Yeni Üyelik
4.
Bölüm

[3]"Gel."

@yazarjose

Gücü yettiğinde mi büyür insan?

Gücü yetmediğinde mi büyür insan?

Yaş mı çalar ışığı yoksa

Yaş mı yakar ışığı?

"Düşüncelerimin ne kadar çocukça olduğunu, çocuk yaşta fark ettim."

Susturucu yüzünden silahın sesi daha çok bir 'fiuv' gibi çıktı. Kurşunun kime saplandığı görebilmek için, kafamı yabancının boynundan kaldırıp öteki yana çevirdim korkuyla.

İlk, kurşunun Karan'a gelmesinden korkmuştum. Bu hastalıklı bağlılık kadar beni korkutan, çıldırtan bir şey yoktu.

Karan, silah patlamadan silahın ucunu avuç içiyle örtmüştü. Eli kanlar içindeydi. Yabancı ona şaşkınlıkla bakıyordu. Kimse, kolay kolay silahı avuç içiyle kapatacak kadar deliremezdi, hele de silahın kesin olarak patlayacağını bilmesine rağmen.

Yabancı, silahı ikinci kere Karan'ın elinde kullanacak mıydı yoksa onun alnına mı nişan almak istiyordu bilmiyorum. Ama Karan yabancının tüm bu seçeneklerini, zaten halihazırda mermiyle delinmiş eliyle, kavradığı silahı kapıya doğru çekmesiyle geçersiz kıldı. Yabancı da silahla birlikte kapıya doğru çekilmişti. Yabancı, kapıya doğru savrulmadan evvel beni saran sol kolunu gevşetmişti, peşinden sürüklenmemem için. Anlaşılan benden hemencecik vazgeçti.

En azından ben, o sol kolunu gevşettiğinde, sahiden de Karan'ın ‘gücü’ yüzünden savrulduğunu ve beni tamamen terk ettiğini zannetmiştim.

O halde, ben de ondan kolayca vazgeçeceğim.

Karan diğer eliyle de yukarıya, kapıya, doğru çektiği yabancının çenesinin altından boynuna sağlam bir yumruk geçirdi. Yabancı bu beklenmedik yumruk karşısında afalladı. Böyle güçlüsünü beklemediği şaşkınlıkla açılan gözleri ve dengesini kaybederek, iki yana hafifçe sallanan başından anlaşılıyordu yeterince.

Açık kapıya doğru sendeledi. Ben de o ara ayağa dikilmiştim. Ne yapacağımı, nere gidebileceğimi bilmiyordum. Dediğim gibi oda küçüktü, tek bir çıkışı vardı ve zaten ikisi de o çıkışın önündelerdi. Belki, kendimi odanın banyosuna kilitleyebilirdim, ama Karan sakinleşmeyi beklemeden o kapıyı kırar geçerdi.

Yabancı bana dört adım uzaktaydı, kapıya yaslanmıştı. Nefes alamadan, boğazına yediği darbeyi sindirmeye çalışıyordu. Karan ise, ben size bunları anlatırken aramızdaki mesafeyi iki adımdan bir adıma düşürmüştü. Ne yapacağını kestiremiyordum, beni daha önce böyle bir vaziyette görmemişti Karan. Hiçbir zaman bu kadar ilerleyememişim başkasına dokunmak konusunda. Ne yapar, bilmiyorum. O kadar gerçekleşmesini istediğim şey, şimdi olmuştu (kontrolümün ona ait olmadığını kanıtlamış ‘gibi’ gözükmüştüm gözünde), ama ne yapacağımı bilmiyordum. Ona ne diyecektim? Ne demeyi planladığımı hatırlamıyorum.

Mantıksızım.

Yutkundum, tedirgin yüzüm Karan'ın ifadesi karşısında gittikçe dehşete kapılıyordu.

Gözleri sonuna kadar açıktı ve manyak bir ışıkla parlıyordu irisleri. Tenini kıpkırmızı ve damarlarını bu kadar belirgin yapan deliliği... Nasıl anlatırım; yırtıcı bir şahini andırıyordu.

Karan'ı iki yıl önce de görmüştüm bir kere böyle, o zaman... yanıma yaklaşır diye ürküp gerilemiştim ama o dibime kadar geldikten sonra; saçımın teline bile değmeden gerisin geri gitmişti yanımdan. Neredeyse kaçarak gitmişti, üç gün görmemiştim onu. Sonrasında o gün bana ‘vurmaktan’ korktuğunu söylemişti. Bana vurmaktan daha kötü şeyler yapmamış gibi.

Ama bu sefer, hiç de saçımın teline bile dokunmadan odadan çıkıp gidecek gibi durmuyordu.

Tüm bu yaşananlar sadece birkaç saniyede meydana gelmişti. Yabancı yumruğu yiyeli dört saniye anca olmuştu. Karan gibi birinin gücüne sahip bir adam boynunuza yumruk atarsa... Ben ölürdüm muhtemelen.

Karan kolunu bana uzattığında kendimi panikle, birden geriye attım. Ardım yataktı. Yumuşacık yatağın içine düştüğümde peşimden atıldı kolları. Bacaklarımı o yakalayamadan hızla geriye çekip, yatağın başlık tarafına doğru giderken çığlık attım korkarak. Kafasına bir tane tekme geçirdim. Faydasızdı.

İkimiz içinde sarsıcıydı bu. Sonuçta, bizim ilişkimizin gerçek doğasını ikimizde reddederek yaşıyorduk. Ben ondan korktuğumu, o da benim cehennemim; kötü adamım olduğunu reddediyordu. Ama şimdi beni eline alırsa ne yapacağını kestiremediğinden ve ben de korkuyla çığlık attığımdan... Ya da sadece, dışarıdan ve normal olan (bizden normaldir diye tahmin ediyorum?) birisi bizi izlediğinden... İkimizin gerçek ilişkisinin doğası inkâr edilemezdi bu saatlerde.

Bu sarsıcı gerçek onu durdurmayacaktı ama. Karan yatağın üstüne çıktı, sağ bacağımı sol eliyle kavrayıp beni aşağıya çekti hızla. Korku dolu bir inlemeyle karışık, kaotik bir çığlık dudaklarımdan döküldü. Sesim binlerce dehşete ayrılıyordu.

Bir deliyi taklit edemiyordum, aklım gayet yerindeydi. Korkuyla ellerimi önüme kaldırdım, kendimi koruma içgüdüsüyle. Sağ eli yumruktu.

Ama o sağ elinde oluşmuş yumruğu yüzümde patlatmadı. Parmakları bana ulaşmadan evvel aralandı ve sağ eli sertçe boğazımı kavradığında, nefesim kesildi. "Hık-" diye çıkan, kesik bir çırpınış hariç, hiçbir ses çıkaramadım. Bacaklarım, altında kıvranmaya başladı hemencecik. Nefessizlikten değil, acıdan. Boynumu koparacaktı neredeyse. Avuç içlerimle, zayıf tokatlar attım kollarına.

Sonuna kadar açılmış gözleri, kasılan çenesi. Kıpkırmızı teni... Ne söyleyeceğini düşünmekte zorlanacak kadar kaybetmişti aklını, en sonunda; en basit haliyle "S.kti mi seni?" diye sordu boğuk bir sesle. Başımı dürüstçe iki yana sallamaya çalıştım ama oynatamıyordum ki boynumu yerinden. Şuurumu kaybedecektim. Nefessizlikten değil, Karan boğazımı kavrayalı daha on saniye anca olmuştu dediğim gibi; çok fazla sıktığından şuurumu kaybedecektim. İnsanlık bir meyveyse, can derdine düşmüş olmak çekirdeğimizdi. Çekirdeğim korkuyla çatladı.

“Ben de onu s.kerim.”

Ona korkuyla açılmış gözlerle bakıyordum, tırnaklarımı ellerine geçirmiştim ama nafile, bırakmazdı boğazımı. Son bir saldırı umuduyla yüzünü tırmaladım. Tırnaklarım gözüne gelmişti, "Ağh!" diye acı dolu bir haykırış döküldü dudaklarından. Hırs ve kinle dudakları büzüldü. Alnı karıştı. Yüzü her saniye daha da ürkütücü bir hal alıyordu. Çok zorlamıştım onu.

Artık, öldürecekti beni.

Sağ elini saçlarıma daldırdı ve öncekinden çok daha sert bir şekilde çekiştirerek, beni peşinden, yataktan indirmeye çalıştı. Ama hayır, onunla gitmeyecektim.

Tırnaklarımı koluna batırdım ve yerimden kıpırdamamaya çalıştım. O yataktan çoktan inmişti. Beni de peşinden sürüklemesine karşı gelmeye çalışsam da bu mümkün değildi, kolunu biraz daha yukarıya savurduğunda saçlarımdan yukarıya havalandım. Yine de eline gelmemek için mücadele etmeye devam ettim.

Acının ve dayanmanın içimde biriktirdiği stresle başa çıkmanın bir yöntemi olarak bağırmaya başladım tüm gücümle. Yatağın bitimindeki ahşap kenarlığa dayamıştım ayak topuklarımı peşinden gitmemek için ama...

O sırada yabancı nefes nefese, Karan'ın omzunu kavradı. Ağır bir auraya sahipti yabancı, şaşırttı bu beni. Az önce yalnız ikimiz odadayken de böyle miydi bu? Çekim alanı böyle ağır, koyu muydu? Karan ve ben yalnız iki dakikadır süren mücadelemizi kesip ona kaydırdık gözlerimizi. Karan'ın elleri hiç düşünmeden beni hemen bıraktı. Karşılık verecekti düşmanına. O, her şeye kolayca uyum sağlayacak bir hayvandı. Karan'ı tanıdığımdan dolayı yabancının hiç şansı olduğuna inanmıyordum.

Ama yabancı beni şaşırtacak bir biçimde ondan hızlıydı. Yabancı, omuzundan tutup kendine çevirdiği Karan'a gözümle yakalayamadığım kadar hızlı, sağlam bir yumruk attı. İrkilmemi sağlayacak kadar yüksek bir 'pat' sesi duyuldu, Karan cama doğru uçarken.

O kilodaki birini nasıl havalandırabilirsin ki attığın yumrukla?

Gözleri bana döndü yabancının, benim gözlerim ise kapının önünde, iki seksen yerde yatan; Karan'ın peşinden meğerse yukarı kata çıkmış olan üç elemandaydı. Ne ara halletmişti bunları yabancı?

Boynuna öyle bir yumruk yiyeli -hem de Karan gibi deli gücü olan birinden- daha üç dakika olmuştu anca. Ve o üç kişiyi mi halletmişti iki dakikalık nefes darlığında? Ben daha şokumu atlatamadan kolumdan tutuldum ve beni kimin tuttuğuna bakamadan yataktan uçtum resmen.

Yabancı olduğunu anladığımda, peşinden gelmekte diretmeden onunla kapıdan çıktım. Kapıdan çıkarken, arkamı dönüp camın önüne baktım. Aslında, sol eliyle pervazı kavramış, sağ eliyle burnundan akan kanlara dokunan Karan'a bakmıştım. Başı hafif öne eğikti, göz yuvarları yukarıya, kapıya bakıyordu ancak. Delirmiş gözleri simsiyahtı sanki. Başımı hızla, irkilerek önüme çevirdim.

Yabancının bana gerçekten yardım ettiğini idrak etmekte hala zorlanıyordum ama şaşkınlığımı yaşayacak bir anlık vaktim bile yoktu. Karan'ın bana nasıl baktığını gördüm. Bu gece bu evden kurtulmazsam...

Koridorun anca ortalarına geldiğimizde koşmayı kestim, yabancının çekiştirmesiyle ileriye gitmeye devam ediyordum ancak. Yabancıyı durdurmaya çalıştım ama durmadı. Nefes nefese, "Merdivenleri kullanamayız." Dedim yüksek bir sesle. Lafım üstüne aniden durduğunda, sırtına çarptım. Bana döndü anlamayarak, o bir şey diyemeden "Silahın nerede?" diye sordum. Gözleri çıktığımız odaya döndü, yeteri kadar açık bir cevaptı benim için. "Gel benimle." Dedim ve önüne geçtim.

Merdivenlerden adım sesleri geliyordu, peşimizden çoktan birileri gönderilmişti tahmin ettiğim gibi. "Nereye gidiyoruz?" diye sorduğunda daha da hızlandım. Koridorun sonundaki odaya birkaç adımımız kalmıştı ki Karan'ın sıktığı kurşunların ayaklarımızın dibindeki zemine nasıl saplandığını görünce dehşet içinde kalarak yerimde zıpladım ve acemi bir tavırla duraksadım.

Silah sesine de, silah kullanmaya da bu son üç yılda alıştım halbuki.

Arkamı dönüp Karan'a, on beş metre uzakta kalan o odaya baktım. Kapının eşiğine sol kolunu dayamıştı, beyaz gömleği kanlar içindeydi ve kravatı ile ceketinden kurtulmuştu. Silahı tekrar ateşleyecekti şimdi. Silahın ucundaki susturucuyu bilerek çıkarmıştı.

Bilerek.

Yüzüme yerleşen hayal kırıklığı neyden kaynaklanıyordu, ne bekliyordum ki ondan?

Karan silahı indirdi.

28 Şubat 2014

Odanın kapısı agresif bir tavırla açıldığında nefesimi tuttum. Dokuz yaşında birinin, ağlama hıçkırıklarını ne kadar içinde tutabileceğini bilmiyorsanız bir de benden görün. Çıtımı bile çıkarmadım. Odaya giren kişinin hızlı adımları, eski tip tabanlı ayakkabılarının parkelerde bir ritim tutturmasını sağlıyordu. Önce etrafta biraz dolandı durdu, halıya bastığında adımlarının sesleri yumuşadı.

Umarım ki, çabucak çekip giderdi bu odadan. Ne aradığını tam olarak bilmiyordum ama… Sadece, hizmetçi ablaların beni bulmamasını diliyordum. Eğer beni bulurlarsa... Bu sefer etlerimi koparırlardı. Size nasıl bu hale geldiğimi, neden saklandığımı anlatayım:

Daha annem, hizmetçilikten malikane hanımlığına yükselmemişti. Haliyle ‘külkedisinin pi.i’ olarak, daha zor bir hayatım vardı.

Adil Vedat Şahin, o gün atış talimi yapıyordu. Kurşun sesi, benim için 'ölümü getiren ses' demekti, babamı daha çok kısa bir süre önce götürmüş olan seste bir kurşun sesiydi sonuçta. Ben de ölmek istemediğim için, silahlardan manyak gibi tırsıyordum.

Hizmetçi ablalar, annem beni zalimce önlerine atıp ‘eti sizin kemiği benim’ muamelesi yaptığından bana karşı oldukça acımasızlardı. Ve bu acımasızlıklardan bir örnek vereyim: Adil Vedat Şahin atış yaparken içecekleri benim doldurmamı söylemişlerdi. Böylece, onun gazabına olası bir durumda uğrayan ben olacaktım.

Elimde büyük, eski bir içki şişesiyle, Adil Vedat Şahin ve iş arkadaşının yanına yürüyordum bahçede. Beni fark etmediler tabi, biri kendi kızının, öteki kendi oğlunun bile farkında değildi zaten.

Misafir kız, sürekli babasının silahını kurcalamaya çalışıyordu ve Küçük Bey'de elinde minik bir silahla bahçede öylece dikilmiş; etrafa bakınıyordu. Atış taliminden hoşlanmadığı belliydi, elindeki şey kendine oldukça yabancı geliyor gibiydi.

Öyleydi de zaten. O daha küçücük bir çocuktu.

Ben onlara yaklaşırken, Adil Vedat, arkadaşına karşı hoyratça bir kahkaha attı ve oturduğu yerden kalkmadan; başını ilerideki hedefe bile çevirmeden mermiyi sıktı. Tam on ikiden vurmuştu manyak.

Dostunun ve dostunun küçük kızının 'Vay,' diye onu tebrik etmesi duyulamadı ama. Çünkü çığlığı basmıştım silahın ateşlenmesi ile. Elimdeki içki şişesi çime düştü. Babamı öldüren o sesi tekrar duymak, aklımı oynatacak kadar korkutmuştu beni.

Çığlık atarken, iki kulağımı küçük ellerimle sımsıkı kapatmıştım. Ne kadar büyük bir hata yaptığımı, saniyeler içinde anladım. Gözlerimi korkuyla açar açmaz.

Adil Vedat yerdeki içki şişesine baktı, misafir kız çocuğu şaşkın şaşkın "Baba bu bizim getirdiğimiz şişe değil mi?" diye sordu.

Korku dolu gözlerim misafir kızından onun babasına, oradan da Adil Vedat'a döndü. Adil Vedat bana bakmıyor olmasına rağmen, kanım dondu. Arkamı dönüp nasıl topukladım, nasıl o kadar hızlıydım Allah bilir. Bir şey dedilerse bile duymadım. Kendimi kaybetmiştim koşarken. Malikaneye girdiğimde, herkesten kaçınarak, hiç kimsenin uğramadığı, hatta uzun süredir ben hariç kimsenin farkında bile olmadığını düşündüğüm misafir odasına kapanıp, hizmet asansörünün içine saklandım.

Kaç saat geçti, saatler mi geçti bilmiyorum ama... hiç ses gelmese de ben hala Adil Vedat'ın beni bulup köpeklere parçalatacağından emin, tir tir titriyordum. Ya annem? Bu sefer beni elinden kimse alamaz.

Babamı özlüyorum.

.. Keşke babam da beni biraz özleseydi, o zaman silahlardan korkmam gerekmezdi. Bu düşünce daha çok ağlamama sebebiyet verdi. Bu ana kadar, babamın intihar etmesinin beni özlememesiyle alakalı olduğunu düşünmemiştim. Belki uzaklara kaçsaydım beni özlerdi, o yüzdende...

Düşüncelerimin ne kadar çocukça olduğunu, çocuk yaşta fark ettim.

Saklandığım odada dolaşan kişinin, adım sesleri sıklaştı ve yakınlaştı. Hizmet asansörünün önünde durdu sonunda. Artık nefesimi tutamıyordum. İki elimle ağzımı daha da sıkı kapattım. Hizmet asansörün kapısı açıldı, önce yavaş yavaş, sonra birden, tamamen.

Odanın ışığı kapalıydı ve hava kararmıştı çoktan. Küçük Bey'in yüzünü aydınlatan, geniş camdan vuran ay ışığıydı. Bu sefer de sağ gözü mosmordu küçük prensin. Üstü başı çekiştirilmişti, belli ki babası tarafından hırpalanmıştı yine.

Onu bu halde görünce, zoraki akmayı kesen göz yaşlarım tekrar akmaya başladı. Bana sessiz, mimiksiz bir yüzle bakıyordu. Göz yaşlarımın akmasını kesemiyordum, her biri yanaklarımdan süzülürken, tek yapabildiğim şey, çeneme varmadan hepsini ellerimle durmadan yüzüme yaymaktı.

En sonunda, yumuşak elleri bileklerimi kavradı ve ellerimin yüzümü kapatmasına engel olacak şekilde, ellerimi uzaklaştırdılar yüzümden. "Ben buldum seni. Söylemem kimseye, ağlama." Dedi.

Alt dudağım büzüldü, çenem çukurlaştı. Gözlerimi kapattım ve başımı öne eğdim, "B-biliyorum." Dedim durmadan titreyen, korkak bir sesle, hıçkıra hıçkıra. "O zaman? Geçti artık, kimse aramıyor ki seni." Diye devam ettiğinde, daha da çok ağlamaya başladım. Küçük Bey "Ağlama lütfen." Diye mırıldandı gergin bir tavırla. Benim daha da fazla ağlamaya başlamam, bana moral verebileceği konusundaki cesaretini kırmıştı.

"Söylemem dedim ya." Dedi huzursuzlanarak. Yanlış anlamıştı beni, yerimi buldu diye ağlıyorum sanmıştı. Bileklerimden çekti ellerini, kırılmıştı, gidecekti.

Ani bir refleksle sağ elini iki elimin arasına aldım. İkimizin de yaşıtlarından farklı, nasırlı ve kuru elleri vardı. Gözlerimiz birbirine değdiğinde bunu ikimizin de fark ettiğini anladım.

Avuç içlerimizdeki çizgiler birdi.

Şimdi düşünüyorum da... o zaman o eli tutmasaydım...

Derin bir nefes alıp konuşmaya çalıştığımda, durmadan ıkınıp hıçkırdım. "Daha fazla silah sesi duymayacaksın, babama yapmamasını söyledim." Diye susturdu beni. Muhtemelen bu yüzden yemişti babasından yumruğu da. Alt dudağım titredi, benim yüzümden olduğu düşüncesiyle, aniden "Hayır!" diye haykırdım tüm gücümle. Şaşırdı. Elini daha fazla sıktım, tamamen iki elimin içine aldım sağ elini. Elini, avuçlarımın arasında, çektiği acılardan bir hal olmuş çocuk kalbimin üstüne kadar getirdim. Bastırdım.

Tıpkı onun, tablodaki kıza bakarken elini kalbine getirdiği gibi. Çektiği acıya dayanamayan çocuğun, kalbine gösterdiği o muameleyi taklit ettim, ihtiyaçla.

Demek istemiştim ki; senin kalbin ne kadar acıyorsa, bak benimki de o kadar acıyor.

"B-ben-ben babanızdan nefret ediyorum!" dedim yüksek desibelden, gittikçe kısılan bir sesle. Bir an sessiz kaldı, ikimizin de bunun bir şeyi değiştirmeyeceğini anlamasını sağlayacak kadar uzun süren bir sessizlikti bu. Sonra bakışları camdan dışarıya kaydı. Titrek bir sesle, "Belki bundan sonra silah sesi duymazsın ama." Dedi. Babası kendi içinde bir hayal kırıklığıydı. Konuşmaktan kaçındığı.

Başımı kaldırıp ona baktım. Derin bir nefes aldım, kaşlarımı çattım ve "Duymasam ne olacak! Seni sürekli dövüyor, kızıyor, kırıyor. Hep dalgınsın! Hep mutsuzsun! O kötü birisi olduğu için sana bunları yapıyor! Duydum! Sana hak ettiğini söylüyor! O manyak, hasta, pis bir adam pis! Keşke seni hiç özlemese." Dedim.

Son sözümde, gözlerim dolmuştu tekrardan. Keşke, babacığım, keşke…

Küçük Bey'i tanımak, kısacık ömrümdeki acılar arasında her zaman tazeliğini koruyacak olan, en geçmez yaraydı benim için.

Dünyadaki en zavallı çocuk olmadığımı bilirdim, ama Küçük Bey'i tanıyana kadar, tanıdığım en zavallı çocuk bendim.

O, benden kendime çok çok çok üzülme şansını alıp, kendime yalnızca çok çok üzülme şansını bırakmıştı bana. Artık ona çok çok çok üzülüyordum.

Bana belli belirsiz, şaşkın bir ifadeyle bakıyordu. Küçük Bey onun hakkını savunan birini görmemişti benden önce. Tıpkı benim gibi. Benim de kimse hakkımı savunmamıştı, ondan önce. Dudaklarını birbirine bastırdı, titriyordu. Gözlerimi ondan kaçırdım, sağ elini bıraktım ve başımı öne eğdim. Beni babasına şikâyet etmeyeceğini biliyordum ama... biricik babası hakkında neler demiştim öyle? Ben nasıl anneme laf ettirmezsem, o da babasına laf ettirmezdi eminim ki.

Bir dakika boyunca sadece benim hıçkırık seslerim duyuldu. Sonra, çok yavaşça kollarını iki yana açtı. "Gel." Dedi. Anlamayarak ona baktım, kollarını biraz daha açtı. Sarılmak istiyordu. Kendini, "Gel." Diye yenilediğinde, gözlerinin ıslak olduğunu fark ettim. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu.

Kollarımı ona uzattım. Bir an yavaş yavaş hareket ettik, sonra birbirimize sımsıkı sarıldık. İkimizin üstünde de bir başkasında bulamayacağımız bir tanıdıklık vardı. Önceki hayattan biliyorduk birbirimizi sanki. Sarılmak yeni bir şeydi ikimiz içinde. Daha öncesinde böyle bir şeyi deneyimlememiştik.

Sen... bana şefkatle sarılan ilk kişisin.

Ben senin kanamamanı istedim, sen ise benim bir daha asla silah sesi duymamamı.

1 Mart 2024'ten devam…

Karan'ın ağzından ve burnundan boşalan kanlar yere damlıyordu. Silahı tekrar doğrultmadan önce yere tükürdü. Öylece durmuş, onu izliyordum. Yabancı, sol kolunu omzumun üstünden attı ve boynumun önüne doğru büktüğü sol eliyle, başımı çenemden kavrayıp beni tamamen önüme çevirdi. "Hangi kapı?" diye sordu gergin bir sesle. Karan'a takılı kalmam, onun da kafasını karıştırmış olmalıydı.

Üç kapı vardı önümüzde. Hepsiyle aramızda ise beş metre. Merdivenin başında toplanan adamlar, Karan silahla koridora iki el sıktı diye koridora çıkmaya korkar hale gelmişti. Normaldi bu, genç efendilerinin sağı solu belli olmadığından kendi adamlarına da sıkabilirdi.

"Sağdaki." Dediğim sırada bir kurşun sesi daha duyuldu. Olduğum yerde, tekrar zıpladım. Mermi sıkıldığında, yabancı beni belimden kavrayıp kendiyle birlikte biraz ileriye, duvara doğru çekmişti. Apar topar kapıdan içeriye girdiğimiz sırada, Karan bu sefer yabancının belimi kavramasına delirmişti.

Kapıyı üstümüze kapattığımız sırada, koridorun öteki ucundan Karan’ın gürlediğini duydum. Daha önce hiç o kadar yabanıl ve güçlü bir sesle bağırmamıştı. Otuz metrelik koridorun sonundan bile duyuluyordu sesi, yankı da yapıyordu.

"ARIIIIAAAAAAAAAAAĞNNN!" diye gürlemişti, boğazı yırtılırcasına. Öyle korkunç, zalim ve çıldırmış bir sese sahipti ki... Benim ismimi öyle haykırsaydı hizmetçi asansörüne saklanırdım.

Bekleyin?

Ah...

Etrafa bakındım. Bu oda o odaydı. Karan ve benim ilk kez sarıldığımız, küçükken yoldaş olduğumuz oda.

İsminin Arın olduğunu öğrendiğim yabancı, kapının önüne komodini çekerken, adamların koşma sesleri tekrar duyulur olmuştu. Koridora çıkmışlardı sonunda, cesaret edip. "Umarım iyi bir planın vardır." Dedi, yabancı-Arın gergin bir sesle. Vardı. Hatta Arın fark etmeden benim için işi kolaylaştırmıştı bile. Çektiği komodinin altında, direk aşağı kattaki odaya düşmemizi sağlayacak bir delik vardı.

Deliğin kapağını tutup çekmeye çalıştım ama olmadı, ne yaptığıma bakan Arın, benim yerime geçip deliği kapatan kapağı kaldırdı.

Hiç düşünmeden aşağıdaki karanlık odaya atladı. Şaşırdım buna, şaşırmanın hiç zamanı olmamasına rağmen. Nasıl tereddüt bile etmiyordu? Beni hiç tanımadan, dediğime uyuyordu?

Birkaç saniyeye, Arın olduğu karanlık odayı taramıştı gözleriyle, bana dönüp "Temiz." Dedi.

On yıl öncesinde, Küçük Bey'in hırpalanmış silüetini aydınlatan ay ışığı, on yıl sonrasında bile, hala bu odayı oldukça iyi aydınlatıyordu... Neden tuhaf geldiyse bu bana? Ay değişmedi ki, ben ve Karan değiştik.

Odanın her bir köşesi, açıkça seçilebiliyordu ay ışığı sayesinde. Bu odayı bırakın, ay ışığı zemindeki delikten sızarak aşağıdaki odayı bile aydınlatıyordu.

Alt kattaki karanlık odada olmasına rağmen, Arın, tavandaki delikten sızan ay ışığı sayesinde aydınlıktaydı.

Benim olduğum üst kattaki odanın kapısına çok sert vuruluyordu. Karan... Böyle yumruklar atmaya devam ederse ya elleri kırılırdı ya da kapı parçalanırdı. Umarım elleri kırılır.

Arın bana dikkatle baktı, ne yapacağımla alakalı kafası karışmış gibiydi. Tereddüt dolu bakışlarım kapıdan, aşağıya; ona döndüğünde yüz ifadesi tanımlayamadığım bir şekilde değişti. Kollarını yukarıya kaldırdı hızla, "Gel," dedi.

Bir daha silah sesi duymamıştım. Karan iki üç el daha ateş edecek mermiye sahip olmalıydı. Susturucuyu çıkardığı için pişman mı olmuştu acaba? Olmasın.

Kapıya Karan tarafından atılan güçlü yumruklar yüzünden, beyaz kapıda birkaç tepecik oluşmuştu. Çığlık attığını duydum.

Gitmeliyim.

Kıpırdayamıyorum.

Neden gitmek zor geliyor? Neden... Alıştım? Neden. Neden, Tanrı'm... Beni neden insan olarak yarattın?

Aklımın kurduğu düşünceler beni dehşete düşürüyordu. Çığlık atmak istiyordum, tırnaklarımı kendi boğazıma geçirip kendimi parçalamak! O zaman belki... Kurtulabilirdim ondan.

Arın kendinden emin ve daha yüksek bir sesle, "Gel." Diye yeniledi kendini. Gözlerim ona döndü. Karanlık bir odanın ortasındaydı, ama ay ışığı, tavandaki delikten aşağıdaki odaya sızıyor ve onu aydınlatıyordu.

Günler sonrasında bile aklıma gelip durdu bu an. Çünkü özeldi, güzeldi. Ay ışığının, karanlıkta kalan yüzünü aydınlatabildiği tek kişiydi o. Bu malikanedekilerden farklıydı. Kollarımı hafifçe açıp, gözlerine baktım.

?

Sanırım, sahiden kucağına atlayacağımı falan sandı.

Hemen yere oturup, bacaklarımı delikten aşağıya sarkıttım. “Çekil ortadan.” Derken, ellerimi de kenarlara koyarak kalçalarımı aşağıya sarkıtıyordum. Kollarını bacaklarıma yaklaştırırken “Tutayım işte.” Dedi inatla. “Gerek yok!” diye direttiğim sırada bir Karan adımı öylesine korkunç, vahşi bir feryat içinde kopardı ki, elim ayağım boşaldı.

Yabancı daha fazla beklemeyip beni belimden tutup aşağıya çektiğinde, düşmemek için ona doğru dönüp tutundum. Askılıklara ucundan tutunan bir trençkottan daha zayıftı parmaklarım.

Neden bilmiyorum, ama kollarımı o an, panikle boynuna sarıverdim. Dizlerimin altından sol kolunu geçirmişti. Beni o kadar yukarıda tutuyordu ki, kollarımı ona doladığımda kafasına sarılmış gibi duruyordum. İyice sarıldım.

Şaşırdı galiba. Sanırım, atlar atlamaz üstünden inerim sanıyordu. Ama öyle olmamıştı işte. Ben de bilmiyorum neden öyle yapmadığımı. Kendimi eksik hissediyordum, belki tamamlama çabamdı ona sıkıca sarılmam da.

Ya da ateşler içinden kurtarılan bir çocuğun, itfaiyeciye sarılışıydı bu.

Küçükken yaşadığım gece kondu mahallesinin yukarısında, küçük bir yangın yaşanmıştı. İçinde kaldığımı, ağladığımı anımsıyorum. Yedi yaşlarında falandım. İtfaiyeci bir kadın gelip bunu bulmuştu. Ona o kadar sıkı sarılmıştım ki…

Hiç bırakmasın istemiştim.

Sadece, bazen bir yabancının yanımızda olması, tanıdıklarımızın yanımızda olmasından daha iyi gelir. Bazen hayatına giren bir yabancı, hiçbir şey yapmasa da: Etrafındakilerin sana nasıl da haince davrandığı konusunda yanılmadığını fark etmeni sağlar.

Ateşler içinden seni kurtaran bir itfaiyeciye göstereceğin minnet gibi, bir minnet hissedersin o an.

Arın bir an duraksadı. Sonra beni biraz daha sıkı tuttu, sarılmama karşılık veriyormuş gibi. Al işte, o da itfaiyecim olmayı kabul etmişti. Böyle durabilmek için fazla vakte sahip değildik, beni dostane bir tavırla sıkı sıkı sardı. "Aferin, geldin." Dedi, güçlü ve şefkatli bir sesle. Karan'la kalmak gibi hastalıklı bir düşüncenin aklımda dolandığının farkında olduğunu anladım.

Amma zekiydi sanki, her şeyi anlıyordu bu yabancı.

Beni yavaşça yere bıraktı, sağ eliyle başımı hafifçe bir baskı uyguladı severmiş gibi, bir kerecik. O olgun, tatlı sesiyle, "Gidelim mi?" Dedi. Ona o an, hala güvenmiyordum. Karan'ın aklıma soktuğu kırkayak, ömrüm boyunca uykularımda bile aklımda dolaşacak bir haşereydi. Hiçbir zaman hiçbir dağa güvenmemem için; tüm zihnim de durmadan yolculuk eden bir kırkayak.

Başımı onaylayarak salladım, neredeyse uysal bir tavırla. Uysal bir tavır... Takınmayalı seneler olmuştu sahi. İtfaiyeciye, "Gel." Diye geveledim içtenlikle. Gidelim demek yerine gel demem hiç tuhafına gitmedi. Elini uzattı. Tuttuğum gibi, onu odadan dışarıya sürükledim.

Üst kattaki odanın kapısı artık açılmıştı, duymuştum kapının kırıldığını ve komodinin geriye çekildiğini. Karan birkaç saniyeye atlardı delikten. Fakat mantıksızca da olsa, ilk hizmet asansörüne bakacaktır. Beni ilk orada arayacaktı hala.

Arın aklımın tekrar bulandığını hissetmiş gibi, elimi daha da sıkı tuttu.

Biliyor musun? Bana şefkatle sarılan, ikinci kişisin.

𓆨

Sevgili okurlarım, destek olmak için kitabımı oylamayı lütfen unutmayın

Ve, yorumlarda sizi görmeyi ne kadar sevdiğimi nasıl tarif ederim bilmiyorum. Sadece tek bir yorumunuzu düşündüğümde, sayfalarca ayzma isteğim ve kuvvetim geldiğini dile getirebilirim.

Sizce Karan, nasıl bu hale gelmiş?

Arın, Eren'in düşündüğü gibi önemsiz birisi mi sizce?

 

Loading...
0%