Yeni Üyelik
3.
Bölüm

[2] Yalancı yabancı.

@yazarjose

 

 

Korktu.

Masumiyet kafiri.

Ve insanı binlerce kez test etti.

 

"Tanrı hikayesi sona erene kadar yaşaması için insana güçlü bir dirayet veriyor. Ancak insanın hikayesini erkenden bitirmek istemesini önleyecek hiçbir şey yapmıyor."

 

15 Şubat 2014

Dar, yüksek tavanlı upuzun bir koridorun sonundaydım. Koridorun hemen sonundaki dar ve uzun duvara, kocaman bir tablo asılmıştı. Küçük bir kız vardı resimde, çiçekli yaylaların tepesindeki bir kayalıkta oturuyordu. Sadece sırtını görebiliyordum, ama ben onun gülümsemediğine adım kadar emindim.

Yine de bazıları başka şekilde düşünebilir. Yani; ilk bakana hoş gelebilir tablo, tablodaki kızda mutlu gelebilir. En azından annem tabloyu temizlemem için elime bezi tutuştururken "Burada oyalan. Bak resme, ne güzel, sil dur." Demişti.

Halbuki ben, bu resmi hiç sevmiyordum.

Hemen yan kapımda annem ve o adam var: Şahinlerin lideri olan, annemin kişisel hizmetçisi olduğu Adil Vedat Şahin. Çalışma odasındalar, bende birkaç adım uzaktayım. Annemin çığlıklarını duyabiliyorum. Bunların, şehvet çığlığı olduğunu ayırt edebiliyorum dokuz yaşında olmama rağmen. Belki de (şimdilik) mide bulandırıcı olarak adlandıracağım bir içgüdü var içimde, bunu kestirebilmemi sağlayan.

Eski bir çizgi film hatırlıyorum, yetim kızın sirkte çalışan ailesine kaçmaya çalıştığı. Ama ısrarla, her defasında ailesi tarafından yetimhaneye; ona sürekli kızan öğretmenin yanına geri gönderildiği.

Tuhaf, her ailesine kaçtığında sevinirdim. Ama içimi bir korku kaplardı. Sonra ailesi onu geri gönderdiğinde ağlardım, ama... içimde rahatlardı. Çünkü ona her zaman kızan öğretmeninin yanındayken daha fazla güvende olduğuna inanıyordum.

"Beğendin mi?" diye bir ses duyduğumda irkilerek zıpladım yerimden. Elimdeki bezi yere düşürdüm, arkamı döndüğümde annemin asla yaklaşmamamı söylediği Küçük Bey, Karan Sezer Şahin, karşımdaydı.

Sakin bir şekilde bakıyordu bana, ben ona şaşkınlıkla bakarken. Tasasız bir yüzü vardı Küçük Bey'in, bu beni şaşırtıyordu. Çünkü sol gözü mosmordu ve sol yanağı da kanlanmıştı.

Aslında, yorgun ve tasasız bir yüz demek daha doğru. Olgun bir sessizlikte vardı gibi ama... hiç inanmıyordum sessiz biri olduğuna. Buraya geldiğimden beri bana zarar vereceğinden korkmadığım, nasıl biri olduğu ile alakalı fikir de yürütemediğim tek kişiydi.

Birinin daha on iki yaşındayken, böylesine dayak yiyip de tasasız bir yüzle hafifçe tebessüm edebilmesini anlayamıyordum. O yüzden, Küçük Bey'i de anlamıyordum.

"İlk baktığında güzel geliyor," diye devam etti koyu kahve gözlerini bana çevirdikten sonra. Yüzünde bir tebessüm belirmişti, içi bomboş olan. Ben gülümsemedim, çünkü ona boş bir şey göstermek hiç istemiyordum.

Daha onu ilk gördüğümde, ona dürüst olmayı çok istemiştim.

İkimizde ebeveynlerimizin ne yaptığını... ne sesi duyduğumuzu biliyorduk. Buna birlikte katlanmak gibi bir düşüncemiz ise asla yoktu.

Asla yoktu. Ama...

Tabloya doğru döndüm, "Bana o kızı hatırlatıyor." Dedim. "Kimi?" diye sorduğunda cevap vermedim. Eğilip yerdeki bezi aldım ve ona dönüp somurtkan bir yüzle baktım. Konuşmak istemiyordum ki ben onla, hele şimdi asla! Babası anneme çığlık attırıyor be!

Ama onun yüzüne baktığım her an, odak noktam Küçük Bey'e kayıyordu iyice. Sarışın, hafif kıvırcık saçları; koyu kahve gözleri ve şaşalı kıyafetleri... Yüzündeki yara ve donuk ifadesine rağmen, Karan parlıyordu. Masallardaki Prenslerin gerçek ve aslında pek de sihirli olmadığını anlamamı sağlamıştı.

Onda beni üzen çok şey saklıydı, bunu, onu ilk gördüğüm an da kavramıştım. Bu yüzden ne kadar çok onu kendime tanıdık hissetsem de, annemin de dediği gibi ondan uzak durmalıydım.

Gözleri benden tabloya kaydı, "Ben de hüzün hissediyorum," dedi, derin bir nefes aldıktan sonra. "O kıza her baktığımda, içimde bir şeyler ufalanıyor." Diye devam etti. Söylediği cümlelerin anlamını kavrayamayacak kadar küçük ve cahildim, ama elini kalbinin olduğu yere götürüp; gömleğini kavradığında, on iki yaşındaki dövülmüş yüzü acı ve çaresizlikle buruştuğunda, tablodaki kızın ona nasıl hissettirdiğini az çok anladım.

Tıpkı bana hissettirdiği gibi.

 

 

1 Mart 2024'ten devam...

Yabancının yüzündeki sert ve şaşkın ifade, bedenimden yüzüme kaydığında iyice gerildi. "Senin burada ne işin var?" diye sordu, fazlaca kaotik bir sesle. Kaşlarımı yukarıya kaldırdım, kaba bir tavırla cevap verdim: “Tanışıyor muyuz?”

Ya dünyanın ne kadar kötü bir yer olduğundan habersizdi, ya da beni buraya hiç yakıştıramamıştı.

Sesimi duyunca yine bir tuhaflaştı. Afallamış bir ifadeye bürünmek ile, sert bir yüzde takılı kalmak arasında seçim yapmaya çalışıyormuş gibi, kafa karışıklığıyla, başını sola çevirdi. Huysuz ya da panik bir yüzle bana dönmek istemiyordu belli ki. Nasıl tepki takınacağını düşünüyordu. Düşünceli olmak istiyordu. Sözde.

En sonunda, soğukkanlılığını çabucak geri kazanarak, mimiklerini ifadesiz, donuk bir hale soktu.

Gözlerini tekrar bana çevirdiğinde, güven veren bakışları olduğunu da söyleyemezdim. Sadece, hızlı kavrayan biri olduğunu ve soğukkanlılığını kaybetmemekte kararlı olduğunu; gözlerindeki kendinden emin parlaklıktan anlayabiliyordunuz.

Derin bir nefes aldı, gördüklerini son bir kez hazmettiğine emin olabilmek için. Sonra tasmanın ucunun bağlı olduğu yatağın kenarına yaklaşıp, eğildi. Yutkundu, sert ve soğukkanlı bir sesle "Hangisi seni burada tutuyor?" diye sordu. Bana bunu yapanın Şahinlerin lideri Adil Vedat mı, yoksa varis olan Karan Sezer mi olduğunu soruyordu. Üvey babam mı üvey abim mi beni istismar ediyor?

Gözlerimi kıstım şüpheyle, kimdi bu yabancı? Gazeteci miydi acaba?

Ciddiyetsizce duran, ama aslında, epey gerçek bir cevap olarak: "Dünya." Dedim, yüzüme alaycı bir sırıtış yerleştirirken.

Neden bilmem ama bu seferki busem, bana çok yorgun hissettirmişti.

Yabancı kale almadı bu cevabı. Eğildiği yerde, başını bana doğru kaldırmış, cevap isteyerek yüzüme bakmaya devam etti.

Ne dememi istiyordu ki? Karan; üvey abim, beni burada zorla tutup; her yolla öldürüyor mu demeliydim? Hayır, eğer ki karşımdaki bu genç adam bir gazeteciyse ya da sosyetedeki iyi bir dedikoducuysa, kendimin insanlara bu şekilde tanıtılmasına asla izin vermezdim. Eğer, dışarıdaki insanlar benim burada ne şartlar altında tutulduğumu öğrenirse... Delirirdim. Benim tarafımı tutmayacaklarını biliyordum çünkü, bir de göremezdim. Bu malikane son üç yılda beni akıllandırmıştı.

Ona cevap vermedim, şüpheli bir ifadeyle bakmakla yetindim. Kim olduğunu anlamaya çalışıyordum. Üstündeki kıyafetlerin kumaşını, kalitesini ve kolundaki saati hesaba katarsak; hele de genç gözüküyor olmasına rağmen böyle şeylere sahipse... Zengin ailelerden birinin oğlu olmalıydı. Ya da iyi kılık değiştiren bir gazeteci. Ancak sanmıyorum, buraya girebilecek kadar becerikli bir gazeteci olduğunu. O halde… zengin bebesinin tekiydi?

?

Her şekil, artık, gerçek Eren İpek Şahin’i görmüş bir yabancıydı.

Acımasız, sinsi bir gülümseme belirdi dudaklarımda. Eh, Karan'ın başı epey ağrıyacaktı bu konuda. Nasıl açıklayacaktı bu durumu? Hele de benim yerime tanıttıkları Eren İpek Şahin aşağıda, benim annemin koluna girip; nasıl da güzel bir anne kız olduklarını anlatırken... Tabi önce, elemanın, benim Eren İpek Şahin olduğumu kesin anlaması gerekliydi.

Elbette söyleyeceğim.

Ah, hayır, kahretsin. Söyleyemem. Başı belaya girmesin.

Beni, olduğum vaziyete terk edecek insanlara neden merhamet gösteriyorum?

Yabancı daha fazla benim cevabımı bekleyemeyeceğini düşünmüş olmalı ki önüne döndü. Zincirin ucunu bağlı olduğu yerden çekti kuvvetlice, çıkarmaya çalışıyordu ama bu yatak yere sabitlendiğinden mümkün değildi. Kilide birkaç saniye daha bakınıp, son bir kez daha dikkatli gözlerle odayı taradı. Kilidi kıracak bir eşya aradığını düşünerek, "Kırılmaz." Dedim. “Kamera var mı diye bakıyorum.” Diye geri cevap verdiğinde, sesini biraz daha iyi duymuş oldum. Kalın, derin ve toktu.

Demek, benim başıma gelenler kameraya kaydedildiyse, onları alıp, Karan’ı o şekilde tehdit edecek bir mafyaydı!

Olmaz.

Kimse, beni öyle göremez! Lütfen!

“Yok öyle bir şey, ucube.”

Sabrı tükenerek başını bana çevirdiğinde, "Ama ses yapmaya devam edersen, seni yakalarlar." Diye devam ettim bilmiş bir tavırla; kaşlarımı yukarıya kaldırıp. Dudaklarımdaki alaycı sırıtış büyüdü.

Bana anlamayarak baktı, neden ona aceleci aceleci yalvarmıyordum? Teşekkür etmiyordum? Beni kurtarmaya çalıştığının farkında değil miydim yoksa?

Sözde, kurtarmaya çalıştığının. Dedim size, kanmam ben bunlara.

Yabancının bu anlam veremeyen bakışları, kısa sürede sakinliğe bırakıverdi kendini. Yüzümdeki kibirli ifadenin üstünden, bir an şaşkınlığın geçip gitmesine sebebiyet verdi bu ifade değişikliği. Bu tavrımın ona inanmadığımdan, her şeye ve herkese birikmiş kızgınlığımdan dolayı olduğunu hemencecik anlamıştı.

Lakin beni asıl afallatan ve ardından delirten şey, ruh halimi kendince yorumlayıp sakin bir ifadeye bürünmesi değil; gözlerinin acımayla kısıldığı o an olmuştu.

Elime geçirdiğim ilk şeyle kafatasını parçalama isteğiyle doldum anında. Bana acımak? NE CÜRETLE!

Direk atağa geçmemek için kendimi zor tuttum. Karan'a karşı çıkmaya ve direnmeye çalıştığım tüm o zamanlarda, benden daha iri yarı bir adamı yenmek için aklımı kullanmanın şart olduğunu çözmüştüm artık.

Bozuntuya gitmiş yüzümü toparladım. Manyak bir tebessüm dudaklarımda belirdi, otuz iki dişim ona ışıl ışıl boy gösterdi. "Ha," diye çok bilmiş bir ses döküldü dudaklarımdan. Pervazdan destek alarak, açık pencerenin kenarına oturdum ve "Ne o?" diye sordum alaya alan, küstah bir sesle.

Nasıl acırsın bana?

Pencerenin kenarına oturduğumda yerinden hızla doğrulup bana doğru iki üç adım attı ki durdu. Çünkü vahşi bakışlarım, daha fazla yaklaşmaması için yeteri kadar uyarıcıydı. Durdu, yere eğilip zinciri ortasından kavradı.

Başımı küçümseyerek aşağı yukarıya salladım 'Çok zekisin,' der gibi. Sırıtışım çarpıklaştı, "Beni o mu durdurur zannediyorsun? Buradan atlarsam ve sen de beni tasmanın zinciriyle geriye çekersen, boynumu bizzat sen kırmış olursun." Dedim. İki elimde pervazdan ayrıldı. Sırtımı hafifçe, geriye doğru eğdim. Sağ elimin işaret ve orta parmağını birbirine yapıştırıp, elimi bir silahmış gibi ona doğrulttum.

Cam pervazlarını bırakıp tutunmadığım an, yabancı daha da gerilmişti, kasılmıştı yüzü. Elleri göğüs hizasında havadaydı, 'dur' demek ister gibi. Dilim dişlerimin üstünden alçak ve zalimce hareket etti. "Öldürecekler seni." Dedim, kin dolu bir sesle.

Kaşları çatık, sert bir yüzle bakıyordu artık bana. Kaşları bir an 'Öyle mi olacakmış?' der gibi yukarıya kaymıştı yalnızca. Kendine çok güveniyor gibiydi, sanırım Baykal'ın en tehlikeli evinde olduğunun farkında değildi.

Kaşları 'Beni mi öldüreceklermiş?' diye bir an küçümsemeyle havalanmış olmasına karşın, gözlerindeki acıma hiç kaybolmamıştı. Tüm kozlar benim elimdeydi ama, o beni kışkırtmaya devam ediyordu. Her an daha da fazla onu Karan'ın önüne atma isteğiyle doluyordum.

Gerçi, neden tüm kozların benim elimde olduğunu varsayıyordum ki? Kendime bir şey olursa umursamayacağımdan mı yoksa Karan’ın beni asla onun eline bırakmayacağı gerçeğini bilmemden mi?-Bu sikim sonik gerçekten mi güç alıyordum?

Midem bulandı. Ölsem daha iyi. Öldürebilirsin beni, kabulüm. Çabuk ol.

Başımı iki yana salladım ve “Hayır,” diye geveledim kendi kendime. Kindar bir sesle. Ben sadece gerçekçi olanı düşünüyordum.

Yabancı, buradan çıkmazsa, başına bir şey geleceğini fark edemiyor muydu yoksa, ailesi epey sağlam mıydı? Ne kadar sağlam olabilir ki arkası? Ben, ailesini bilmediğime göre o kadar değil-Baykal’dan bilinen bir aileden olsaydı anlardım, nasıl gözüktüklerini biliyorum.

O halde geriye kalan hiçbir sağlamlık, bu yabancıyı buradan sağ çıkaramaz, ben istersem. Ama oh, beni küçümsüyordu?

Çünkü bunu yapabileceğini düşünüyordu.

Çünkü ben... Bu koca malikanenin ücra bir odasında tasmalanmış bir kızım.

Unutamayacağım bir aşağılanma.

...

O....u çocukları.

 

 

Bir gün, hepinizi tasmalayıp, keskin çakıl taşlarıyla dolu bir yoldan geçireceğim. Çırılçıplak olacaksınız. En sonunda her yeriniz kanamaya başladığında, vahşi köpeklerin eline bırakacağım sizi.

Yabancıya yumruk atmak, vurmak ya da bağırmak istiyordum ama yapabilir miydim? Hadi gerçekçi olalım: Acımasız ve gerçekçi cevap: hayır. Elimde iki seçenek var; ya buradan atlarım ve Karan onu öldürür, ya da ona karşı koymaya çalışırım ve istismar edilirim, öldürülürüm vesaire.

Vesaire dediğim konulara bak, s…yim...

Aslında, belki onu kandırıp kendi yanıma yaklaştırırsam, zincirle boğabilirim? Hmm... Hayır, hangi senaryoyu kurarsam kurayım; fiziksel bir müsabaka da kaybedeceğim. Eğitimli biri olduğumdan, onun duruşundan bile tıpkı benim gibi eğitimli biri olduğunu anlayabiliyordum.

 

 

Zinciri çıkarmaya çalıştığına bir an olsun bile inanamıyordum.

Şansım belki de vardı, ama yabancının fiziksel yapısının Karan'a benziyor olması, bana, önceki müsabakalarımın sonucunu hatırlatmasından dolayı buna pek inanmıyordum.

Benim paranoyak ve kızgın yüz ifademin ona büzüşmüş bir şekilde baktığı; gözlerimin odanın her bir köşesinde dolanıp durduğu dakikalarda yabancı hala aynı temkinli ifadeyle bana bakıyordu.

YAPMA!

Lütfen, ben böylesine aşağılanmış bir vaziyetteyken bana bakma.

Sert bir sesle, "Kes şunu." dedim. Kaşları anlamayarak daha da çatıldı ve başını hafifçe sağa eğdi; sözlerime devam etmemi bekliyordu, tepkilerimi anlamlandırabilmek için.

Bana yalan söylemek için, karşıma dikilme.

Ne zannetmişti ki? Tıpkı filmlerdeki gibi, odaya kapatılmış kızın ağlayıp, hiç tanımadığı bir adama her şeyini teklif edeceğini mi?

Çünkü kızlar kurtarılmalı ve karşılığında bir adama her şeylerini teklif etmeli.

Ha, ne kurtarılma ama(!)

Gerçek hayat daha farklı, erkeklerin yazdığı aksiyon filmlerindeki gibi bir tavır takınmanın, daha iyi bir herhangi sonuca sahip olmayacağını; dünyadaki tüm kadınlar ve kızlar bilir.

Göz kapaklarımı kıstım ve sinirle buruşturdum yüzümü. Nefret ediyorum... Soğuk, sert ve küçümseyen sesimle, "Ben seni bitirebilirim, sen beni değil. Tamam mı?" dedim. Bu, yarı yarıya doğruydu. Beni öldürebilirdi çünkü, kendisi de ölecek olsa bile. Güç, belli bir zaman dilimi için ona aitti.

Belki?

Hala onu zincirle boğabileceğimi düşünüyorum. Saldırganlaşırsa denemekten başka şansım yok.

Sadece…

Bana. Acıyarak. Bakma.

Cevap vermedi, sadece, bana bir an boş boş baktı. Gözlerindeki acımaya takıldığımı anlamıştı, başını öteki yana çevirdi, derin bir nefes alıp, "Özür dilerim." Dedi ve bana tamamen arkasını döndü.

Yüzüme bir daha geri dönmedi. Eğer yüzlerimiz birbirine değseydi, daha da delireceğimi biliyordu çünkü. Bana acımayı kesemeyeceği için benden özür diliyordu.

Böylece... onun şimdilik bir düşman olmadığını anladım. Bana şimdilik saldırmayacağını ve ölümcül bir şeylerin aramızda şimdilik yaşanmasının gerekmeyeceğini. Belki de benim agresif tavrım da ona fazla gelmişti?

Direk ölümü, öldürmeyi düşünmek fazla mı? Benim için değil.

Yine de onun bu tavrı, öfkeli bir yüzle hislerimi örtsem de beni afallattı. Üç yıl sonra hayatımda gördüğüm belki de tek gerçek insandan aldığım, zavallı halime en şefkatli tepkiydi bu. Tüm dengelerimle oynamasının sebebi de buydu.

Kafama yatamıyordu artık şu şefkat dedikleri mesken.

Kesin oynuyor benimle.

Arkası bana dönüktü şimdi. Gömleğinin altından silahının izi çıkmıştı. Eli arkaya gitti, gömleğinin altındaki silahı çıkardığı sırada, gözüme buğday sırtındaki yara izleri takıldı. Çok fazla yara izi vardı. İnsan eti bozulmaya başlamıştı, birçok kişi için dehşet uyandırıcı bir görüntüydü sırtı. Benim için değil. Alışığım.

Yara izleri bile Karan'a benziyordu. Her şeyiyle ona benziyordu aslında. Saçı, başı, gözleri. Yapısı biraz daha iriydi ama o bile benziyordu. Eğer kendisi, siyah bir gömlek yerine Karan'ın kıyafetlerini giyse, arkadan ikisini karıştırabilirdim. Bu düşüncem bana saçma geldi hemencecik. Hayır, ben Karan'ı kimseyle karıştırmazdım. On kilometre öteden anlarım.

Alt dudağım büzüldü. Nefret ediyorum.

Nefret ediyorum gerçeklikten.

Eninde sonunda, hepsini yakacağım. Kendimden başlayarak ya da kendimde sonunu getirerek, bilmiyorum, tek bildiğim yakacağım.

Yabancının kaslı, geniş sırtının üstünde, ensesinde biten; Karan'ınkilerden biraz daha koyu sarı, kalın bukleli saçlarına takıldı bu sefer gözüm. Saçlarının kenarları biraz daha kısaydı, ama saçlarının kenarları ile ortası arasındaki uzunluk farkı çok az olduğundan, sokak tarzında diyemezdim. Karan'ın saç kesimine benziyordu saç kesimi bile. İri yapısına rağmen, yabanıl değil de zarif gözükmesi bile, ona benziyordu.

Açıkça: üç yılın sonunda, bana ilk yardım etmeye çalışan adam(?), Karan’a benziyordu.

Dudaklarımda sarhoş bir gülümseme belirdi, evet... Evet, si..yim, ona çok benziyordu. Hayatın benimle böyle t..ak geçmesi...

Aslında, hazır cam kenarındayım. Ellerim bile pervazı tutmuyor. En ufak bir gürültü de irkilip, metrelerce aşağıya çakılabilirim. Hayır, muhtemelen tasma yüzünden boğulurum ve boynum kırılır. Cesedim havada süzülür dakikalarca, kim bilir belki de saatlerce.

Karan aklını oynatacaktır. Buraya nasıl çıkar, beni nasıl geri alır ve cesedime neler yapar bilmiyorum. Gömülmeyeceğim düşüncesi kan dondurucu ama... bir o kadar gerçek. Diri diri yansam, küllerimi döktüğü gölde yıkanır her sabah. Bir keresinde demişti böyle bir şeyi, sarhoşken. Hatırlıyorum.

Gözlerimi kapatıp pervazın kenarına yaslandım. Havai fişek gösterisi ne zaman başlayacak bilmiyordum ama... Bir anda başlayabilirdi. Bu sese hazırlıksız olsam ve korkarsam... Gerçi ben kolay korkmam. Ama belki de bir yıldırım falan çakarsa, irkilip geriye düşebilirdim.

Cesedime onca şeyin olacak olmasının önemi yoktu ki, değil mi? Tasasız bir ifadeye bürünebilmeyi diledim. Ama benim için bunları normale indirgemenin bir yolu yoktu. Yapamıyordum.

Bir hiç gibi ölmeyi kendime yedirebilseydim, çoktan yapardım. Ama şimdi, yapamayacağımı bilsem de denemek istiyordum işte. Durmadan denemekte bırakamadığım bir tutkuydu diyelim.

Lütfen, yabancı, beni it.

Kafamdaki kırkayağın adımları gittikçe hızlanıyordu. Midemi bulandıran, unutamadığım, o kulağa haz dolu gelen iğrenç nefeslerinin sesi, zihnimin her bir köşesine çarpıp çarpıp yankılanıyordu her bir adımda. Bu adımların ses dalgaları, ölümün rezonansını yakaladığında her şey bitecekti.

Belli belirsiz, çok ama çok ağır hareketlerle, kendimi aşağıya doğru hareket ettirmeye başladım. Çok yavaş, ancak.

OLMUYOR BE OLMUYOR!

Tanrı, hikayesi sona erene kadar yaşaması için insana güçlü bir dirayet veriyor. Ancak insanın hikayesini erkenden bitirmek istemesini önleyecek hiçbir şey yapmıyor.

Aramızda en kirli oynayan, muhtemelen o.

Bir kez olsun Tanrı'm... Bir kez olsun beni kurtar. Lütfen kafama soktukları bu kırkayağı çekip al benden.

Bir kere olsun. Bir kere. Sonra, söz veriyorum, senden hiçbir şey istemeyeceğim.

Zincir bir anda öne çekildi ve diz kapaklarım yere sertçe düştü. Yüzümün zemine çarpıp dümdüz olmaması, iki eliminde zemine yüzümden önce varmasındandı. Köpek gibi bir pozisyondaydım, yabancının önünde eğilmiş gibi. O da yatağın hemen karşımdaki köşesinde yere çömelmiş, az önce beni yere düşürmek için kendine doğru çektiği, elindeki zinciri bileğine dolamış halde bana bakıyordu.

Ben odanın içine düşünce, tuttuğu nefesini bir solukta bıraktı, rahatlamış olduğunu, mimiksiz tutmaya çalıştığı yüzünde görebiliyordum.

O an, sapık bir parıltı gördüğümü sandım onda, gerçekten orada olduğundan değil, ama o Karan'a çok benziyordu dış görünüş olarak ve... Kaptırdım kendimi bu yanılgıya. Hırsla dişlerimin arasından güçlü bir nefes çektim içime. Küçük bir çığlıkta döküldü dudaklarımdan. Tasmamın ilerisinden, zinciri kendi tarafımdan kavrayıp, elime doladım bende. Geriye doğru kalkıp, popomun üstüne oturdum. Hırslı hırslı burnumdan soludum. Tüm gücümle zinciri kendime çektim.

Zinciri kendime doğru çektim, çünkü onun bana yenilmesini istiyordum. Bana çekilmesini. Ama o yerinden kıpırdamak bir yere dursun, zinciri olduğu yerde tutarken diğer eliyle öne doğru uzattığım sol ayak bileğimi kavradı. Beni kendine çekmeye çalıştığında, onu sağ ayağımla ittirsem de pek kale almadı. Sol ayak bileğimden ona doğru çekildiğimde, zinciri kavrayan eli gevşedi.

Üstüme çullandığından, sırtım zemine çarpmak üzere aşağıya doğru eğildi. Boştaki sağ ayağımla göğsüne acemi bir tekmeyi daha geçirdim. Ama o hiç önemsemedi ya da önemsememiş gibi yaptı. Sol eli, başım arkaya çarpamadan önce, zeminle başımın arasına girdi.

Beni, böyle ufak bir şeyden korumuştu. Bedenimin üstüne hemen çullandıktan sonra.

Nefes nefese kalmıştım güç uygulamaktan, o ise sakindi. Sadece hafif çatık kaşlarıyla öfkeden delirmiş, manyak gibi parlayan gözlerle, ona nasıl baktığımı inceliyordu. Beni çözüyordu, benim kördüğümümü... çözmeye çalışıyordu.

“Ha?”

Gerçek misin?

İyi biri demem, ama sıradan birisi olabileceğini düşündüm. Ne iyi ne de kötü olmayan. Benim gibi olmayan. Normal hayatın içinden biri. Kendimle kıyaslamayacağım kadar iyi bir yerden gelmiş gibi, sıradan bir hayattan. Kandım bu fikre.

Ona bir sürü yalan söyleme isteği duydum.

Nasıl bir insan olduğunu anlamak için.

Gerçekten, dürüst müydü? Beni, benim gibi birini…

Dizlerim bükülmüş, kendi gövdemin üstüne doğru eğilmişti. Karın kaslarına değiyordu bükülmüş dizlerim. Ayaklarım kasıklarındaydı.

Sol elini başımın altından çektiğinde, başımı hızla kaldırıp ona kafa atmaya çalıştım ama izin vermedi: Bana geri kafa atarak. Evet, bana geri kafa atmıştı. Yavaşça alnını alnıma yapıştırdı, başımı geriye; halıya bastırdı. Üstüme iyice çullanmış oldu böylece.

Kendi alnını, alnıma sertçe bastırdığında, afalladım. Kollarımı sallayıp onu durdurmak isterdim ama, iki elimi de bileklerinden kavramıştı. Yüzüne tükürebilirdim, ama ben mücadeleyi seçtim.

Kafamı kaldırmaya çalışıyordum, ben kafamı kaldırmaya çalıştıkça o alnımdan alnını ayırmıyordu. Beni daha da delirten, hiç zorlanmıyor gözükmeseydi. Bu cebelleşme birkaç dakika sürdü.

Bunun da mı yüzüne tükürsem?

O kadar sakin bekliyordu ki, sanki nasıl bir konumda olduğumuzun farkında değilmiş gibi -kapıdaki baygın adam her an uyanabilir ya da Karan gelebilir- rahattı. Beni delirtiyordu bu dinginliği, bekleyişi. Bu öfkem... bitecek mi sanıyorsun? Dışarı da ki insanlar, bir gün öfkemin biteceğini mi düşünecek?

Bende nasıl bir etkisi olduğunun farkındaydı bu kişi. Üç yıl sonunda gördüğüm, bana insan gözüyle bakan ilk kişi. Açık kahve gözleri bunun farkındalığıyla bir olgunluk taşıyordu. İlgiyle bana bakarken, acıma ve şefkati esirgemiyordu.

Dişlerimin arasından, “Çekil.” Dedim kin dolu bir sesle.

BENİ KANDIRAMAZSIN!

Boğazım kurumuştu, yine de yüzüne tükürdüm ve ayaklarımla onu ittirmeye çalışmaya devam ettim biraz daha. Hırslı, bozulmuş yüzümde onun gördüğü şey; beyhude bir çabanın çaresizliğinden nasıl kıvrandığımdı. Bunu biliyordum. Ama onun bilmesini istemiyordum.

………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….

En sonunda uğraşmayı kestim. Ve yüzüme tekrardan o keyiften yoksun esnek gülümsemeyi; alışkan bir tavırla hızla oturttuğumda, inkârıma ortak olur diye umdum.

Kocaman, iyi olan her şeyden yoksun bir sırıtma yer etmişti dudaklarıma ama... O... O bunu da... bunu da biliyordu. Görüyorum. Yine de ısrar edeceğim, o yardıma muhtaç halime kör olana kadar. Tıpkı bu malikanedeki herkes gibi.

Belki beni anlamıyorsunuz. Neden bunu istiyorum, neden bunu tercih ediyorum? Neden onu sonuna kadar sınamaya çalışıyorum ve bana acımasını değil de benden ürkmesini istiyorum?

İnsan yalnızsa, acınası olmak en tehlikesi gibi gözüküyor da ondan.

Ve, zaten gerçekleşeceğini bildiğim bir hayal kırıklığının hayali var elimde; kimse kırmadan ben kırayım istiyorum.

Bacaklarımı iki yana doğru hafifçe araladım, ancak aramızda gördükleri blok görevini kaldırmadım. Ayaklarım kasıklarından yavaşça, bacak arasına kaydı. Erkekliğine bastırdım, hiçbir sertleşme söz konusu değildi. Çenemi yukarıya kaldırdım az biraz, incelen, tutkunun hafif bir meltem gibi estiği sesimle, "İster misin?" diye sordum. Kaşları daha da çatıldı, yüzü rahatsız bir tavırla daha da fazla gerildi.

Gözlerini başka bir yöne, sapık hayallerle kaçırmasını ya da erkeklerin aklını kaybettikleri; o zirve anına ulaşınca sahip oldukları iri aptal gözlere sahip olmasını bekledim ama olmadı. Bakışları keskinleşti. Kızgın bir tavırla burnundan soludu.

Karan'a, bana öğrettiklerini hayatıma nasıl da entegre ettiğimi histerik bir tavır içindeyken gösterebilmek için, malikanede çalışan birçok kişiyi baştan çıkarma girişimim olmuştu geçen yıl. Hoş, hiçbiri bu sertliğin ya da ıslaklığın sefasını süremeden parçalara ayrılınca kimse bana yanaşmaz olmuştu ama... Sonuç olarak, kitaplarda gördüklerimi taklit ettiğimde, birilerini tahrik etme konusunda iyi olduğumu zannetmiştim. Ama yabancı, ayaklarımı bastırdığım aşağısında hissettiğim kadarıyla yumuşaktı. İktidarsız mı acaba? Ya da ben mi bu işi beceremiyorum?

Gözleri gözlerime kenetliydi. Ondaki olgun ve kararlı duruş, beni ifadesiz bir yüz takınmaya zorladı yine. Sakinliği, içinde bilgelik taşıyordu. Bana yabancı bir şeydi bu da.

'Anladım.' diyordu sanki bana, 'Anlayacağım.'...

Şefkatli ve kararlı bir sesle, "Gel, gidelim buradan." Dedi. Aklına koyduğu şeyin ne kadar zor olduğunun bilincindeymiş gibi, gözleri çakmak çakmaktı, hazırdı savaşa kendiliğinden.

Böyle yalanlar söylemeyin ya, ben hepsine nasıl göğüs gereyim?

Algılarım yavaş yavaş kapandı o an. Kırkayağım, sonsuza dek aklımda dönüp durmaya devam edecek olan o haşere, yavaşladı, yavaşladı... Adımları duyulmaz, beynimin içinde kışkırtıcı adımlarının okşamaları hissedilemez oldu neredeyse. Hiç ses yoktu. Benden başka kimsenin sesi yoktu kafamda. Ben...

Bu sözün arkasında iyi niyet olmadığını biliyordum.

Sözde bir şeyden bahsediyordu, onu da biliyordum. Yalancıydı.

Ama o...

Bu sözü, ne kadar duymak istediğimi bilemezdi.

Bu sözü duymaya ne kadar ihtiyacım olduğunu.

Ben bile bilmiyordum, üç yıl önce bu hayalim; Şahin malikanesinden birlikte çıkacağımı zannettiğim Karan tarafından rafa kaldırılmıştı.

O yüzden ben... uzun süredir kimsenin, bana bir gün böyle bir şey söyleyebileceğine inanmıyordum. Sözde bile olsa.

Hırçın ve hırslı ifademin, kendini nasıl bir yumuşaklığa bıraktığı söz konusu değildi şimdi. Umurumda değildi gövde gösterisi yapmak-birazdan yapacaktım zaten. Üzgün ya da mutlu değildim ama şu an. Sadece, şaşkındım.

Birçok şeye,

Bu sözü hala duymamı beklediğim kişinin kim olduğuna,

Bu yabancının sözde olduğunu zaten bildiğim laflarının gerçek olamayacağına,

Kim bilir, belki de Tanrı'nın var olduğu düşüncesine.

Bileklerimi kavrayan elleri yumuşadı, bileklerimi bıraktı sonra. Doğruldu üstümde, erkekliğini bana değdirmemeye özen gösteriyordu. Sağ eli, belinin arkasına gitti ve benim de daha önce fark ettiğim silahını eline aldı. Ucuna susturucu takılı silahıyla, tasmanın zincirine sıktı. Tasma hala boğazımdaydı ama artık zincirle yatağın kenarına bağlı değildim. Tasmaya bağlı kalan zincir ise, kısacık olmuştu.

Bir dakikaya yakın, hiç ses çıkarmadım. Aptal aptal etrafa bakındım. Hala şok içindeydim, resmen... Karan Sezer Şahin'i karşısına alarak, zinciri kırmıştı?

Hayal mi görüyorum acaba?

Diğer insanlarla nasıl iletişim kurulur unutmuşum gibi de... tuhaftı. Yaptığı şeyin bana çok iyi gelmesi gerekiyordu ama mutlu olmamıştım. Hem de hiç. İnanmıyordum ki! Sadece şaşkınlık vardı her şeye rağmen, işte...

 

 

Bir dakika! Karan’ın tuttuğu bir oyuncu olabilir. Bunu şimdiye kadar nasıl düşünmedim?

Havadaki boşluğu doldurmak için, boğazımda kalan kısa zincirli tasmaya bakarak, "Kolye gibi oldu." Diye geveledim. Baş etme mekanizmanın boş yorumları, yabancının yüzünde anlayışlı bir tebessüm oldu çabucak yanıp sönen. Elini uzattı bana, oturduğum yerden doğrulmam için, "Gel," dedi.

Gel.

 

 

O da demişti.

 

 

Aynı cümleler.

 

 

Oyun bu.

 

 

Belanı siksinler Karan. Senin, belanı siksinler.

Bu, bakışlarımda bir an oluşan ışıltıyı söndürmeye yetti. Cam gözlerden cansız gözlerim, tereddütten yoksun bir bakışla ona döndü. Tereddütten yoksundum, çünkü bana gösterdiği merhametin nasıl da iğrenç ve sözde olduğuna artık tamamen emindim.

Gözümden tek bir yaş damlası süzüldü, zaman, o an ayrı bir durdu.

Bana... İhanet etmeyi kesin.

Yardım etmeyeceğinizi, hepinizin bana zorbalık edeceğini biliyorum.

Sizi... Öldüreceğim.

Seni de, yabancı.

Kendi kendime doğrulamayacağımı düşünmüş olacak ki, beni doğrultmak için yavaşça sağ elini bana uzattı. Onun eli beni yakalayamadan, ben hızla doğruldum ve yakasından tutup onu kendime çektim.

Dudaklarına yapıştığımda dengesini kaybeder gibi oldu. Öne doğru düşüyordu. Beni ezmemek için avuç içlerini hemen kalçalarımın ardında bir yerde zemine bastırmak zorunda kaldığında, gövdesi üstüme doğru yaklaştı. Bacaklarım çoktan birbirinden ayrılmıştı.

Bacaklarımın arasına erkekliğinin gelmemesi için, gövdesini geriye doğru çektiğinde ve omurlarını dikleştirdiği sırada, biri yakasına diğeri boynuna dolanmış kollarım sayesinde bende kasıkları üstünde yükseldim. Kasıklarına iyice yerleşerek, öpmeye devam ettim onu. Ama elleriyle başımı kavrayıp dudaklarımı dudaklarından ayırdı. Bana şok içinde, afallamış bir şekilde baktı.

Alaycı ve zalim bir tavırla gülümsedim, o boş, iki yana uzanan dudaklarımın arasından gözüken sivri dişlerim; bana kendimi şeytanmış gibi hissettirirdi. Çekik, iri badem gözlerimin kendine has bir biçimi vardı çekici bir iblisi andıran. Hepsi bir araya geldiğinde, üstüne çıkmaya çalıştığım bu ikiyüzlü herifi afallatmıştı ve... Erkekliğinde hissettiğim kadarıyla onu kızdırmıştı da.

...Ha.

...

Eskiden böyle değildi. Yüzüm yani. Parlaktı, hatırlıyorum. Bunu yüzüme Karan'ın yaptığına eminim. Bir delinin kafasına eseni yaparken ki korkusuzluğunu taklit ediyorum, bana bunu Karan öğretti.

Kalçalarımı kasıklarının aşağısına bastırdığımda geri çekilmeye çalıştı, ama nereye? Üstündeyim, üstelik zemine sürten dizlerim onu bir kafese almış gibi; hemen kalçalarının iki yanından sarıyor onu.

Beni soğuk bir tavırla süzen gözleri, keskince silahına kaydı.

Oh, yakalandım.

Onun elleri, başımı iki yandan sarıp beni kendinden uzaklaştırmakta görevliydi: Ama benim boş ellerim, çoktan onun üstünden ayrılmıştı. Sol elim yabancının silahına uzanıyordu yavaşça, gözleri yerdeki silahına kaydığında fark etti ne yaptığımı.

Gözleri bir an benden ayrılıp silaha baktığında ve sonra bana tekrar döndüğünde, tavırlarım karşısındaki afallamasından eser kalmamıştı. İhanetim hiç acınası gelmedi ona, öfkeyle dolmuştu, içi birden. Ya da… bilmiyorum. Her şekil de… artık bana o acımayla bakmıyordu. Dudaklarımdaki gülümseme, zaferimle arttığında, gözlerim sinsi bir zevkle kısıldı. Sahte bir şehvetle doldurduğum sesimle, "Devam edelim mi?" diye sordum.

Sol elim, yabancının silahını, üstünden okşayıp geçip gitti, sağ elim kasıklarından aşağıya kayıp; siyah gömleğinin içine girdi. Sol elim de silahı terk edip, tekrar yabancının boynuna yükseldi. Dizlerimin üstünde yükselerek kasıklarından biraz yukarıya doğruldum. Kadınlığım, kasıklarına sürtünüyordu.

Sol elim, boynundaki saçları kavrayıp geriye çekti. Yüzü bana dönmeye zorlanmadı aslında, kolayca yönlendirmemi reddedebilirdi. Ama o benim yönlendirmeme uydu ve başını yukarıya çevirdi. Ruhsuz, duygusuz cazibeme kapılıyordu. Sonunda...

Şimdi, Karan kafamın içinden gidecek.

Kırkayağı ben s…ceğim.

Onun tuttuğu adamın, ne hale geldiğine bakın. Eh, demek ki kitaplardaki o şeyler işe yarıyormuş.

Pozisyonumuzun devamı, yatağa çıkmayı gerektiriyordu. Siyah gömleğinin içinde, çıplak göğsünde, sağ elimi gezdirmeye devam etmeyi kestim; çünkü bu konuda o kadar beceriksizdim ki pasifliğim açığa çıkabilirdi. Lanse etmek istediğim acımasız ve alaycı insanın, tek bir hatası bile olmamalıydı.

Bu sefer davetkar bir tavırla, yavaş yavaş yaklaştım dudaklarına. Her bir saniye de artan tutku, alev alan vücutlarımızı dalgalandırıyordu, değil mi? Bana onu öpmem de izin vermek gibi bir amacı yoktu, değil mi? Bana artık güvenmesi mümkün değildi, benim acınasından fazlası; bir manyak bir şeytan olduğumu anlamıştı.

Bu, silahından boynuna uzanan parmaklarımın mürekkebinden, yabancının ecel defterine dökülen bir dersti.

Dudakları belli belirsiz aralandığında, bir an durdum. Kalbim birden atmayı kesti sanki, gerçekleşeceğini zaten bildiğim bir hayal kırıklığı.

Araladığı dudaklarında, dilimi içeriye sokmam için bana izin veriyordu. Küçümseyici bir tınıda, "Hah," diye bir ses döküldü dudaklarımdan. Kaşlarını çattı, en başından beri ona bunu ben zorlamıyor muydum? Şimdi, ne diye kızıyordum ki ona beni kabul ettiğinde?

Üstten bir bakışı vardı bana. Benim de ona.

?

 

 

O bir sahtekardı değil mi?

 

 

Birazdan, Karan odaya girip, ağlayıp zırlayacaktı ‘Beni aldatacak mıydın?’ diye. Mal Karan.

Onu öpmek için dudaklarına iyice yaklaştım. Bir türlü, devam ettiremediğim tuhaf bir duvar ya da engel beni geri tutuyormuş gibi, ilerleyemedim.

 

 

Korkuyor muydum?

 

 

Hayır.

 

 

O halde ne?

 

 

Ben…

 

 

Kimseye dokunmak istemiyorum. Kimse de bana dokunsun istemiyorum.

Yabancının, yüzümdeki karmaşık ifadeye dikkatle baktığını, bu sefer yapamadığımı izlediğini biliyordum.

Yap! Yap! YAP! EREN!

Tekrar deneyecektim, ama o an kapı ani bir tekmeyle açıldı. Sinirden rengi kıpkırmızıya dönmüş Karan, kravatını aceleci bir tavırla gevşetirken, gömleğinin birkaç düğmesi koptu. Delirmiş gibi sinirden gülüyordu. Bizim farkımızda bile değildi. Ellerini aceleci bir tavırla saçlarında gezdirdi. Komodinin önünde durdu, soluklanmadan önce, vazolardan birine gelişigüzel vurdu. Vuruşu öyle güçlüydü ki vazo yere düşmeden parçalandı.

İki eli, komodinin kenarlarını kavradı. Derin derin nefesler alıp veriyordu. Hala farkımızda değildi. Gülmeyi birden kesti. "Öldürecektim." Dedi. Dudakları bir an hızla yukarıya kaydılar ve hemen ardından hızla kapandılar. Burnundan soluyarak, dişlerinin arasından "Öldüreceğim." Diye hırlarken, aynadan bize baktı. Sadece beni görmeyi beklediği yerde, nasıl bir yabancının üstünde olduğuma baktı.

 

 

Galiba…

 

 

Yabancı sahtekâr değilmiş.

 

 

Onu Karan tutmamış.

Dondu. Öylece kalakaldı. Nefes almayı unutmuştu sanki. Ben de öyle, tuhaf... Onun gibi kalakalmıştım. Tüm kaslarım, yer çekimi ile aşağıya düşüyordu. Ruhum ise bedenimden ayrılıp kaçmak isteyecek kadar canlı, alev alevdi. Sanırım artık, ‘bedenimi kurtaramam, ruhumu kaçırayım’ kafasındaydı zihnim.

Ona, onun olmadığımı kanıtlamış gözüküyor muydum acaba? Kontrolümün bende olduğunu, Karan’a kanıtlamayı çok istiyordum. Ama bana böyle ihanete uğramış baktığında...

Ne istiyor lan benden bu p….venk?

O her şeyi mahvetmeden önceki halimiz, benim için bu dünyada var olan tek güzel anılar.

Karan'ın bakışları zihnimi dağıtıyor, beni parçalıyor. Niye ki? Onun hak ettikleri yanında bu bir hiç. Ama... Ne?... Bu p.. ... BU P.. BANA NE YAPTI BE? O bana korkunç şeyler yaptı, ben gelmiş burada suçluluk mu hissediyorum?

Beni manipüle ediyor. Hepsi. Karan, bu malikanedekiler. Hepsi aynı şey için beni suçluyor, manipüle ediyor.

Ve ben, görünen o ki; buna tepki veriyorum.

HAAAAAAĞ?

Dehşete düşmüş bir iğrenme sesi, şaşırma, belki de sadece deliliğini çaresiz bir kabullenemeyiş döküldü dudaklarımdan, şaşkın, ince bir "Hehğ?" naresi olarak.

Ben küçücük çocukken bile... hiç böyle bir tepki vermedim. Hamamböceği gördüğümde, üstüme böcek attıklarında. Annem bana bataklığa girmemi söylediğinde. Kuzenlerim uykumda üstüme yılan koyduğunda ya da babamı çıplak; küvette ölmüş bulduğumda, Karan bana zarar verdiğinde! Hiçbirinde, küçük Eren böyle bir tepki vermemişti.

Bu sesin dudaklarımdan dökülmesinin hemen ardından, üstünde durduğum, ikiyüzlü olduğuna emin olduğum sözde konuşan herifin boynuna doladım kollarımı, yüzümü omzuna gömdüm. Karan'ın nasıl bir yüz ifadesine sahip olduğunu, ona bakmasam da biliyordum.

Ama göremezdim işte!

Haykırmak istiyordum ama hangi kelimeler yeterdi ki derdimi anlatmaya? Sadece sımsıkı sarılmak, birine. Herhangi birine. Buradaki hayvanlardan olmayan...

Yabancı... Özür dilediğimi söylemesem de, duy. Beni birazcık tut, lütfen. Beni tut ki, delirmeyeyim. Karan'a karşı suçluluk hissetmem normal değil, hastalıklı. Beni tut ki aklım başımda kalsın.

Dünyadaki herkes, beni etiketleyecek. Hiçbir şeyin yaşanmasını ben istemediğim halde. O zaman bile, beni sıkıca tut.

Karan'ın gözleri benden, yavaşça üstünde olduğum şahsa kayıyordur şimdi. Koyu kahve gözlerine kasvetin gölgeleri düşüyordur. Felaketler kopacaktı.

Koparacaktı.

O öfkelendikçe, ben de öfkelendim.

Birden haykırmak istedim. Neden kendimi böyle hissetmek zorundayım? Böyle, hastalıklıca! Ben... BENİM KAFAMA BİR KIRKAYAK SOKTU O! Haykırmak istiyorum. Bana ne yaptın, niye yaptın diye bağırmak!

Hiçbir şey, Karan'a karşı suçlu hissettiğim bu an gibi sarsamazdı beni. Öleceğim güne kadar. Bunu çok iyi biliyordum.

Üstünde olduğum, ikiyüzlü olduğunu iddia ettiğim adam, derin bir nefes verdi. Sanki Karan ve benim tavırlarımdan sıkılmış gibi. ... Ne? Üç buçuk atması gereken anı kestirememiş miydi acaba? Kaşlarım hafifçe çatıldı, anlamayarak kucağında oturduğum yabancıya baktım. Korkuyla titremesini bekliyordum ama o soğukkanlı bir tavır takınmıştı Karan'a karşı. Göz yuvarları, yukarı, karşısındaki herife kaymıştı ve aşağıda oturan kendisi olmasına rağmen, yukarıdan bir tavırla bakıyordu ona.

Kim bu şehrin Kara Prens'ine böyle soğukkanlı yaklaşabilirdi, hele de onu delirtmişken? Belki de çok küstahtı. Korkmak yerine böyle bir tavır takınma cesareti... Aslında cesurdan çok, yabancı, öfkeli gözüküyordu.

 

 

Benim başıma gelenler için, birinin sinirlendiğini ilk defa görüyorum.

Karan'a hafif çatık kaşlarıyla, keskin ve iğrenmiş bir yüzle bakıyordu. Aklından biraz bile olsun beni suçlu ve hor görmek geçmiyordu. Diğerlerinin bana yaptığını, o Karan'a yapıyordu. Asıl suçluya.

 

 

Teşekkür ederim ve özür dilerim.

Karan'ın, sonunda tekrardan nefes aldığını duydum. Kolunun havaya kalktığını biliyorum. Birazdan bizi ayıracak. Hayır! İstemiyorum! İstemiyorum! Yabancı, beni bırakma! Bırakma, şimdi bırakma!

Titrek bir nefes çektim içime, ellerim, yabancının gömleğini tutuyordu ucundan. Ona sarılacak kadar cüretkâr olamıyordum. Ama... Ama...

Lütfen, eğer gerçeksen, Tanrı, lütfen.

O an, yabancının sol kolu sarıldı bedenime. Sol eli ile başımın arkasını kapladı, daha çok boynuna bastırdı yüzümü. Bir şey görmememi ister gibi, beni kendi kabuğuna çekmeye çalışır gibiydi. Bende boynumu bastırdığı yere gömdüm yüzümü. Dinledim sözünü.

Yüzümü gömdüğüm boynunda, nanenin nahoş kokusu ile sigaranın tatsız kokusu karışmıştı. Tatlı, boğuk bir uyuşturucu gibiydi kokusu. Yabancının sağ eli, hemen dibimizdeki silahına uzanırken, Karan'ın aramızdaki adımları hızla kapattığını da duydum.

𓆨

 

 

 

 

 

Loading...
0%