gelen kız tuttu ve "Arabada çocuk var!" diye bağırdı. Varsa var, beni neden ilgilendirmeli ki? Onu koruyacak birileri var, benim yok! Arın dört dakika sonrasında, bezi ağzımdan ayırdığında, zihnim tamamen uyuşmuştu. Ayağımı tutup tutmamaları bir şeyi değiştirmiyordu. Zihnim gibi kaslarım da uyuşmuştu çünkü. Çoktan bayılmış olmamı beklermiş gibi bakıyordu bana ön koltuktaki, tanıdık gelen kız. Gözlerim ondan, göğsüne başımın ardını yaslamış; kollarıyla beni saran Arın'a döndü. Ağzım açıktı, ona bir şey söylemek istedim. Bana belli belirsiz, üzgün bir yüzle bakıyordu. "Üzgünüm, Eren." Beni iyice kendi üstüne çekmişti. Sol eli saçlarıma gittiğinde, başımı sağa doğru çevirip ondan kaçındım. Ona söylemek istedim, ancak dudaklarımı araladığım yavaşlıkta, gözlerim kapandı. Senin... Bunu yapmaman gerekiyordu Arın.
Dudaklarımı birbirine bastıracak gücü bile kendimde bulmakta zorlanıyorum. Ellerim, cinsel bölgemi kapatıyor, içeriye girmesinler diye. Çıplak, buz tutmuş sırtımın üstünde geziniyorlardı. Gözkapaklarımdan içeriye girmek istiyorlar. Burnum! Burnuma başını sokuyor, yapmasın! Yapmaması gerek, başımı iki yana hızla sallayıp sümkürüyorum. O kadar zayıfım ki, sümkürdüğümde kan dökülüyor. Ellerim, yüzüme varmak için deli bir istek duyuyor ama elimi kadınlığımın üstünden çekemem. Çekemem ki, kırkayaklar içeriye girmesin. Burnumda, ilerlediğini biliyorum. Beynimin içine girecek. Çığlık atma isteğiyle doluyorum. Ama atamam. Alnıma, bir şekilde su damlıyor. Su damlalarını hissedebiliyorum. Nereden geldiğini bilmediğim bir güçle, birden yerimde, oturduğum yerde doğruldum ve geriye doğru, duvara varana kadar geri geri kaydım. Popomun altında kalan birçok kırkayak ezilerek öldü. Her yanım böcek kanıyla kaplı, onlardan o kadar fazla öldürdüm ki artık rahatsız olmuyorum bedenime yapışan cesetlerinden. Sadece, adımlar... minik minik bir sürü adım var. Tenimdeki dokunuşları bir ürperti yaratıyor, alışamıyorum buna! Kulaklarıma dolan küçük, hain adım seslerini uyurken bile unutamayacağım. Kafamı o kadar fazla salladım ki, kırkayaklar düştüler yüzümden. Boynumdan tekrar yükseliyorlardı. Gözlerimi açıp, bir nefes aldım. Tam karşımdaki kapıya baktım. Kapının deliğinden, koyu kahve gözlerini görüyordum. Açık sarı, kıvırcık perçemler önüne düşmüştü. Sadece izliyordu beni. Ne kadar yalvaracak olsam da anlamı yoktu. Onlarca günün sonunda anlamıştım bunu. Umurunda değildi; kırkayakların bedenimin her köşesinde gezinip beni ısırırken nasıl titrediğim... Burnumdan, gözlerimin kenarlarından, ağzımdan, kulaklarımdan ya da bel altımdaki deliklerden içeriye girebilecek olmaları asla umurunda değildi. Belki de böceklerin ırzıma geçmesini izlemek istiyordu. Uyuyakalmamalıyım. Kaç gün oldu bilmiyorum, ama daha fazla dayanacağım. Uykusuzlukta bir hafta değil miydi insanın sınırı? Düşünebildiğim tek şey, ona zarar vermeseydim; Karan'ı öldürmeye çalışmasaydım, şimdi bunun olmayacağıydı. Doğru ya! O gün... bunların yaşandığı o gün, Karan'dan özür dileseydim? Ayağa kalktım, kaşlarımın çatıldığını hayal ettim, anlamayarak. Yanlış mı hatırlıyorum? Ayağa kalkmam? O gün ayağa kalkacak gücüm yoktu ki. Karan, sonunda kapıyı açana kadar öylece durduğumu anımsıyorum. Ama... Demek ki öyle olmamıştı. Kapıya doğru iki üç adım hızla attım ki, kemiklerim tutmaz oldu. Yere düştüm. Bekleyin... Kırkayaklar... onlar beni aşağıya çekti! Canavarlar! Sürekli hareket ediyorum, su damlaları nasıl alnımın tam ortasına düşüyor?! Kafamla, zemine birkaç kere kafa attım. Yine de su damlaları aynı noktaya düşmeye devam etti. Ellerim kadınlığımı tekrar kapatamadan, kırkayaklar içeriye girdiler: Hızla, beni parçalarcasına. Kendimi, olduğum yerde sağa sola çevirmeye başladım, ellerim bedenime vurup vurup duruyordu. Kırkayaklar içimi kemiriyorlar! Ellerim, saçlarıma vardı. Onları geriye çekerken kalan tüm gücümle, canımı verircesine dehşet içinde çığlık attım. Başımı arkaya doğru yatırdığımda, tepetaklak gözlerim; kapının eşiğinden, açık kahve gözlerin kendini izlediği gördü. Ardında, bir gölge misali bekleyen yeşil gözleri de tanıyordum.
Kan ter içinde uyandım. Fal taşı gibi açılmış gözlerim, olduğum odanın üstünde gezindi. Küçük bir yatakta uzanır vaziyetteydim. Üstüm yorganla örtülmüştü. Gerçekliği ayırt edemeyecek kadar aptaldım. Duvarlar... mahzene benzemiyordu, demek ki Karan beni geri çıkarmıştı oradan. Eğitimim bitmişti. Ama... İçimde hala... KIRKAYAKLARLA! Çığlık atarak yerimden fırladım ve üstümdeki yorganı attım. Tanımadığım, bilmediğim uzaylı bir pijama vardı üstümde. Ellerim durmadan tir tir titriyorlardı. Çaresiz bir hayıflanma şeklinde, "Ah, ığh, hiii" sesleri sırayla boğazımdan dökülürken nefes bile alamıyordum. Kendimle, ansızın bir çatışmaya girmiş gibi gözüküyordum uzaktan. Panik havlinde orama burama vuruyordum, kıpırdanıyordum. Tişörtü çekerek üstümden çıkaramayacağımı anladığımda, ellerim tişörtün altını kavrayıp yukarıya doğru çekti. Bedenim durmadan hareket ediyordu, içimde böcekleri hissediyordum! Kadınlığım çok acıyor. Çok acıyor! Çoktan ağlamaya başlamıştım. Nasıl çıkaracağım onları? Pijama altlığı bacaklarımdan düşmüştü. Ellerim bedenimin üstünde gezindi, pat pat diye her bir yanıma tüm gücümle vurdum. Kadınlığıma külotumun üstünden bir yumruk bile indirdim. Canım çok daha fazla acıdı. Acıyla inleyerek yatağa geri düştüm. Hemen ayağa dikildim. Uzanmak istemiyordum. Sonuna kadar açılmış göz kapaklarımın ardından, göz bebeklerim odanın her bir köşesine değip geri dönüyorlardı. Havadaki bir şeylere yakalanmamak için, nefes almayı kesmiştim. ... Hepsi mi? Hepsi mi orada? O yüzden mi böyle yırtılmış gibi hissediyorum? Gözlerimi kapatıp açtım, başım istemsizce sola yattı ve gözlerimi yine kapatıp açtım. Nefes almadığımdan morarmaya başlamıştım, omuzlarım istemsizce öne, geriye sallanıyordu. Histerik tepkiler kaslarımın kontrolünü ele geçirmişti. Durmadan tir tir titreyen ellerim, külotumun kenarlarını kavradı. O an külotumun kanlı olduğunu fark ettim. Demek ki, sahiden, oradalar. ... ONLARI YAKMALIYIM! Evet. Evet. Evet. Evet. Kendimi yakarak öldüreceğim. Ki onlarda yansınlar. Evet. Kendimi yakmalıyım. Gideceğim. Her yerden gideceğim. Kapı açıldı birden. Nefes nefese kalmış Arın, bana, olduğum vaziyete ve gözlerimin nasıl da sonuna kadar açılmış, ıslak ıslak olduğuna baktı şok içinde. O an, onu ve onun kim olduğunu anımsamamla her şeyin bir kâbus olduğunu anladım. Dili tutulmuştu. Gözleri bedenimden yüzüme doğru yavaşça kaydığında, Arın'ı parçalamak istedim. Yorgun ve bakımsız gözüküyordu. Halim karşısında nasıl bir tavır takınacağını bilemez bir konumdaydı. Korkmuş bir ifadeyle bakması beni öldürüyordu. Sadece kendimi atmak ve yakmak geliyordu içimden. Herhangi bir yere kendimi atmak ve bedenime defalarca vurup, orayı burayı dağıtıp çığlık çığlığa bağırmak. Güçlü olduğunu zannettiği, yapmacık bir olgunluktaki sesiyle "Eren-" diye konuşmaya başladığında yabanıl, gür bir sesle "Dışarı çık!" diye bağırdım. "Olmaz." deyip kapının kolunu bıraktı, içeriye iki üç adım attı atmadı ki "GİT!" diye var gücümle çığlığı basıp, geriye gittim panikle. Hemen arkamda yatak vardı. Oraya doğru düştüğümde, üstümde iç çamaşırlarımdan başka bir şey olmadığını yeni ayırt edermiş gibi, üstüme hızla yorganı çektim. Yatağın en köşesine, duvarın büküldüğü noktaya kadar gitmişti sırtım. Korkuyla ve dehşetle sinmiştim. Bunu yapmak istemiyordum. Böyle tepki vermek istemiyordum. Yapma! APTAL EREN! YAPMA! AAAAAAAAAAAAAA SENİ ÖLDÜRECEĞİM! Arın'ın öne uzattığı elleri havada kalmıştı. Ben yatağa düştükten sonra o da kıpırdamamıştı. Öylece olduğu yerde bekliyordu. Ne yapması gerektiğini, hangi hareketin daha doğru olacağını seçemediğini biliyordum. Çaresizdi. O da kendi geçmişine dönüp dönüp duruyor; en doğru hareketi bulmaya çalışıyordu, anlıyordum. Ama vaziyet, ikimiz de istesek de istemesek de Karan'la benim güncel hayatımdaki bir görüntüye inanılmaz benziyordu. Arın ve Karan da dış görünüş olarak çok benziyordu. İki gerçeğin art arda çarpmasıyla, yüzüm çaresizlikle büzüştü. Kötü, sert bir tavır takınmak istiyorum. Gözlerimiz tüm bu an boyunca birbirinden hiç ayrılmamıştı. Arın'ın, bana iyi gelmeyeceğini anlaması gerekiyordu. Anlaması gerekiyordu, Karan gibi yapmamalıydı. "Git, siktir git." dedim donuk tutmaya çalıştığım ama çatlayan bir sesle. Konuşmamla, afallaşmış yüzü düzeldi gibi. Ne düşündü ne hissetti bilmiyorum. Arkasını dönüp, kapıyı üstüme kapattı ve gitti. Yalnız kalınca, etrafa tekrar bakındım. Ellerim hala zangır zangır titriyordu. Az önce... korkmuştum ondan. Arın da bende farkındaydık bunun. Deli ediyordu bu beni. Öfkeden cam pencere her şeyi indirmek istedim. Bir daha onun yüzünü görmemek, ONA KIZMAK, ONU KIŞKIRTMAK! Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Derin bir nefes alıp, ellerimi saçlarıma geçirdim. Anlamı yoktu, titrememi bastıramıyordum. Gözlerim fıldır fıldır etrafta dolaşıyor; bir böcek arıyordu. İstemsizce yatağı bir daha kontrol ettim içinden çıkıp. Hayır... evet. Her şey bir kabustu. Kırkayaklar yoktu. Yutkundum, ellerim nefes alamadığımdan dolayı boğazımdaydı. O an, gözüm aynaya yansıdı. Bedenimin her bir yanında Karan'ın ısırık izleri, morartma izleri vardı. Kadınlığımda hissettiğim o acının kaynağı ise; bacağımdan aşağıya süzülen kandı. Kırkayaklar beni kemirdiğinden dolayı kanlanmamış külotum... Dün Karan kadınlığımı yırtmıştı, ondan kanıyordu. Arın... Az önce odaya çığlık attığım ve çıkardığım seslerden dolayı pat diye içeriye girdiğinde, her şeyi görmüştü. Hepsini. Bedenimin her bir yanını saran ısırık izlerini, kızarıklıkları ve kadınlığımdan akan kanı. Üstüme bin ton yüklenmiş gibi ağır ağır, derin bir uykudan yeni uyanmış gibi sersem sersem… kenara koyulmuş kıyafetlere bakındım. Neler düşündüğümü size anlatmama gerek var mı? Bin ton yüküm, bin kat artmıştı. Yakında, ızdırapta milyonlara oynayacağım. Kenara koyulmuş kıyafetler bir dar pantolon ve bedene yapışan bir kazak olduğundan giymek istemedim. Bulunduğum odadaki dolabın içini açıp baktım bir şey var mı diye. Büyük, uzun kollu yün bir kazak ve eşofman aldım elime. Giymeden önce, iyice bir göz attım. Kumaşlar oldukça kaliteli olduğundan, markasını merak etmiştim. Etiketlere baktığımda, Rusça ve logosuz yazılar gördüm. … “Pazardan mı almış acaba?” diye mırıldandım. Bazen pazardan da kaliteli mal alınıyordu sonuçta. Başıboş bir sürgün için, pazara gitmek normal olabilirdi. Gece mavisi kazağı giydim. Kollarını kıvırıp, katladım. Dizlerime kadar geliyordu. Sıcaktı. Eşofmanı satıp, kesin değiştirirdim ama kazak duracaktı. Eşofmanı da giydim, saçlarımdaki tokayı çözüp, eşofmanın beline bağlayarak sıkılaştırdım. Eşofmanın paçalarını birkaç kere katlamam gerekti. Belime kadar uzanan saçlarımı, açıkta kalmalarını istemediğimden kazağın içine soktum. Kulaklarımın arkasına sıkıştırdım. Altıma işediğim kıyafetleri düşünmemeye çalışıyordum. Sonra küçük odanın her bir yanını karıştırdım kendime silah niyetine bir şey bulabilmek için. Resul'un eski ceketinin fermuarlarına sakladığım telefon ve maket bıçağı yerinde duruyordu. Maket bıçağını sağ elime alıp bileğimden içeriye yolladım. Nerede olduğumuzdan emin değilim. Ama kısacık tavanın üst bir yerinde kalan pencereye bakarsak, yer altı olduğunu söyleyebilirim. Üst kattan yavaş tempolu, ağızsız bir arka plan müziği duyuyorum ve adım sesleri. Sanırım bir işletmenin altındayız. Şimdi, buradan defolup gidelim. Benim için bırakılmış yeni terliklerimi giydikten sonra, kapıyı bir hışımla açarak dışarıya çıktım. Bir elimde silahımı tutuyordum, kazağın kolları uzun diye gözükmüyordu. Bodrumdaydık düşündüğüm gibi. Tam karşı duvarımda, elli metre kadar uzağımda, düz bir merdiven vardı. Çıkış. Devasa bir kare, kimi yeri ışık alan kimi yerine ışık ulaşamayan soğuk, beton bir yapıydı bodrum. Bazı ince borular yükseliyordu duvarlarda. Boruların kimi boyanmıştı, sokak tarzı süslenmeye çalışıldığı; ama bu konuda pek de becerikli olunmadığı açıktı. Sol çaprazımda, ilerideki koltuklarda oturan, arabadaki kız vardı. Şimdi bakınca, on altı yaşlarında gözüküyordu. Sehpaya doğru, bir şeyin üstüne eğilmiş, mekanik bir işle uğraşıyordu. Ardında kalan yer karanlıktı, ışık ulaşmıyordu. Bu kare bodrum düşündüğümden de daha büyüktü anlaşılan. Başka birileri de var mıydı bodrumda? Bana tanıdık gelen kız, uzun bir süre ona bakmam sonucu başını yukarıya kaldırdı. Sonra önüne döndü hiçbir şey demeden. Biraz daha adımladım ki, sağ çaprazımda, ileride kalan Arın'ı fark ettim. Önündeki sehpa da elini bile sürmediği, kapalı tenekelerde biralar vardı. Tekli bir koltukta oturmuş, dizlerine dirseklerine dayamış, düşünceli bir ifadeyle önüne bakıyordu. Göz göze geldik. Ona olabildiğince sert ve öfkeli baktım. Çıkışa doğru bakışlarımı kaydırırken, ona yeteri kadar tehditkâr baktığıma emindim. Ama o ayaklandı. Yanıma gelmek için yürüdüğü sırada, ben de ona yürümek yerine dümdüz ilerlemeye devam ettim, bu yüzden çapraz yapmak zorunda kaldı. En sonunda koşmaya başlayacaktım ki sağ bileğimi tuttu beni durdurmak için. O sağ bileğimi tutunca, bir hışımla dönüp sol elimle bir tane yapıştırdım yüzüne. "Bırak!" diye tüm gücümle tekrar bağırdığımda, Arın bana cevap vermek yerine arkamızda olan kıza baktı. Kız onun bakmasıyla ayağa kalktı ve düz merdivenlere yürüdü. Kız merdivenlerden çıkıp, çıkış kapağını kapattığı sırada; maket bıçağımı Arın'a saplamam gerektiğini düşündüm. Bunu yapmak istemiyorum. Beni zorlama. Ona döndüm. Burası bodrumdu. Kabusumu hatırladım. Yine... yer altındayım. İğrenç bir tat var damağımda. Gözlerimi ondan kaçırıp derin bir nefes aldım, bileğimi kapının kapanması ile bırakmıştı. Geriye doğru bir iki adım attım. Ellerimle yüzümü gerdirdikten sonra "Ne bu?" diye sordum sert bir sesle. “Para pul, mal mı derdin?” diye bağırmaya devam ettiğimde, bana o kadar mantıksız konuşuyormuşum gibi baktı ki, mirasının gayet farkında olduğunu anladım. O bir açıklama yapamadan, sert ve küçümser bir tavırla konuştum tekrardan. "Beni kilitleyecek misin? Yapabilir misin sanıyorsun?" Sesim git gide yükselmeye başlamıştı, iyi bile dayanıyordum. Konuşmaya devam etmemi bekledi bu son imam üstüne, ama ben ona en sert ve öfkeli yüzümle sadece baktığımda, cevap vermesini istediğimi anladı. Başını iki yana salladı. Yutkundu, az önce olanlar yüzünden yanlış anlaşılmak istemiyordu ve bedenimdeki s..tiğimin izleri yüzünden yine yapmacık bir tavır takınmaya başlamıştı. "Hayır, sadece orada seni bırakırsam yakalanacaktın ve-" "Hayır. Yakalanmayacaktım." Diye sözünü kestim. Bana inanmayan gözlerle baktığında, kendimi daha fazla tutamadım ve ellerimi iki yana açıp tüm saldırganlığımla, "YAKALANMAYACAKTIM!" diye öfkeyle bağırdım. Aynı anda, ayağımın dibindeki ne olduğunu seçemediğim; tuhaf bir süsü tekmeledim. Sözde öfkelenmeyecektim. Ama takındığı sesin tınısı, ifadesi... YAPMA! BANA ACIMA! Geber. Sen de Resul gibi geber ama bana acıma. Öfkeden deliye dönmeme ramak kalmıştı. Dönmüştüm aslında. Karşımdaki salağın ne kadar aptal bir mahluk olduğuna şaşırıyor, yüzüne bakmaya bile katlanamıyor; dayanamıyordum! BENİ NE HAKLA BAYILTIRSIN? NASIL BEDENİME İZİNSİZ DOKUNURSUN SENİ P..? "S..tiğimin geri zekalısı!" diye gürledim tekrardan. Bana ifadesiz bir yüzle baktı. Böyle de bakmamalıydı. Acıdığını saklamaya çalıştığını biliyorum, o acıyı içinden söküp alacağım. Acıma. Acıma. Acıma. Bana yine dalgın dalgın, sapık ya da şefkatli gözlerle bak ama acıma! Ziyan olmuşum gibi bakma. Hırsla nefesimi verdim. Dişlerimi birbirine bastırıp, gözlerimi kıstım. Kendimi kontrol edemeyerek, yanına bir iki adıma varıp yüzüne bir tane daha patlattım. İki yakasını kavrayıp onu kendime doğru eğdim. Dişlerimin arasından, hırsla "Kim giydirdi lan beni?" diye sorduğumda hiç beklemeden "Zara, az önce çıkıp giden kız." dedi. Yüzüne sert bir ifadeyle, dudaklarımı birbirine bastırarak baktım. Şerefsiz. Alt dudağım titrediğinde kaşlarımı daha da çattım ve "Bana öyle bir muamele göstermeye nasıl cüret edersin?" dedim. Sesim sertten çok çatlak çıkmıştı. İlk birkaç saniye cevap vermediğinde, pişman olmadığını anladım. Maket bıçağını kullanmalıydım. Şöyle yüzüne benden büyük bir hatıra fena olmazdı. Ama yapamazdım. Onun yüzünden, Arın yüzünden, maket bıçağı kullanamazdım. "Karan'ın s..ini kırarken derdin neydi?" dedim yakasını bırakıp geriye giderken. Gözleri bir an başka bir yere kaydı. Buna kızmamı anlamlandıramaması kanımı donduruyordu. Karan'dan nefret ediyorum. Ama... bir başkasının benim karşımda cinsel saldırıya uğraması ben de nasıl bir etki bırakır hiç düşünmedi mi? Gözlerimin önünde bunu yaparken? Bir kızın, t…vüzcüsüne bir an olsun acıması; o kızı kendi hakkında nasıl düşünmeye zorladığını biliyor musun? Arın omuz silkti, nefret ve öfkeyle yoğrulmuş bir sesle, "Gebersin," dedi. Kararlıydı bu konuda, en ufak bir şüphesi olmadığını sesinden anlıyordum. Beni bir diğer üzen ve üzmesinin ardından sinirlendiren şey de, Arın'ın Karan gibi acımasız olabilmesiydi. Keyiften yoksun bir şekilde kıkırdadım, başımı onu onaylayarak sola çevirdim. Dudaklarımı birbirine bastırdım, aklımdaki sözleri toparlayabilmek için. Sonra şeytani bir tavırla gülümseyip, ona döndüm. Gözlerim kısılmış, göz altlarım dolgunlaşmıştı. Böyle gülümsediğimde parlak mavi gözlerim ve her şey... Çok albenili gözüktüğümü biliyordum. Tıpkı annem gibi. Ve annem kadar, ondan bile fazla; kötü, acımasız olabilirdim. "Ne o? Annen mi zannettin beni?" diye sorduğumda yüzündeki ifadeyle donakaldı. Küstah bir "Ha," döküldü dudaklarımdan, onu küçümsüyordum her şeyimle-halbuki ben, hiçbir şeydim. Şovuma devam ettim. "Onu kurtaramadın, o da gitti intihar etti -ya da artık öldürüldü mü onu da bilemeyiz ama- diye, ben de Karan'dan sebep intihar mı ederim sandım? Ha... Gerçekten Arın... Ben yaşarsam, annen geri gelmeyecek biliyorsun değil mi?" Cevap vermedi, üstüne doğru hırsla bir adım attım. Kaşlarımı hafifçe yukarıya kaldırıp, kendimi, başımı hafifçe aşağı yukarıya sallayarak onayladım ve acımıyormuş gibi, "Zavallı Arın, kahraman olmaya ihtiyaç duyuyorsun değil mi?" diye mırıldandım. Sesim sertleşti, "Ama ben sana söyleyeyim," dediğim sırada yüzümdeki gülümsemeyi sildim. Hararetli yüzüm, küçümseyici tavrımdan tatsız bir gerçeği açıklayan kararlı ve kasvetli bir simaya anında büründü: "Karan gibi davranıyorsun, belki... Baban gibi de? Öyle mi Arın?" diye sordum, her duyardan noksan bir sesle. Yarasına tuz basmak bir yana; yarasını deşiyordum. İfadesiz bir yüzle, donuk gözlerine baktım. Riyakâr bir yılan gibi, iyice tıslamaya dönen sesimle, "Yazık, Resul senin gibi birine, benim gibi biri için yardım ederken öldü... Ne üzücü, değil mi?" diye sordum. Herhalde, artık ciğerini paramparça etmişimdir. Beni dövmemek için, çabucak s..tirip gitmemi söyleyecektir. Ya da vuracaktır. Bilmiyorum, rahat bıraksın, benden uzakta ve güvende olsun da ne olacaksa olsun. Bana ifadesiz bir yüzle bakıyordu, asla mimiklerini oynatmamıştı hiçbir darbem karşısında. Çift katlı kapakları, dalgın gözlerini saklıyordu aralarına. Sarı, dalgalı perçemlerini önüne almıştı ancak kaşlarına kadar bile gelmeyen saçları, gözlerindeki üzüntüyü saklayamazdı. Karan'da hep... önce böyle dalgın dalgın bakardı. Sonra birden kasvet bürürdü gözlerini, dalardı saçıma. En azından bu sefer, şiddeti hak ettiğime emin olmuştum. Arın, düz bir sesle, "Resul'un annesi, babasını öldürmüş." dedi. İfadesiz bir yüzle ona baktım, benden üzüldüğümü gösteren bir mimik görmek istiyorsa daha çok bekler. Ben üzülmem. Annesi babasını neden öldürdü bilemeyiz. Kadının, işlediği cinayetlerde mağdur durumda olduğu sıkça varsayılır toplumda. Ancak bu tür vicdan mastürbasyonları topluma getirilmesini beklenen denkliğin önünde engeldir. Gerçek, açığa çıkarılmalı ve haklı olan öyle savunulmalıdır. Yine de benim gibiyseniz, istemsizce kadının çok çektiği fikrine kapılabiliyorsunuz içinizde bir yerde, doğruya da doğru. Fakat bu yanılgı her zaman doğru değil işte, dediğim gibi. "Baya manyakmış." Dedim duygusuz bir sesle, sonuna kadar şerefsizi oynayacaktım. Başını beni onaylayarak salladı hafifçe, dudaklarını büzdü. "Herhalde, Resul bana hiç anlatmadı nasıl olduğunu. Tanıştığımızdan iki yıl sonra öğrendim bunu ben. Öyle, eski bir arkadaşı ile karşılaşmıştık. İçmeye davet etti Resul onu, adam sarhoşken söyledi. P.., veriyor adamın sırrını... Resul bir dövdü bunu. Zor tuttum. Genelde o beni tutardı." Cevap vermeyip, burnumdan nefesimi verdim. Sonra da umursamaz tuttuğum bir sesle, "Şu kapıyı açıyor musun yoksa ben kırayım mı?" diye sordum. "Tuhaf değil mi? Benim gibi gövdeye sahip bir adamı, ne zaman kavgaya tutuşsam tutuyordu o bir şekilde, hep tutardı. Nasıl yapar anlamazdım bile. Ama ben, onu o gün çok zor tuttum. Tutamadım bile. Dövdü dedim ya." dediğinde yüzüne boş boş baktım. “Hayatımda yalnızca bir kere bir adamı durduramadım. O da omzuma anca gelen Resul’du.” Arkamı dönüp, düz merdivene yöneldim. S..tir git demek istesem de içime attım o isteğimi. Çünkü bunu hak etmiyordu. Sınırı zaten aşmıştım. "Ben de o güne kadar hiç anlamazdım biliyor musun? Kavga etmeye çalıştığımda beni niye tuttuğunu. Çünkü hep canı pahasına yakalardı beni. Öfkemi, canı pahasına bastırmamı öğretti. Hiç anlamıyordum onu." Yürümeye devam ettim. "Ama sonra anladım, çok tanışıkmışız biz onla, ondan sebep yaptı tüm bunları." Dediğinde, durdum. Söyleyeceği şeyin beni ilgilendireceğini biliyormuş gibi. "İkimizde çok boktan bir şeyi fark etmişiz, o yüzden... O yüzden seni oradan çekip çıkarmak istediğimde bile benimle gelecek; yüzünü Şahinlere gösterecek kadar cesur olmuş o. Ben bunu... şimdi çözdüm Eren." Acı çekiyordu, sesinden belliydi. Yüzü büzüşmüştü belli belirsiz ama kendini tutuyordu. Gözlerini benden öbür yana çevirdi. Derin bir nefes çekti içine, "Bir kızı korkuttuğun kadar bencilleştirirmişsin. Resul bunu çok iyi bildiğinden, seni çok geç olmadan oradan çekip almak istedi." dedi. Yani, ikisinin annesi de bencildi. Çünkü çok korkmuşlardı öyle mi? Bu, bencil olmaya yeter miydi? O halde bile, bencilleştiğinde bundan sorumlu olmaz mıydın? Öfkemden, ona söylediklerimde dolayı... Bana kızman gerekmiyor muydu Arın? Benim gibi kızlar, benim gibilerin kendilerine acınmasını istemediğini bilirler. Hayatım boyunca çektiğim acıları bahane edip, günahlarımın bedelinden sakınamam. Öte yandan, sözlerine bakarsak, Arın beni korkuttuğunun farkındaydı. Ve... bunun beni nasıl acımasızlaştırdığına, ona öfkemden nasıl da sözler ettiğime kızmıyordu. En tatsız haliyle anlıyordu bu acımasızlığımın nedenini. Onun hakkında anlayamadığım, bilmediğim ve beni şaşırtan çok şey var. Ama bildiğim tek bir şey var ki Arın; Karan ya da benim aksime, yaşadıklarından sonra olgunlaşabilmiş. Bir şekilde hayata tutunmaya çalışıyor. Benim ya da Karan'ın aksime. Biz birbirimizi tüketmeye yemin etmiştik. O… bizden farklı. Aptal gibi onu nasıl bize benzettim bir an? "Haklısın. Seni kurtarırken amacımız senden fazlasıydı. Hemen güvende hissetmeni ve mutlu olmanı istemek, tüm o yaşadıklarından sonra... senden bir beklenti ve karşılık almak istemekti bu. Ancak bana sorarsan, yaptığımız bu hatayı telafi ettik Eren. Ben tek dostumu kaybettim, o ise hayatını. Seni neden orada bırakmadığıma gelirsek, bırakmak istedim. Açıkça, yollarımızın ayrılmasını istedin çünkü. Ama bırakamadım. Bırakamazdım o an işte. Anla. Yakalanırsın sandım, olmaz, izin veremezdim buna. Resul bu amaçta öldü. Sırtımı nasıl döneceğim ben sana?" Cevap vermedim. Biliyorum, seni görüyorum Arın. Ama sana boş ve umursamaz gözlerden fazlasıyla bakmayacağım. Sen, benim yolumu değiştirmemi sağlayamazsın. Hiçbir şeyin, Resul'un ölümünün karşılığını, ödemeyeceğim. Bu saatten sonra hiçbir şeyin bedelini, öldüğüm güne kadar ödemeyi kabul etmem. Ben de geç kalınmış bir kızım, istediğim tek şey, benim ve bir zamanlar her şeyim olan; üç yıl önce ölmüş bir çocuğun intikamını almak. Karan'ı öldürmek, sonra da kendimi yakmak. Çünkü kendimi yaktığımda, kafamdaki o haşerelerde yanacak. Senin için, sana iyi gelecek hiçbir şeyi sana söyleyemem. "Kapı kilitli değil, gitmek istiyorsan git. Ama kalırsan... Hiç bırakmam seni." "Resul için mi?" Durdu. Gözleri sağa kaydı, göz kapakları biraz daha kapandı. Bana döndü ve dürüst bir sesle, "Bilmiyorum." dedi. Son bir kez ona baktım yüzünü ezberleyebilmek için. Ne olursa olsun, o bana inanan ilk kişi. Ardından arkamı döndüm. Düz merdivenleri çıkıp kapıyı açtığımda; kulaklarım yavaş tempolu müziğe odaklandı tekrardan. Cam bardakların, şişelerin olduğu küçük bir odadaydım. İçki şişeleriyle dolu rafların arasında geçip kapıyı açtığımda, kendimi bir tezgâhın arkasında buldum. Burası küçük, sokak arası bir pubdı. Arkada oturan üç yaşlı adam hariç hiçbir müşteri yoktu. Küçük kız ve Zara, tezgâhın arkasına oturmuş kahvelerini içiyordu. Küçük kızın elinde bir telefon vardı. Oyuna dalmıştı gözleri. Zara ise bir an bana bakıp, bakışlarını tekrar barmene çevirdi. Barmen, arabayı süren; kafasına tekme attığım elemandı. Bana şaşkınca baktı, kaşları hafifçe çatılırken "Gidiyor musun?" diye sordu. O…pu çocuklarına bak... Zorla arabaya bindirip bayıltıyorlar bir de pişkin pişkin... Küçük kızın yanına, tezgâhın üstüne bırakılmış, Arın'ın asker yeşili ceketini elime aldım. Gözlerim Zara'daydı. Ona sert bir ifadeyle baktığımı fark ettiği an, geri bana baktı. Onu bir yerden gözüm kestiriyor. Gözlerindeki donukluk, rahatsız edici bir seviyede. On altısında gözüken bu kızın işi ne burada? Üstüne doğru iki adım atıp başımı hafifçe Zara'ya doğru eğdim. Aramızda sadece tezgâh vardı. Gözlerimi kıstım, şüpheli bir sesle, "Seni... bir yerden tanıyorum." dedim. "Arın'la arabaya binmeden önce, yüzümü gördün." dedi aptala laf anlatırmış gibi. Hayır, kesinlikle karşılaştık. İçgüdülerim en güçlü silahımdır. Daha öncesinden karşılaştığımızı inkâr ediyorsun demek. Keyifsiz bir tavırla güldüm, sonra dudaklarımı birbirine bastırdım 'öyle olsun' imasıyla. Başımı Zara'yı onaylayarak aşağı yukarı salladım. Bu kızda bir şey var. Ne olur ne olmaz, yazalım bir kenara. Ceketi alıp, bodruma gerisin geri döndüm. Düz merdivenlerden indiğimde, Arın kafasını çevirip kimin geldiğine bakmadı. Öylece, tekli koltukta oturuyor, önündeki sehpayı izliyordu. Sonra, birden ayağa kalkıp hızla düz merdivenlere doğru yürümeye başladı ki beni fark etti. Durdu. "Gelmişsin." Dedi inanamamış bir sesle. Cevap vermedim buna, kaşlarımı çattım ve kızgın bir sesle, "Beni bulmaya mı gidiyordun? Sözünü beş dakika tutamadın." dedim. Cevap vermedi. Belli belirsiz, yüzünde bir rahatlama oldu. Yastaki bir adamın huzuru ne kadar yerine gelebilirse, o kadar yerine gelmişti huzuru. Yanına kadar yürüdüm ve ceketini göğsüne bastırdım tutması için. "Resul'un evinde, mutfak dolabında görmüştüm." diye mırıldandım. Bana anlamayarak baktığında "Günde iki kez, öğlen ve gece yarısı; on iki saat arayla alıyorsun ilaçlarını değil mi?" diye devam ettim. Dimdik bir tavır takındım. Aklına söyleyeceklerimi iyice kazıması gerektiğini belli eden, bir tını seçtim konuşmak için. "İlacını on beş dakikaya al Arın, bundan sonra Resul sana yardımcı olamaz." Gözlerini benimkilere kenetlemişti. Söylediklerim zordu onun için, ama gerçekliğinin ayırdındaydı. Elleri yavaşça ceketine gitti. O tuttuğunda, ben bıraktım. Hiçbir şey demeden yanından geçip gittim ve ilk uyandığım odaya girdim. Geri döndüğümü zannetmesini istemiyordum. Çünkü dönmemiştim. Şu an buraya tekrar geri dönmüş olmamın birçok sebebi var. Öncelikle: Gece yarısı beş kuruşsuz dışarıya çıkıp da üşütecek kadar aptal değilim, üstelik yarın neler yapacağımı daha tam planlamadım ve... Saçmalık. Söylediklerinden falan etkilenmedim tamam mı? Onun anlayışı ve olgunluğu, umurumda bile değil. Sadece, bu gece Resul'un yasını olabildiği kadar huzurla tutsun istiyorum. Çünkü dediği gibi, Resul'u ölüme getiren amaç; benim güvenliğimdi. Bunun sorumluluğunu almayacağım, ama en azından Resul’un öldüğü gece onlara saygılı davranacağım. Bu odada kaldığım sürece aklı bende kalmadan, Resul için ağlayabilir gece boyunca. Odanın ortasında dikilmiştim. Gözlerim kapıya döndü. Yanına gittiğimi, onu avuttuğumu hayal ettim. Onun bana gösterdiği gibi ona şefkat gösterdiğimi. Yapmayacaktım. Çünkü benim aksime, Arın için ileride bir hayat vardı. Benim şefkatimde boğulurdu o. Benden uzakta güvende olurdu. Distopyama çevireceğim bu şehirde, Şahinlerin gerçek hayatında ona uygun hiçbir yer yoktu. Yasak. 𓆨 |
0% |