Yeni Üyelik
20.
Bölüm

[14] Bir saniyeliğine inanabilirsin.

@yazarjose

Sevgili okurlarım, oy ve yorum da bulunmayı unutmayın. Unutmayın, sizlerin yorumları benim gücüm ve motivasyonumdur:3

Eren İpek Şahin

Çoğumuzun çocukluğu bitti ama,

Hayal kırıklıkları, birbirimize uzanmamıza hep engel kaldı.

Çünkü…

Soğuktan yanan,

Artık sıcaktan da korkardı.

 

Nefret onu yakınca, şefkatin ısısını da yangın sandı.

 

"Gittikçe küçülüyorum."

Geri döndüğümüzde hava çoktan kararmıştı. Arın buna rağmen, pubdan bir sokak öteye park etti arabayı. Arabanın tuşlarına bastığı sırada araba koltuğuna yasladığım sırtımı doğrulttum, Arın'a dönüp "Sandıktakileri nasıl taşıyacağız?" diye sordum. Açıkçası hepsini kendim taşırım birkaç turda, ama yanımda kalacaksa bir işe yarasın değil mi?

Beni tatmin edecek bir cevap vermediği gibi sinirlerimi bozacak bir cevap verdi. “Bodruma mı getireceksin?” diye sordu, sanki bir hata yapıyormuşum gibi.

… Doğru da söyledi. Güvenli bir yere saklamalıydım paralarımı.

Ben bir şey diyemeden, “Yarın karar veririz nereye saklayacağımıza.” Dedi ve düşünceli bir tavırda, uzaklara kayan bakışlarımı kendine çevirmiş oldu böylece.

Gıcık. Ona gıcık olmaya başladım. Patronluk taslıyor gibi hissediyorum.

Kaşlarımı çatıp bozuk bir bakış attım ve arabadan aşağıya indim.

Sokağa adımı atar atmaz, havanın ne kadar soğuk olduğunu iliklerime kadar hissettim. Keşke atar yapıp, Arın’ın ceketini arabanın içine bırakmasaydım.

Arabanın içi sımsıcak olduğundan, dışarıya çıkar çıkmaz soğuğun bedenime işlemesi birden buz devrine düşmüşüm gibi hissettirdi. Dişlerimin birbirine çarpmasına engel olmak içi dudaklarımı birbirine bastırdım. Dudaklarımın büzülmesinden nefret ettiğimden dolayı, dudaklarımı ince bir çizgi halinde iki yana uzattım. Mimikler konusunda bazen özürlü olabiliyorum. Fakat sorun değil, şu an kimse yüzümü görmüyor.

Arın iki adım arkamdan geliyordu, ona güvenmediğimden değil ama -ki kesinlikle güvenmiyorum, bu ayrı bir mesele- bir başkasına işimi emanet etme fikrine alışamadığımdan, başımı arkaya çevirip etrafta birileri var mı diye kontrol ettim. Ki, vardı da. Merdivenlerin sonuna, ara sokaklara, kafelerin önüne yığılmış geneli erkek insanlar. Kimi zengin, kimi fakir, kimi suçlu, kimi korkak. Hepsinin ortak yönü ise, Baykal'ın bu karanlık sokaklarına gece gece çıktıklarında, içlerinden geçen; heyecan verici, kalplerini hızlandır bir fikirdi: Bu gece suç işlesem, nasıl olur?

Sıradan insanların, vahşete olan korkusu; tamamıyla kendi başına bir şey geleceği güdüsünden kaynaklıdır. En azından, hayatın bana gösterdiği buydu. Ben de bu bilgiyi kalbim kırılsın diye kabul ettim, hayal kırıklığına uğramayayım diye de anlayış gösterdim. Evet... Böyle.

Ama...

Öte yandan güçlü bir ruhla doğmuş insanların; en az kendileri kadar değerli olan ‘canların’ kıymetini bildiğine de inanıyorum işte. Hala, böyle insanların varlığına inanıyorum. Sadece çok uzaktalar. Belki de sadece ‘idea’ olarak varlar ama elle tutulur bir görüntüleri yok?

Karan’ı da güçlü bir ruh zannediyordum. Fakat… Hayatı, bize empoze edilmeye çalışıldığı gibi öğrenmemin önünde bir engel, bir duvar gibi dikilen o küçük çocuk; bana empoze edilmeye çalışılan karanlığın ta kendisi oldu. Beni kendi kiriyle sarmak için de elinden geleni yaptı.

Karan'a hayat tam olarak ne gösterdi? Ki o da bu öğretiyi aldı, kabul etti ve hıncını benden çıkardı? Ona, neyi böyle gösterdi? Ne inancını kırdı? Çünkü biliyorum, o da eskiden benim gibi güçlü ruhların varlığına inanırdı.

Bize empoze edilmeye çalışanların hepsini, en sonunda kabul etmek zorunda mıydı? Ondan en çok bu yüzden nefret ediyorum.

Ancak bende… hayatı tüm acımasızlığıyla olduğu gibi kabul ettiysem ve hiç acımadan Efe gibi basit bir serseriyi bile öldürebiliyorsam, ben de Karan gibi miyim? Ben de...

"Sen ve o, ikiniz aynı kumaştansınız." demişti annem.

Kafama hafifçe bir şeyin atılmasıyla dikkatim dağıldı. Yüzüme çarpan kumaşı ellerimle yakaladım yere düşmeden. Kimin attığına bakmak için kaşlarımı çatıp sert bir ifade takınarak önüme baktım. Ama önümde değildi. Hemen sol arkamdaydı. Bir adımlık mesafe bile yoktu aramızda. Her zamanki gibi rahattı ve ne düşündüğünü anlayamadığım bir yüz ifadesine sahipti. “Senin bu atarını giderini ne yapacağız?” diye sordu tatlı, olgun bir sesle.

Hiçbir şey. Seni ilgilendirmiyor ucube.

Düşüncelere dalıp gittiğimi, öylece durduğumu fark ettiğini düşünürsek… buradaki ucube aslında bendim. Arın, bu konuda hiçbir şey demeden yürümeye başladı.

"Eşyalarını bana taşıtamazsın. Yere atacağım-" dediğim sırada, omzunun üstünden bana baktı ki sustum. Mimikleri o kadar etkiliydi ki kendi cümlemi kendim kestim. Bir şey diyeceğini ya da isyan edeceğini sanmıştım ama öyle bir şey yapmadı. Eli, başımın arkasını kavrayıp beni öne doğru yürümeye zorladı. Sol elimle eline vurup, "Zaten yürüyorum," dediğimde "Şşt," dedi, artık kızarak.

"Giy ceketi."

"Şu ilerideki çöpe atacağım."

"Atabilirsin, ama bilgine gidip sen çıkaracaksın." dediğinde durup yine ona sert bir yüzle baktım. “Ya da parasını da verebilirsin.” Diye devam etti konuşmaya. Acımasız ve pis bir şeyler söyleyecektim, sadece tam olarak ne söylersem canını harbi yakıp onu bozacağımı seçmem gerekliydi. Çünkü, şimdiye kadar Arın'ın bildiğim en büyük yarasını deştikçe deşmiştim zaten. Tepki bile vermiyordu bana.

Bu havalı bir şey galiba.

Gözlerine bakarak daldığım sorgulamalardan ayrılmamı sağlayan şey, elimdeki ceketi alıp, omuzlarıma bırakması oldu. Kaçınmadım, çöpe atacağımı zaten söylemiştim. Çöpe attığımda görürdü dediğimi yapacağımı. Donuk tutmaya çalıştığı, ama muzipliğini ayırt edebildiğim bir yüzle ve sesle, "Hastalanırsan sonra bir de senin iyileşmeni bekleyeceğiz. Yarın öbür gün seni kurtarmak için risk almak istemiyorum. Bana ayak bağı olma diye." dedi.

Eğer bunu normal şartlarda söyleseydi, muhtemelen öfkemi kontrol edemezdim. Ama sesindeki imadan da anlıyordum ki, bu birkaç saat öncesinde, telefonda ona söylediklerime geri göndermeydi. Doğru, aynen bu cümleleri kullanmıştım ona. ‘Bana ayak bağı olma.’ demiştim.

… Kindar mı biraz? Şaka yapıyor gibi duruyor ama sanki alttan alta bir göndermeli.

Ağırlaşan kirpiklerimin ardından ona bakmaya devam etmem uygun gözükmedi zannımca. Düşünceli gözlerimi Arın'dan önüme çevirdim. Omzuma kolunu attı ve tekrar yürümeye başlamamızı sağladı. Ne yaptığını anlamak için birkaç saniye sessiz kaldım. Beynim çalışmıyordu.

Tetiklendim mi? Bilmiyorum. Korkuyorum ama bana zarar vereceğinden değil de zarar vermek isteyeceğinden daha çok korkuyorum. Niye böyle yapıyor? İstemiyorum. İstemediğimi hissetmiyor mu? Belki de o aslında hiçbir şeyi hissetmiyor ama ben hissettiği hakkında kendi kendime düşünüyorum. Adım atmak istemiyorum. Durmak da istemiyorum. Bir şey söyleyeyim, bana yardım etsin. Yardıma ihtiyacım yok benden uzak dursun. Bana yardım mı ediyor şu anda acaba? Tıpkı o zamanki gibi? O kutlama gecesindeki gibi-

"Dejavu oldum." Dedi birden. Rahat bir tavırla.

………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..

Deli gibi gözükmemeye çalış, Eren. Normal davranmaya çalış.

Normal olmayan o! Benden uzak durmalı. İtfaiyeci, itfaiyecilerin sınırlarını düzgün bilmez mi? Git git git.

Şşşt. Sus şeytan.

Deli gibi gözükmemeye çalış, Eren. Normal davranmaya çalış!

İyice somurttum ve bakışlarımı omzumun üstünden sola çevirip, ona yine ve yine kızgın bir yüzle baktım. Geri zekalı herif, Karan'ın onu silahla vurduğu anı ciddiye bile almıyormuş gibi konuşuyordu.

Başını önüne çevirmişti, ilk gözleri bana kaydı, sonra omzuma attığı sağ kolu boynuma doğru yaklaştı: sağ avucu, tıpkı o kutlama gecesindeki gibi başımın arkasını buldu. Yüzünü bana çevirdi. Muzip bir gülümsemeyle baktı, "Ne oldu bir kızdın sanki?" dedi. Donuk bir ifadeyle bakmaya devam ettiğimde, o gecenin bizim için talihsiz ilerlediği gerçeğini değiştiremeyeceğini o da anladı.

Dudaklarını birbirine bastırıp yüzündeki sahte gülümsemeyi büyüttü, sonra benim tepki vermeme fırsat bile vermeden, alnımı öpüp hızla tekrar doğruldu ve başını öne çevirdi. Yüzünü birden donuk bir yüze sokmuştu.

Sağ elim afallamış bir şekilde alnıma gittiğinde, istemsizce utangaç bir tavır takınmış oldum. Ama hayır, ben, benim gibi kızların utangaç olmalarına izin olmadığını hatırlıyorum. Benim gibi birinde abes kaçmalı utanmak. Yüzümü sert bir ifadeye bürüyüp, kaşlarımı çattım, yanaklarım kıpkırmızıydı ve yanmaya başlamıştım. Fiziksel olarak zorlanmadığım halde, onun bu ufak tefek hareketlerine böyle fizyolojik tepkiler veriyor olmam beni deli ediyordu.

“Seni gebertirim, pislik.” Diye geveledim, tehditkâr bir fısıltıyla.

Ona kızgın gözlerle baksam da başını bana çevirmedi. "Cansız taklidi mi yapmaya çalışıyorsun sen?" diye sordum sinirlerim iyice bozulurken. Birden bu kadar donuk davranmasının tek sebebi bu olabilir gibi gelmişti. Arın'ın en ufak bir tepki vermeyip aynen yürümeye devam etmesi yanılmadığımı gösteriyordu. Omuzlarımı ileri geri sallayıp, kolunu üstümden attım ve "Seni pis fahişe! Sana böyle bir hak verdiğimi düşündüren ne? Konu ben olunca, erkeklerin bunu yapmaya hakkı mı olacak şimdi?" dedim, samimi olmadığımızı çok ağır bir dille ima ederek. Nefret kusuyordum resmen ona. Korkuyu, nefret gibi ortaya dökebilirsiniz.

Karan’ın dediği gibi mi sahiden? Dışarıdaki herkes, beni elde edilebilir bir oyuncak bebek gibi mi görüyor?

O yüzden mi öptü beni? Benimle kalmak isterken ki amacı o kadar net mi? Bedenim mi? Bu beden, parçalara ayrılacak kadar kötü durumda ve harabe. Tamamen yok eden mi olmak istiyor? Bu erkeklerin tuhaf bir zevki mi? Dünyadaki herkes…

Karan’ın dediği gibi mi sahiden?

Söylesene Arın, ne istemiştin benden? Tanıştığımız o gece, Karan eğer odaya girmeseydi seninle ne yapmayı düşündüğüm belliydi.

Hala orada mıyız zannediyor?

… S..ik, seni öldür-sağ elinin yüzüme varıp, yanaklarımı sıkıştırması ile, bana kafayı günden güne daha da fazla sıyırtan paranoya dehlizlerimden gün yüzüne çekildim adeta. Ellerim, bileğine vardı. Geriye çekmeye çalıştığımda izin vermedi ama canımı da yakmadı.

Ona fahişe demem yüzünden çok kızmıştı galiba.

Korkutucu derece de gergin bir sesle, fısıltı gibi konuştu. “Ne gibi bir hak lan?” Gözleri alev alevdi, gözbebeğinden uzayan kızıl mızrakların ucunda korlar vardı yemin ederim ki.

Benim de gözlerim ondan farklı bir biçimde, parlamaya başlamıştı: Her an ağlayabilirdim. Ama sen yanında ağlayacağım kişi değilsin. Elimi kaldırıp yüzüne ‘pat’ diye vurdum. Sıkışmış dudaklarımın üstüne bir baskı uyguladığı yoktu, yine de sesim tuhaf bir şekilde çıktığı sırada, “Bırak.” Dedim kötü bir tavırla. Sesim fazlaca hasta ve yorgun çıkmıştı. Ben bile şaşırmıştım buna, bu kadar yorgun olduğumu bilmiyordum. Arın’ın kaşları daha da çatılırken, gözleri yavaşça büyüdü. Dediğimi yaptı. Elini yüzümden çekti.

Ona fahişe dediğim için bana kızma işini erteleyecekti galiba.

Ama ben, en azından kendi bakış açımdaki hiçbir şeyi ertelemeyecektim.

Benim kaçmama yardım ettiği için, ona bedenimi vermem gerektiğini düşünüyorsa…

İki elimi de kullanarak fazlaca agresif bir tavırla alnımı sildim durdum. Alnım, kolayca kızardı sert darbelerimden dolayı. Elinin dokunduğu yanaklarımı da sildim.

Elimde olsa, her yerimi silerdim. Onun sarıldığı, Karan’ın gasp ettiği… Gecenin yarısında, onca insanın arasında ve bana soğuk bir yüzle bakan bu adamın karşısında yapardım bunu. Temizlemenin mümkün olduğunu düşünsem.

Titremeye başlamıştım içten içe. Dizlerim yerinde duramıyordu ama, bol eşofmanımın altında bunu gizleyebildiğime emindim. (Üstümdeki kıyafetleri bir ara eskileri ile değiştirmiştim: gece mavisi, dizlerime gelen kazak ve tokayla belini sıkıp paçalarını birkaç kez katladığım eşofmanlarımla. Arın, peşimden gelirken onları da yanında getirmişti.)

Ağzının içinde geveledi: “Ya keskin sirke ya da… Gözü yaşlı, yüreği daha da yaşlı.”

Omuzlarıma bırakılmış ceketi yere attım. Utançtan her yanım kıpkırmızı olmuştu, “Öyle bir şey olmayacak, ucube. Eğer düşündüklerin bu-” beni dinlemeden yürümeye başlaması ile sustum. Tartışmaya girmeyi reddetmişti.

Görmezden gelmişti beni.

Reddedilmiştim.

… Beni reddettiyse, bana… dokunmaz mı demek oluyor bu?

Hayır, rahatlayamam.

Onun peşinden birkaç hızlı adıma vardım ve sırtına iki elimi de bastırıp onu tüm gücümle ittirdim. Yerinden bile kıpırdamadı. Tüm ağırlığımı vererek onu ittirmeye çalıştım bir kere daha. Sonra, tepkisizliği karşısında bunun utanç verici olduğunu düşünerek denemeyi kestim.

“Artık seni bir itfaiyeci olarak görmeyeceğim!” diye bir çırpıda bağırdığımda, başını omzunun üstünden arkaya çevirip bana baktı. “Anlamadım?” diye sordu kafası karışmış gibi. Umurumda değil, laf anlatmakla ilgilenmiyorum. “Görmeyeceğim dedim!” diye bağırıp tekrar ittirdim ve onu geri de bırakarak hızlı hızlı yürümeye devam ettim.

Hala onun istediği yere gidiyorum.

Dış dünya, dış dünya, dış dünya…

Peşimden geldiğini biliyordum. Ne düşündüğünü ise tahmin bile edemiyordum.

Onu anlayamıyorum. Bana kendini tanıtmıyor ve onla alakalı hiçbir şey mantıklı değil. Dün sabah, benim yüzümden tek arkadaşı öldürüldü. Ben, bu şehirde bir insanın başına alabileceği en kötü belayım.

Kendi evini, mal varlığını; insan gibi yaşamak için geride bırakmış bir adam, benim yanımdayken ne kadar süre daha istediği gibi kalabilir?

Depresyonundan bana tutunarak mı çıkmayı umuyor? Depresyonda mı? Kendine karşı duyduğu nefreti… Hiç sanmıyorum. Onda… insanı tedirgin eden bir heyecan var. Gözlerime bakarken, gözleri parlıyor. Heyecanlanıyor.

Sanki kötü şeylerin olmasını umuyor.

Beni sıkıştırıp, Karan’ı öldürmeye çalıştırdığı sırada da çok mutluydu. Sanki birinci elden kıyametimi izlemek eğlendiriyordu onu.

… Yakında anlarım.

Pubın arka kapısını açtım. Arka giriş, pubın arka tarafındaki geniş bir depoydu. Peşime yetiştiğinde, girebilsin diye kapıyı açık bırakmak için bir şey aranıyordum ki başımın üstünden kapının kenarını kavraması üzerine kapıyı bıraktım.

Karanlık odada adım seslerimizden başka hiçbir şeyin sesi yoktu başta, sessizce karşıdaki diğer kapıya ilerliyorduk ki birden "ROOOOAAAARR!" diye bir sesin gelmesiyle kaşlarım çatıldı ve belimden çıkardığım silahı, sesin geldiği yöne doğrulttum.

Telefonun ışığı, küçük kızın yüzüne vuruyordu. Elimdeki silaha kitlenmişti gözleri, çığlık atacakken korkudan kendi içinde durdurmuştu zamanı. Bir hayvana ait olan kükreme sesi ise, telefondaki oyundan geliyordu. Arın, elimdeki silahın başını öne eğip, yumuşak bir sesle, "Tamam ağabeyciğim, geçti." dediğinde ve önüme geçtiğimde; küçük kızın görüş mesafesinden çıktım. Kitlenmiş olan küçük kız, anca, ağzı açık "Hı, haaağ," diye kısık, korku dolu bir sesle ağlamaya başladı.

Tam olarak ağlama diyemezdik, daha çok, inleme gibiydi. Çocuk dediğin böyle korkup inlememeli, benim gibi. Küçük kız kim bilir ne haldeydi: Dün sabah babası yerine koyduğu ağabeyini Karan öldürmüştü, ben de bugün az kalsın onu öldürüyordum. Onun için kötü günler olsa gerek.

… Düşünme bunu.

Arın çocuğun dikkatini dağıtmaya çalışırken, karanlık depodan ayrıldım ve küçük içki mahzenine vardım. Yer altına açılan kapağı kaldırıp, düz merdivenleri es geçtim ve içeriye atladım.

Etrafa tekrar, bu sefer güzergâh olacak gözüyle bakındım. Çok geniş, beton bir odaydı burası. Bazı yerlere konulmuş ampuller ya da abajurlar ışığını belli bir yere kadar aktarıyordu ama odanın çoğu, hele de sadece birkaç sarı renkte zayıf ampul yanıkken, karanlıkta kalıyordu. Daha çok... Yıldızlı gece gibi.

Evet, bodrum hiç de güzel değildi ama karanlıkta kalıyordu ve zayıf ışıklar sadece belli noktaları aydınlatıyordu. Güzel değildi ama… güzeldi. Hayal gücüne bıraktığınızda, yıldızlı geceyi görürdünüz. Ve korkudan ağlayan küçük bir kızın sesi kulaklarıma dolmaya devam ediyor. Gittikçe küçülüyorum.

Birkaç takırtı sesi duyduğumda kaşlarımı çatıp sesin geldiği yöne baktım. Karanlığın içinden, Zara çıkıp geldi. O da kimin geldiğine bakıyordu.

Evet... Bu kız beni çok huzursuz ediyor. Çekik, çift kapaklı, siyah gözleri; hokka burnu, ince dudakları... Sivri çenesi ve hafif kepçe kulaklarıyla ondan cingöz bir hava vermesi beklenirken, o sadece canı sıkkın, tembel bir mizaca sahip duruyordu. On altı yaşındaki birine yakışmayan bir yüz.

"Sen," dedim, ona doğru bir adım atarken. "Yaşın kaç?"

"Otuz." dediğinde ciddiye alamayarak, siniri bozuk bir tavırla güldüm. "Güzel. Şimdi doğruyu söyle." dedim.

Cevap vermedi. Sadece bana bakıyordu. Yüzüme donuk bir ifadeyle bakan, beni öylece izleyen çok insan gördüm. Ama hiçbiri Zara gibi değildi. Onda, farklı bir şey vardı. Bana acımıyor, ne çektiğimi hayal etmeye çalışmıyor, bana hatalı olan benmişim gibi de bakmıyor. O, sadece beni izliyordu. Beni bu kadar huzursuz eden şey de… belki de onu kandırmanın ya da yalan söylemenin zor olacağını düşünmem. Ki, benim için bu hayattaki en kolay şey artık yalan söylemektir.

Abartıyor olabilir miyim? Sadece onu daha öncesinde gördüğüme eminim o kadar.

Elimi belime koyup, ona birkaç adım daha yaklaştım. "On altı yaşındasın sen," diye mırıldandım. Cevap vermedi. Ben üstüne adım attıkça geri de çekilmedi. Kale mi almıyordu yoksa korkmuyor muydu? “Gerçek ismin ne?” diye sorgulamama devam ettim gözlerimi kısarken.

Kısa bir kızdı. Bir altmışlarında falan anca, gerçi, bunu söyleyen ben ondan on santim bile uzun değildim. Ama onda, gerçekten bir küçüklük vardı. Öyle aşağılayıcı bir tavırla düşünmüyorum bunu.

Onda bir küçüklük var, kalite (On altı yaşındaki bir çocuk için kalite kelimesinden bir yetişkin nasıl bahseder ki?) ya da bedensel değil. Bir sorun var. Kafasında. Bakışlarında.

Tıpkı bende olduğu gibi. Ama benle aynı değil.

Yüzüne, hiçbir duygu taşımayan bir tebessüm yerleştirdi ve "Geri gelmen beni memnun etti." dedi. "Ama çok fazla düşünüyorsun. İnsanları tek bakışta çözemezsin." diye konuşmaya devam ettiğinde, kaşlarım çatıldı. Afallamamı kızgın bir yüzle örtmeye çalıştığım sırada, "Yüzüğünü geri istersen, masanın üstüne bıraktım." dedi ve arkasını dönüp, karanlığın içine doğru doğru yürümeye başladı.

Konuşurken işaret ettiği masaya doğru gittim ve yüzüğü elime aldım. Evirip çevirdiğimde, kırmızı yakutun yerleştirdiği altın kol kanatların biraz yamulmuş olduğunu fark ettim. Muhtemelen buraya gelmeden önce, takip cihazını yok etmek için biraz şiddet uygulamak zorunda kalmışlardı. Karan depoyu tespit edemediğine göre, beni bayılttıkları araba yolculuğunda halletmişlerdi her şeyi.

Elimde yüzükle birlikte koltuğa otururken "O…pu çocuğu," diye geveledim. Demek Karan, bana bu yüzüğü verirken aile yadigarı falan vermiyordu. Takip cihazı veriyordu. Orijinalinin aynısını yaptırmış beni kandırabilmek için s..tiğimin psikopatı.

Kendi kendime gülümsedim, aptal herif... Kesin bu yüzüğü klozete atmama sebebimin, bu yüzüğe değer vermem olduğunu falan zannedip umutlanacaktır. Karan'ın birdenbire nasıl da çocuksu ve korkak, aptal bir yüz takındığı anlar aklıma geldi. Gözlerimi kapatıp açtım istemsizce, başıma birden ağrı giriyordu p..i sadece hatırlayınca bile.

Geber geber geber geber.

Doğrusu, şu son iki günde olanlar hala bana çok yabancı kalıyordu. Bir yanım, hayır, tamamen, hala o malikanedeyim. Hatta... malikaneden kaçtığımdan beri, malikanenin o mahzenindeydim. Daha iki gün bile olmamışken kendimi bu kadar kapana kısılmış hissetmek, beni deli ediyordu. Sakin olmalıyım. İşler istediğim gibi, benim lehime ilerleyecek. Bunu yapacağım! Ama... kazansam da kaybetsem de mahzenden ayrılmamın bir yolu yok gibi. Kafamdaki kırkayak, ben kafamı yakmadan yok olmayacak.

Aşağıya atlama sesi duyduğumda başımı girişe doğru çevirdim. Arın'ın kucağındaki küçük kız benimle göz göze geldiğinde yüzünü Arın'ın göğsüne gömüp kollarını onun boynuna doladı. Arın, kızı küçük bir odaya getirip bıraktıktan sonra bana başını salladı 'Bekle,' demek ister gibi ve Zara'ya seslendi. Zara ona döndüğünde, eliyle bir işaret yaptı ve bana doğru yürümeye başladı.

Yanıma gelip koltuğa otururken, gözleri elimdeki yüzüğe kaydı. L şeklindeki koltuğun tam köşesine yayıldı. Uzanıp elimden almaya çalıştığında ellerimi geriye çektim, "Bakacağım," dedi. Başımı iki yana salladım hızla, "Endişelenme, sanırım yakında takacaksın." diyerek reddettim onu. Ne demek istediğimi anlamadığından şaşırdı. Tekrar geriye yaslanırken "Seni tanımasam bir teklif diyeceğim." diye homurdandı, hoşnutsuz bir tavırla.

Lütfen beni hiçbir zaman tanıma. Kendimi tanıtmak istemediğim tek kişi sensin Arın.

"Birazdan ev arkadaşlarımız buraya gelecek." diye devam etti konuşmasına. Gergin bir yüzle ona döndüm. Sinirini yutmaya çalışan bir sesle, “Sana Sahir’den getirttiğin hiçbir mafya, serseri, gangster parçasını görmek istemediğimi söylemiştim.” Dediğimde, başını iki yana salladı ve “Öyle değil. Zara ve arabada kafasına tekme attığın eleman-Mete, olacak bir. Diğerleri gittiler.” Dedi. Sesini çıkarmıyordu ama bu konuda aptallık ettiğimi düşünüyor gibiydi.

… Ne yapabilirim? Sana güvenemiyorum daha, bir de etrafıma bir sürü adamını yerleştirmene mi izin vereceğim? Etrafım o tür tiplerle dolu bir üç yıl geçirdim Arın. Özgürlüğümü kısıtlıyorlar.

ДΞ⅃⏽𐬭!⅄۞Ꝛϻ

Arın’a başka bir şey demedim. Sadece peruğumu ve lensimi çıkartmak için Efe'nin telefonunun kamerasını açtım.

On beş dakika sonrasında, yukarıdan gelen müzik sesi kapandı ve birkaç takırtı daha duydum. Ardından kapak açıldı, pubda barmenlik eden genç adam -Mete- aşağıya düz merdivenleri kullanarak indi. O indiği gibi, Zara'da karanlıktan çıktı. Yanında bir tamir çantası vardı içini ıvır zıvırlarla doldurduğu. Gözüme rulo haline sarılmış bir harita ve birkaç büyük kalem çarpsa da tamir kutusunun içine genel olarak ne sakladığını göremiyordum.

Barmen, Zara'nın elindekilere bakıp, anlamayarak Arın'a döndü. Ama Arın sadece omuz silkti. L koltuğun bir kenarına ben, köşesine Arın ve diğer kenarına da barmen oturmuştu. Zara barmenin yanına oturmak yerine geniş, ortadaki sehpanın üstüne çıkıp oturdu. Tamir kutusunu da önüne koydu. Hiç kimse konuşamadan, "Buraya nasıl geldiğinizi anlatın, sabah gitmiştiniz." dedi.

Onun bu tuhaf, çocuksu ve insanı geren tavırlarına alışkın gibi duran Arın ile barmen hiç ses etmedi. Sadece, Arın bana baktı ve sessizliğini koruyacağını ima etti bakışlarıyla. Benim istediğim gibi anlatmamı istiyordu.

Ona olan her şeyi, belli bir yere kadar anlattım. Sadece Karan ve annemle olan konuşmaları çok basitleştirdim. Karan'ın numaralarını ya da annemin şifrelerini bildiğimi söylemedim. Paraları söylemedim. Çantacıdan çok yüzeysel bahsettim. Aslında, o kadar yüzeysel anlattım ki hiçbir şey anlatmadım neredeyse. Anlatımımı bitirdiğim sırada, Zara benimle göz temasını kesmişti. Tamir kutusunun zaten anca yarı yarıya kapanabilmiş kapaklarını açmıştı, içinden bir şeyler çıkarıp üstüne oturduğu sehpaya yerleştiriyordu.

Konuşmam bittiğinde, düşünceli ama duygusuz bir sesle konuştu. "Hmm, Efe'nin ölümünü Arın'ın ütüne atmaya çalışmasın?" diye sordu. Başımı iki yana salladım, "Efe'nin ölümünü örtbas ederler. Adil Vedat, bu ortaya çıkarsa benim hapse giren kişi olmam için elinden geleni yapardı. Karan buna izin vermemek için Efe'yi yok edecektir. Hiç var olmamış gibi." dedi. Arın, sanki cevabıma sinir olmuş gibi burnundan soludu. "Beni hapse atamazlar zaten." diyerek kendi yorumunu ortaya koydu.

Eğer bir cinayet ortaya çıkarsa, Karan'ı bile hapse atabilirlerdi. Eğer onun yaptığı kanıtlanabilirse ve gerçek bir savcı bu işin peşine düşerse gerçekten canları yanabilirdi bence.

… Bu şehre adaletin şart olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Arın, yetiştirilme tarzı ve kimliğinin ayırdıyla birlikte; kendinin hapse atılmayacağını iddia ediyordu. Tıpkı Karan’ın yapacağı gibi.

Zara, "Evet, bu iğrenç." dediğinde, düşüncelerime tercüman olmuş oldu. "Tek sebebi ise Karam Orhanlı'nın yeğeni olman." diye devam ettiğinde, gözlerim Arın'a döndü. Ellerini umursamaz bir tavırla iki yana kaldırdı, "Onayladığımı iddia etmedim, olanı söyledim." dedi. Zara ona ifadesiz bir yüzle bakmayı sürdürdü. Bakışlarıyla süzdü Arın’ı. Derdi tam olarak neyleydi bilmiyorum, bu kız her an daha da gizemli bir hal alıyor.

Kafası çok karışık gibi.

Rulo haline sardığı haritayı sehpanın üstünde açtı. Tam karşısında kaldığımdan, dolaylı olarak harita benim de tam karşımdaydı. "Karan sana değer veriyor gibi duruyor." dedi. Ses etmedim, göz yuvarlarımı haritadan yukarıya; ona doğru çevirip baktım yalnızca. Yemin ediyorum ki biri daha bana Karan'ı savunursa... Arın'ın derin bir nefes aldığını duydum. Ağzını açacak gibiydi.

"Ama asla hapse girmeyecek." diye devam ettiğinde, parmak uçlarımdan göz sinirlerime kadar bir elektriklenme, uyuşma hissettim. “Bunun en büyük sebebi, kimliği.”

Arın’ın, kendine karşı olan göndermeyi fark ettiğine eminim. Zara, tıpkı az önce Arın’ın yaptığı gibi, iki elini de gelişigüzel yukarıya kaldırdı ve “Onayladığımı iddia etmedim, olanı söyledim.” Dedi ezbere konuşan bir robot misali.

O kadar işte, öğrendiğini kopyalıyormuş gibi bir hali vardı ki, onu sinsilikle suçlayası gelmiyordu kimsenin. Kaldı ki, insan kendine bir ayna tutulduğunda karşı tarafı sinsilikle suçlamamalı.

… Evet. Doğruydu. Karan Sezer Şahin, beni senelerce kullanmıştı ve insanlığımı, kadınlığımı aşağılayıp yok etmişti. Ama suçlarını kanıtlamanın bir yolunu bulsam bile çabucak yok edilirdi bu. Herkes susardı. Çünkü o Karan Sezer Şahin’di ve ben ise evlatlık bir varoştum.

Kimin canı daha değerli tartışalım mı şimdi? Yapmayın ama…

Nasılsa, hiçbiri bir sorun değil. Hiçbirinin. Cezası. Yok.

Kızmak, bağırmak, inkâr etmek! Bunların hepsini göstermek ve hayatımın kontrolünü; bir adamın bencil arzularına, korkularına kaybetmediğini kanıtlamak! Bunu yapmayı çok istiyorum. Öyle ki her şeyi yakabilirim! Herkesi öldürebilirim. İyi ve saf olanı geri getirmem mümkün değilse, acısını ve isyanını tüm hücrelerim ölene kadar hissettirebilirim!

Efe'nin kafasına sıktığım için hissettiğim az biraz pişmanlık ve tedirginlik, içimde gittikçe yok oluyor.

Ne vicdanı?Neyden bahsediyordum?

Uyuşmamla başım öne doğru düşmeye başladığında, hızla yerimde doğruldum ve dirseklerimi dizlerime dayadım. Ezbere bildiğim tüm laflar boğazıma diziliyordu. Hiç konuşmak istemiyorum. Zara ilgisizdi, ama Mete’nin elimdeki eldivenlere, boynumu saran flora bakışları, altındakileri tahmin etmeye çalıştığını hissettiriyordu.

Bana bakmayın! S..tirin gidin be! Lütfen bana bakmayın!

Arın, bu işi becerecek durumda olmadığımı biliyormuş gibi -bana sorarsanız, başından beri farkındaydı ama beni yine de zorladı- konuşmaya başladı. O konuşunca, her şey basite indirgiyordu sanki. Çünkü onun gözünde her şey o kadar basitti.

Kıyametimi bu kadar hafife almasının beni sinirlendirmesi bir yana, tek arkadaşının ölümü ardından koruduğu bu sakinliği kanımı donduruyordu.

“Kız şehirden ayrılmıyor. Bildiklerini kullanarak, intikam almak istiyor düşmanlarından. Ona, burayı güzergâh olarak kullanabileceğini söyledim. Yanında kalacağımı da. Demek istediğimi anlıyor musunuz… burası artık ona ait. Yani, kalmanız için mantıklı bir sebebiniz olmalı.”

Konuştuktan sonra sakin bakışları, Zara ile Mete arasında mekik dokudu. En son Zara’ya, “Seni güvenli bir yere göndereceğim elbette.” Dedi. “Reşit olmayan bir çocuksun sen, senin adına karar vermemi istemediğin için, seçme şansı veriyorum.”

Şans veriyorum? Çocuklara seçim hakkı vermeyi lütuf sanıyor galiba.

Zara bir iki saniye sessiz kaldı. Düşünmekten çok, düşünüyormuş gibi yapmak için sessiz kalması gerektiğine harcamıştı bu vakti sanki, aklınca. “Eren’le kalacağım.” Dedi düz bir sesle.

?

Onu, yalnızca ikimizin olduğu bir ara kenara sıkıştıracağım ve bilgi alacağım. Ne bok olduğu hakkında.

Zara, tekrar konuşmak için tam ağzını açmıştı ki, barmene dönüp "Sen?" diyerek kızı o konuşamadan susturdum. Biraz burnu havada bir tipti, bir burnu sürtsün isteme nedenim ise asla zalimlikten gelmiyordu. Yalnızca…. Fazla dikkatsiz biri gibi. Ve fazla dikkatsiz olduğunun da farkında değil gibi. On altı yaşındaki bir kız işte.

Barmen, dirseklerini dizlerine dayayıp derin bir nefes aldı. Gizemli bakışları, bedenimin üstünden yavaşça kayıp gitti. Özellikle elimdeki eldivenlere uzunca baktı gibi geldi, yalnızca saniyelerin içinde. Başını yavaşça, beni onaylayarak salladı ve “Olur, kalacağım.” Dedi soğuk bir sesle. “Benim için, karşılığını aldığım her iş yapılabilir.”

?

İnsan da öldürür müsün?

Mete sanki, eklemesi gereken bir detaymış gibi “Baykallıyım.” da dedi. Adını bildiğimi tahmin ettiğinden söylememişti, yaşı, neler yaptığı ile alakalı herhangi bir bilgi de vermemişti. Direk, buralı olduğunu söylemişti.

Sanki Baykallı olduğumuzu bilmek, birbirimizi anlamamıza yeter gibi.

Donuk yüzümü korudum. Daha doğrusu içimden herhangi bir ifade takınmak gelmiyordu. “Karşılık derken?"

“Aslıhan Karabağ’ı öldürmek istiyorum.”

… Adını birkaç kere duydum. Karabağ ailesinin başındaki kadın. Genç yaşında ailesinin başına geçmişti, daha bağımsız ve eskisinde daha az dogmatik gözüken bir sistem getirdi aileye, kendince. Karan, o kadından da hiç hazzetmezdi.

Karan direk insanlardan hazzetmiyordu.

Mete’nin istediği şey öyle basit bir iş değildi. Kaldı ki yapmam için herhangi bir sebebim de yoktu sahiden. Ya gerçekten işime yaramazsa? Ona söz verdiğimle kalırdım. Gerçekten istekli miydi? Bu istediği şeyin gerçekleşmesi için, ne kadar ileriye gitmeye hazır olduğunu öğrenmeden; ona bu konuda güvenip güvenmeyeceğimi bilemem.

“Neden?”

Geçmişi anımsamasıyla sehpaya kaydırdığı acı dolu gözleri, hızla tekrar bana döndü. "Efendim?" diye sordu anlamayarak. Birden hareketlilik kazanmıştı. Öncesinde epey kasıntı duruyordu. Kem küm edip durmuştu hep.

Güzel, demek normal konuşmalarda berbat ama konu kavga oldu mu iyi. Bir insan kavga da iyiyse yüksek ihtimalle konuşma da kötüdür. Çünkü hiç korunmamış biri kendini korumayı çok iyi bilir, ama kendi yüreğini nasıl açacağını bilemez.

"Dedim ki Karabağ ailesinin lideri olan kadını, Aslıhan Karabağ’ı neden öldürmek istiyorsun?”

Kaşları hafifçe çatıldı ve gözleri kısıldı. Dudaklarını birbirine bastırdı, yumruklarını sıkmaya başladığında, bunun paylaşmakta epey zorlandığı bir şey olduğunu anladım. O yumrukları sıkmaya başladığı gibi, Arın sırtını yasladığı yerden doğrulttu ve dirseklerini dizlerine dayadı benim gibi. Boynunu hafifçe ileriye eğişinde, tehditkâr bir tavır koymaktan hiç çekinmediğini belli eden bir hava vardı. Sırtı ve omuzları geniş olduğundan, normalde bir insanın durabileceğinden daha kaba ve yabanıl gözüküyordu.

Mete, bir adam tarafından korkunç bir şiddet gören benim karşımda, onu anlamaya çalışıyorum diye yumruklarını sıkmıştı. Arın’ın yerinde, vicdanı olan kim olsa sinirlenebilirdi. Ama o… biraz ayarı kaçırıyordu.

Arın ağzını açıp bir şey derse, benim küçük harekât ekibim daha kurulamadan yok edilecekti. "Aile ile alakalı mı? Yoksa direk sana mı bir zarar verdi?" diye sorarak araya girdim. Bir elimi de Arın'ın sol omzuna koydum konuşurken. Başını hafifçe çevirip bana yan bir bakış attı Arın, ama ben ona bakmadım. Mete'nin gözlerinin içine bakıyordum. Çenesi tamamen kasılmıştı. Bana aynı sert yüzle bakmaya devam ediyordu. “Yüzeysel bir bilgi yeterli.” Diye devam ettim konuşmaya, bilinçsizce söylemiştim bunu. Sıktığı yumrukları içten içe beni sahiden etkilemişti. Nefesimi tuttum sessizce.

Böyle şeylerden etkilenemem.

Benim belli bir tarzım var bir kere. Bu sabah, o çantacının altındaki bodrumdayken kendimi ve tedirginliğimi nasıl bastırdıysam öyle bastıracaktım yine. Yine ve yine.

Birkaç saniye, yüzünü ezberlemek için öylece, Mete’nin o kızgın ifadesine baktım. Gözünün feri yoktu, hafif kirli sakallıydı. Siyah, dalgalı saçları ve esmer bir teni vardı. Burnu biraz büyüktü, çok uzun değildi ama çevik ve kaslı bir yapısı vardı. Yıpranmış bir görüntüye sahipti. Yorgun demiyorum, yıpranmış. İnsanı, yalnızca tek bir şeyin sona gelmesi yıpratırdı böyle: “Yoksa aşk mı?" diye sorduğumda hızlı bir şekilde "Bitti mi?" diye sordu sert bir sesle. “Kes artık.” Diye emir verdi.

?

Kim bu sinek?

Sivri bir dille konuşmaya devam ettiği sırada, yüzünü benden iğreniyormuş gibi büzüştürdü. "Kendimce sebeplerim var işte. Hiçbir şey açıklamak zorunda değilim. Ben sana, neden Karan denen o…pu çocuğunu öldürmek istiyorsun, o eldivenler o flor neleri saklıyor diye soruyor muyum-" Arın'ın sol elinin yakasını kavraması ve Mete'yi kendine çektiği gibi sağ yumruğunu yüzünde patlatmasıyla Mete'nin sözleri yarıda kaldı.

Birden olmuştu her şey. Yabanıl bir hayvanın hızındaydı. Aniden vahşileşmişti. O tatsız öfkesinin birden ortaya çıkması beklenmedik olunca daha da bir ürkütüyordu insanı. Birden, sağ eli Mete'ye kadar uzanmıştı. İrkilip kaçmasına fırsatı bile olmamıştı Mete’nin. Arın onu kendine çekerken çocuk resmen havalanmıştı.

Arın yumruğunu geçirdikten sonra, sağ eliyle çocuğun yüzünü kavrayıp sıkmaya başladı. Mete zaten tek yumruğuna mahvolmuştu. Bu kadarına gerek yoktu. Ama o devam etti, yeni başlamış gibi. Ayaklanıp, Mete'nin yüzünü koltuğun kenarına bastırmaya başladı. O an, Arın'ın kontrolü kaybettiğinde geri kazanmakta zorlanıyor olması bir yana; çok da acımasızlaştığını fark ettim.

Tek arkadaşım dediği Resul bile, Arın sinir krizi geçirirken ondan korkmuştu. Hatırlıyorum. Koltuğun üstünde ayaklandığım sırada, Mete karşı koymaya çalışıyordu Arın'a. Tekmelemeye çalışıyordu Arın'ın karnını, yumruk atmaya.

Şerefsiz, hele bir yanı morarsın Arın'ın, seni ben keseceğim. O her şeye rağmen, iyi birisi! Ona vurma! O beni kurtarmıştı!

İçim birden öfkeyle doldu. Arın'ın sırtına atlamadan önce, son bir kez Zara'ya baktığımda, onun zaten benim gözlerime baktığını gördüm. Yerinde sessizce oturuyor, izliyordu olanları. Sen…

Arın'ın sırtına atlayıp bacaklarımı gövdesinin önünde birbirine doladım. Kollarım boynunun etrafına sarıldığında, ani bir refleksle, sol eli sırtına atlayana vurmak için havaya kalktı. Ancak ben olduğumu anlamış olacak ki bana değmeden yumruğunu durdurdu. Kendi kendine konuşuyormuş gibi, "Dur!" diye bağırdı gür bir sesle, o kadar yüksek ve hoyrattı ki sesi kulaklarım acıdı. Küçük kız uykuya daldıysa bile uyanmış olmalıydı.

Mete onun sözünü dinleyip -dediğim gibi, Arın’ın onu değil de kendini uyardığını zannediyorum- anında durdu: Anladım ki derdi can havliyle kurtulmaktı, saldırmak değil.

Arın’ın onu döverek öldüreceğinden ya da çok kötü bir şekilde darp edeceğinden çok korkmuş gözüküyordu.

Arın, Mete’den ile ayrıldıklarında L koltuğun diğer tarafına doğru gerileyip, koltuğa arkası dönük durdu ve "İn." dedi, öfkesini içine atan, boğuk, sert bir sesle. Orada kalacağım yoktu zaten ama bana şöyle seslendiğinde kafasına şöyle bir yumruk atmak geliyordu içimden. Bacaklarımı ve kollarımı çözdüğüm gibi koltuğa düştüm.

Koltuğa düşmemle, Arın'ın arkasını dönüp üstüme eğilmesi neredeyse bir oldu. Başımı geriye çekip, olduğum köşeye sindim, aramızdaki kısacık kalan mesafeyi arttırma umuduyla. İki eli de omuzlarımın hemen ardından koltuğun kenarını kavramıştı. Beni bir kafes altına almıştı. Kaşlarımı çattım ama o mimiklerimi hiç önemsemeden, sinirli bir ifadeyle gözlerime baktı.

Çenesi kasılmıştı, gergin yüz hatları; hafif kısık açık kahve gözlerindeki parlaklık... Sadece boynundan yükselen damarlar ve nefes alışverişindeki düzensizlik bile, açık ediyordu öfkesini ama ben gözlerine bakarak anlamayı istiyordum her şeyi. Ne düşündüğünü yakalayabilirdim belki o zaman.

Neye bu kadar sinirlendiğini tam olarak çözememiştim. Bu sefer ben ne yaptım ki? Sanki bakışlarımdan ne düşündüğümü okumuş da beğenmemiş gibi daha da sinirlendi.

Yüzündeki ifadeyi sakin tutmaya çalışmasına karşın, aldığı nefesin daha da hararetlenmesiyle anlamıştım bunu. Yüzünü biraz daha yüzüme eğerek "Bir daha," diye konuşmaya başladığında başımı koltuğuna arkasına yapıştırdım. Az önce birini boğuyordun. Çekilmezsen, senin...

Bağırmamak için kendini kastığından, sinirli ve kalın sesi iyice boğuklaşmıştı. "Bir daha ben bu haldeyken, üstüme atlama. Geri zekalı mısın sen? Ya vursaydım sana? Ne olacaktı o zaman? Ben hep seni mi düşüneceğim-" yüzüne tüm gücümle tokadı geçirmemle yüzüme yüzüme kızması yarıda kesildi. Yüzü öte yana bile dönmemişti yapıştırmamla, sadece gözlerini kapatmıştı. Burnundan soludu, içini yakan öfkeyi dışarıya sakince salmaya çalışıyormuş gibi. Gözlerini hızla açıp, bana kısık gözlerle baktı. Gözlerimin tam içine bakıyordu. Sanki… ona vuranın kim olduğunu unutmamalıydı. Bunu ben değil de Mete yapsaydı... Zavallı Mete.

Peki, bunu yapan Zara ya da içerideki küçük kız olsaydı ne olurdu? Onlara vurur muydu yoksa bana yaklaştığı gibi mi yaklaşırdı? Sınırlarını tam olarak neye göre belirliyor?

Arın'ın öfkesi beni korkutuyordu, ama kendini kaybedip de içimizden birine bir şey yaparsa; sonrasında yaşayacağı pişmanlık kadar değil. İnsan gibi yaşamaya çalışan bu adam, benim zarar vermeyi göze alamayacağım tek kişiydi. Bunu daha kabullenmedim. Ama bunu biliyorum. Ona vurduğum için pişman olmadığımı ifade edermişçesine, çenemi yukarıya doğru kaldırdım ve soğuk bir sesle, "İlaçlarını iç Arın, gece yarısı çoktan geçti." Dedim.

Bu onu yerinden etmeye yetmedi.

Benim vurmalarıma hiç tepki vermese de, Arın'ın herhangi bir fiziksel tepkiye karşı ani bir refleksle vurmaya hazır olduğunu ve çok sert dövüştüğünü, gelen yumruklara karşı gözünü bile kırpmadığını ele aldığımda; onun şiddete karşı hiç toleransı olmadığı barizdi. Ve ben her defasında sınırlarını zorluyordum. Şimdi bana kızacaktı. Bir şey diyecek, ya da öyle bir bakacak ki çok olduğumu ima edecek.

Yap. Yap gitsin. Şu an beni o kadar rahatsız ediyorsun ki Arın... Sinirimi bozuyorsun. Tıpkı; şimdi düşündüğüm gibi tepkiler ver, öyle tepkiler ver ki, beni bu kadar rahatsız etmeyi kes. Biraz olsun rahatlayabileyim.

Gözlerimin tam içine bakıyordu. Yüzü gevşedi ilk, gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. Allah kahretsin, bana bakarken sakinleşme! Yanlış anlaşılacak, istemiyorum. Hayır, yanaklarım, kızarmayın, hayır! Gözlerimi kaçırsam da o benim gözlerime bakmaya devam etti. İki dakika sonrasında, sakin ve normal sesiyle "Burada hiç ilacım yok." dedi.

.

?

Çocuk musun sen?

Bakışlarımı tekrar yüzüne sabitledim tüm ciddiyetimle, "Git yat o zaman, diğer şeyleri yarın konuşuruz. Sabah erkenden, sana ilaç almaya da gideriz." dedim. Bunun üstüne Mete ayaklandı ve karanlığa doğru yürümeye başladı. Yarına kadar görmezdik bir daha onu, umarım kinlenmemiştir. Ama kin tutmaya uğraşacak birine de benzemiyordu. Arın'la ilişkilerini öğrenmem lazım. Belli ki bir süredir tanışıyorlar.

"Yarın buradasın yani?" diye sorduğunda omuz silktim, kuyruk olmasına bir süre müsaade edeceğimi söylemiştim zaten. İkinci kere benden bir onay duyamayacaktı. Dolaylı yoldan bir onay niteliğinde, "Daha güzergahımı kuramadım bile,” dedim. Başımı hafifçe sağa eğip, Arın'ın gövdesinin ardından Zara'ya kaydı gözlerim, "Kızı bir yerden gözüm ısırıyor, daha onu da sorgulayamadım." diye konuşmaya devam ettim. Arın’ın bir şey bilip bilmediğini anlamak için ilk onun yanında sormuştum bu soruyu.

Arın tek bir elini koltuğun kenarından çektiğinde, kafesimin bir kapısı yıkılmış oldu. Koltuğun kenarından çektiği sol eli, başparmağıyla nazikçe çenemi tuttu. Beni kendine çevirdi. "Doğru, gördün onu önceden.” Dedi. Çarpık bir sırıtış belirdi dudaklarında. “Hafızanda epey güçlü demek. Bir hizmetçinin yüzünü bile anımsıyorsun.”

Demek Zara’yı gördüğüm andan beri, bu yüzden ona karşı bir tiksinti ve şüphe hissediyordum. Çünkü bana kafayı yedirten o hizmetçilerden biriymiş.

… Dışarı çıktığım andan beri o malikanedeki çalışanları daha fazla öldürmek istiyorum, biliyor musun Arın?

Arın konuşmaya, “1 Mart’ta, o kutlama gecesinde, sigara içmek ve insanlardan kaçınmak için ideal bir yer aradığım sırada gördüm Zara’yı. Evin bodrum katındaki eski bir kilerin penceresinden kafama yemek fırlattı birkaç tane, kırmış kilitli camı.

Yardım istedi benden, evin içine girip buldum onu çıkardım. Arabaya getirdim. Çocuğu hemen çıkaracaktım buradan ama o muhakkak ki en üst kata; seninle tanışacağım o odaya gitmemi söyledi." dedi.

… Karan benden başka birini daha mı hapsetmişti?

Onu öldüremediğim için, ben de suçlu muyum? Ama yapmayı çok istemiştim.

Yüzüm nasıl bir ifadeye bürünmüştü bilmiyorum ama, Zara ona nasıl baktığımı anlamış olacak ki, “Öyle değil. Senin gibi değildim.” Diye açıkladı. “Bana kızdığı için beni kitlemişti.”

Ne düşüneceğimi ya da ne hissedeceğimi bilmiyorum, ama yüzüm hassas bir üzüntüyle büzüşüyor.

Kaşlarını çat, Eren... Kaşlarını çat!

Başım yine hafifçe öne eğildi. Arın çeneme başparmağıyla hafifçe baskı uygulayıp, yüzümü yine kendine doğru çevirdiğinde tüm dengelerim tekrar şaştı.

Yutkundum. Sakin bir yüzle, "Tam olarak ne dedi de gelmiştin?" diye sordum. O da aynı sakin, yorgun ama kalın sesiyle "... Çok güzel bir kız var, o da gelsin bizle." dedi. Buna daha önce hiç dikkat etmemiştim ama... Sesi kalın, tok ve güzeldi. Dinlerdim konuşsa. Ah, hayır, ben onun sesine daha önce de dikkat ettim. Ama dikkat ettiğimi kendimden bile sakladım.

Aynı meraklı, uslu ifadeyle devam ettim konuşmaya. "Sen ne dedin?"

"’Arabaya bin, beni bekle.’ dedim çocuğa. Sonra da yukarı çıktım. Ancak güzel kız yoktu. Çok manyak, çirkin bir şey gördüm yukarı çıktığımda. Silah çekti bana."

Silah? Ben o gün Arın'a silah çekmemiştim ki.

İki elimde pervazdan ayrıldı. Biriyle orta parmak çekerken diğeriyle silah işareti yaptım. Cam pervazlarını bırakıp tutunmadığımda yabancı daha da gerilmişti, kasılmıştı yüzü. Elleri göğüs hizasında havadaydı 'dur' demek ister gibi. Dilim dişlerimin üstünden alçak ve zalimce hareket etti. "Öldürecekler seni." Dedim kin dolu bir sesle.

Gözlerim aşağıya kaydı utanarak. Harbi, onu ciddi ciddi sırf hırsımı çıkarmak için öldürtmeyi düşünmüştüm o gün. Başım mahcubiyetle öne eğilmek istedi ama çenemde başparmağı olduğu için olmuyordu bu. İzin vermiyordu.

Onun yanındayken başımı öne eğmeme asla izin vermeyecekti.

Bana çirkin dediğini ele alarak, alt dudağımı büzdüm ve muzip bir tavır takınmaya çalışarak, "Hak etmiş gibisin." dedim. Onu taklit etmiştim.

Cıkladı ve "Bence o kız, artık bundan pek emin değil." dedi. Sonra diğer eli de koltuk kenarından çekildi ve iki yanağımı kavradı avuç içleri. Bir an titredi yüreğim. Elleri yine yüzümü kafesleyecek... Tıpkı Karan'ın yaptığı gibi.

 

İki eli de tamamen yüzümü kapatmıştı. Gözlerim sonuna kadar korkuyla açılmıştı. Parmakları gözlerimin önünde bir kafes misaliydi ve ben kafesin ardından dehşete uğramış bir ifadeyle ona bakıyordum. Bacaklarımın arasından onu çıkarmak için, suya dönmeye çalışan balık gibi çırpınıyordum.

 

Tebessümüm yüzümde kalakalmıştı. Silip atmak istemedim onu, korktuğumu anlamasın istedim. Çek o ellerini. Çek çek çek çek çek. Git. Çek. Git.

Arın'ın baş parmakları tebessümümü uçlarından yakalayıp uzattı iki yana. Gülümsedi, "Sonunda gülümsedin," dedi. Fısıltı gibi, derin bir sesle. Gülümsememi uzun zamandır bekliyormuş gibi hissettirdi.

Gerçek şu ki gülümsemedim, o elleriyle öyleymiş gibi gösterdi: Bunu ikimizde biliyoruz. Yine de… bir saniyeliğine inanabilirsin istediğin gibi.

Zamanın durmasını istiyorum.

"Belin tutulacak eğilmekten." Dedim, düz tuttuğum bir sesle. Sonra koltukta yana doğru kaydım ve arkaya doğru atladım. Arın'ın yüzüne bakmıyordum, o bana bakıyor olmasına rağmen. Zara'ya döndüm. "Seninle işim bitmedi." dedim sert bir sesle. "On altı yaşında bir hizmetçi... Doğru, alırlar malikaneye. Ama hiçbiri şimdiye kadar o malikaneden çıkabileyim diye tek kelime etmedi. Sen de bunu iyi bir insan olduğundan yapmadın. İnanmıyorum buna ve inanmayacağım."

"Eğer... Adil Vedat ya da başka birine çalışıyorsan..." baş parmağımla boğazımın önünde düz bir çizgi çizdim, "Sonun iyi değil.”.

Birini on altı yaşında diye hayatta tuttuklarını görmedim. Hiç acımazlar canına, biliyor musun Zara? Ateşle oynama.

Sonra tam arkamı dönüp gidecektim ki, şimdi böyle gidersem... Tuhaf olacakmış gibi hissettiğimden, arkamı dönüp Arın'ın karşına gerisin geri yürüdüm. Aramızda koltuk vardı.

Kaşlarımı çatıp, sert bir ifade takındım. Bakışlarında gizli bir memnuniyet vardı. Sinirli olmam hoşuna gidiyordu sanki. … Manyak.

İşaret parmağımla 'yaklaş' işareti yaptım. Dizleri üstünde koltuğa çıktı. Öyle bile benden epeyce uzun oluyordu. Ama artık uçan bir tekme atsam kafasına vurabilirdim herhalde.

Ugh, neden sürekli bunları düşünüyorsun Eren?

Yakasından tutup kendime çektiğimde kaşları hafifçe, anlamayarak çatıldı ve dudakları büzüştü. Şaşkın gözleri bana döndüğü sırada, keskin ifademle karşı karşıya kaldığı gibi ciddileşti. Kulağına, "77 ya da daha fazla katlı olan tüm otelleri bul bana." diye fısıldadım. "Bu, şimdilik ikimizin arasında kalacak. Büyük bir şey."

Kalmazsa, senin birer hain olduğunu anlarım.

Bu bilgi, her şekil de büyük bir şeye hizmet edecek ve birçok dengeyi oturtmamı sağlayacak.

Ondan uzaklaşmadan önce, yakasını bıraksam da birkaç saniye boyunca öylece baş ucunda kaldım. Gözlerimle, hızlı bir tavırla yüzünü onu baştan aşağıya süzdüğümde; sersemleyeceğini biliyordum. Bildiğim gibi de yaptım. Bu onu etkilemek için değil de üstünlük gösterme çabamdandı, ikimiz de bunu biliyorduk.

Ama, ikimiz de onun etkileneceğinin de farkındaydık.

Onun beni rahatsız ettiği gibi, onu rahatsız etmenin verdiği keyifle geriye doğru bir iki adım atıp arkamı döndüm. Odama doğru yürümeye başladım. Evet, bu... Bilmeli. Aramızda hiçbir şey olamaz. Ve belki de bunu bilmesinin yolu, ona böyle davranmamdır? Böylece kafasında eğer saf bir prenses kurguluyorsa, o olmadığımı anlayınca benden iğrenir. İçim de bir şeyler acımaya başlamıştı ki, aklıma daha duyalı on dakika olmamış bir söz geldi.

"‘Arabaya bin, beni bekle.’ dedim çocuğa. Sonra da yukarı çıktım. Ancak güzel kız yoktu. Çok manyak, çirkin bir şey gördüm yukarı çıktığımda. Silah çekti bana."

İstemsizce sırttım. Hayır... Beni öyle görmüyordu. Evet, öyle görmüyordu. Üstelik ona benim gözümde artık bir itfaiyeci olmadığını söylemiştim. Yani, artık gözümde ‘kurtarıcı’ olarak da kalmayacaktı yalnızca.

Yüzüme nedensizce(?) yerleşen sırıtma, aklımın; sabah Efe'yi öldürmeme ve Arın'ın bunu görmesine gidince söndü. Eninde sonunda benden tiksinecek.

Dudaklarım iki yana asıldı bu düşünceyle, ama sorun yok. Rahatlardı kafam. Şu tavırları... Beni çok sinirlendiriyordu. Sanırım, güzergahı bırakıp, tek başıma çalışacağım. Evet, onu görmemek en iyisi. Ancak, hele de şu 77.kat ta Arın ne çok işime yarardı...

İyi de burada kalırsam, zamanla benim nasıl biri olduğumu anlayıp benden nefret edecek! Hem, o tehlikeye de düşmesin istiyorum. Aaaa! Etsin be nefret etsin! Hayır! Etmesin! Etmesin! Beni ya Karan'a benzetirse? Ya onu hak ettiğimi düşünürse? Başıma gelenleri bana müstahak olduğunu söylerse? Ya-

Düşüncelerim kapımın yavaşça tıklatılması ile bölündü.

Zara, Mete ya da küçük kızın kapımı tıklatan kişi olmadığını biliyordum.

Odama gelmek isteyen kişiyi biliyordum.

Ve ansızın, en başa döndük.

Benden nasıl bir beklentin var, Sahir’in oğlu? Gecenin bir yarısı kapımı tıklatıyorsun, halbuki daha yeni konuşmuştuk.

 

Kırılmış penisinde yaşanmaya çalışılan bir ereksiyon söz konusuydu, yaklaşık on dakika öncesine kadar. Acıdan çok Kara Prens'i rahatsız eden, bu ereksiyonun karısı olmayan biri yüzünden gerçekleşmeye çalışıyor olmasıydı. Şehvet gibi bir duygudan gelmediği apaçık, uylukları ve kasıkları üstüne yapılan masaj onu zorluyordu bu tepkileri vermeye ama… Yine de kendini kötü ve hain hissediyordu işte.

Acaba... Biricik karısı Eren, Leyla'ya gösterdiği ‘bu tür sabrı’ bir aldatma olarak yorumlar mıydı? Gülümsedi istemsizce, eğer Eren kıskanıp da Leyla'yı öldürürse... Bu Eren'in kendini sevdiği anlamına gelirdi. Kendini oldukça değerli hissetti ve neredeyse her saat başı kendi kendine tekrar ettiği gibi; ‘O da seviyor.’ Diye geçirdi içinden.

Bu düşüncenin verdiği keyifle, aydınlanmıştı yüzü. Yanındaki sandalyeye zorla oturtturulmuş; ağlamaktan mahvolmuş Leyla'ya döndü bakışları.

Kız, elinde bir çorba tepsisi tutuyordu. Masaj uygulaması bittikten sonra kaçarcasına muayene odasından ayrılmak istemişti ama Karan, kızın ona çorbayı yedirmesini istemişti. Elbette, bu yardıma ihtiyacından mütevellit gibi bir sebepten değildi. Karan sağ elini gayet iyi kullanabiliyor olmasına karşın, kızın kendinden deli dehşet korkmasının ona verdiği heyecan yüzünden; Leyla'nın kendine yemek yedirmesini istemişti.

Bugün, Leyla'nın, Eren ile onun konuşmasına şahit olduktan sonra kaçarcasına evden gitmeye çalıştığını biliyordu. Buna bizzat engel bile olmuştu. Gidemezdi. Eren gelmeden, Leyla gidemezdi. Hem, ne diye gitmeye çalışmıştı ki bu aptal hemşire?

Karan, genç kızın birden(!) işi bırakmak istemesine anlam veremiyordu.

'Belki de maaşı beğenmiyor, açgözlü.' diye geçirdi içinden.

Sahiden de maaşı beğenmiyordu galiba(!)

Karan, kızın titreyen ellerinin çorba kaşığını nasıl da kendine yaklaştırdığını izledi. Genç kızın kendinden bu kadar korkması, genç adamı daha da saldırgan olmaya itiyordu. Ancak Karan, derinlerde bir yerde acı hissediyordu. Kendinden korkulmamasını sağlamak!

Sonra da...

Sonra kontrolü eline almak!

Bunun, kendi için durmadan tekrar edecek bir döngü olduğunun farkındaydı.

Bu yüzden, biricik karısının eve dönmesine ihtiyacı vardı. Biricik karısı eve dönmezse... canavarı nasıl kontrol edecekti? Kendi kadar Eren’e âşık olan, zihnindeki mahzende uyuklayan ‘birileri’; kızın yokluğuna uzun süre dayanamazdı.

Gülümsedi ve Leyla’nın çorba kaşığını tutan elini avuçladı sağ eliyle. "Leyla, çorbayı bırakıp karşıdaki koltuğa otur lütfen. Bu kadar zorlanman beni çok üzüyor." dedi. Leyla ona şaşkın bir ifadeyle baktı, burnunu çektikten sonra ayağa kalkıp elindeki çorba tepsisini komodine bıraktı ve hemen koltuğa oturdu. Buradan olabildiğince çabuk gitmek istiyordu.

Genç adam içtenlikle, "Benden korktuğun için mi ağlıyorsun?" diye sordu. Darılmış gibiydi de biraz. Karan bir erkek için fazla nazik, güzel bir yüze sahipti. Çılgın bakışları yüzünden, ‘yakışıklılık ve çekicilik’ ona bakıldığında ilk kelimeler akla gelen oluyor olsa da, eğer ki masum masum bakmaya çalıştığı bir anına denk gelirseniz; onu yalnızca pamuklara benzetebilirdiniz. (Tabi onu tanımıyorsanız.)

Zira Karan’ı tanıyan hiç kimse, ona bir iblis olmadığını söyleyemezdi. Belki de denerdi bunu, ama o kişiye yazardan bir bilgi vermek gerekiyorsa şöyle diyelim; Karan Sezer Şahin, son zamanlarda insan dilinin tadını merak ediyor.

… Sizce, değer mi?

Hadi, özünde iyi bir çocuk(!) olan Karan Sezer Şahin’e bir iblis olmadığını söyleyin. Karan, böyle bir şeyin yaşanması gerçekten çok isterdi. İnsan dilinin tadını ‘gerçekten’ merak ediyor.

Leyla başta geri cevap veremedi. Gözlerini başka bir yöne kaçırdı korkuyla. Karan dudaklarını gülümsemeye zorlattı. Kalkabilse, şu kızı saçından tuttuğu gibi camdan aşağıya sallandıracaktı. ‘Bana cevap vermemek de ne demek? Ölmek istiyor herhalde.’ Diye geçirdi içinden.

Leyla yutkundu. Elleriyle göz yaşlarını sildi. "K-Karan Bey," dedi titrek, ağlamaklı bir sesle. "Bakın benim küçük kız kardeşlerim var. Onların benden başka kimseleri yok. Benim, benim onların yanında olabilmem gerekli." "Burada yatılı kalıyorsun sanıyordum? Aklına şimdi mi geldi biricik, güzel kız kardeşlerin?"

Yüzü üzüntü ve korkuyla büzüştü kızın. Neden ona kız kardeşleri olduğunu söyledi ki?! Ah, aptaldı sahiden de. Titriyordu. Başını iki yana salladı hızla ve "Artık onlara yakın olmak istiyorum." dedi incelen bir sesle. "Lütfen, beni bırakın gideyim. Size bir tehdit oluşturacağım yok-" dediği sırada genç adam güldü. Gülüşünde öyle kan dondurucu bir tını vardı ki, genç kız susuverdi birden. "Kimsenin bundan şüphe ettiği yok zaten." dedi Karan, keyifli bir sesle. Bu şehirdeki hakimiyetlerinin farkındaydı ve bu, genç adamın göğsünün inanılmaz kabarmasına sebebiyet veriyordu.

Leyla'da onun bu gücünün farkında olduğunun, genç adamın sinsi bir gülümsemeyle kısılan gözlerinden anlayabiliyordu. Nefesini tuttu. Cesaret gösterdi, "O-o halde bana bunu neden yapıyorsunuz?" diye sordu.

Karan tam ona ciddiyetsiz bir cevap verecekti ki, aniden, donuk bir ifade aldı yüzü. Birden değişmişti siması. Genç kızı korkuttu bu ani ruh değişikliği. Bir bahaneyle çıkıp çıkamayacağını düşündü. Bu adamın, Eren'e neler yaptığını herkes biliyordu. Leyla da yeni olmasına rağmen biliyordu bir şeyler. Özellikle üç gün öncesindeki o asansör olayı... Daha fazla dayanamamıştı on dokuz yaşındaki bir kızın çektiklerini dinlemeye, duymaya.

Ağlamaktan daha fazlasını yapmak, polisi aramak istemişti ama… doktor ona engel olmuştu.

… Şimdi, şimdi, şimdi...

Karan transa geçmiş gibi bir sesle, "Üşüyorum çünkü." dedi. Kızı daldığı düşüncelerden çıkardı bu. Anlamayarak, "Efendim?" diye sordu. Karan'ın yüzünde çocuksu bir yumuşaklık vardı. Dudakları hafifçe büzülmüştü, sersem; hassas bir mizaca bürünmüştü birden. “Üşüyorum.”

𓆨

 

Loading...
0%