@yazarjose
|
Sevgili okurlarım, sizin yorumlarınız, benim gücüm. Kitap popülarite cart curt gibi şeyler falandan söylemiyorum bunu. Sizin yorumlarınız, benim gücüm. Kitabın değil, yazarın. Deliliği aklın kefeni zannedenler, Kendi akıllarına bile güman edemezler. 12 Mart 2024 "Kabul etmelerine gerek yoktu. İnkâr etmemeleri yeterdi." Ceketimin içine iyice gömdüğüm aynayı biraz daha yatay açıya eğdiğimde, direğin üstündeki kamerayı görebiliyordum. Çalışmadığına, nedensiz bir sebepten(!) annemin çantacısının önündeki kameranın bozuk olduğuna eminim. Ancak riske girmek istemediğinden, başımı yukarıya kaldırmadım ve sol elimle beyzbol şapkamın önünü biraz daha önüme eğdim. Bu sokaktaki üç dikkat etmem gereken kameradan da kaçınmıştım. Metronun girişi sokağa bağlı olduğundan ve metrodaki kalabalığın içinde de kusursuz kılık değiştirdiğimden her şey şimdilik tamamdı. Dönüşte de dikkat ettiğim sürece... Buraya kadar geldiğimi, kim olduğumu polisler çözemeyecek. Gerçi polisler bu işe pek ilgi de göstermeyecek. Çantacının önünde durup içeriye baktım. Üç katlı, epey gösterişli bir çantacıydı. Altın kaplama duran vitrinleri, yaldızlı dekorlar ve kenarlar takip ediyordu. Binanın mermer yapısının üstüne vurulmuş ışıkla birlikte, bu dükkân Apollon'un mabedi gibi bir havaya sahipti. Bu mabet havasına uymayan sadece, arka fondaki hafif bir tempo tutturmuş baslı müzikti. Ancak fon müziğinin kadınları alışveriş için gaza getirecek bir havası vardı. Eh, bu yeterde artar bile değil mi? Estetiği kim ne yapsın, paraya para demedikten sonra? İstanbul'un Bebek'i varsa, Baykal'ın da Hazar'ı vardı. Hazar Bulvarı’nın gösterişli çantacılarından biri olan bu göz alıcı dükkân, şen şakrak sosyetik hanımlarla doluydu. Daha dükkâna girmeden, cam duvardan bana kaydı bazı gözler. Asker botlu, eski ceketli ve uzun beyzbol şapkalı; pasaklı bir oğlan ya da kız(?) çocuğunun böylesine göz alıcı bir çantacının önünde durmasının tek bir sebebi olabilir. Para dilenmek. Para konusunda yanıldıklarını söyleyemem, ama dilenmek? Şey... ben daha çok gasp ediyorum. Çantacının üç basamağını da sakin adımlarla çıktığımda, güvenlikler hiç beklemeden önümde dikildiler. "Üstünüzü arayalım," dedi sert bir sesle solumdaki dazlak. Bakışlarım ona kaydı, koyu kahve gözlerim ona kasvetli bir ifadeyle bakındıktan sonra; kişisel kimliğimden kaçınırcasına, simamı çabucak değiştirdim. Dilim, yanağımın duvarlarında tam bir serseriyle yakışır şekilde dolaştı. Kaşlarım yukarıya kalktı, kahve lenslerim parladı. Laubali bir tavırla güldüm ve yine laubali genç bir adamın sesiyle, "Ha, sakin ol be abi. İşimiz var, aşağısıyla." Dedim. Güvenliğin bakışları daha da ketumlaştı. Bir an içeriye kaydı bakışları. Dişlerinin arasından, "Buradan giremezsin." dediği sırada, çantacıdan çıkan üç kadın yüzünden, kapı açılmak zorunda kaldı. İki adam da kapı açılsın diye yoldan çekilirken ben de yol vermek için geriye doğru başta bir iki adım attım; ardından iki kadının arasını açıp içeriye sıvıştım. Kadınlar bu serserinin(!) ahlaksızlığı karşısında, hayretler içinde "Aaaa," derken ben hızlı adımlarla yoluma devam ettim. Dazlak koruma, peşimden içeriye girmişti. Başta "Hey-" diye bir gürlemeye başlasa da kadınların ona bakması ile kediye döndü lavuk. Dudaklarını birbirine bastırdı. Sonra burnundan yavaş bir soluk bırakırken, öfkeyle aydınlanan gözleri beni dövme hevesiyle enseme odaklandı. Arkama dönüp ona baktığım yoktu ama bu mimikleri takındığını hayal edebiliyordum. Adımları gittikçe hızlandı ve kolumu sertçe kavradı. Yolu bana gösteriyormuş gibi, "Buradan, oğlum buradan." Dedi sahte bir şefkatle. Ah, demek dışarıdan oğlan çocuğu gibi gözüküyordum. İyi bari. Sesimi kalınlaştırmam abes durur diye endişelenmiştim bir an. Gerçi, Şahin malikanesine yaşarken kendi kendime kitaplardan öğrendiklerimle yaptığım alıştırmalar sonucu iki farklı erkek, üç farklı kadın sesine sahip olabilmiştim. Ama o işi yaparken yalnız olduğum için, hep aslında bana öyle geldiği, gerçekte sesimi değiştiremediğimle alakalı bir kuşkuya kapılırdım içten içe. Alt kata indiğimizde, eski bir depodaydık. Anlamayarak etrafa baktım, aynı laubali tavırla "Bu ne be? Yanlış yere mi geldim ben?" diye sordum. Sonra kahve lenslerim karşımdaki dazlağa döndü. Göz bebeklerim yavaşça büyüdü ve zoraki yutkunup, geriye doğru bir iki adım attım. "Abi dövecek misin beni? Söz dinlememişimden sebep?" diye sordum başıboş bir serseriye yakışır korkuyla. Başını hafifçe beni onaylayarak salladı, "Ananı bile s..eceğim de... Önce seni kim gönderdi onu söyle bakayım." dedi. Durdum. Gözlerimi başka bir yöne kaçırdım ve "Olmaz." dedim. Konuşmaya çok bilmiş bir çocuk gibi, "Patronum çapsızların kendini bilmesine izin vermiyor," diye devam ettiğimde gözleri büyüdü. Utandı. Salak, s..tiğimin andavalı. O sadece çantacının kapısındaki koruma, istihbarat öğrenme çabası niye? Aşağıdakilerle görüşüp görüşemememin ona bakmadığını biliyorum. Çünkü diğer koruma 'Buradan giremezsin.' dediğinde, 'Sizler buradan girmiyorsunuz,' demeye getirmişti. Yani bir arka kapı söz konusu, mesleki(!) işlerin görüldüğü. Salak bunlar, her şeyi açık ediyorlar. Yanlış anlaşılmışım gibi, biraz mahcup ve imalı bir sesle konuşmaya devam ettim. "Senin bana bunu sorduğunu söylersem, cevabı verdiğimi de eklersem, ikimize de ne olur be abi?" dediğim sırada, dazlak herif bana öfkeyle açılmış gözlerle bakıp, yumruğunu sıkıyordu. Ama sözlerim bitince rengi soldu itin. İri yarı herifti ama korkağın tekiydi, hemen rengi kaçıyordu. Gözlerini kaçırdı. Yutkundu, boğazını temizledi ve "Ben, onları... Küçük bir şey için rahatsız etme diye dedim be oğlum. Tamam boşver," diye geveledi. Başımı onu onaylayarak salladım, başımdan beyzbol şapkamı çıkarırken; "Unuttum abi, unuttum. Rahat ol." dedim. Onu rahatlatacak sözleri söylerken, hem de şapkamı çıkardığımdan, sempatisini kazanmıştım biraz. Aynı yolun yolcusuyuz zannetti mal. Bana bir an şöyle bir bakıp süzdü, "Ne güzel oğlan çocuğusun sen öyle," diye geveledi. Sonra kendi söylediğinden huzursuzlanarak bana arkasını döndü ve yeşil, merdiven altında kalan bir kapıdan içeriye girdik. Kapıdan içeriye girmemle dükkânın yasemin kokusu, kendini ağır bir alkol kokusuna bıraktı. Yüzümü ekşittim. Önümüzde bir merdiven vardı ve aşağıdan Müslüm Gürses'in 'Seni Yazdım' şarkısı duyuluyordu. Birkaç kaba, borazan boğazlardan yükselen erkek kahkahaları da eşlik ediyordu şarkıya. Bu şarkıyı gülerek nasıl söyleyebiliyorlar? Bu merdiven, dükkânın içindeki merdivenlerden farklıydı. Dönen, yuvarlak ve kenarlığı olmayan beton bir merdivendi. Tehlikelilerdi, paranoyaları olan birisi duvara yapışarak inerdi bu dönen merdivenlerden ve ona düşmekten korkmakta haksız olduğunu söyleyemezdim. Ah, bu merdivenlere benzer bir merdivende dün yaptığım şovu hatırlıyorsunuz değil mi? Dün ben baygınken, Arın tetanos aşısı işini halledip elimi sarmıştı. Karan’ın vahşice ısırıp, kanattığımı elimi, o sarmıştı. Yine görmüştü o şeyleri işte. Neyse ki, bundan sonra onu bir daha asla görmeyecektim. Dazlak adamın peşinden 'paranoya merdiveninden' inmeye başladığım sırada, kapının yanına bırakılmış sileceğin sopasını sessizce elime aldım. Dazlak herif önümden hızlı hızlı adımlarla inerken "Akıllı ol, düzerler senin gibisini burada-" diyordu ki kafasına yediği sopayla birlikte, kenarlığı olmayan merdivenden aşağıya düştü. ? Oh, o da ne? Düzüldü galiba? Pufft. Bence komiğim. Merdivenin yuvarlak, dönmeli yapısı sağ olsun; adam yere çakılmadan önce başını aşağıdaki beton merdivenlerden birinin kenarına vurup yarmıştı. Yine de üç metrelik bir merdivenden düşüp de bayılacak kadar zayıf değildi dazlak herifin yapısı. Ama ben de peşinden atlayıp, asker botlarımla karnına bastığımda; boğazından çıkmak için bir ses yükseldi, ama... çıkamadan kapandı gözleri. Elimdeki sopayı ağzına kadar sokup çıkardım, aslında epiglottisini parçalayıp gırtlağını deşecek kadar içeriye sokmak istemiştim ama yapmamıştım işte. Gerek yoktu buna. Bunu yapmak, yalnızca bir zevk meselesi olabilir gibi gelmişti o an. Ben zevk almıyorum. Yemin ederim ki az önce de zevk almadım. Ben… ben yalnızca… nasıl hissettiğimi göstermek mi istedim? ... Kıpırdamadım. Neden kendimi kötü hissetmeye başlıyorum? Doğru olanı yapıyorum ya! Böyle gebermeyi hak ediyorlardı. ONLAR gülmüyor muydu en beteri bana yapılırken? Ben çocuktum. Onlar bunu düşününce daha da çok güldüler. Hiç kimse beni dinlemedi. Kabul etmelerine gerek yoktu. İnkâr etmemeleri yeterdi. İnkâr da ettiler. Değil mi? Çok acıyordu, çok utanç vericiydi. Ben bir ırgat mıyım? Ben insanım! Ben de insanım ama-hayır, hayır, değilim. ... ? "Ben insan değilim." Gözlerimin önünde patlayan havai fişeklerle birlikte, adamın açık kalmış ağzından içeriye sopayı tekrar soktum. İşte, insan eti bu kadar ölüme yakındı ve o ölmüştü. Hem de çok basitçe. İnsan zihni, parçalara çok zor ayrılırdı ve benimki ayrılmıştı. Hiç de basitçe olmamıştı. Uzun koridorun sonundaki, şarkı sesinin geldiği odaya baktım. Seslerimizi duymuş olmalılardı. Gerçi kafaları epey iyi olabilir. Ceketimi çıkarıp attım üstümden. Ölü dazlağın belindeki silahı alıp kendi belime yerleştirdikten sonra üstümdeki siyah gömleği pantolonumdan dışarıya verdim silahı saklamak için. Belime kadar uzanan saçlarım ceketimi çıkarmamla serbest kalmıştı. Aşağıdan bir topuz yaptım. Sopamı, uzun koridorun ortasında bir yerde kenara dayadıktan sonra tek başıma, kapıya kadar vardım. Kapıyı tıklattım. Kimse açmadı. Tekrar tıklattım. Sikeyim... Beni ellerinde silahlarla bekliyorlardı. Ellerimi havaya kaldırıp iki yana açtım ve "Patronum için geldim," dedim yüksek sesle. Cevap vermediler. Ellerim havada olduğundan, hafif bir tekmeyle açtım kapıyı. Oda geniş. Hemen karşımda bir bilardo masası var. Sol tarafım duvar, sağ tarafımda ise, ilk bir koltuk takımı geliyor kare halinde kendi içine kapanık yerleştirilmiş; hemen ardında ise bir masa var. Patronlarının masası. Deri koltukta diğerlerinden genç, şişko bir eleman oturuyor. Diğerleri ise orta yaşlarda ya da biraz daha gençler, hepsinin iğrenç bir sakal kesme anlayışı var ve çalıştıkları yer için fazla gösterişli giyinmişler. S..ik tefeciler. Toplam yedi kişiler. Dördü bana silah çekmiş vaziyette. Bunlardan bir tanesi, patronun deri koltuğunun hemen arkasında, ayakta dikilmiş durumda. Diğer ikisi bilardo masasının orada, biri ise koltuğundan kalkmamış; gövdesini arkaya çevirmiş silahını gelişi güzel bana tutuyor. Tavana kaydı gözlerim. Duvarlar koyu yeşil bir renge boyanmış olsa da beton ve boyasız alçak tavan, buranın nasıl bir fare deliği olduğunu unutmamanızı sağlıyordu. İçeriye doğru yürüdüm, direk patronu kale aldı gözlerim. Başımı hafifçe sola yatırdım ve soğukkanlı bir sesle, "Konuşurken bunlarda burada oluyor mu?" diye sordum. Gözlerimi bilerek patronun hemen arkasındaki kasalara değdirmiyordum. Patron beni gözleriyle süzdü. Öksürüp sesini düzeltti ve diğerlerine silahlarını indirmeleri için eliyle işaret verdi. Sadece, arkasında dikilmiş olan eleman silahını indirmemişti. "Genelde buraya bir kadın gelmez." dediğinde son bir kez diğerlerinin yüzüne bakıp odanın içine ilk adımımı attım. Sert bir sesle "Diğerleri beni ilgilendirmez." dedikten sonra, patronlarına döndü gözlerim tekrardan. Herhangi bir emir beklemeden yanına kadar gittim. Masanın karşısındaki koltuklardan birine, patrona göre solda kalan koltuğa oturdum. Tavırlarımdaki kibir, asi ve havalı kızım mantığından kaynaklanmıyordu: tekrar ediyorum, bu bir film değil. Bilerek böyle bir tavır takınıyordum, çünkü ancak patronu sağlam olan birinin böyle üstten bir tavır takınabileceğini hissetmeleri lazımdı. Netice de benim patronum… Şahin’in karısıydı. Bu koltuktan, diğer beş elemanı seyredebiliyordum. Başımı sağa çevirdim ve patrona, ondan sonra da bana silahını doğrultmuş durmaya devam eden patronun arkasındaki akbaba elemana döndüm. "Soru sormayacak mısınız?" diyerek sessizliği doldurduğumda şişko p.. patron gözlerini kırpıp açtı ve yüzündeki gülümsemeyi büyüttü. Sevecen bir tavırla, "Önce şifrenizi vermeniz gerekli." dedi. Bu fare deliğine bir kadın tek başına geldi diye çok memnunsun değil mi, o….u evladı? Şifre derken neyi kastettiğini açıklayayım: Her müşterinin, karşımdaki bu p.. patronla arasında özel bir şifre vardı. Onu duymadan, kim için geldiğime ve kime hizmet ettiğime patron asla ikna olmazdı. Gözlerim patronun hemen arkasındaki; bana hiç de sıcak gözlerle bakmayan elemandaydı hala. Eğer şifreyi vermezsem, muhtemelen on saniyeden fazla yaşamayacağım. Belki işkence edip öldürürlerse, o ayrı. Ne düşündüklerini kestiremiyorum. Gerçi patronun p..imsi sevinci bana bir şeyler tahmin ettiriyor ama... Dudaklarımı araladım, şifreyi söyleyecektim ki, elini havaya kaldırarak patron beni durdurdu. Çenesini yukarıya kaldırıp, sandalyesinde gerisin geriledi. Tombik iki parmağını havaya kaldırıp, hafifçe sağa eğdi yüzünü. "Yaklaşıp kulağıma fısıldamalısın." dedi. Sol kulağına fısıldamamı istiyordu ya..ak. İyi ki polislere dikkat etmişim. Buradan en az iki cinayet işlemeden çıkmayı düşünmüyorum. İfadesiz bir yüzle baktım tombik herife, donuk bir sesle "Önüne çıkan her kadına böyle davranıyorsan, sık sık kadın görememen normal." Dediğimde, yüzündeki bir domuza ait sırıtış kayboldu. Gencecik yaşında dökülmeye başlamış saçlarına, çarpık dişlerine de bir bakın. Aslında, Kerem'e benziyordu. Lisenin başındaki erkek arkadaşıma, çipil çipil gözleri bile aynıydı. Ama işte... Bambaşkalardı. O hayatta böyle davranmazdı. Bir şey demesine vakit kalmadan ayağa kalktım. Masanın etrafında dolanıp patrona varırken, gözlerim patronda değil de hemen arkasında dikilmiş; her adımımla uyumlu olarak silahın yönünü değiştiren akbaba elemandaydı yine. Bir tuhaflık vardı onda. Ayrıca diğerlerinden çok daha güçlü gözüküyor. En sonunda, patronun koltuğunun solunda durduğumda saçlarımı sol elimle toplayıp, sol omzumun üstüne attım. Gözlerimi yavaşça silahını bana uzatmış akbaba elemandan ayırdığımda, artık benden etkilenmiş olduğunu biliyordum. Eğildiğimde gözlerim patrona kaydı. Çıplak kalmış sağ boynuma bakıyordu sapık. Yavaşça yaklaştım. Dolgun dudaklarım hafifçe aralandı ve kulağına fısıldadım. "Göğü gölgeye alan kanatlar, düşmanını yakalayan keskin bakışlar." Yüzündeki aptal, sarhoş ifade yavaşça dağıldı. Beni öpmeye çalışmamak için birbirine bastırdığı dudakları aralandı ve ayaklarıyla tekerlekli sandalyesini benden geriye ittirdi. Bir an aptal, korkmuş bir yüzle bana baktıktan sonra gözleri parıldadı ve yutkundu. Gülümsemeye zorladı kendini, "Ah, kusuruma bakma." dedi kendi kendine gülerek. "Senelerdir yatırım yapmasına rağmen, bir kere bile kimseye göndermemişti. Birden geldiğin için şaşırdım." dedi. Gülümsedim, başımı iki yana sallayıp geri yerime oturdum ve "Tahmin edebiliyorum." Dedim. Başımı hafifçe sağa eğdim tatlı tatlı, “Ne o? Gelmiyoruz diye emanet ettiğimiz tüm parayla, paralarını gasp ettiğiniz fakir esnafları/insanları borçlandırayım derken paramızı kaybettiniz?” A..ına koyduğumun tefecileri diye cümleye devam etmemek için kendimi çok zor tutmuştum. Tavrıma karşı ise bir b.k diyemezdi. Çünkü, Şahin’in karısı için çalışan biriyim ben, hem de güvendiği(!) Güldü aptal gibi, ezik herif. “Estağfurullah.” Dedi. Başını kendini onaylayarak salladı bir şeyler hakkında, "O halde, neyi istediğinizi de öğrenebilir miyim?" diye sordu. Ellerini birbirine kenetleyip masanın üstüne yerleştirdi ve "Tüm parayı geri almak istemiyor ya?" dedi hoyrat bir neşeyle. Gülümsedim, "Hepsini istiyor, ama kesinlikle Kanlı Elmas bugün eline geçmeli." dedim. O elmas İsviçre'de olması gereken çalıntı bir eşyaydı. Birisini şehirden postalamak için mükemmel bir fırsat. Gözleri başka bir yöne kaydı. Salak herif, b.k gibi oyuncu. Bunu nasıl patron yaptılar? Tekrar bana döndüğünde, meraklı bir ifadeyle "Yani, daha önce hiç istememişti. Birden böyle şeyler istemesi..." diye mırıldandı. "İsterseniz arayın." dediğimde durdu, bir an düşünür gibi yaptıktan sonra, "Hayır. Size istediğinizi vereceğim." dedi. Arkasını dönüp, hemen gerisindeki akbaba elemana bıkmış bir tavırla, "Ahh, indir şunu artık!" diye sitem ettiğinde akbaba gözlerini gözlerimden ayırmadan, silahını indirip beline yerleştirdi. Patron, "Bakalım, bakalım," diye mırıldanarak kasanın kilidini açarken, gözlerim diğer elemanların üstünden son bir kez geçip gitti. O ara silahını daha yeni beline yerleştirmiş olan akbaba eleman, masanın etrafında dolanıp sandalyemin hemen arkasına geçti. Başımı kaldırıp ona baktığımda, başımın arkası karın kaslarına değdi. Başını aşağıya eğmese de gözleri bana kaydı. İfadesiz, donuk tuttuğu bir yüzle bakıyordu bana. Bu herifte bir iş var. Diğerlerinden farklı, patron ile şifreli anlaşılıyorlar. Ona söylediği her şey, görünenden başka bir anlam taşıyor. Eğer birazdan, annem patrona emir verdiğinde, beni yine de beni öldürmeye çalışacak biri olursa sadece o olur. İfadesiz bakışlarına meraklı, ilgili bir kadın gibi bakmayı kesip iki dakikadır kasaya eğilmiş bir şeyler arayıp duran patrona baktım. Ofladım can sıkıntısıyla, bak, eğer beni kandıramayacaksan bari hiç deneme. Aklıma Karan'ın, 'Dışarıdakiler ne kadar beyinsiz, bilemezsin Eren. Sen ve benim gibisi yok.' Dediği geldi. Nikahtan sonra yapacağı davette tanışacağım insanların ne kadar beyinsiz olduğundan bahsederken söylemişti bunu. Bundan önce de pek çok kez söylemişti gerçi. Gözlerimi kırpıp açtım ve yüzümün sol tarafı istemsizce kasılıp gevşedi aniden. S..tir git kafamın içinden! Patron sonunda önüne döndüğünde, elinde kırmızı bir torba vardı. "Önce Kanlı Elmas'ı vereyim dedim." dedi gülümseyerek. Ellerim kırmızı torbaya uzandı. Kırmızı torbayı kucağıma koyduktan sonra torbanın başını saran ipi çözdüm. Gözlerim ve ellerim torbanın içine daldığı sırada, patron bir telefonu da elime uzattı. Aynı anda, arkamdaki akbaba eleman da başıma silahı dayadı. Korkmuşum gibi duraksadım, gözlerim yavaşça patrona kaydı. O bebeksi, tombik yüzünde abes kalacağını hayal ettiğim; ama nasıl olduysa ona tam oturan kasvetli bir ifadeyle bakıyordu bana patron. Burnundan derin bir nefes aldığında burun delikleri büyüdü, dudakları kavgacı bir adamın kendini kasmaya başladığında kasılacağı gibi kasılmış; birbirine bastırılmıştı. Gözleri kısılmış, kara kara gözlerinin tatsız gölgeleri ışığını çalar olmuştu. Tiksinen, küçümseyen bir sesle, "Seni soruyorlar," diyerek telefonu biraz daha bana iteledi. Yazan isme baktım, elime aldım sonrasında telefonu. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra, annem telefonu benim elime aldığımı anlamış olacak ki küçümseyici bir tavırla "Ha," diye bir ses çıkardı dudaklarından. En aşağılayıcı tonunu seçmişti, yüzündeki ifadeyi saniyesi saniyesine hayal edebiliyordum. Epey mutluydu beni yakalayanın kendisi olmasına: biricik oğlunun gözüne girebilirdi belki de sonunda. Ben onun gibi mutlu değildim, her zaman olduğu gibi. Fakat bu, birazdan değişecekti. Sana yemin ediyorum ve senin adına çok üzgünüm anne, ama şu saatten sonra, sen hep üzgün olacaksın ve ben de hep... Anne. Karşımdaki boş koltukta oturduğunu, gözlerini kısıp çenesini yukarıya kaldırarak bana nasıl baktığını hayal ettim istemsizce. O aşağılayıcı, çatlak sesiyle "Küçük bir hırsız gibi beni mi soyacaktın?" diye sordu annem. Gözlerimi patrona çevirip sonra tekrar boş koltuktaki annemin hayaline baktım. "Bana herkesten gizlediğin o paranın yerini sen söylemiştin. Bu bizim anne-kız tek sırrımız demiştin." Dediğimde, patronun şaşırdığını biliyordum. 'Annem' olduğunu söylemiştim Gülseren Şahin'in. Patronun bunu bildiğini zannetmiyorum. Eğer Gülseren Şahin benim annemse... Evet, bendeniz yüksek ihtimalle Eren İpek Şahin'imdir. Kara Prens'in göz bebeği, biriciği, en vahşi cinayeti. Patrona bakmasam da başını hafifçe salladığını hissettim. Arkamdaki akbabaya 'geri çekil' emri veriyordu. 'O kızın kafasına bir silah dayamayı kes ki, kafamızı kesmesinler.' mesajı veriyordu, haklı olarak. Annem, "Bana öyle seslenmeyi kes," dedi rahatsız olmuş bir tavırla. Anne dememden hoşlanmıyordu. Sessiz kaldım. "Sen gerçekten... sana öyle bir şeyin yerini söyleyeceğimi mi sandın?" diye devam etti konuşmaya. Güldü, "Sahiden, Adil'den gizli para aklayacağımı mı düşündün?" dedi kıkırdarken. "Buna neden ihtiyaç duyayım ki?... Ah, Eren... Her zaman arkanı toplamam gerekmesinden sıkıldım. Hayatında bir kere doğru olanı yap, uslu dur ve seni eve sakince getirmelerine izin ver. Şanslısın ki, Karan şu an seni cezalandıramaz. Siniri geçsin diye bir süre ona iyi davran, kim bilir; belki seni kolayca affeder. Nikahınız kıyılmadı, yetmezmiş gibi Karan o halde eve dönünce Feride o…pusuna rezil olduk. Neyse ki onu ve kızını tek başıma alt edebildim." Benimle dedikodu yapması bir ilkti. Anne kız gibi. Gözlerimi kırptım, sol elim dizimi kavradı. Uslu bir kız çocuğu oturuşuna geçmiştim sandalyede istemsizce. Tuhaf, hevesli bir heyecan... Sözlerine ise... hiç kırılmıyorum. Artık kırılamıyorum galiba. Annem, ben uslu uslu(!) ve sessiz kalınca konuşmaya devam etti. "... Akşama burada olursun. İnsanları sakinleştirmeye çalışacağım, şanslısın... Söyle bana, o Arın denen adamla işi pişirdin mi?" Sitem eder bir tavırla, "Gözünü Sahir şehrinin oğlanlarına dikeceksen, bunu bana seneler önce söylemeliydin." diye ekledi. "Karan'ın seni takıntı haline getirmesine göz yummazdım." Bakın bu iyiydi. Sahi, keşke önceden söyleseymişim. Baykal kesmedi Sahir isterim diye. Sesi disipline kavuştu ardından, "Akıllı davranma vaktin geldi de geçiyor Eren, gözünü iyice aç ve gerçeklere odaklan. Senin bu eylemlerin, artık babanın sabrını zorluyor." Dedi. Sana anne diyemem ama Adil Vedat'a baba demeliyim öyle mi? Anne... Karan'la evlenirsem kayınvalidem olacağını söylemiştin. O zaman sana anne diyebilir miydim? Beni tehdit etti devamında. "Eğer... Şimdi gelmezsen, arkanı toplamayı keserim." ... Bir an boş gözlerle, hayalimde canlandırdığım anneme baktım. Dudaklarımı iki yana uzatarak bir çizgi halinde gülümsedim ve gözlerimi kapattım. Artık tatmin olmalıyım, değil mi? Nasıl bir kadın olduğu çok açık. Artık bırakmalıyım onu. Pekâlâ, hadi bakalım... Derin bir nefes alıp gözlerimi açtığımda, annemin hayalinin karşımdan gideceğini ummuştum ama öyle olmadı. Hala oradaydı. Anneme olan anlamsız ilgim ve özlemimin üzerine toprak atmak için biraz daha zamana ihtiyacım vardı galiba. Sorun yok, ben ondan vazgeçmeye karar vereli çok uzun zaman oldu. Çok uzun zaman oldu... O bende yeni bir yara bile açamaz. Ne istese de ne istesem de. İşte o ve ben böylesine bitmiştik. ... Hahaha, ne absürt s..im sonik bir anne sevgisi değil mi? Seni, gebertmezsem iyi bir final olmayacak Gülseren. İyi izleyin beni. Sesimi temizledim ve çapraz bir gülümsemeyi yüzüme takındım. Kendinden emin bir tavırla, "Bugün buraya tek bir sebep için geldim, anne." dedim. Yüzümdeki gülümseme büyüdü, işaret parmağımı bir silah haline getirip hemen karşımdaki boş koltuğa doğru tuttum. Annemin o o…pu alnını nişan aldığımı hayal ettim. Tüm tüylerimi diken diken eden coşku ve aldığım her bir nefesteki yabanıllığın, telefondan ne kadar geçtiğini bilmiyorum ama... Yüzümdeki tebessüm biraz daha büyüdü, dişlerim parlak ve bembeyazlar; gözükmeliler zaten! Göz bebeklerim kısıldı mutlulukla! Evet, bu mutluluk! Başka bir duygu ile karışamaz! Bu saf, mutluluk ve tatmin hissiyatı! Ben...? ...? ? Dudaklarım titredi, göz bebeklerim büyüdükçe büyüdü. Hiçbir şey mutluluk kadar kafayı bulduramaz. Çok iyi hissediyorum? Histerik bir tavırla güldüm, kahkahamda bir ağlama vardı ve kemanlar son kez vals ediyormuş gibi, bir yanıklığım vardı. Sesim de tıpkı yüreğim gibiydi. Ondan daha aşağılayıcı bir ton seçtim konuşmak için ve "Senin akıbetine karar vermek için anne!" dedim, coşkuyla. Karşıdan ses gelmedi başta, tekrar kıkırdadım. "Benim için hala değerlisin, ama artık işe koyuldum anne... İtiraf etmeliyim ki, bana o şifreyi verdiğin ilk günden biliyordum: Eğer kaçarsam ve para almak için buraya gelirsem... Bu S..TİĞİMİN şifresini olur da bir gün bu tefeci a.cıklara söylersem seni arayacaklarını ve AHAHAH gerisin geri yakalanacağımı biliyordum!... Ne? NE? NE? BENİ KENDİN GİBİ SALAK MI SANDIN LAN?" Gittikçe hoyratlaşıyordum. Ama elimde değildi, kontrol edebilsem havalı ve soğukkanlı durmaya çalışırdım zaten. Ancak anneme karşı olan tüm öfkem, hayal kırıklığım sesimin ayarını seçmemin önünde engel oluyordu. "Ben senin gibi değilim," diye devam ettiğim sırada, bu sefer annem bir kahkaha kopardı. Acımasız, zalim bir sırıtışın dudaklarında belirdiğini görüyorum anne. Onun kahkahaları, üzerimden geçip giden; radyasyon türünde dalgalar misaliydi. Tüm hücrelerim, saniyeler içinde kansere kapılırdı o güldüğünde. Bağırırken ister istemez yumruk haline getirdiğim sol elim ve telefonu sımsıkı tutan sağ elim gevşedi. Uyuşmaya başladım. Aniden, çok hızlı biçimde ruh hallerim değişiyordu. Karan'ınki gibi-AAAAAAAAAA S..TİR GİT KAFAMIN İÇİNDEN! Annem kendini hala benden zeki zannederek, "Hmm, o yüzden mi oraya gittin? Yakalanmak için mi?" diye sordu aşağılayıcı bir tavırla. Dudaklarını büzdüğünü ve kaşlarının kavislendiğini görebiliyordum karşımda. Yine sessiz kaldım. "Ah... Biliyordum. Çaresiz kalınca benim paramı bulmaya koştun hemen. Yurt dışına kaçacaksın değil mi? Salak, beyinsiz. Arın'la yattın, sonra da sana tekmeyi bastı değil mi? Ugh, Eren. Erkekler böyledir. Ne diye-" "Adil'den arakladığın tüm malları buraya gelmeden önce arakladım zaten." diyerek sözünü kestim. Sustu. Birkaç saniye ses gelmedi. Gözlerim patrona kaydı, bana şok içinde bakıyordu. Doğru tahmin etmişim. Annemin titrek, korkak sesi "Yapamazsın." dedi. Omuz silktim, "Üçüncü telefonunu bilmediği mi zannediyorsun gerçekten?" diyerek sessizliği doldurdum. Birkaç saniye ıkındı durdu, konuşamadı ezik. "Mesajları her gün silmiştim!" diye inledi en sonunda. "Ertesi gün, ertesi günü sildin pek çok kez unutup. Ben her gün, telefonuna giriyorum anne-" "Şifrem?!" "En sevdiğin on renkten birinin RGB kodu. Tüm şifrelerin o on renkten oluşuyor." Nefesini tuttu. Korkudan aklı çıkmak üzere olmalıydı. Adil Vedat'dan para aklaması... Üstelik az bir para değil, bir servet aklamıştı manyak nasıl yaptıysa. Onun, biricik üvey babamdan bir servet çaldığı ortaya çıkarsa; zavallı annemin başına gelecekleri hayal bile edemiyorum. Belki de... O da benim gibi mahzende kırkayaklarla tanışır? ...Hmm? Fena değil. Düşüncelerimi duymadığını bilmeme rağmen, sessizliği ölü bir sesle, "İlginç olmaz mıydı anne?" diye geveleyerek bozdum bu sefer. Annem çığlığı koparıp, "Bana anne deme!" diye bağırdı boğazını yırtarcasına. Feryat figana bağlamıştı. Çığlıklar atıyor, hayıflanıyordu. Başına gelecekleri benden iyi tahmin ediyordu. "Sen-sen-SEN-" diye kin kusmaya başlamıştı ki "ANNE!" diye tüm gücümle bağırdım. Ama o bana bir şeyler demeye, bela okumaya devam etti ve bende sesini kesmesi gerektiğiyle alakalı ona bağırıp durdum. Benim öfkem, benim acım ondan büyüktü. Tıpkı gazabımın olacağı gibi. En sonunda birbirimize bağırmayı, onun sesini kesmesi ile bıraktık. En sonda, öfkeyle bir çığlık daha atmıştı. Kapısına gelen hizmetçileri kovduğunu duydum hemen ardından. Aksırdı, öksürdü ve yutkundu. Su içti. Titrek, çatlamış ve öz kızından iğrenen bir sesle "...Ne? Ne istiyorsun benden küçük sürtük?" diye sordu. Derin bir nefes aldım. Anneme birden o kadar bağırıp çağırınca yorulmuştum. Tuhaf... Sabahtan beri o kadar şey yaptım: gece uyumayıp birinci planımı temize çıkardım, kılık değiştirdim, bir adamı merdivenden aşağıya fırlattım ve üstüne atladım. Boğazına kadar sopa soktum. Neden yaptım? Karan, neden yaptım? Öldü. Kes. Hayır. Bunu yine düşünme zamanı değil. Neyse, ne demiştim, ha... Sabahtan beri çok fazla şey yaptım ama, ben... annemle konuşmadan önce hiç yorulmamıştım. "Sana özel olarak söylemek istedim sadece. Anne... Olacakları bilmeme rağmen... Biliyor musun? Beni biraz para verip bırakmalarını istersin diye umut etmiştim. Evet... Aynen böyle, umut etmiştim. İçimde senden asla vazgeçmeyen bir kız var. Hala var ama, artık bana beklememi söylemiyor. Senin için durmamı falan." Umurunda bile değildi. "... Ne istiyorsun dedim." Dedi iğrenen bir sesle. Başımı iki yana salladım, keyiften yoksun bir kıkırdama dudaklarımdan döküldü. "Sen kimsin ki ben senden bir şey isteyeyim?" diye sordum içten bir küçümsemeyle. "Beni mi küçümsüyorsun şimdi?" "Hayır. Senin yaptıkların benim için ufak tefek, değersiz şeyler. Onu kastediyorum." "... Küstah." "Sana son bir tavsiye, bu da merhametimden değil kibrimden dolayı: Kaç git buradan. Yoksa seni de öldüreceğim anne. Yapacağım bunu." "Ha," dedi yüksek, küstah bir sesle. Kazanacağıma tıpkı diğer herkes gibi inanmıyordu. "Sen bilirsin. Ben sadece seni bilgilendirmek için geldim buraya. Ah bir de söyle adamlarına, çekilsinler önümden. Yoksa burayı patlatırım." Patronun gözleri büyüdüğünde ve diğer elemanlarda hareketlenince, sol elimi havaya kaldırıp nefret dolu bir sesle, "Burayı ihbar ederim, bir de Adil Vedat'a annemin neler yaptığını söylerim manasında dedim. Rahat olun aşağılık herifler, sizin gibi itlerle birlikte ölmeyi planlamıyorum." dedim. Onlara bakmamıştım bile konuşurken. Keskin bakışlarım, hala karşımda oturduğunu hayal ettiğimin annemin yine hayali olan simasındaydı. Anneme, "Eee, hadi hızlı ol ne yapıyoruz?" diye sordum hızlıca, sıkılmaya başlamıştım. Yok. Sıkıldım. Sıkıldım bu P.ÇLERDEN! Annemin bir an sesi çıkmadı, sonra, "Karan seni her şekilde bulacaktır." Dedi, beddua okuyormuş gibi. Başka bir şey demeden evvel ise duraksadı. Demek, verdiğim sözler biraz olsun üstünde etki yaratmıştı ki nasıl s..ilmem gerektiğinden ya da mahzene dönmemin şart olduğundan bahsetmiyordu yine, beni küçümseyerek. Susma kararı almıştı. "Telefonu Fatih'e ver." Gözlerim patrona kaydı. "Fatih?" diye sorduğumda, başını beni onaylayarak salladı ve telefonu uzattığımda hızla kaptı benden. Annem anında çığırmaya, bağırmaya başladı. Gidip mal varlığını nereye sakladılarsa bir şey kaldı mı diye kontrol etmelerini istiyordu. Onların sözünü keserek ayağa kalktım, "Ben gidiyorum." dedim. Patron "Dur bakalım," dediğinde, sert bir yüzle ona bakıp, tekrar arkamı döndüm ki patronun sağ kolu olduğuna artık emin olduğum akbaba eleman beni bileğimden yakaladı. Sert, soğuk bir sesle "Bekle dedi." diye uyardı. Bileğime baktım, sonra gömleğimin içine attığım bıçağın sol bileğimden aşağıya düşmesine izin verdim ve sapladım çocuğun koluna. Bıçak fazla ilerlemedi. Sert bir derisi var, belli. Sporcu falan mı? Akbaba eleman, elini hızla benden çekti, eli silahına gittiği sırada Fatih "Efe!" diye gürleyerek durdurdu onu. Dudaklarını birbirine bastırmıştı Fatih, bana takılan korku dolu gözleri, yavaşça Efe'ye döndü. "Eren İpek Şahin ise, buraya gelip de serbest bıraktığımızı duyarlarsa… s.kerler belamızı." Dedi, kuyruğunu dik tutmaya çalışan bir sesle. Efe bana anlamayarak bakıp bir adım geriye çekildi, tanımamış gibiydi. Baykal şehrinin yabancısı olduğunu o an anladım. Çünkü Baykal'ın yeraltındaki herkes, Kara Prens'in üvey kız kardeşinin kim olduğunu bilmezdi ama onun varlığını bilirdi. Karan'ın zaafını bilirlerdi. Fatih titrek bir sesle, "Hiç karşılaşmamış gibi yapalım." Dediğinde, ona döndüm. Dili dudaklarını yaladı, korkudan göz bebekleri büyümüştü. Telefonu annemin yüzüne kapatıp çekmeceye attı gelişi güzel, gözlerini benden ayırmazken. "Adil Vedat Şahin bizi öğrenmemeli, lütfen." diye devam etti konuşmaya. Başımı onu onaylayarak salladım, "Siz sanırım tüm mafya eşleriyle çalışıyorsunuz?" diye sorduğumda tekrar nefesini tuttu. Dişlerimin açıkta olduğu, psikopat bir sırıtış dudaklarımda belirdi. Göz kırptım, "Şşş, sorun yok, sevdim sizin işi." dedim yüzüm zalimlikle aydınlanırken. Sırıtışım yavaşça soldu ve mizacım yerini kasvete bıraktı çabucak. Sesim de bir şeyler ağırlaştı odayı havasız kılan, çenemi yukarıya kaldırıp üstten bir tavırla baktım Fatih'e. "Ama senin bana olan tavrın... Onu affetmem imkânsız." diye geveledim. Başını hızla iki yana salladı, "Hayır hayır. Yanlış bir anlaşılmaydı o!" dedi titreyen bir sesle, yerinden kalkarken. Ona memnuniyetsiz ve ikna olmamış bir tavırla bakmayı sürdürdüğümde dudaklarını birbirine bastırıp arkasına döndü ve "Sana istersen, istersen bizimle çalışanların isimlerini veririm!" dedi. Kaşlarımı çattım, "Onu ne yapacağım ki?" diye sordum soğukkanlılıkla. Durup bana döndü, söz konusu canıyken herkesi harcayacak bir adamın gözlerine sahipti. "Bazılarının eşlerinden para akladığının kanıtları olursa elinde, işine yaramaz mı?" diye sordu sinsi bir tavırla. Tek kaşımı havaya kaldırıp, sert bir sesle "Bazılarının?" dedim. Yutkundu, "Bu şehirde beni köpeklere yem edebilecek tek insan, Adil Vedat Şahin değil." dedi. Doğru söylüyordu. Başkaları da vardı, Adil Vedat kadar olmasa da tehlikeli olanlar. Başımı onaylayarak salladım, "Anlıyorum.” Diye mırıldandım. “Karan Sezer Şahin gibi mesela. Bana dokunduğunu duyunca acaba ne yapacak?” Gözlerimi, talihsiz bir kederle kaydırdığım noktadan Fatih’in yüzüne çevirdiğimde, kaskatı kasılmış halde olduğunu gördüm. Başını hafifçe iki yana salladı. “D-dokunmadım?” dedi. En masum sesimle, konuşmaya devam ettim. “Hayır, dokundun. Hepiniz dokundunuz. Bedenime…” “Y-YAPMADIK! NE ZAMAN YAPTIK-” Yüzümü üzüntüyle büzüştürüp, “Abime tüm bunları nasıl anlatacağım? Dilim dönebilecek mi ki?” diye haykırdım utançla. O zaman, Fatih sustu. Küçük dilini yuttu. Ayakta, olduğu yerde gözlerimin içine bakarak beklemeye başladı. Yeteri kadar durumunu anlamıştı bence. Yüz ifademi kendi donuk, kasvetli mizacıma bıraktım. “Şehri terk etmen için sana üç gün verecek kadar merhametliyim, korkma.” Dedim duygusuzca. Sandalyeyi çevirip, masanın tam karşına döndürdüm ve oturdum. “Müşterilerinin her birinin adını vereceksin. Hiçbirine, bu boktan bahsetmeyeceksin. Direk terk edeceksin şehri. Seni bulurum, seni öldürtürüm. Ben Eren İpek Şahin’im. Emirlerime itaat etmediğin an, Karan’ın aç kurtlarına mama olursun ya da Adil’in fırınına kömür malzemesi.” Kıkırdadım. “Tasarruflu bir aileyiz, muhakkak ki yararlanırız senden, bir şekilde. Heba falan olmazsın, gerçekten.” Yutkunamadı bile it. Öte yandan, bende kendimden hoşnutsuzdum. Eren İpek Şahin olarak adımın bana verdiği güçle yaptığım blöfler, midemi bulandırıyordu. En yakın zamanda, bırakacaktım bunu. Ama… şimdilik, gerekli. Bu isimleri almaktan daha kıymetli bir şey yapmak istiyorum ve onun için benden sahiden de çok korkmalılar: “Veresiye defterlerini bana ver. Hepsini.” Anlamayarak bana baktı. Eren İpek Şahin’in, neden veresiye defterlerini istediğini ilk etapta anlamadı. “Şehirden ayrılacaksam, borçları siz mi tahsil edeceksiniz?” diye sordu l.vuk. Geberse bile, fakirden almak istediği malın bir şekilde canı çıksın istiyordu. Başımı hafifçe iki yana salladım. “Hayır, borçları siliyorum.” Paravan çantacı, mafya eşlerinden para aklamaya çalışan kişilerin parasını yalnızca muhafaza etmiyor; onların üstünden tefecilikle kendi karlarını kazanıyorlardı. “Bahis defterlerini de alsam fena olmaz.” Fatih daha bir önceki cümlemi yutamamıştı “Ne-neden?” diye sordu şok içinde. Omuzlarımı silktim, dudaklarımı büküp gözlerimi kıstım. Alaycı bir tavırla: “Ergenlik ya. Babamla abime gıcık oluyorum. Kendimi bulma aşamasındayım da, süper kahramancılık oynayasım var biraz.” Dedim. Ciddi ciddi bu herife, nasıl: gasp edip, %200’e varan faizler uyguladıkları fakirlerin borçlarını silmek istediğimi anlatabilirim ki? Keyiften yoksun bir kıkırdama dudaklarımdan döküldü. İşaret parmağımı kaldırıp, Fatih’e doğru tuttum ve parmağımın ucuyla havada küçük bir daire çizdim. “Sen de benim oyuncağımsın işte.” Dedim şımarıkça. Bana deliymişim gibi baktı. Ama, Şahin’in ta kendisi de, Şahin’in oğlu da deliyken; kızı normal olmazdı herhalde. Fatih, moraran yüzüyle bir süre gözlerimin içine baktı. Beni öldürüp bunu üstünü kapatmanın bir yolu var mı yok mu onu yokluyordu. Ah… keşke Gülseren’i aramasaydı! Değil mi? Pfft. “Abinizin size karşı duyduğu özel bir ilgi söz konusuyken, size asla zarar vermek istemeyiz.” Dedi canımı yakmak istermiş gibi. Demek böyle sefil yerlere kadar düşmüştü dedikodular… Dudaklarımı büzüp, ilgisizce “Sapkınlıklar ve kıskançlıklar ailemizin üzerinde bir kara bulut gibi dolaşıp durmuştur hep. İftiralara kulak asmayız.” Dedim. Fatih hiçbir şey söylemedi. Gerekli dosyaların hepsini çıkarıp önüme koyarken, pek çok kez gözleri doldu durdu(Hayatını mahvetmiştim. Bir de adını iki aya unuturum.). En sonunda, her şeyi bir çantaya yerleştirdiği sırada (Ona bu kısmı da emretmiştim.) “Mağdurlar… sorarlarsa kimin onların borcunu sildiğini söyleyeyim?” diye sordu. Omuz silktim. “’Tanrı bir zar daha atmış, bu sefer altı gelmiş.’ de.” Birkaç saniyeye, “Ama bir seferlik olduğunu ekle, ne kadar muhtaç ve sefil halde olduklarını biliyorum bazılarının… kimi gasp edildi. Sizin hain oyunlarınıza geldi. Sen, senin adamların hepsi…” diye geveledim. Lafı birden 180 derece değiştirdim ve “İşsiz kalan adamların istersen Şahinlerin inşaatlarında işe başlasın?” diye sordum. “Ayarlayabilirim bak.” Bana küfretmesine ramak vardı. Kıpkırmızıydı. Efe bana arka çıkışı gösterdi. Kapıyı ardımdan kapatmadan önce, "Bekle," dedi. Arkama dönüp ona çatık kaşlarımla baktım. "Blöf yapıyorsun, değil mi? Annenin parasının yerini bile bilmiyorsun?" diye sordu merakla. Cevap vermedim. O ise, "Benim ablamı Yusuf Halit Peyami öldürdü. Bana-" diye konuşmaya başlamıştı ki arkamı dönüp yürümeye başladım. Ugh, utanması yok mu bunun? Yok tabi. Böyle bir yerde çalışan birinin, bir dolandırıcının utancı mı olur? Yemeyin böyle şeyleri. Yemeyin, özellikle de siz kızlar. Sokağın sonuna gidip, diğerlerine nazaran eski kaçan bir apartmanın köşesine geçtim. Kılık değiştirdikten sonra gerisin geri; duvarın üstünden atlayarak yukarıya çıktım. Şimdi sarışın, şeker kız gibi; pembe elbiseli bir kız olmuştum. Lenslerimi çıkarıp önceden kenara bıraktığım sarı peruğu geçirmiştim başıma da. Eldivenlerim ise -elimdeki sargılar gözükmesin diye taktıklarım- açık pembeydi. Bu sokak, Hazar'ın cicili bicili caddesinin hemen ardında yer alırdı ve buranın da hiçbir kamerası doğru düzgün çalışmazdı. Anlarsınız ya... zengin bebeleri olur da gece yarısı sarhoşken bir hata yapacaklarsa -birini arabayla ezmek, insanları t..avüz etmek, kemik kırmak ya da öldürmek vb. şeyler, 'hatacık' kısacası- bu sokakta yapsın. Baykal'da bir sürü vardı bu sokaklardan. Baykal, kendi içine kapanık distopik bir suçlar şehriydi. Burada hiçbir zaman Sahir'de kurulduğu gibi denge ve düzen kurulamamıştı. Ya da Kızılcık'taki gibi şatafatlı ve renkli bir hayatın altına da saklanamamıştı hiçbir şey. Kendime tuttuğum, beni köşede bekleyen taksinin sokağına sapıyordum ki durdum. Ofladım ve "Ne var?" diyerek ardıma, Efe'ye döndüm. Bir an bana şaşkınca baktı, doğru kişiyi takip ettiğinden emin olamamıştı ilk etapta; kılık değiştirdim diye. Elindeki anahtarı salladı, "Annenin parası yerinde mi değil mi onu kontrol etmeye gidiyorum. Benimle gel istersen." dedi. Ona ifadesiz bir yüzle baktığımda, "Zaten beni takip etmeyecek miydin?" diye sordu. ... Arabaya bindik. Sessizce arabayı çalıştırdığında tedirgin gözleri durmadan bana dönüyordu. "Ne sormak istiyorsan sor." dedim. "Yani... sen hiç soru sormuyorsun. Korkmuyor musun?" Bıkkınlıkla nefesimi verdim, gözlerimi kapattım ve başımı geriye yasladım. "Baykal'a ablanın şüpheli ölümünü sorgulamak için geldin. Şehir hakkında pek bir şey bilmiyorsun ama öyle çok temiz bir tip değilsin ki anında buralara düştün. ... Fatih'in seni bir barda ya da kahvehane de bulup etkisi altına aldığını söyleyebilirim. Ne kadar süredir birliktesiniz bilmiyorum ama ona çok alışmışsın. Evet... şöyle oldu." Sırtımı geri yasladığım yerden kaldırdım ve "Ablanın ölümünü çözemeyeceğini anladın, bir kahvehane, pub ya da bara gidip içtin içtin. Ve o fare deliğinizden de anladığım kadarıyla içki gurmesi olan Fatih ile tanıştın. Boyunu posunu, duruşunu sevdi ve seni tatlı dille ikna etti. Bir süredir onunla çalışıyorsun, ama son zamanlarda ablan tekrar aklına düşmeye başladı -ki bunun Yusuf Halit Peyami'nin dördüncü kez dünya evine girme haberi ile alakalı olduğunu düşünüyorum- ve Adil Vedat Şahin ismini de birkaç kere duymuşsundur. Eh, benim, Adil'in üvey kızının sana bir şekilde yardımcı olabileceğimi düşündün kendi kafanda. Değil mi?" Bana ağzı açık bir ifadeyle baktı. Sonra dudaklarını birbirine bastırıp önüne döndü. Yutkundu, başını belli belirsiz iki yana sallayıp "Şey, Fatih beni sokakta buldu. Yanıldığın noktalar var. Ben içmem, boksörler içmemeli." dedi. Başımı cama yaslayıp, dışarıyı seyre koyuldum. "Anlat, bildiğin tüm detayları. Senin için ne yapılabilir bir bakalım." Diye mırıldandım umursamazca. Yol boyunca bana ablasının ölümüyle alakalı bildiği her şeyi anlattı. (O kadar fazla gereksiz detay veriyordu ki kusacaktım.) Ona attığı mesajları, sonra birden mesajların silinişini... Eline aldığı açık seçik kanıtların nasıl yok edildiğini anlattı ve bir çözüm bulup bulamayacağımı sordu. Savcılıktan alamadığı yardımı, bir mafya ailesinin kızından istemeye başladığın nokta da... adaleti kendin sağlamaya karar vermişsindir. Çünkü yapacak başka hiçbir şeyin olmadığını Tamag Hükümeti sana dibine kadar hissettirmiştir. Merak ettiğim bir şey var. İnsan adaleti sağlayacak kutsallığa sahip midir? Bilmiyorum. Yine de hepimiz bir şeyin hâkimi olmaya çalışıyoruz ve denemekten başka çaremiz de yok. Kanunlar sevdiklerimizi korumak için var edildi. Aydınlıkta var edilen her şeyin, karanlıkta bir gölgesi oluşur. Benim kanunlarım, gölgedir. Aydınlık arttıkça yok olacağım. Ya da birbirinin karşıtı olan bu kanunlar, kendi başlarına bir fenomendir ve birbirinin etkisi arttıkça diğerinin etkisi azalmaz? Öğreneceğiz. Efe her şeyi bitirip bana tekrar yardım edip edemeyeceğimi sorduğunda çoktan varmamız gereken yere gelmiştik. Ormanlık bir alandı. Dudaklarımı yalayıp, umursamaz bir tavırla, "Yani... Ablanın ölümü ardından kayıtlar silinmiş. Üstelik, birisiyle kaçmış gibi duruyor. Yani, kocasını aldatmış gibi. Sen öyle olmadığını söylesende buna kimse inanmaz. Böyle bir durumda da Yusuf Halit Peyami'ye gösterilecek empati belli. Suçlu olsa dahi, karısının onu görünürde aldatmış ve üstüne üstlük kaçmış olması yüzünden; haddinden yüksek sempati duyulacaktır Yusuf Halit’e. Hem… zengin, beyaz ve yaşlı erkeklere kim kötü davranmak ister ki(?) Ablanın seni aradığı telefon, kendine ya da kaçmasına yardım eden adama ait değildi, değil mi? Belki hala duruyordur. Onu bulmaya çalış. Çalıntı bir telefondan aramıştı seni değil mi? O telefona kimse erişememiş olabilir belki. Gördüğün üzere, senin telefonunu da o zamanlar temizlemişler. Ablanla olan tüm kayıtlarını sildiklerini zannediyorlar, ama eğer ki o numarayı ‘Melisa’ diye kaydettiysen-" “Yaptım dedim ya.” Diye, sözümü kesti beyinsiz. “Kaydettiysen aramaları silmemişlerdir. Dikkat çekmemek için fazladan arama silmezler. Her neyse, git o telefonu bul. İyi bir ipucu olabilir. İstanbul savcılığına getir. Baykal’a güvenme.” "Aradığımda o numaraya ulaşamadım. Cevapsız bırakıldı." Diye geri karşılık verdi heyecanlanarak. Çok çabuk sevinmişti. Tüm umutlarını denizin dibine gönderiyormuş gibi kayıtsızca omuz silktim, "Şarjı bitmiştir?" diye sordum anlamsızca. Gözleri anında hayal kırıklığı ile titredi, caz yapsın istemediğimden mütevellit, "Peyamileri öldürmeyi düşünüyorum. Bu sana yetmez mi?" diye sordum. Bana ifadesiz bir yüzle baktı, sonra kederle gülümsedi birden. Ne düşündü bilmiyorum ama, sanırım ki ablasının ölümü ile alakalı kimsenin ona yardım etmemesi kırıyordu onu. Ablasına kimsenin değer vermiyor oluşu. "Yeter." dedi. İç geçiren, dertli bir sesti onunkisini. Kararını istemediği yönden vermiş bir ses. Arabadan çıktık, bagajdan kazma kürek çıkardı. Ağaçlardan birinin önünde durduğumuzda "Burası mı?" diye sordum ve ağacı tekmeledim. Bana neden tekmelediğimi anlayamayan bir yüzle baktı. "Ağaç gerçek değil sandım." Dediğimde gözlerini devirdi. "Film çekmiyoruz." diye karşılık verdiğinde bilmiş bir ifadeyle gülümsedim. "Bu şehri hiç tanımıyorsun." diye geveledim. Önümüzdeki ağacın hemen gerisine yaslandım önüne geçip, kazmasına engel olarak. "Burasının doğru ağaç olduğuna neden inanayım?" diye sorduğumda, omzuna kazmayı atmıştı. Aramızda üç adımlık mesafe vardı. Kazmayı savurursa, ölürdüm ya da bayılırdım. Sonra, o da bana işkence eder mi? Yoksa başka zevkleri mi var? Hiçbiri, beni Karan'a vermesinden kötü olamaz. Ve tuhaf, bana bir şey yapabilecek olsaydı, intikamımı alacak tek kişi Karan'dı. Efe bana soğuk gözlerle baktı, ardından kazmanın başını omuzundan kaldırıp yere, ağacın dibine vurmaya başladı. Kazma ucu dibimden geçip gitmişti, biraz dikkatsiz olsa beni öldürebileceğinin farkındaydı ve bilerek yapıyordu bunu. Gözlerimi bile kırpmadığımın farkındaydı. Birkaç kere vurmasının ardından 'Tak' diye bir ses duyuldu. İçerideki sandığa vurulmuştu sonunda. Bana döndü ve "İkna oldun mu?" diye sordu. Başımı iki yana salladım ifadesiz bir yüzle, "Kanlı Elmas'ı görene kadar sana güvenmeyeceğim. Bunu hala anlamadın mı?" diye sordum. Oflayıp önüne döndü. Küreği eline alıp toprağı bir sağa bir sol attığı sırada toprak parçaları üstüme gelince iyice geriye gittim. Bir an gözleri bana döndü, ben ise bilerek onun bakışlarını fark etmemiş gibi yaptım ve üstümdeki toprakları silip başında beklemeye devam ettim. Bende gördüğü zekâ parıltısı söndü mü yoksa daha da mı tedirginleşti seçemiyorum ama... birazdan önemi de kalmayacak. Sandığı dışarıya çıkarırken zorlandı. Biraz kem küm etti ona yardım etmiyorum diye, "Daha gideceğim yerler var, yorulmak istemiyorum." diyerek onu susturdum. Sonra, "Belki şoförlüğümü yaparsın?" diye ekledim. Araba kullanmayı hiçbir zaman öğrenememiştim. Karan'ın öğrenmemde önüme geçtiği bir şeydi bu. Otoyola indiğim seferlerde, araba çaldığım olmuştu ama… Kaza yapmıştım işte. Şahin’in adamlarını ve o yeşil gözlü adamı ezmeye çalışmıştım. Birkaç kişiyi ezdim de. Sandığı çıkarırken Efe, kendi kendine homurdansa da duyabileceğim seste bir yorumda bulunmadı. Ayağa kalkıp, kenara bıraktığı kazmayı tekrar eline aldı. Arkasını dönüp bana baktı ve "Dikkat et, çekil biraz daha geriye." dedi. Olduğum yerden kıpırdamadan "Kazma buradan bana gelmez, çapı yetmiyor. Sen devam et." dedim. Tavrımdan hoşlanmadığını biliyordum ama uysalca dediklerime uyuyordu. Fatih'le ilişkisine bakarsam yönetilmeye alışıktı. Dev sandığın kilidini kırdı. İçini açtığında, on çanta dolusu para ve sandığı tıka basa dolduran mücevherleri görünce gözleri parladı. Böyle şeyler görmeye alışık olduğu -işinden dolayı- ifadesiz yüzünden fark edilse de gözlerinin nasıl bir açgözlülükle parladığını, parmak eklemlerinin nasıl da kasılarak açıldığını görebiliyordum. Benim için asıl önemli olan, sanal para hesaplarına erişim kağıtlarının da burada yer alması. Annem, senede üç kere sanal para alımı yapar ve devamında hesaplarının bilgilerini gömer. O tüm paraları boşaltamadan bu gece sanal para bankalarını da soyacağım. Eh, tamam. Efe ile işim bitti. Elimdeki telefonun kilit ekranına bakmayı kestim, cebime bıraktım telefonu. Elime başka bir şey aldım. Canı sıkkın, yorgun bir soluk dudaklarımdan döküldü. Silahı sağ elimle kavradım ve tetiği sessizce çektim. Efe arkasını dönüp bana 'Gel sandığın içine bak.' diye seslenemeden, sağ koluna sıktım. Anında acıyla bağırıp yere yığıldı. Apar topar bedenini sandığın arkasına çekiştirmeye çalışırken sol eli kendi belindeki silaha gidiyordu, ama ben silahla sıkmamın ardından üstüne doğru yürüyüp kafasına tekmeyi geçirdiğimde dengesi şaştı ve sol eli gevşedi. Ayağım, muhtemelen onun kafasından daha fazla acımıştı. Güçlüydü. Hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Göz bebekleri şok içinde açılmıştı sonuna kadar. Sol elinin üstüne bastım. Silahımı, sandığa yaslanmış başına doğrultum hiç beklemeden. Kısa sürede beni yere alabilirdi, kıvrak ve çevik bir yapısı olduğu açıktı. İfadesiz bir yüzle bakıyordum ona, dehşet içinde kalmıştı. Böyle bir şey yapmamı beklemiyordu. "Ne-ne lan bu?" diye sordu sert tutmaya çalıştığı ama çatlayan bir sesle. Alnına dayadığım silahtan bir kurşun kolayca çıkabilirdi. Biliyordu bunu. Anlamıştı bakışlarımdan. Sol elini, ayağımın altından çabucak çekebilirdi. İri, kaslı kollarında o gücü görüyordum. Ama kurşunumdan hızlı hareket edemezdi. O da bunu görüyordu. Yutkundu, dili damağı kurumuştu birden. Gözleri dolmaya başlamıştı, şaşkındı. Çok şaşkındı, böyle mi ölecekti? Gencecik yaşında? Daha iyi bir adam olmaya karar verip bu şehirden kaçacaktı! Bir aile kuracaktı! "A-anlaşmıştık." Diye hayıflandı içine kaçan bir sesle. Gözlerimdeki donukluk, merhametten yoksun olduğumu ona kısa sürede açıklamış olacak ki birden "ANLAŞMIŞTIK LAN!" diye bağırarak isyan etti. Ben cevap vermedikçe kendi içinde histeriye ve dehşete daha da fazla kapılıyordu. Dudaklarını birbirine bastırdı, gözlerini benden kaçırdı ve tedirgin bir ifadeyle ormanlık alana baktı. Sonra, hafif ıslanmış gözleri bana döndü. Oh, sert çocuk tavrının işe yaramayacağını anlamıştı. "Beni mi öldüreceksin? Sana yardım ettim." dedi nankörlüğüme şaşıran, çaresiz bir sesle. Umursamaz gözlerim ondan çevreye döndü. Göz gezdirdikten sonra, "Daha zeki olduğunu düşünmüştüm." diye geveledim. Yalan söylüyorum, arabaya bindiğimiz anda beyinsizin teki olduğunu anlamıştım. Gözlerim ona döndü. Ben ayakta olduğumdan, o ise yerde sağ kolunu tutarak can çekiştiğinden dolayı olsa gerek; belki de sadece ormanda olduğumuzdan bilmiyorum ama... O tavşan, ben ise kurttum gibi hissettim. Onun da böyle hissettiğini görebiliyorum. "Ama sen sadece birine bağlanıp, ondan başka her şeyi etiketlemeyi bilen bir çocuksun değil mi?" diye sorduğumda bana anlamayarak baktı. Ne dediğimi çözememiş gibiydi, aslında çok iyi bilmesine rağmen. Zaten hangi insan kendi gerçeğini anlardı ki, çok iyi bilmesine rağmen? Arabadayken ondan arakladığım telefonu çıkarıp yüzüne tuttum. "Bu numara Karan'ın, değil mi?" diye sorduğumda kaskatı kesildi. Nefesini tuttu, başını iki yana salladı ve derin bir nefes aldı. "Ona yerimizi söylemedim. Yemin ederim ki, söylemedim!" diye haykırdı. "Ben seni seçtim! Seninle ilerleyeceğimi-" "Mücevherleri kendine alıp, beni burada bir yere bağlayacaktın değil mi?" diyerek sözünü kestiğimde durdu. Başını tekrar iki yana salladı, "Karan bana ablamın suikastçısını verme sözü vermişti." dedi boğuk bir sesle. "Ama sana dedim değil mi? Ben, suikastçıyı değil direk Peyamileri bitirmek istiyorum-" "Sen kimsin ki?" diye sorduğumda ağzı açık, dehşet içinde kaldı. Ona üstten bakan tavrım, tatsız bir gerçekliği yüzüne vuruşum... kendisini dehşet içinde bırakmıştı. Eğilip belindeki silahı aldım üstünden. Onun silahının tetiğini çektiğimde kendine geldi. Şok içinde geriye sıçradı. Çığlık atıp "Yapma!" diye bağırıyordu ki göğsünün ortasına sıktım. Sesi birden kesildi. Son nefesini içine çekmek istiyormuş gibi, dudakları aralandı. Islak gözleri bana baktı hayal kırıklığıyla. Öldü. Dallarına geri dönen kuşlar tekrar uçuştular. Yerde biten lacivert çiçeklere kan bulaşmıştı. Baş ucuna gelip yere çömeldim ve silahı eline bıraktım. Kendimi tuhaf hissettiğimden dolayı, birkaç saniye başında bekledim. Belli belirsiz nefes alıp veriyordu, ona merhamet etmek demek; fişini hemen çekmek olurdu. Fakat bunu istiyor mu? Bazen, bazı insanlar acı çekerek ölmeyi tercih edebilirdi. Yaşadıklarını daha çok hissetmek için. Kaldı ki, ben... "Beni… beni bir t..avüzcüye göndermeye çalıştığını biliyor muydun?" diye sordum usulca. "Belki bilmiyordun. Peki. Hiç, umursadın mı? Ne bileyim, duraksadın mı? Bu deli herif bu kıza takık gibi, ne yapıyor ona diye düşündün mü?" ... Tahmin etmesi o kadar zor olamaz. Yalancılar. Hepiniz yalancısınız. Hepiniz geberin. Silahı Efe'nin avuçları bıraktıktan sonra ayağa kalktım ve sandığın başına geldim. Çantacıya giderken iki şahsi çıkarlı amacım vardı. Birincisi annem ile konuşup ona, onu öldüreceğimi söylemek, ikincisi ise dolandırıcı şerefsizlerin beni annemin arakladığı paralara ve mücevherlere götürmelerini sağlamak. "Karşıma çıkan herkes böyle aptal olacak mı?" diye mırıldandım. Eğer herkes böyle olacaksa işim kolay olacaktı. Karan belki de haklıydı. Dış dünyadaki herkes beyinsizdi. Gerçi aynı Karan... dönüştüğü kişiye dönüşmekten başka çaresi olmamış olduğunu da söylerdi sıklıkla. İçtiğinde. Ağlayarak. ... Keşke intihar etseydin. Ya da benle ölseydin. Sandığa biraz daha bakındıktan sonra tekrar yere çömeldim ve Efe'nin baş parmağını, telefonunun ekranına bastırıp kilidi açtım. Önce mesajlara baktım. Efe'yi muhtemelen Karan bulmuştu. Annemin kaçırdığı malların yerini öğrenmek için. Eh, Karan oldukça zekidir. Annemi neredeyse yakalıyormuş. Fark etmeden annemin hayatını kurtardım. İyi, canını ben alacağım zaten. Muhtemelen olay şöyle gelişmişti: Karan, annemden paranoyak bir şizofren olduğu için şüphelenmiştir ve onun para akladığını tahmin etmiştir. Sonra, takip ederek Hazar caddesindeki paravan çantacıyı bulmuştur. Fatih'in sağ kolu yaptığı beyinsiz Efe'yi manipüle etmiştir. Kendinin adamı olursa, ona ablasının intikamını almakta yardım edeceğine söz vermiştir. Efe de mal olduğundan bunu yemiştir. Ya da... Gözlerim Efe'ye kaydı. Çaresiz olduğundan mı Karan'ın teklifini kabul ettin? İntikam almak için o kadar mı çaresizdin? Senden başka hiç kimsenin önemsemediği birini kurtarmak için her şeyini feda etmeye hazır olmak. Masumluğunu ve insanlığını bile. O hissi bilirim. Her neyse, mesajlara dönelim. Benim çantacıya geldiğimi Efe ona bildirdiğinde Karan, annemin zulasının bulunduğu yere Efe'nin beni de bizzat kendisinin getirmesini istemiş. Hatta Karan, Efe'ye 'Muhtemelen Gülseren Şahin'in mallarını kontrol etmeye gittiğin sırada seni takip edecektir, paraları çoktan aldığı konusunda blöf yapıyor. Çok açık.' yazmış. ... Beni tanıyor. Efe'de, onun dediklerini yaptı bildiğiniz üzere. Karan'a da adresi iki saat sonra vereceğini söylemiş. Karan'ı resmen görmezden gelmiş. Kaşlarım hafifçe yukarıya kalktı ve alt dudağımı 'vay be' manasında dışarıya büzdüm. Yan gözle Efe'ye baktım, "Ne o? Malları sen mi alacaktın ha?" diye sordum ölüsüne. Öldü mü bilmiyorum gerçi. Ona sıksam mı bir daha? Hayır. Hak etmiyor ve istemiyor da. İstemediğini nereden biliyorum? Biliyorum işte. Efe'nin bu cüretkâr mesajının ardından Karan onu on defa aramıştı. Ama telefonun sesini kısıp kenara bırakan Efe, hiçbir aramayı görmemişti. O arada Efe'nin telefonunu araklamış ben ise, bu numaranın kime ait olduğunu biliyordum. Karan olur da yarın öbür gün bir şey olursa diye, tüm gizli numaralarını öğretmişti bana. Hepsini ezbere bilirdim. Sağ olsun. Neyse, bugün beklenmedik bir şeyler de olmuştu işte. Karan'ın annemin tefecisini bulduğunu ben bile bilmiyordum. Gerçi, Karan'ın benden bile sakladığı şeyler olduğunu biliyordum ama... Arama tuşuna bastığımda telefon ilk çalışta açtı ve Karan "NEREDESİN O.OSPU ÇOCUĞU?" diye gürledi. Telefonu hızla kulağımdan uzaklaştırdım. Tabi, bu tepki normaldi. Efe'nin, onu ben öldürmesem de çok uzun bir ömrü olmayacaktı. Yani, Karan gibi bir insanın sabrını öyle sınamaya çalışmak... Bir kere, Karan'ın çok kırılgan bir egosu vardı. Onunla böyle cüretkâr konuşup da hayatta kalacak insan sayısı bir elin parmağını geçmezdi. "NEYİNE GÜVENİYORSUN S..TİĞİMİN GÖTVERENİ!" diye gürlemeye devam edip, sinirle kahkaha attı ama sonra canı acımış olacak ki birden kahkahası kesildi. Öfkeyle derin derin nefesler almaya başladı. "Bana... Yerinizi söyle. Sana yemin ediyorum, eğer, eğer ki ona bir şey yaparsan... Sülalenin varlığını ortadan kaldırırım. Hiç yaşamamış, LAN VAR OLMAMIŞ OLURSUNUZ! Anladın mı beni, ha? Beni anladın mı?" dedi histerik bir delilikle. Sesinden acı çektiğini anlayabiliyordum. "Ameliyat mı olman gerekti?" diye sorduğumda, anında sesi kesildi. Nefesini tuttu. "...Eren?" diye sordu anlamayarak. Sesinde, bastırmaya çalıştığı inanılmaz büyük bir öfke vardı. Gülümsedim, zalim bir sesle, onunla dalga geçerek "Gerçekten s.kini mi kırmış?" diye sorduğumda iyice heyecanlandım. İlk başta bu, beni çok sarsmıştı ama artık ilahi adaletin yerini bulmasının verdiği zevke kapılmıştım. Cevap vermedi. Demek ki gerçekten kırılmıştı. Öfkesini bastırmaya çalıştığını biliyordum. Aklını kaybedecek kadar sinirlenmişti ama hasta yatağından çıkamıyordu. "Fena olmuş." diye devam ettim acımasızlığa aç bir tavırla. Donuk tutmaya çalıştığı, ama öfkeden boğuklaşan bir sesle "Niye? Şimdiye kadar onla geçirdiğin vakit sana yetmedi mi?" dediğinde, bu sefer ben cevap vermedim. Dişlerimi birbirine bastırdım, alt dudağım büzüldü. Çenem çukurlaştı. Ruhum ağlamak istiyor, ama ben asla ağlamak istemiyorum. "Endişelenme Eren, bir aya kalmaz seni doyururum." Gözlerimi kapattım, dehşeti göz ardı edebilirmişim gibi. Direndim. Sahici bir nefretten doğan, sivri dişlerimin; bir vampirin bile sahip olamayacağı kana susamışlıkla açığa çıktığı bir sırıtış oluştu dudaklarımda. "Ha," diye bir ses döküldü dudaklarımdan, küçümseyen bir tavırla. "Demek bir ay yataktan çıkamayacaksın." "Evet, şanslısın. Sen de biliyorsun değil mi bunu? Farkındasın?" Cıkladım. Nefret dolu bir sesle, her bir kelimenin üstüne basarak "Yok. Sen şanslısın." Dedim. Ciddiye bile almadı. "Ah... her zaman çok kibirliydin, Eren. Ama sorun değil, seni böyle seviyorum. Yanındaki p.ç kurusu nerede? Orada mı?" "Öldürdüm." "Sarı p.çi kastettim." Soğukkanlılıkla, "Telefonda konuşuyorum şu an onunla-" diyordum ki "EREN!" diye gürledi birden. Acı çektiğinden bağırmak istemiyordu ama öfkesini içine atmak, onun için daha büyük bir işkenceydi. Bir şeyleri devirdiğini ve sulu göz kızın çığlık attığını duydum. Demek kişisel hemşireliğini o kıza yaptırıyordu. "DALGA MI GEÇİYORSUN LAN BENİMLE? APTAL YARATIK! SEN-SEN NE B.K YEDİĞİNİN FARKINDA DEĞİL MİSİN? KİMLERİ KİMLERİ KENDİNE DÜŞMAN EDİNMEYE ÇALIŞIYORSUN HA?" diye bağırdı gür, sert bir sesle. Boğazı parçalanıyordu bağırırken, delirmişti. Kastettiği şeyi anlıyordum. Ben, Karan'ın kara kutusuyum. Malikanenin tüm geçitlerini biliyorum. Sakladıkları tüm senetler, diğer ailelere karşı var olan tüm üstünlüklerinin kaynağı... Eğer ki Arın Kor Aslan gibi bir adamdan güç alsaydım, bildiklerimle Şahinleri yok edebilirdim. Arın’ı bir kenara bırakın, yurt dışı ağı ile bağlantılı bazı mafyalar var şehirde… Şahinler ve diğer ailelerle ‘Bana karışma, ben de sana karışmam.’ kafası bir iletişimle kopuklar. Kara borsalar, ticaret sermayeleri, bahisler, uyuşturucu. Şahinler gaspçıdır, katildir ve Baykal’ın tüm insanlarının onlarla travmatik bir bağı vardır: ama bu bahsettiğim yabancı insanlar, teröristlerle bile anlaşıyor. Karan’da sus payını tıpkı babası ve diğer mafya aileleri gibi kabul edip, oturuyor yerine. Beni, bildiklerimle Adil Vedat dışarıda uzun süre yaşatmaz. Peki, Karan'ın bana bilgilerini verdiği diğer mafya aileleri? Onlara hiç girmeyelim bile... O yüzden, hala televizyonlarda aranan bir suçlu olarak gözükmüyorum zaten. Beni herkes aramıyor, çünkü Karan kaçtığımı saklamaya çalışıyor. Karan hiç özenli davranmamıştı bu konuda. Kara kutusuna kilit takamamıştı. Beceriksiz diye olmadı bu… O hep, bana anlattığı ve gösterdiği onca şeyle, beni dışarı da yaşatmayacaklarının farkındaydı. Karan kendisi var olsun ya da olmasın, bu mafya bokunun içinden çıkamayacağıma her daim emin olmak istemişti. Cevap vermedim ona ve onun korkularına. Üç buçuk atsın p.ç. Onun yerine, "Bizi nasıl bulmuştun?" diye sordum. Resul'un evini nasıl bulmuştu? "Başta Resul'un telefonundan buldun zannettim ama hayır, Resul'un numarası alt komşusunun üstüne kayıtlı. Bizi nasıl buldun? Bana çip falan mı taktın sen?" diye devam ettiğimde derin bir nefes aldı. "Takacağıma emin olabilirsin," diye geveledi sonra. "Onca zaman içine benden başka bir şey girmiş olsun istemediğimden yapmamıştım ama..." diye de devam etti, sanki çok romantik bir şeyi söylüyormuş gibi iğrenç yaratık. Ben umursamamış gibi tepkisiz kaldım. Konuşmaya devam etmesini beklediğimi anlayınca, kendi kendine sırıttı ve "Bu şehrin kimin olduğunu unutuyorsun galiba," dedi büyük bir zevkle. Dudaklarını yabanıl bir tavırla araladığını ve dişlerinin zalim bir parıldamayla parıl parıl parladığını görebiliyordum sanki. Hırıltılı bir sesle, "Benim yapamayacağım şey yok ki." dedi. En az on şey sayarım. Başımı onaylayarak salladım ve yalandan bir inançla, "Evet... O yüzden s.kin kırık bir şekilde yatıyorsun." Dedim. Karşıdan ses gelmedi. Derin bir nefes alıp, soğuk bir sesle, "Seni tek bir sebeple aradım Karan." dedim. "Arın'la bağlarımı kestim. Sahir'den sürülmüş biri, bana ancak ayak bağı olurdu. Yani, sen de onu rahat bırak." "Yanıma gelirsen düşünebilirim." "Oh, eminim." "...Kendin kendine acı çektiriyorsun. Her zamanki gibi kendin için iyi olanı anlamaktan acizsin Eren. Bazen düşünüyorum da... Seni o mahzen de daha uzun süre tutmalıydım. Hatta hiç dışarı çıkarmamalıydım." Kes sesini. Sesini kes. Kes. Kes. Kes ki, Allah kahretsin... Kes ki seni sevebileyim. Kes sesini de kim olduğunu unutayım. Kes sesini de eski zamanlardaki Karan'ı, güzelce hatırlayabileyim o…pu çocuğu. Başımı iki yana sallamaya başlamıştım kopsun istiyormuş gibi, farkında bile değildim. Durdum. Yutkundum ve derin bir nefes aldım. "Sahi bizi nasıl buldun? Ben de bir çip falan yoksa-" durdum kendi kendime. Karan bir an bekledikten sonra "Eee, sonunda anladın mı?" diye sordu keyifle. "Sinyal almayı kestiğimde, sen anladın sanmıştım. Yüzüğe ne oldu?" dediği sırada, onu dinlemeden telefonu yüzüne kapattım. Etrafa bakındım aceleci, panik halinde gözerlerle. Resul'un telefonundan Arın'ı aradım. İkinci çalışta açtı telefonu. Ben konuşamadan "Neredesin?" diye sordu tok, sert bir sesle. Gözlerim sandığa kaydı, sonra ölmek üzere olan Efe'ye. Dirençli çocuk. Bir de ben kalbinden vurmadım. "Seni ilgilendirmez. Arın, beni dinle. Benim bir yüzüğüm vardı, senin ceketinin cebinde kalmıştı hatırlıyor musun? Onun sayesinde bizi bulmuştu Karan. Sinyal kesildi dedi bana ama, ona güven olmaz. Yerinizi yine bulmuştur. Pub'dan hemen çıkın-" Arın sözümü keserek, "Zara o işi halletmişti." dediğinde, aklıma dün o kızın uğraştığı mekanik şey geldi. Demek yüzükle ilgileniyordu. Huzursuz hissettim kendimi, hoşlanmıyordum o kızdan. On altı yaşında ancaydı ama, çok tehlikeli olduğunu seziyordum. Onu daha önce görmüştüm bir yerde, hissediyordum bunu işte! Rahatlamaya karışık bir gerginlikle, "Anladım." diye geveliyordum ki tekrar "Neredesin?" diye sordu. Cevap vermedim, o ise "Yerini bana söyleyene kadar seni arayacağım." dedi. Tekrar ona gerçek bir cevap vermek yerine, bana karşı olan yapışkan tavrından hoşlanmadığımı ima eden sert bir üslupla, "S..tiğimin psikopatı gibi konuşma. İğrenç. İstediğim yere çekip giderim. Karışma. Hem sen benim sana gönderdiğim şeyi almadın mı?" diye sordum. Sert ve kaba üslubumdan dolayı gıcık olmuştu, kendi kendine bir şeyler homurdanmamak için kendini tuttuğunu anlayabiliyordum. En son ki soruma karşın daha fazla dayanamayıp, sinirleri bozuk bir tavırla güldü, "Sahir'e tek yön bileti mi? Gördüm." dedi. "O zaman git. Baykal'da kaldığın sürece Karan benim yüzümden seni takıntı haline getirmeye devam edecek. Bak, senin için hiçbir şey yapmayacağım-" “LAN APTAL APTAL KONUŞMA BENİMLE!" diye bağırarak sözümü kestiğinde irkildim. Kaşlarımı çatıp, telefonu kendimden biraz uzaklaştırdım. Dilimi damağıma bastırdım ona çığırmamak için. Önüme gelen bana bağırıyordu bugün. Annem, Efe, Karan, Arın... Sonunda dalacaktım birine son bulacaktı bu. ‘Lan’ ne demekti? Kime lan diyordu lan bu? Soğukkanlı bir ifade takındım yüzüme, şiddetin her türlüsüne alışıktım. Benim için sadece kimden geldiği beklenmedik olabilirdi. Düşünceli gözlerle telefona bakmaya başladım. Arın'ın sessiz, sinirli nefes alışverişlerini dinliyordum. O niye bu kadar öfkeleniyor ki? Toplasan, tanışıklığımız sadece otuz saatliktir. Arın ben düşünceler içindeyken, "Sen herhalde beni çok yanlış anlamışsın," diye konuşmaya devam ederek dikkatimi dağıttı. Kaşlarımı biraz daha çattım ve iyice kulak kesildim söyleyeceklerine. Ağzını tekrar açtı ve bir şeyler söylemeye başladı ki hemen durdu. Yutkundu, derin bir nefes aldı. Yanlış bir şey söylerse, telefonu kapatırdım ve bir daha asla beni bulamazdı. Bunu biliyordu anlaşılan. Bunu düşünüyordum. Beni asla bulamayacağını. Ta ki o, konuşana kadar. "Eren... sana yalan söylemeyeceğim. Seni görüyorum." Dedi gergin bir sesle. Yüzüm, aynı kızgın ifadede takılı kaldı ama içten içe şaşırmış ve korkmuştum. Etrafa bakındım. "Atma." dedim tedirgin ve kızgın bir sesle. "Sandığın üstünde oturuyorsun, ayaklarının dibinde bir adam var. Ölüyor, öldü belki de." Dediğinde, yanaklarım kızardı. Evet. Öldürdüm, bundan hiç gocunmadığıma da eminim. Satacaktı o beni! Ama... adresi Karan'a daha vermemişti de. Göz bebeklerim büyüdü, kalp atışlarım hızlandı beni yargılamasıyla. Amacı beni yargılamak değildi ama ben yargılanmıştım işte. İnsan öldürmemin çocuk oyuncağını olmadığını, o malikanede unutmuşum. ... Yavaşla kalbim. Buradan geriye dönüş yok. Ben Eren İpek Şahin'im ve bunun bir tedavisi yok. Yutkundum, "Eeee?" dedim ilgisiz tuttuğum soğuk bir sesle. “Nerede olduğumu sorarken benimle dalga mı geçiyordun o küçük aklınca?” Sinirli bir soluğu bıraktı burnundan, ithamlarımdan bunalmış gibi, “Küçük aklım senle dalga geçmeyi bile düşünemeyecek kadar işlevsizdi.” Diye geveledi. “Öyle yaptın ama.” Diye geri cevap verdim soğuk bir sesle. Küfretmemek için kendimi zor tutuyordum. Rahatsız edilmek istemiyorum. Hele de onun gibi, güçlü biri tarafından. Şahin, Aslan… özünde hepsi aynı bok. İtiraz kabul etmeyeceğini ima eden bir sesle, "...Yanına geleceğim." dedi. Hayır. Sinirliyken yanıma gelme. Güvenimi sarstın bir kere. Ben bir şey diyemeden -iyi bir aşağılama ve tehditte bulunacaktım- telefonu yüzüme kapattı. Anlık yükselen korkum, birden bana saldırmasının mantıklı olmayacağını -tüm paranoyak olasılıkları ele aldığımızda bile- onun da düşünebileceğini hissetmemle dinginleşti ama kaybolmadı. Bana neden vursun ki? Vurmak için mi malikaneden çıkardı? Ancak korku denen duygu, benim zihnimin dolambaçlı oyunları sonucu hep başka bir duyguymuş gibi dışarıya yansırdı. Korkum, önce iyi beslenir ve büyürdü içimde. Korkuyu, yenilgi hissiyatı kadar iyi besleyecek başka bir etmen yoktur. Ben bugün Arın, Karan ve annemle ile konuşmalarım sonucu hep yenilgi hissetmiştim içimde. Ve… Efe’yi öldürdüğüm içinde çok boktan bir yenilgi hissi vardı içimde. Bugün iki insan öldürdüm. Pişman değilim. Ama… Dışarı çıkmak beni nasıl biri olduğumla yüzleştiriyordu ve ben buna katlanamıyordum. Katlanamasam da elimden bir şey gelmemesi, yenilgi hissimi daha da güçlendirip korkumu besliyordu. Dolayısıyla sıkışıyordum ve sıkıştığında her çocuğun yaptığı şeyi yapıyordum. Kırgınlığımı ve korkumu öfke olarak yansıtıyordum. İçim inanılmaz bir öfkeyle doldu yanıma gelen tek insana, Arın'a karşı. Bu öfkenin asıl sebebinin o olmadığını biliyordum ama ona yönlendiriyordum işte. Derdi neydi bunun? Ne diye bana yardım etmeye çalışıyordu bu kadar? Acaba Karan'dan bir şey mi almaya çalışıyordu? Aslan ailesine geri dönebilmek için bir şeye mi ihtiyacı vardı? Hayır, eğer öyle amaçları olsaydı Arın'ın bu kadar dağınık ve tembel olacağını zannetmiyorum. Arın tüm bunlardan tamamen uzaklaşmış, kendi kendine takılan bir tipe benziyordu. Bana bulaşıp, kendini tüm bu pisliklerin içine geri çekmeye çalışmasının nedeni ne? Karmasını temizlemek için birini arıyorsa, o kişi ben değilim. Gözlerim Efe'nin yüzüne kaydı. Ölü ölü yatıyordu. Gerçi göğsü hala kalkıp iniyor gibi. Onu karın boşluğundan vurmuş olmalıyım. Karan... ben insan fizyolojisini iyi biliyorum. Bunu bilerek mi yaptım? Belki de... bilerek yaptım ki benim peşimden gelecek olanlar acımasızca, can çekişip kan kaybederek ölmelerini sağlayacağımı bilsinler istedim. Bakınız, Efe kan kaybından ölüyor. Efe'nin telefonundan sim kartını çıkarıp kırdım. Parmaklarım galeriye gitti, bir sürü saçma sapan fotoğrafı vardı. Resim çekmeyi bilmediği belliydi. Bazı arabaların resimleri, sokaklar vardı. Batan güneşi çok kötü çekmiş kamerası. Bazen köpekleri çekmişti. Bir kere o kaba elleriyle çiçek tuttuğu bir fotoğrafı çekmiş. Kimi zaman muhtemelen kızlarla flörtleşme maksatlı çektiği üstü çıplak fotoğrafları var. Bir boks kulübünde. ... Kızılcık'ta bilinen bir boks kulübüne üyeymiş. Boksörmüş ama, daha piyasaya çıkmamış. Ablasının ölümü üzerine ara verip Baykal'a gelmiş. Ablası ile olan bir resmine denk geldiğimde durdum. Benziyorlarmış. Dikkatle, yüzüne bakındım fotoğrafta. Tuhaf, suretini fotoğraflardaki gibi hatırlamıyorum. Gözlerim tekrar yüzüne kayacaktı ki yakınlardaki bir arabanın sesini duymamla hemen kendine geldim. Arın gelmişti. Arabayı Efe'nin arabasının önünde bir yere park edip indi. Etrafa bakındı, gözleri Efe'nin cansız -zaten ölüyor, ölü kabul edelim- bedeninden bana kaydı sonra. Bir şey demesini, yüz ifadesinden huzursuz olduğunu ya da üzüldüğünü görmek istedim ama hiçbir şey belli olmuyordu mimiklerinden. Belirsizdi. Tam karşıma dikildi. Sağa ya da sola değil, gözlerime bakıyordu. Birkaç saniye sessiz kaldı, onun Efe'nin ölümü ile alakalı bana bir şey deyip dememesini bekliyordum tuhaf bir merakla. Ama o, düz bir sesle "Cevabı buldum." dedi. Anlaşılan öteki konuda soğukkanlı kalıp hiçbir şey söyleyemeyecekti. Onun konuşmak istediği şeye gelirsek... Benim için cevap, senelerden evvel belliydi ama onu kırmak istemezdim. Gözlerimi kapatıp açtım yavaşça, "Söyleyebilirsin." Dedim üstten tavrımı olağanca nezaketime rağmen sürdürerek. Ne söylerse söylesin geri savuşturacaktım zaten. "Kendimi çok zor buldum. Seni ilk gördüğümde. Sana 'Şimdi, buradan gidelim.' dediğimde." diye başladı söze. Ancak devamını getirmedi, sustu. Kafasında çok fazla soru işaret vardı, bunu görebiliyorum. O halde onu, ben ve Karan'dan ayıran ne? Bizim gibi sersefil nasıl olmamıştı? "Şimdi gitmene izin verirsem, hayatı boyunca kafası karışık ve işlevsiz bir adam olarak yaşamaya devam ederim. Bunu istemiyorum." Bu halini, sersefil olarak yorumluyordu yani? Kendi şehrinden çekip gitmiş -ya da sürülmüş?- tembel ve dağınık halini? Yani… depresyon gibi bir şey yaşıyor olabilir. Karan’ın senin gibi olmasını ne kadar isterdim bilemezsin. Keşke geri dönmek yerine çekip gitseydi, senin gibi olsaydı. Onu bulurdum ve iyileştirirdim. O bunu yapamadı. Gitti ve gerçekten sersefil oldu. Beni de sersefil etti. Tek kaşımı havaya kaldırdım, "Peşimde dolaşmaya devam etmek isteme nedenin kendinle alakalı yani," diye sordum hoşnutsuz kalarak. Kollarımı önümde birleştirmiştim. “Rahatından sıkılmış, şımarık bir Sahir ucubesi dersem ileri mi gitmiş olurum?” Hafif çatık kaşlarıyla bana ve bir de üslubuma baktı. Onu bugün, pekâlâ birkaç kere gıcık etmiştim. Hem de sadece yarım saat içinde. Bence yüzüme iğrenmiş gibi bakıp arabasına binebilir ve s..tir olup gider? İdeal. Umurumda bile olmaz. … Onunla tanıştığımdan beri, sadece bakışlarıyla bile beni şaşırtmanın bir yollunu buluyordu Arın. Bana ve üslubuma baktıktan sonra, gözleri hafifçe kısıldı ve bakışları bir mana ile doldu. Sanki, çocukça davranmışım ve bu tür huylarım varmış gibi baktı bana. Kendince benim analizimi yapıyordu. Bakışları resmen, ‘Arada sırada salak salak konuşuyor, güvenmediği ve huzursuz ortamlarda.’ Diyordu bana. Alaycılığımın ve sivri dilimin altındaki kaynağı buluyordu. Alaycı ve sert yüzümü, tamamıyla bir donukluğa bıraktım. Geriye doğru bir adım atacaktım ve bu bir adım, pekâlâ güçlü bir metafor olacaktı. Konuşmaya başlayarak, hamlemi durdurdu. Sanki bir satranç oyunundaymışız gibi hissettim o an. Bana kendi hakkında bir bilgi verdi. "Küçümsenmeye dayanamıyorum, kendimden nefret etsem de." Bu bir satrançsa hangi taşı öne sürdüğünü anlayamamıştım. Dikkatimi çekemiyordu yeteri kadar. Kendinden neden nefret ettiği umurumda değildi çünkü. Benim sorunum değil. Küçük bir piyonu öne sürdüm. Çenemi yukarıya doğru kaldırıp, sert bir ifade takındım onun gibi. "Benim peşimde kuyruk olmaya devam edersen, hak ettiğin sözleri yapıştırırım." Neredeyse bir dakika, birbirimize o şekilde bakmaya devam ettik. Neden onunla karşı karşıya kaldığımı, daha birkaç saniye önce kafama koyduğum gibi onu başımın üstünden kovalamadığımı bilemiyorum. Sanırım, dış dünyaya çıktığımda ansızın yalnız kalmak tuhafıma gitti. Ya da kafamda ansızın canlanan o satranç masasını terk etmek istemiyorum. Beni, tam olarak neyin gerdiğini sezemiyorum da. Hayır diyemiyorum ona. Bilmiyorum. Sadece, kızmayı ve savaşmayı hatırlıyorum. Benim gözümde bir düşman ya da dost değil. Fakat birisi ve ben birilerini geri de öylesine bıraktığımda, gelecekte karşıma tekrar çıkacaklarından sakınıyorum. Arın en sonunda, gülümsedi. İçten bir dürüstlük taşıyan, güçlü ve olgun bir sese sahipti. "Bana kimse zarar veremez, endişeni oldukça sevimli buluyorum ama... Cidden, Karan'ın benim nazarımda bir tehlike olması mümkün değil." "Onu küçümsüyorsun." Yüz ifadesi ansızın sertleşti ve "Ona hak ettiği muameleyi göstermediğim doğru," diye homurdandı. Gözlerimin içine baktığında ne gördü bilmiyorum ancak birden sakinleştirdi kendini. Bakışları sağa doğru kaydı ve omuz silkti, bunu umursamadığını ima ederek. Birkaç saniyeye, yüzü, kaynağı belirsiz bir kasvetle aniden çöktü. "Civarda tek bir tehlike var." Dedi gizemli bir sesle. Zaten çatık olan kaşlarımı daha da fazla çatıp, gözlerimi şüpheyle kıstım. Silahımın kabzasını tutuşumu güçlendirdim. "Nedir?" diye sordum tüm ciddiyetimle. Bir an öylece durdu, ardından dudaklarında çapraz bir sırıtış belirdi. "Sensin." Dedi. Anlamayarak başımı hafifçe sağa yatırdığım sırada, şüpheli ve ciddi yüz ifademi koruyordum. Arın yüzüme baktıkça daha da memnun kalıyordu, anlayamadığım bir durumdan. "Elinde bir silah var ve beni vuracak gibi duruyorsun?" diye devam etti ellerini yukarıya kaldırırken. Seni vurmayı iki kere düşündüm sadece. Normalde, en az yirmi kere düşünürüm tamam mı? Dudaklarım aralandı, başımı iki yana sallayıp "Yok. Hayır-" diyordum ki üstüme doğru bir iki adım atıp aramızdaki mesafeyi kısaltması ile silahımı kaldırıp kalbimin üstüne tuttum. Elleri yukarıdaydı, teslim olmuştu. Parmaklarım, titremeye başladı. Onu öldürebilirim. İstemiyorum. Onu öldürmek istemiyorum. Benim için çok kibar biriydi. Her şeye rağmen. Karan, bir çeşit zaaf mı geliştiriyorum sence? Bana zarar verecek gibi duruyor. Gözlerim, silahı nişan aldığım kalpten, kalbin sahibine döndü. Arın... Bilgin olsun, hiç güvenilir durmuyorsun. Nasıl bu kadar gözü kara olabilir? Beni tanımıyor bile, sadece bir katil olduğumu biliyor. Öfkeli ve aşağılanmış bir katil olduğumu. Gözleri parlaktı, açık kahve gözleri çakmak çakmaktı. Yüzünde kendinden emin bir aydınlık vardı ve çok bilmiş bir tebessüme de sahipti. Gözlerimin tam içine bakıyordu, ikimiz de birbirimizi anlamaya çalışıyorduk ve her nasılsa, o buna daha yakınmış gibi duruyordu. Ya da daha istekliymiş gibi. Ne olduğumu düşünmenin onu bu kadar heyecanlandırması, tüylerimi ürpertiyor. Nefesimi tuttum, parmaklarım silahı daha sıkı kavradı. Tetiği çekmediğimi anımsayınca, sol elim yavaşça tetiğe yöneldi. Bu hareketimle gözleri yavaşça kısıldı. Kendinden emin tebessümü solmadı ama… onu tedirgin etmiş durmuyordum. Tetiği çekmemle ile üstüme doğru bir adım daha attığından, geriledim. Kork! Kork istiyorum! Ne kadar stres olduğumu ve gergin hissettiğimi, alnımdan dökülen bir ter damlasını hissettiğim ana kadar fark etmemiştim. Niye bu kadar düşünüyorum ki? Vurayım bitsin gitsin. İstemiyorum! Niye? Başını yavaşça öne eğmeye başladığında, yüzümün şaşkınlıkla gerildiğini fark ettim ve kaşlarımı tekrar çattım. Önemsemiyordu, kafa karışıklıklarım onu biraz olsun bile bağlamıyordu sanki. Doğru kelime mi bu? Arın'ın yüzündeki gülümseme, yerini sakin ve düşünceli bir ifadeye bıraktı. Dudakları düz bir çizgi haline gelmişti. Ağırlaşan kirpiklerinin altında, açık kahve gözleri rengini koruyordu. Sakin, derin bir sesle, "Bir kuyruk çok da önemli olmamalı, değil mi? Biraz kalmama müsaade et." Dedi. ... Neredeyse üç dakika boyunca düşündüm durdum. Düşüncelerimin hiçbiri onunla alakalı değildi. Hepsi ama hepsi, Karan ve dış dünya arasındaki tuhaf yanılsamalar, tedirginlikle alakalıydı. En sonunda, sorumluluklar idealiyle baş başa kaldım zihnimde ve ne yapacağımı bilmediğimi fark ettim. Biraz… zamana ihtiyacım vardı. Her şeyi yerli yerine oturtmak için, birkaç güne ihtiyacım vardı. Ceketini yavaşça çıkarıp üstüme bıraktığında, karşı koymadım. Hala kalbine nişan alınmış duran silahı görmezden gelerek hareket ediyordu. Ceketin yakalarını önümde birleştirip, omuzlarımdan düşmesine engel olduğu sırada, "Arabaya geç, sandığın içindekileri bagaja yerleştireceğim." dedi. O geri zekalı olduğundan silahı önemsemiyordu ama ben patlamasından endişe ediyordum. Silahı indirdim. Arın, sandığa doğru yol almıştı. İçinden çantaları çıkardığı sırada, konuşmaya devam ettim. "Puba dönmeyelim." Durup bana döndü elindeki iki çanta ile. "Dönelim." "Hayır-" dediğim sırada "Bir güzergaha ihtiyacın yok mu?" diye sordu sözümü keserek. Aynı anda, içi para dolu çantaları arabasına doğru getiriyordu. Onu izlerken, sinirim bozuldu ve endişelerim tavan seviyeye ulaştı. "Sen sahiden ciddi misin?" diye sordum bir aptala kızıyormuş gibi sert bir sesle. Oyun mu zannediyordu Arın benim söylediklerimi? Ciddiye mi almıyordu beni? Sahir'de değil, Baykal'daydı ve bu fark onun nazarında nasıl bu denli etkisiz kalıyordu? "Bu iş şakaya gelecek bir şey değil. Kuyruk-" Arabanın içine çantaları bırakmıştı, bana döndü ve sabrı taşmış, biraz yüksek bir sesle "Eren ben dün doğmadım." diyerek sözümü kesti. Sesi sert değildi ama uyarılarımdan sıkıldığı belliydi tonundan. "Bana çocukmuşum gibi davranmayı keser misin?" diye devam etti. Sinirle güldüm. "Olmadığını biliyorum, emin ol." Dedim imayla ve dişlerimin arasından "Bana takip cihazı takmış olmandan belli." Diye devam ettim. Tekrar sandığa doğru yol almıştı, konuşmam üzerine durdu ve bana dönüp "Resul'le telefonları bağlamıştık. Onun telefonun sende olması bana da sürpriz oldu." Dedi. Sesindeki imadan, bu sürprizden nefret ettiği seçilebiliyordu. Duraksadım, bakışlarımı öne eğdim. Ölen arkadaşının eşyasını çalmıştım, bunun ne kadar adice bir hareket olduğunu şimdi anca hissediyordum. Arın sandığın başına geldiği sırada, durup "Buraya geldiğim andan beri takip cihazı taktığımı mı düşünüyorsun?" diye sordu ciddiyetle. Omuz silktim, bakışlarımı o hariç her yere değdirdim ve "Emin hissedemiyordum." Diye mırıldandım. "Kanıt bulup vuracaktım seni, ya da sen arkanı dönüp gidecektin ikna olup." Kaşları hafifçe yukarıya kalktı, "Sen, gitmeme izin verecektin öyle bir durumda. Öyle mi? Doğru mu anladım?" diye sordu şaşırarak. Sinirli bir ifade takınıp ona döndüm. En ufak yanlışta birilerinin nefesini kesecek biri mi sanıyor beni? Seni bir kereye mahsus görmezden gelecektim. Çünkü sana borçluyum. Ona kızgın kızgın baktığımda, tekrar anlayamadığım bir sebeple yüzüme baktıkça keyfi yerine geldi. Hafifçe sırıtıp, önüne döndü. O eşyaları yerleştirdiği sırada, sakin bir şekilde Efe'yi izliyordum. Karın boşluğundan vurmuştum, vurulmasının üstünden neredeyse bir saat geçmişti. Tuhafıma giden, bir boksör olan onun bana biraz bile karşılık veremeden can çekişir hale gelmesi. Karşısında tekrar çömeldim. Kurşunun içeriye girmemiş olması ya da hafifletici bir şeyin var olması mümkün müydü? Neden... Bir eli hala sıcak. Kazağını hafifçe araladığım sırada, Arın'ın adımı seslendiğini duydum. "Eren," dedi, sesini bana duyuracak kadar yüksek bir şekilde. Ayağa kalktım, arabaya bindim hiçbir şey demeden. Isıtıcıları çalıştırdı. Araba yol almaya başladıktan birkaç dakika sonra, "Şunu bilmeni isterim ki, kısa süreliğine kuyruk gibi peşimde dolanmana izin vereceğim. Seni izliyor olacağım." dedim. Cevap vermedi. "Dediklerin beni hiç tatmin etmedi. Bil ki, benimle karmanı temizleyemezsin." diye devam ettim. "Onu çok iyi anlatmıştın zaten." dedi imalı bir sesle. Ona pubdayken söylediklerimi kastediyordu. Ailesinden, Resul'den vurmaya çalışmıştım. Kaşlarını çattı, soğuk bir yüzle bana bakıp "Öyle bir derdim yok, ölülere saygım var." diye devam etti. Kesinlikle annesini kastetmişti. Ama bu işe burnumu biraz daha sokarsam sert bir karşılık alacağımı seziyordum simasından. Önüne döndü ve arabayı sürmeye devam etti. "Efe'nin cesedini bıraktık." dediğimde, bunun hakkında konuşmak istediğimi anlamıştı. "Sorun olmayacağını biliyorsun," diye karşılık verdi. Beni avutmayacaktı, iyi yaptın falan demeyecekti. Korkmayacaktı da benden. Belirsiz tavrı, kışkırtılmamın önüne geçiyordu. Telefonunu eline alıp birilerine mesaj attığını görünce, şüphelenerek "Kimle mesajlaşıyorsun?" diye sordum. Hiç duraksamadan, "Mehmet Amca ile," dedi. "O kim?" diye üstelediğimde kaşları hafifçe çatıldı, bana döndü. Meraklı ve şüpheli yüz ifademe birkaç saniye bakındı. Sanırım, beni biraz daha iyi anladı. Korkularımı, şüphelerimi, paranoyalarımı. "Resul'un defin işlemleri ile ilgili bir mesele, önemli değil." Diye açıkladı kendini o tatlı, olgun sesiyle. ... Korksa, yabanıl bir tavır takınıp iyice körüklerdim ateşi. Kızsa bana, kavga ederdim. Hak verse, kabullenirdim. Ama o hiçbir şey yapmıyordu. Belirsiz kalıyordu her defasında. Topu bana atıyordu. Sanki ne yaparsa yapsın tatmin olmayacağımı bilirmiş gibi. Yarım saat sonra, orman yolundan çıktığımız zaman; pespembe ağaçlarla süslenmiş dümdüz bir caddeye geldik. Bahar Baykal’a hep geç gelirdi, mart ayında başlaması gereken ılıklık; çiçeklere düşmesi gereken cemreler anca Nisan ayı ortasında etkisini gösterirdi. Ama bu cadde de, bahar erkenden gelmişti. Arabanın camını açıp, dallardan şöyle bir tane kopardığımı hayal etsem de asla yapmadım. Cadde bitti sonunda. Bahar... geçip gitti. Dışarısı, malikaneden uzaktaki hayat, insan yaşamı hakkında tekrar kafamı karıştırdığından beni yoruyordu. "Arın," diye mırıldandım. "Efendim?" "...Ben hiç pişman değilim. Çünkü o, beni Karan'a satacaktı." "... Anladım." "Ama, daha adresimizi vermemişti. Bana benimle olmayı tercih ettiğini, benimle hareket edeceğini söyledi." Bir şey demedi. "Kafam karışık değil. Pişman değilim. Böyle de ister misin benimle kalmayı? Beni iyice anladığından emin misin?" diye sorduğumda, kırmızı ışık yandığından dolayı araba yavaşladı. “Ben insanları öldürüyorum. Kötü birisiyim.” Diye kendimi daha da iyi açıkladığımda, yüreğimden bir şeyler kopuyormuş gibi hissettim. Bu gerçek, kendi ellerimle seçmiş olmama rağmen nasıl hala yakıyordu canımı? Hiç utanmıyor muydum üzüldüğümü söylerken? Kötü insanları öldürüyor olsam bile… insan öldürdüm. Bu gerçeği gömüp, Arın gibi yeni bir hayata başlama düşüncem de asla yok. Onu bu yüzden biraz kıskanıyorum, muhtemelen geçmişinde insan öldürmüştür ama her şeyi geri de bırakıp Baykal’da insan gibi yaşamayı öğrenmeye çalışmış. Başarmış. Benim bir yolum var ve kanlı, sonu da tartışmasız sonum; ölümüm olacak. Ses etmediğinden, yolu izlemeyi kesip ona döndüm. Yoldan ayırdı gözlerini, yan gözle bana baktı. Birkaç saniye sessiz kaldı. Ne düşünüyordu seçemiyordum. İstediğim şey, 'Hayır.' Demesiydi. Ancak o, evet ya da hayır demedi. Bambaşka bir cevap verdi. "Bir dahakine birlikte emin oluruz, ne yapmamız gerektiğinden." Deliliğime kimse kefil olamaz. Hiçbir şey söylemedim, o da 'Tamam' dememi beklemedi. Araba yolculuğu sessizce devam etti. Onunla, onun istediği gibi puba dönüyordum. Kendi bildiğini okutmakta bir yeteneği mi vardı yoksa ben mi izin veriyordum? Her şey allak bullak oluyordu, belki de pat küt dışarı hayatına dalmamalıydım öyle. Yanımdaki adamla birlikte, gizli güzergahım olarak seçtiği yere dönerken; ondan çok uzaklara gitmek istediğimi düşündüm durdum.
Telefonun aniden yüzüne kapatılması ile, beyni çalışmayı durdu. Eğer tek bir nefesi içine ilk on saniye de çekseydi muhtemelen masanın kenarında duran bardağı alıp, sulu göz hemşire kızın kafasında kıracaktı. Bu yüzden kendini tutabilmek için gerçekten de büyük bir emek sarf etti. Az biraz kalan vicdanından dolayı, acıyordu sulu göz kıza. Doktorun baskısıyla kararlaştırılmış, uyluklarına yapılması gereken masajı -Karan'a göre oldukça aşağılayıcı bir masaj- bir fizyoterapist yapmalıydı. Eh, Şahin malikanesinde hemşirelik; fizyoterapist olarak çalışmaktan daha fazla kazandırıyor diye burada işe başlamış sulu göz hemşire kızın üslenmesi gereken görev dünden belliydi. En başından beri dokunsalar ağlayacak gibi duran genç kız, Karan'ın telefonda bağırması ve komodinin üstündekileri atmasıyla gerçekten de gözlerinden akan yaşlara hâkim olamamıştı ve dudaklarından korkak, küçük bir çığlık dökülüvermişti. Şimdi, Karan'ın telefonu kapatmasının üstünden iki dakika geçmiş olmasına rağmen; hala geri çekildiği noktada duruyor ve korku dolu gözlerle Karan'a bakıyordu sulu göz hemşire kız. Karan, gözlerini kapatıp derin bir nefes çekti içine. Kızı kovmak istiyordu ama üç hafta içinde ayağa kalkmazsa gerçek bir cinnet geçireceğini bildiği için bu utanç verici masaja ihtiyacı vardı. Eren... keşke burada olsaydı. Ona bu kadar dokunmasına izin vereceği tek bir kadın olmalıydı hayatta. Sert bir sesle "İşine bak." dedi. Sulu göz hemşire minik minik adımlarla yanına geldi tekrardan. Karan'ın sinirden dolayı bedeninin her bir yanı ateşler içinde kalmıştı. Adamın uyluklarına soğuk elleri değdiğinde Karan'ın yüzü kasıldı. Bunu biliyor olmasına rağmen, gözlerini kaldırıp da Karan'a çevirmedi sulu göz hemşire kız. Bir zalime bu kadar yakın olmak kızı ürkütüyordu. Üstelik, Karan'ın bu durumdan en az kendisi kadar rahatsız olduğunun da farkındaydı. Onun gibi bir adam sedye yatağında, genital bölgesini bir bezle örtmüş şekilde kendine masaj yapılmasını bekliyordu. Penisi kırıldığı için. Eğer kızarık gözlerini kaldırıp onun yüzüne bakarsa, adamın kendine bir yumruk çakacağından emindi. Ellerinin titremesini bastırmaya çalışıyordu. Tek bir hıçkırık boğazından dökülsün ve Karan onu dövmeye başlasın. Ya da... daha kötüsü. Karan kasıldıkça, kasılmasının Eren'i bir anda buraya getirmeyeceğini anlayarak, derin derin nefesler almaya başladı sakinleşmek için. Başını arkaya yasladı. Şu anki utanç verici vaziyetinden daha da önemli olan bir şey vardı. Eren... Kafasından ne geçiyordu bu kızın? İçi huzursuzlukla doldu. Eren'i, Adil Vedat'ın gözüne batmadan geri almalıydı. Kızın durmayacağını biliyordu. Yapısı gereği, Eren kaçıp da başka bir ülkede kendine bir hayat kurmaya çalışacak biri değildi. Kendini geride bırakamazdı Eren, Karan'ın da onunla gelmesine asla izin vermeyeceği için... Kıkırdadı, içine tatlı bir nefes çekip "Sence de çok olağan üstü değil mi?" diye sordu. Sulu göz hemşire cevap vermedi. Parmakları daha da hızlanabilirmiş gibi hızlandı. Karan gözlerinin daldığı anonim noktaya bakarak, Eren'in neler yapabileceğini düşündü. Gülümsedi, "Evet, bana ondan iyi bir eş olamaz." diye geveledi. Kendisi bu şehrin Prens'iyse, Eren'de Prenses'iydi. Bundan emin olarak bu yaşına kadar gelmişti her zaman. Ama... Eren'in sıra dışı bir isyankâr olma çabasını da hoş görüyle karşılıyordu. Ona göre, bu kız için bir staj olabilirdi. Fakat babasının ve diğerlerinin Eren'i rahat bırakmayacağı fikri aklını oynatmasına neden oluyordu. Bu yüzden, Eren'in az daha ellerinden kayıp gittiği ilk gün; Arın'ı vurduğu zaman artık hiç beklemeden nikahı kıymaya karar vermişti Karan. Kendi karısı olursa, ona zarar vermeye çalışmadan önce üç kere düşünürdü insanlar. Babası bile. Ancak aptal kız, kaçıp gitmişti işte. ARIN'LA! Kaşları tekrar çatıldı ve burnundan vahşi bir nefesi çekti içine. O p.ç... Dün, Arın'a sapladığı şırıngadaki zehri ona iyice geçirememişti. Eren yüzünden dikkati dağılmıştı. O…pu çocuğu Arın'da, Eren ve Karan aşk sohbeti yaparken(!) fırsat bilip ayaklanmış, kendi boynundan çıkardığı şırıngayı Karan'a saplamıştı. Şırınganın pistonuna basıp, zehri Karan'ın kanına karıştırdıktan sonrasını zaten herkes biliyordu. Ağzına sıçıp, erkekliğini kırmıştı. Sol elinde sakatlık kalacaktı: tüm parmakları kırılıp, üstüne bileği de kırılmıştı. Ön iki dişi kırılmıştı, ameliyat olmadan kimseye açmayacaktı ağzını. Omuzlarında da çatlaklar vardı, şükürler olsun ki, ciddi bir hasardan önce Arın durdurulmuştu. Düşündükçe kontrolünü elinde tutması zorlanıyordu. İstemsizce sol gözünü kırptı ve histerik bir tavırla omuzları yukarıya kaydı. Dün sinir krizi geçirdiğinden ve ameliyatı zorlaştırdığından ona ağır bir sakinleştirici daha vermek zorunda kalmışlardı. Öyle ki hala kendini uyuşuk hissediyordu az biraz. Kabul etmek istemese de adil bir dövüşte Arın'a yenileceğinin farkındaydı artık. Bu zoruna gitse de Karan kendisini kendi yapan şeyin sadece dövüşebilmesi olmadığının farkında olan biriydi. Hala ondan iyiydi! Hala onu yok edebilirdi! Daha zekiydi bir kere. Ve kendisi, ailesi tarafından sürgün edilmemişti. Gerçi... Arın'ın sürgün edildiğinin doğru olmadığını da öğrenmişti. Kendisi çekip gitmiş Aslan ailesinin evinden. Hala araştırıyordu Arın'ın geçmişini, kimse boş yere öyle bir evi terk edecek kadar delirmezdi. Sakin düşüncelerinden(!) ve planlarından aniden sıyrıldı aklı. Sulu göz hemşire kızın çenesini sağ eliyle kavradı birden. Kız korkuyla nefesini tutup geri çekilmeye çalıştı ama Karan'ın sağ elini kendine doğru çekmesiyle, kız istemsizce Karan'a doğru yaklaştı. Sonuna kadar açılmış, koyu kahve gözleriyle kızın gözlerinin içine baktı. Korkudan, sulu gözün göz bebeklerinin nasıl da büyüdüğünü seyretti ilk üç saniye. Donuk, korkutucu bir sesle "Beni görmezden mi geliyorsun sen?" diye sordu. Kız tuttuğu nefesi veremiyordu. Korkutan kaskatı kesilmişti. Karan onun nasıl korktuğuna, ne kadar da çaresiz olduğuna bakındı. Evet, karşısında insanların aynen böyle kalması gerekliydi. Başını yavaşça, kendi kendini onaylayarak sallarken gözleri kızın yüzünde gezindi hızla. Korkutucu bir kibirle dolu sesiyle, "Evet, aralarında en akıllı olan sensin." diye geveledi. O zaman sulu gözün gözlerinden tekrar yaşlar akmaya başladı. Ellerini Karan'ın sağ eline getirmek için havaya kaldırdı ama adamı üstünden çekmek için kıpırdayacak bir cesaret bile yoktu onda. Sadece, daha fazla nefessizliğe dayanamayıp Karan'ın sıktığı çenesi yüzünden; dudaklarını az biraz aralayabildiği kadar aralayıp titrek bir nefes çekti içine. Karan'ın sert, soğuk ve kasvetli bakışları hiç değişmedi. Ama gözlerindeki o vahşi parlama söndü. "Adın ne senin?" diye sordu düz bir sesle. Kız yutkunmak istedi ama yapamadı. Çenesi çok acıyordu. "L-Leyla." dedi titrek, ince ve çatlayan bir sesle. Ona yalvarmak için bile konuşacak cesareti yoktu. Tek dileği bu odadan çıkmaktı. Ne kadar ihtiyacı olursa olsun... Daha fazla bu işte, bu evde kalamazdı. Odadan çıktığı gibi istifasını verip gidecekti. Hayır aslında, istifasını e-posta olarak atardı. Hemen gidecekti buradan. Karan'ın elleri gevşedi. Bir an daha ona öyle, korkunç ve kasvetli bir ifadeyle bakmaya devam etti. Her an yumruğunu sallayabilirdi kıza. Leyla geriye doğru adımlar atma isteğini zorla bastırıyordu. Karan birden saçlarını kavrarsa... Eren'in yerine tek bir an geçmenin hayali bile korkunçtu. Dehşet uyandırıyordu onda. Burada yeni olmasına rağmen, kızın başına gelenlerle alakalı epey hikâye işitmişti hizmetçiler tarafından. Leyla'yı Karan'ın yaptıklarından bile daha fazla dehşete düşüren bir şey varsa; bu da herkesin kötü taraf Eren'miş gibi hikâyeyi anlatmasıydı. Buradaki herkes deliydi. Karan boğuk bir sesle "Dışarı çık." dediğinde kız dediğini ikiletmeden arkasını döndü ve neredeyse koşarak çıktı odadan. Doktor kapıda bekliyordu. Sinirlenerek "Ağladın mı?" diye sordu. Bu saf kızın diğerlerinden az biraz daha farklı olması, genç doktorda; onun gibi açgözlü birine abes kaçan bir şefkat hissi uyandırıyordu. Kız başını iki yana sallayıp geçip gitti doktoru. Gidecekti buradan! Bitti! Bitti! Tabi, gidebilirse. 𓆨 |
0% |