Yeni Üyelik
10.
Bölüm

[9] Öfke canavarı.

@yazarjose

Sizlere ait yorumlar görmek, beni çok motive ediyor ve durmadan yazmak istememe sebebiyet veriyor sevgili okurlarım. Lütfen, eleştirilerinizi ve yorumlarınızı benden esirgemeyin.<3

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Öfke bir kuklaysa

Şeytanı vantriloktur.

 

"Ben, yine de... Buralardan çok uzakta olan bir kıza, hayatın bize öğrettiğinden bambaşka şeyler öğrettiğini düşünüyorum."

Çok sıkı sarılmıyorduk ama sarılmanın insana vermesi gereken o desteği alıyordum kollarından. Acemi bir sarılmaydı bu. İnsanı iyileştiren bir yanı vardı. 'Senelerce böyle kalsak her şey geçer.' gibi bir yanılgıya bile kapıldım bir anlığına. Ben de her insan gibi, bin insanın verdiği acıya, bir insanın iyi gelebileceğini hayal ederdim kimi zaman. Ama… gerçek şu ki bazı insanlar için bazı şeylerde çok geç kalındı.

Yine de, acemi bir sarılmaydı işte. Bana iyi gelen bir sarılma. Karan'ın yaptığı gibi, elleri beni ele geçirmeye çalışıyormuş gibi sürekli hareket etmiyordu sırtımda. Sıkmıyor, korkutmuyordu. Elleri omuzlarımın arkasına pat diye konmuşlar, hafif bir baskı uygulamak hariç öylece duruyorlardı.

Arın yapı olarak iriydi ve bu kollarının arasında kaybolmama sebebiyet veriyordu. Kapana kısılmış hissetmedim. Hala bir itfaiyeci gibi düşünüyordum onu, belki de bu yüzden bir erkek olmasına rağmen rahatsız olmuyordum ondan. Hatta, eski bile geliyordu sarılması: Eski, acemi bir sarılma.

Olayların gerçekliği hala kafamda tam olarak yerine oturamamışken, üstüne, çok az tanıdığım birini bu kadar özlememin bana verdiği bir afallama da vardı. Muhtemelen o da böyle hissediyordu, kokumu içine çekerken. Beni tanımıyor, o halde ne diye böyle özlemiş gibi bir tavra sahip?

Karan gibi kokuyordum, fark etmiştir eminim ki. Ve benim ile Karan'ın karmaşık ilişkisini de biliyordur. Arın'ın benim kıyametimin ne denli farkında olduğunu, bilinçli bir tavırla tekrar fark ettiğimde, kendimi olduğumdan da bok gibi hissettim. Birden içim yanmaya başladı. Keşke bilmese.

Bir mesaj sesinin gelmesi ile kollarını sırtımdan ayırdı ve eli cebine gitti. Telefonu yüzünü aydınlattı, sert bir yüze bürünmüştü. Hafif çatık kaşlarıyla mesajı okudu ve ağzının içinde "Tamam," diye mırıldandı. Bana döndüğünde tekrar nazik bir ifade takındı, kararlı bir sesle, "Şimdi, sana planı anlatıyorum." Dedi.

Benim ne kadar aptal ve şaşkın olduğumu göz ardı ederek, planını anlatmaya başladı-benim daha onaylamadığım planını.

"Dağlara gideceğiz. Orada bir araca binip şehre gireceğiz. Bu geceyi geçirmek için bir yer var, orada devamını konuşuruz." dediğinde yüzümdeki aptallık, yerini şüpheye bırakmaya başladı. Kaşlarımı hafifçe çattım, omuzlarımı dikleştirip biraz geriye gittim ondan. Çok net ve hızlı olmuştu konuşması.

Bu kadar kolay olsaydı, ben neden asla kaçamadım sanıyordu ki? Kaç kere yeşil gözlü adam beni ensemden kaptığı gibi geri getirmişti buraya sayısını bile unuttum. Yalan söyledim, hepsini saydım. Sadece o kadar başarısız olduğum için size söylemeye utanıverdim bir anlığına. Yeşil gözlü adam, üç yılda yüz üç kere yakaladı beni.

Yeşil gözlü adam olmadığında bile ormanlar kamera, sıcaklığa bağlı olarak çalışan aygıtlar ve yüzlerce koruma ile doluydu.

Pekâlâ, otoyol orman yollarından daha az korunuyordu doğru; dağın arkasındaki yerler. Ancak bunun sebebi oraya gelemeden evvel genelde yakalanmam ve araba kullanmayı bilmememden kaynaklıydı.

Otoyola ne zaman inebilsem de, otostop çekmem gerekirdi. Genelde kimse beni aracına almazdı, beni arabasına alan masum insanlar ise... öldürülüyordu. Karan, bütün bir aileyi; küçücük çocukları bile öldürttüğünde, otostop çekmekten vazgeçmiştim.

Sırf kendim kurtulmak istiyorum diye masum insanların ölmesi ihtimaline kaç kere daha göz yumacaktım?

İnsanları arabalarından zorla çıkarıp, arabaya o şekilde binmenin ve kendi kendine bir şekilde kullanmaya çalışmanın çözüm olacağını da zannetmeyin: Yeşil gözlü adam ya da diğerleri, yine de gidip buluyordu arabanın sahibini ve öldürüyordu.

En son denemem de, yeşil gözlü adam beni arabadan zorla çıkarmıştı ve omuzuna atıp, arabanın sürücüsü olan masum kadının yanına zorla getirmişti. Kadını gözlerimin önünde öldürdüler. Kadının bizlere yalvarırken bahsettiği iki küçük oğlu hakkında ise, yeşil gözlü adam bana dedi ki: 'Bir dahakine, bu s…iğimin yoluna çıkarsan yalnızca arabadakileri değil. Arabadakilerin sevdiklerini de öldüreceğim.'

Elimi kolumu çok güzel bağladılar: İlk cinayetlerim, dolaylı yoldandı.

Arın'ın beni bu kadar çabuk dışarı çıkarabileceğini düşünmesi, beni şüpheye düşürmüştü işte bu sebeplerden. Bu işin içinde başka bir şey var gibi geliyordu.

Yüzümdeki tedirginliği fark ederek, "Ne oldu?" diye sordu dikkatle, ürkmemden korkuyormuş gibi hassastı bana karşı. Bakışlarım başka bir yöne kaydı şüpheli bir tavırla, aklıma gerçekçi olmadığını düşünemeyeceğim bir fikir gelmişti.

Belki de... O tatlı, anlayışlı sesiyle "Söyle bana." Dediğinde ona döndüm. Ciddi, tedirgin gözlerle baktım yüzünün her bir noktasına. Karan'la gerçekten benziyorlardı görünüş olarak, aslında Karan'ın çocukluğuna; Karan'dan daha fazla benziyordu yüzü. Benlerinin yeri, daha koyu dalgalı sarı saçları, dolgun dudakları, keskin çene yapısı, hafif kırık ve erkeksi burnu, çekik ve badem; iri, açık kahve gözleri. Onun gibiydi işte.

Ama kişilikleri şimdilik tanıdığım kadarıyla hiç benzemiyordu. Bu farklılık, Arın'ın yüzünün simasını bile bambaşka yapıyordu. Kendine has mizacı, renklerin ve fiziksel benzerliklerinin önüne geçecek kadar güçlüydü.

Dudaklarımı yaladım. Boğazım kurumuştu, söyleyeceklerimi dile getirmeden önce toparlanmak için yutkundum. Şüphesi açık, ama sakin ve cevap ne olursa olsun kızmayacakmış gibi bir sesle, "Karan, senden bunu yapmanı mı istedi?" diye sorduğumda bakışları değişti, tedirginliğimin nedenini anlamaya çalışan ifadesi kayboldu. Kızgın bakmıyordu ama dediğim bozmuştu onu görebiliyordum.

"Öyleyse söyle." Diye devam ettim aceleyle. Bana gözlerini kısarak dikkatle bakmaya başladığında, onu açabileceğime daha fazla inanarak, "Bak, eğer ben seninle dediğin yere gelirsem ve bir oyun oynuyorsanız... Karan ya da yeşil gözlü adam orada beni bekliyorsa, bil ki beni değil seni-" diyordum ki başını iki yana 'anlamıyorum' anlamında sallayıp, küfrediyormuş gibi bir tınıda, "Saçmalık." Diyerek beni durdurdu. Sesinde bir kibir de vardı ama iyi bastırıyordu kendini.

Kaşları havaya kalktı küçümseyen bir edayla, ama ben ya da Karan gibi bile isteye kibirlenerek değil; sadece alışık olduğu düzene uyum sağlayarak. "O kim ki bana emir verecek?" diye sordu bu ahmaklığı ciddiye alamadığını belli eden bir tavırda.

Baykal'ın Kara Prens'inden bahsediyorduk, ama ona bunu söylemedim çünkü bildiğinin farkındaydım. Sahir'deki önemli ailelerden birine ait olduğundan, Karan'ı kale almıyor gibiydi. O da Aslan ailesinin eski varisiydi sonuçta. Ancak bir şeyi kaçırıyordu, eski. Ya da belki onun hakkında bilmediklerimiz vardı. Bilmiyorum. Bunu sonra düşüneceğim.

Dudaklarımı birbirine bastırmayı kestim. Rahatladığımın yüzümden okunmasına izin vermiyordum ama, böyle dedi diye rahatlamıştım bir anlığına.

Yine de dikkatli olmalıydı, ona akıl verir bir tonda "Sadece seni uyarıyorum-" derken sert bir sesle "Uyarma." Diyerek tekrar sözümü kesti. Sözümü kesmeye devam ederse onu çatıdan aşağıya fırlatacağım.

Ona nasıl baktıysam, tekrar yumuşadı ve açıklama yapmaya başladı. "Uyarma, çünkü geç kalıyoruz. Her şey bittiğinde uyarırsın." Dedi. Akıllanmayarak, "Her şey bittiğinde geç kalmış olursam ama-" diye karşılık verdiğim sırada bana döndü ve kararlı bir sesle, "Eren, şu an geç kalıyorsun." diyerek beni susturdu. İyi, en çok sen konuş. Bir hak daha vereceğim. Bir daha sözümü keserse ama kesin fırlatıyorum aşağıya.

Konuşmaya devam etti, ben bir şey söylemeyince. "Çatıdan ineceğiz, sarmaşıklara tutunabileceğini düşünüyorum." Dedi. Aşağıya baktım, buradan düşersek ölürdük. Kafamda hesap kitap güttükten sonra, gayet ciddi bir sesle, "Çalılar beni tutabilir ama seni hayır." dedim. Sırıttı, kendinden emin bir rahatlıkla, "Benim onlara ihtiyacım yok." Dedi.

Ayağa kalktığında hemen peşinden ayağa dikildim, söylediği hakkında da 'doğru' diye düşündüm. Hayatımda Karan'a dövüşte, Arın kadar dayanabilen başka kimseyi görmemiştim. Eğer Karan bu malikanenin dış cephesinden aşağıya inebiliyorsa, ki daha on yedi yaşındayken yapabiliyordu, muhtemelen Arın da binanın çıkıntılarından inebilir.

Çatı da ilerlerken, yan gözle sırtına baktım. Sırtında bazı yaralar görmüştüm ilk tanıştığımız zaman, Karan'la dövüştüğü sırada gömleği açılmıştı hep. Belki o da Karan ile benzer eğitimlerden geçmişti? İç sesim, 'Belki... Aslında kişilikleri de benziyordur?' diye sorduğunda olduğum yerde durdum. Arın çok kibardı evet ama: Karan'da... Oldukça kibar olabiliyordu. Görünürde.

Elleri saçlarıma gittiğinde bir an kavrayıp çekecek diye korktum, başımı kaçırmaya çalıştım ama o elini başıma koydu ve baskı uygulamadan ayaklandı.

Eğilip kulağıma doğru, "Belki de tüm o zaman boyunca sormanı bekliyordum?" diye geri cevap verdi.

Karan da böyle... olabiliyordu. Belki de Arın da şu an rol yapıyordur?

Öyleyse... derdi ne?

Paranoyakça mı davranıyorum?

Arın tekrar yere eğilip çalıları kavradı ve salladı. Peşinden, yine oturdum. Yan gözle bana baktı, her yaptığı hareketi sessizce tekrar etmem hoşuna gitmiş olacak ki sarmaşıklar hakkında epey gergin gözükmesine rağmen, belli belirsiz tebessüm etti. Biraz daha salladı sarmaşıkları, çekiştirdi. "Tamam, olur bunlar." dedi.

"Bunlardan destek alarak pervazlara basacaksın. Biraz dayan, birkaç kat in. Sonra atlayacaksın-" "Etraf adamlarla çevrili. Görürler bizi." Diye sözünü kestiğimde bana dönüp tasasız bir ifadeyle baktı, o konuşamadan, "Evin arka tarafını gözetleyen yalnız otuz sekiz adam var." Diye devam ettim itirazıma. Sakinleştirici silahları bile vardı puştların. Size iki yüz yirmi dokuz kere kaçmaya çalıştığımı söylemiştim değil mi? Bu iki yüz yirmi dokuz sayısı, bu sakinleştirici kurşunları geçtiğim etapta başlıyor: yoksa yedi yüz elli iki kere kaçmayı denedim.

Tam olarak bu kadar başarısızlığa sahip olduğumdan; Arın'ın beni burada kaçırmak konusunda böyle rahat bir tavır takınması beni endişelendirdiği kadar sinirlendiriyordu da.

Elimden tutup yanına, sarmaşıkların başına doğru çekti beni. Oturduğum yerden ona doğru kaydım. Düşmeyeyim diye sağ kolu ile vücudumu sardı. Beni kendine çektiği sırada yüzümü ekşitmemeye özen gösterdim, belim hala çok acıyordu. Sanırım kadınlığım tekrar kanamaya başlamıştı. Elim eşofmanımın cebime gitti, güzel, merhem yanımdaydı.

Rahatlatıcı ve yönlendirici bir sesle, "Şimdi etraf biraz kızışacak, ama kimse zarar görmeyecek. O yüzden benimle kal, dikkatin dağılmasın tamam mı?" dedi.

Anlıyorum. Stres olup hata edeceğimi, diğerleri hakkında da endişeleneceğimi varsaymıştı: Benimle alakalı açık açık bilmen gereken bir şey var Arın... Ben kolay korkmayan, korktuğunda da gözlerini kırpmayacak biriyim. Ve bu s…iğimin malikanesindeki kimsenin yaralanmasından endişelenmem. İfadesiz bir yüzle ona baktım ve düz bir sesle "Zarar görseler daha iyi." Dedim.

Böyle dediğimde bana nasıl bakacağını bilemedi. Bunu donuk yüzünden anladım. Söylediklerimde haklıydım ama görünen o ki Arın bu tür şeyleri tatsız buluyordu. (Öyle zannetmiştim.) Karan'la gerçekten farklı olduklarına emin oldum. Karan, nefretime karşın psikopat bir edayla güler ve haklı olduğumu söylerdi. Sanki kendisi de ölmesi gereken biri değilmiş gibi.

Eğer ki gerçekse, insanlara zarar verme fikrini barbarca ve korkunç bulması; ona güvenebilirim.

Cinayet, insanlığa tecavüzdür çünkü. Ben bir katilim, haliyle ben de...

Kendime o ithamı yapıştıracak kadar cesur değilim bu konuda.

Karan çaldı bu cesaretimi.

Arın, bir an gözlerimin içine baktı, bir andı ama uzunca hissettirdi. Rahatsız olduğum an, gözlerini benden ayırdı. Cebinden küçük bir kumanda çıkardı. Bir an durup, ne diyeceğini düşündü, "Bana 'bu geometri' dediğin anı hatırlıyor musun?" diye sordu. Aklıma o an geldi, ona sormadan, kafam da kurduğum bir planı saniyesinde uygulamaya başlamıştım, o da bana uymuştu; güvenmişti.

Halbuki ben onu yarı yolda bırakmayı düşünmüştüm o zaman. Gerçi sonuç olarak, onu yarı yolda bırakmamıştım ve onu kurtarmak istemem dokuz gece boyunca Karan ile kalmama; onlarca kez istismara uğramama sebebiyet vermişti. Sadece dokuz gece daha süreceğini bile bilmeden.Ve eğer bu gece kaçamazsak hayatım bir süre daha öyle olmaya devam da edecekti.

...

Bomboş hissettim.

Gözlerim boşluktan Arın'a döndü. Ben kazanmışım gibi duruyor Arın, evet beni en çok sen kurtardın ama bedel olarak da en çok ben ödedim. Sen beni kurtarmaya çalıştın; karşılığında vuruldun ama şu işe bak ki çatıdan aşağıya beş kat inecek kadar sağlamsın. Ben değilim. Biliyor musun? Bana çok kötü şeyler yaptı.

Ona bir cevap vermeyi unuttuğumu fark ettiğim de, başımı Arın'ı onaylayarak salladım. Çok fazla şeyi aynı anda düşünüyordum kontrolsüzce, bu da yavaş hareket ediyormuş gibi gözükmeme neden oluyordu. Ben onu onaylayınca, ne kadar zorlandığımın farkındaymış gibi, Arın destekleyici bir tavırla yine tebessüm etti. Ellerindeki eldiveni çıkarıp ellerime bıraktı. Elimdeki ısırık izlerinin de farkındaydı tabi.

O bana giymemi söylemeden, iki elimi bir tanesine sığdırabileceğim eldivenleri giydiğimde, tebessümü daha da tatlı bir hal aldı. Ben eldivenleri giyip ona döndükten sonra, "Çok havalıydın o 'bu geometri' dediğin an. Şimdi, sıra ben de tamam mı? Bu sefer benim tarzımda ilerleyeceğiz." Dedi ve onu onaylamamı bekledi.

Belli belirsiz tebessüm ettim, en son birinin, beni övmesinin ne zaman güzel hissettirdiğini hatırlamıyordum. Kendimi iyi hissetmek benim için çok ulaşılamaz ve beklenemez bir şeydi ama o bunu söylediğinde... Karan, sabah masa başındayken sadece şimdiye kadar yaptıklarımı anlattığında ya da annem Feride'nin laflarını ağzına tıktığında; içimden sadece tüm kütüphaneyi yakmak gelmişti. Ancak Arın'ın beni böyle ufak bir şeyde havalı görmesi içimi ısıtmıştı.

Kaşlarımı havaya kaldırdım 'emin misin?' der gibi, başımı hafifçe sola yatırdım imayla, "Evi senden iyi biliyorum ama, o yüzden planına yardımcı olmamı isteyebilirsin, belki." dedim. Başını beni onaylayarak salladı, ama reddederek, "Evin dışındayız ama." Dedi.

İyi de civarı da daha iyi biliyorum?

Ben bir şey diyemeden, "Biliyorum. Ama şimdilik beni dinler misin?" Diyerek, susturdu beni. İtirazlarımı geri savururcasına, "Sıra bende." Diye ekledi son kez. Baya hevesliydi anlaşılan.

Ona oyun gibi mi geliyordu acaba? Arın Kor Aslan için, Baykal'ın Şahinleri ne kadar kale alınır bir konumdaydı?

Ne düşünüyorsa düşünsün, burası Şahinlerin çöplüğüydü. Ve Arın fazla cüretkardı.

Onun tasasız yüzüne baktığımda en ufak bir korku ya da şüphe göremiyordum. Rahattı, gerginliği tamamen benimle alakalıydı.

Kumandayı salladı ve "Bu kimya," dedi muzip bir sesle. Sesinde, onu büyülü bir kahramana benzeten bir tını vardı. Buraya, bana çok yabancı kaçıyordu Sahir'in oğlu. Onu izlemesi eğlenceliydi. Ondaki olgunluk ve anlayış, bambaşka bir şeydi sanki. Olmayı isteyeceğim yetişkinliğe erişmişti, kaldı ki benden çok büyük olduğunu sanmıyorum. Yirmi dört yaşında değil miydi ya? Hizmetçilere Karan'ın cüzdanından aşerdiğim birkaç kâğıt parayı verdiğimde, benim için araştırma yapmışlardı Arın hakkında.

Arın'ın yüzü, zorla; beni rahatlatmak için takındığını bildiğim, tebessümünü terk etti. Kaşlarını çattı, etrafa bir göz gezdirdi ve bana döndü. Tane tane, kendini dinlettiren bir ses tonuyla "Ben bu tuşa bastığım gibi, sarmaşıklara tutun ve ne kadar acırsa acısın kontrolünü kaybetme. Tamam mı?" dedi. Acıdan kastı eldivenli ellerim değildi. Belimdi... yanaklarım kızardı. Demek, az önce beni oturduğum yerden kendine doğru çektiğinde, çektiğim acıyı anlamıştı.

Gözlerimi ondan kaçırmak, başımı öne eğmek için inanılmaz bir istek duydum ama bunu asla yapmadım. Yapmamam gerektiğini, aklıma kazımıştım bu malikanede. Benim gibi kızların utanması sadece aşağılanırdı. Gözkapaklarım keskin bir bıçak gibi, kısıldı.

Kişisel algılama Arın. Ancak... senin bu malikanedekilerden farklı olduğunu görmem; sanan inanmama yetmez. Bu yüzden içsel bir zihinle vahşileşiyordum hassaslaştığımda, utandığımda.

Çünkü, benim gibi kızların kibri ve hırsı, kalbinden büyük olmalı. Sahte, kocaman bir tebessüm belirdi yüzümde. "Tamam." dedim hoyrat bir tavırla.

Ayağımı ve belimin aşağısını, çatının sonuna kadar getirmiştim, 'tamam' derken. Cümlemin hemen ardından kendimi birden boşluğa bıraktığımda, Arın'ın gözleri sonuna kadar açıldı.

Ağzından bir ses çıkmasın diye nefesini tuttu. Onun kolları, beni kavramak için öne doğru atılırken, eldivenli ellerim dikenli sarmaşıkları kaptı ve ayak uçlarım, malikanenin süslü pencere kenarlarına değdi. Tuttuğum soluğu bıraktım. Başımı yukarıya kaldırıp, onun endişeli yüzüne baktım.

Kendinden emin bir gülümseme takınıp, cesurmuş gibi baktım. Kırgınlığını bastıran alaycı bir sesle, "Sen benim planıma sadık kalmıştın, ben da sana güveneceğim. Bu seferlik." Dedim. Alt dudağı açılmıştı bir şey deme isteğiyle, ama ne diyeceğini bilemedi. Gözleri parladı, hoşuna gitmişti hırsım ama hareketimin doğru olmadığını da düşünüyordu. Kızgınlığını bastırarak, "Bir dahakine akrobasi gösterisi yapmadan önce haber ver." Diye uyardı.

Geri cevap vermedim, dudaklarımdaki gülümsemeyi bozmadan birbirine bastırdım. Çünkü konuşursam birden parlayarak; 'Bir daha belimin acıdığını belli etme. BİLME!' Diye bağıracaktım kendimi tutamayıp, biliyorum.

"Çok ses çıkacak, hazırlık ol." Dedi ve benden bir onay beklemeden sol eliyle kapüşonumu kavradı. Beni hafifçe yukarıya çekiyordu önlem amaçlı: ellerimi; az sonra kumandaya bastığında olacaklardan dolayı, panik olup birden sarmaşıklardan çekersem diye.

Beni harbi hafife alıyordu.

Sağ elindeki kumandanın tuşuna bastığında, ilk birkaç saniye hiç ses çıkmadı. Sonra kulaklarıma bir 'fuuuv' sesi doldu. Kafamı yukarıya kaldırıp ona baktım, o da bana bakıyordu. "Sabit dur," dediği sırada 'Bam!' Diye seslerin birbirine ardına yükselmesiyle ellerim sarmaşıkları daha da sıktı panikle. Sallandım. Pervazın kenarından bir ayağım kayıverdi. Neyse ki sarmaşıklar, tüm ağırlığım birden üstlerine kalınca kopamadan, Arın beni sol eliyle kavradığı kapüşonumdan biraz yukarıya kaldırıp ağırlığımı üstlendi.

Kahretsin!

Daha yeni beni hafife aldığını düşünmüştüm!

Malikanenin içindeki kızlar ve kadınlar patlamalar yüzünde çığlık atmaya başladı. Burnuma güçlü bir buhar, asit ve yanık kokusu geliyordu. Uşaklar bağırmaya başladı.

Arın evin borularına bir şey atmıştı sanırım. Sesler eğer yanılmıyorsam banyolar ve mutfaktan geliyordu. 'Yangın, yangın!' diye çığlıklar yükseliyordu her bir yandan. Arın'a dönüp bir şey diyemedim bile. Çünkü o kapüşonumu -geri ayağımı pervaza yerleştirmem sonucu- bırakmış ve çatının kenarından inip pervazlara tutunmuştu. Bana baktı, gözleriyle ne durumda olduğumu süzdükten sonra, "Hadi, hızlı ol." Dedi. "Düşecek gibiysen söyle bana, sırtımda taşırım seni." Diye ekledi.

Aşağıya inmeye başladık. Oldukça hızlı ve dikkatli. Malikanenin süslü, girinti çıkıntılı yapısı Arın'a kolaylık sağlıyordu aşağıya inmesinde. Ben ise sarmaşıklarda, ufak ufak mesafelerle aşağıya inersem, yırtılmış kadınlığım daha az acır diye düşünüyordum. Ancak gittikçe cesaretlenerek sarmaşıkları daha hızlı inmeye, bacağımı ve ellerimi hep daha mesafeli noktalara koymaya başladım.

Bacak aramdan tekrar kan dökülmeye başlamıştı. Sorun yok, merhem yanımda ve şükürler olsun ki eşofmanım siyah. Durabildiğimiz bir yerde 'tuvalete gideceğim' deyip merhemi kullanırım. Ya da... zaten yollarımız çabucak ayrılır ve böyle bahanelere ihtiyaç duymam. Şehre varır varmaz, Arın'ı arkamda bırakmayı düşünüyorum zaten.

Şehir... Düşünmesi bile kalbimi hızlandırıyor.

Karan'ın malikanede değil de dışarıda olması, bizim için büyük bir şanstı. Son zamanlarda, neredeyse iki aydır yeşil gözlü adamı da görmemiştim. Belki de o da Karan'ın 'şirket grup temizliği' işlerine dahildi şu sıralar, ondan civarda değildi iki aydır? Lütfen öyle olsun. Burada olmasın.

Arın benden biraz daha yukarıda kalmıştı, neden yavaş olduğunu anlamak için başımı üçüncü katın oraya çevirdiğimde, ben ses edemeden pencere pervazlarını bırakıp atladı aşağıya. Korkuyla nefesimi tuttum. Geri zekalı, üç kat aşağıya atlamakta ne demekti? Sarmaşıkları o kadar sıkı kavramıştım ki eldivenler olmasa, ellerim kesin kanlar içinde kalırdı.

Arın yere atlar atlamaz etrafa bakındı. Herkes alelacele malikaneye yardıma girmişti tabi. Bir düşmanın saldırısı olduğunu düşünüyorlardı. Herkes, Şahin erkeklerinin gözüne girmek istiyordu: Bu yüzden sevimli mafya adamlarımız oldukça yardımseverdi(!) Oh, Karan Sezer Şahin'in biricik karısını kurtarmayı da unutmayın(!)

Kapımdaki koruma hakkında endişelendim bir an, ancak beni balkonda göremeyince muhtemelen bir şekilde gözünden sakınıp koridora kaçtığımı düşünürdü patlamanın getirdiği panikle. Önceden de gözünün önünden kaçmışlığım vardı birkaç kez.

Baş parmağını havaya kaldırıp bana gösterdi, 'temiz' der gibi. Otuz sekiz adamda, ev patlamaya başlayınca -görünürde, olduğundan daha büyük bir hasar varmış gibi geliyordu sahiden, Arın kimsenin zarar görmeyeceğini söylemese, evi bombaladığına inanırdım- malikanenin önüne, içine ya da yanlarına gitmişti genelde. Her yerden bağırış çağırışlar geliyordu.

Yine de yakalanacak gibi gözüküyorduk. Ben de daha önce evi patlatmaya çalışmıştım ki, bu yöntem çok da işe yarar olmuyordu normalde. Sakinleştiricilerle vurulma olanağımız yüksekti.

Arın iyi olacak mı? Ben alışığım. O? Özür dilerim, seni kovmalıydım ama yapamadım.

"Çabuk, gelsene!" diye seslendi Arın, birkaç adam arkayı tekrar dolanmak için gelirken. Adamlarda, Arın'da birbirinin farkında değildi, bir tek kuşbakışı bakan ben sahiptim bu bilgiye. Arın kollarını açtı. Onun kollarına atlamamak, onun için daha güvenli olan seçeneği seçmem olurdu: Kollarına atlamayacaktım. Onu korumak istedim, beni korumak istemesine saygı göstermemek uğruna.

Fakat o ara, çimenlerin titrediğini fark ettim. Arın'ın içine bir şeyler attığı borular... Bahçeye de bağlı olanlara mı?

Akıllı adam, etkilendim.

Binanın arka yüzüne bakan iki köşesinden bir şerit halinde ilerleyen, yerin altından ormana kadar uzayan borular, birden patladı: Binanın arkasına bakan duvarın, iki ucundan da, ormana doğru doğru, alevden duvarlar oluştu. İki alev duvarının arasındaki geniş boşlukta ise sadece ben ve Arın vardı.

Yabancının sabrı taşmak üzereydi, sarmaşıkları sallayarak düşürecekti sanki beni aşağıya, öyle bakıyordu. Göz göze tekrar geldiğimizde kollarını biraz daha açtı. Sanırım bu kucağa atlatma işi onda adet oluyordu gittikçe. İkinci katın oradaydım. Zaten üçüncü kattan atlamak canını yeterince yakmış olmalıydı. Karan on yedi yaşındayken ikinci kattan yere atlamayı denediğinde, iki bacağını alçıya almışlardı. İki ay boyunca ‘buna değdiğini’ söyleyip durmuştu sonra.

Arın'ı dinlemeyip, sarmaşıklarda daha hızlı ve uzun mesafeleri kullanarak bir kat daha aşağıya indim. Kendim yere atladığım sırada, havalı inişimi yapamadan, havada yakaladı beni. Tuttuğu soluğu bıraktı yüzüme. Kucağında olduğumdan ona epey yakın olan simama, hafif kızgın bir ifadeyle baktı. "Mazoşist misin sen?" diye sordu. ... Yere düştüğüm an belimin nasıl parçalara ayrılacakmış gibi acıyacağını kastediyordu. Burnumun direği sızladı istemsizce, ciğerlerimde dallara ayrılan tüm ince damarlarımdan, yakıcı bir acı geçip gitti.

Bunu yapma!

Lütfen bilmiyormuş gibi yap ya.

Her boku anlıyor aşağılık herif.

Donuk bir yüz takındım. "İndir beni." Dediğimde, yüzüme somurtkan bir ifadeyle baktı. Benimle çakışmanın mantıksız olduğunu düşünür gibi, gözlerime kızgın kızgın bakmak yerine, derin bir nefes alıp başını yukarıya kaldırdı. Bir an durduktan sonra bana karşı takındığı o anlayışlı sesten yoksun, keskin bir sesle "Hayır." Dedi.

Kaşlarım çatıldı, bir anlık şoktan sonra, içten gelen bir öfkeyle alev alarak parladım. Ne cüretle bana böyle davranırdı? Ağzına sıçacaktım. Ancak o yukarıya kaldırdığı başını önüne çevirdiğinde, bana bakmadı. İleriye dönüktü gözleri. Beni daha sıkı sıkı sardı. Gövdemi göğsüne bastırıyordu. Bacaklarımı diğer koluyla dizlerimin üstünden sarmıştı. Halı tuttuğunu zannediyordu herhalde.

Koyu sarı saçları önüne düşüyordu. Keskin kahve gözlerinin, önüne düşen kısa kâkülleri ardından, sağa ve sola bakındığını gördüm. Elimle saçlarını geriye attığımda -saçlarını önceki karşılaşmamızda tiki varmış gibi sürekli geriye yatırdığını görmüştüm, o yüzden yaptım- ilgili bakışları bana kaysa da takmadım ve kaşlarımı çatarak etrafa bakındım. Birkaç saniyeye bahçedeki her yer, alev alacaktı. Bu sayede adamlar bizi göremeyecekti. Çabuk olmalıydık, fark edilmeden harekete geçmeliydik. Arın kafasında bir şeyleri düşünüp taşınıyordu.

Gerisinde kalmak istemediğim için, göz kapaklarımı kısıp, bende uzaklara, gideceğimiz yöne doğru bakındım bilmiş bir tavırla. Dağlarda bir arabaya bineceğimizi söylemişti. Önce malikanenin açık alanından kurtulmalı, dağın önündeki ormana girmeliydik. "Koşarak sekiz dakikamız var-" "Beş." Diyerek sözümü kesti. "Sar kollarını. Ben taşıyacağım seni. Beni yavaşlatmana izin vermeyeceğim." Dedi. Sonra, ben hiçbir şey diyemeden hafifçe öne eğildi ve içine güçlü bir soluk çekip, koşmaya başladı. Biz koştukça yer daha da güçlü sallanmaya başlıyordu. Borulara ne attıysa öğreneyim, ben de kullanacağım.

Buradan ayrılamayacağıma, oldukça eminim gibi konuşuyorum.

Malikanenin arka bahçesinden ormanlık alana doğru koşuyorduk. Daha doğrusu o koşuyordu ben halı misali taşınıyordum. O kadar hızlı gidiyorduk ki, eğer kollarımı boynuna dolamasaydım yere düşerdim ve arabadan atlamış gibi sürüklenirdim. Yer sürekli sallanmasına rağmen dengesini biraz olsun bile kaybetmemesi ilginçti. Bacaklarımı dengesizliği önlemek için kendime çekmeye çalıştığımda, diz kapaklarım kaslı kollarına değdi. Omzuna gömdüğüm başımı kaldırıp, arkamızda kalan malikaneye baktım. Çıtımı bile çıkaramıyordum.

İlk defa, bir duam kabul oldu ve o an, bahçenin her yeri patlamaya başladı. Bazı borular, çimenleri ve çiçekleri havalandırmak için bahçenin ilerisine kadar uzanıyordu; Arın borulara artık ne karıştırdıysa alevler, çimenlerin altındaki borulara kadar ulaşmıştı ve basınçtan dolayı patlamıştı musluklar. Çiçekler lavla ıslanıyordu. Mübalağa yapıyorum, lav yok. Ateşten bir yağmur söz konusu sadece. Her şey, ölüyordur umarım.

Aslen ufak bir yangındı, Arın kimseye zarar gelmeyeceğini söylemişti. Ama... bazı camlardan dumanlar yükseliyordu. Ve çiçek bahçeleri alev almaya başlamıştı. Bu... İçim birden coşkuyla ve mutlulukla doldu.

Burayı küle çevireceğim, ama şimdilik böyle görmesi de biraz da olsa tatmin edici. İçimdeki aleve biraz kum attı ama soğutamaz. Malikane küllere dönüşmeden, içim soğuyamaz. Malikaneye bakan görüş açıma, ağaçlar dahil olduğunda şaşırdım. Zaman çok hızlı geçmişti. Beş dakika daha olmamıştır. O kadar mesafeyi bu kadarcık sürede nasıl geçebilmişti, hele de beni taşıyorken? Biraz daha ilerlediğimizde, beni kucağından kendi kendine indirmeyeceğini anladım. Omzuna vurdum ve beni indirmesini söyledim.

Arın beni yere bırakıp, sırtını gerisindeki ağaca yasladı. Gözleriyle beni kontrol edip, "İyi misin?" diye sordu. Bence gerçek bir itfaiyeci gibi davranıyordu. Etrafa bakınırken, başımı onu onaylayarak salladım. Doğru mu yanlış mı söylediğimden emin olamadığından, bir an bana bakmaya devam etse de önüne döndü ve ceketinden telefonunu çıkardı.

Bu civarda, beni fark etmek için bir sıcaklık kontrol cihazı takılıydı. Biliyordum. Ama evin içinde kıyamet koparken kimsenin fark edeceğini sanmam bu durumu. Muhtemelen yangından kaynaklandığını düşünürlerdi bu sıcaklık farkının ve uyarıları görmezden gelirlerdi. Arın bunu düşünmüş müydü yoksa tesadüf mü?

Kameralara gelirsek... Zifiri karanlıkta fark edilmemiz zordu ve dediğim gibi, evin içi, şu an herkes için daha önemliydi. Eve bir mafya grubunun saldırdığını düşünüyor olmaları muhtemeldi: Evimizin gizli odalarında tüm tehditlerimizin belgeleri yer alırdı.

Otoyol da bizi bekleyen arabaya ulaşmak, ilk etapta önceliğim. Umarım yeşil gözlü adam karşımıza çıkmaz.

Bu dediğine inanabiliyor musun, Eren?

İç sesimin sorduğu soru ile parmaklarıma kadar irkildim. Keskin tutmaya çalıştığım, korkaklığından sebep sertleşen bir sesle, "Dövüşebilir misin?" diye sordum. Arın'ı baştan aşağıya süzerken. Ne kadar güçlüydü?

Beni onca yol hem koşup hem taşırken zorlanmışa benzemiyordu. Terlememişti bile. Karan'ın aynı şeyi yapsa zorlanıp zorlanmayacağını düşündüm. Onun gibi mi olurdu yoksa daha da mı zorlanırdı? Acaba Aslan ailesi kendi varisini nasıl eğitmişti? Gerçi Arın, abisi ve ablası altı yıl önce ölene kadar varis değilmiş. Bu yüzden onu yetiştirirken üstüne daha az gelmiş olmalılardı. Hem Karan'da, Sahir şehrindekilerin çok şımarık olduğunu söylemişti.

Elimdeki en iyi referans Karan'ın gücüydü yorum kullanmam için. Ama önceki dövüşlerini ele alarak yorum yapamıyordum. Çünkü hem Karan sol elinden vurulmuştu hem de Arın onu zayıflatan ilaçlara küfretmişti yanlış hatırlamıyorsam. Bu yüzden Arın'ın yeşil gözlü adama karşı şansı var mı yok mu anlamıyordum.

Sadece ‘o dövüşsün, arkada bekleyeyim’ kafasında da değildim elbette. Ama bazı dövüşlere katılmaya çalışmam yalnızca dezavantaj getirirdi. Silahım olsa diyeceğim ama... O adamın silahlara bile neler yaptığını gördüm. Üç yılda, pek çok kaçma ümitlerimi söndüren birisiydi o.

Arın kendinden emin bir tavırla, bakışlarını ekranından bana kaydırırken, "Her zaman." Diyerek sorumu cevapladı. Neden sorduğumu merak ediyordu, gizemli ve gergin tavrımın altında yatan şeyi bulmak istiyordu. Bir şeyler soracak gibiydi, ama konuşmam üzerine soramadı. "Bize kim yardım ediyor, kiminle mesajlaşıyorsun?" diye sordum. Hiç beklemeden, "Arkadaşım ve birkaç kişi." dediğinde kaşlarımı hafifçe çattım. "Bu bir isim değil."

Hala şüpheleniyordum. İtfaiyecimden bile. Gözlerini ekrandan kaldırıp tekrar bana baktı. "Resul diye bir arkadaş, Eren. Arabayı o kullanıyor. Diğer birkaç eleman ise Sahir'den adamlar, civardaki pürüzleri hallediyorlar. Sorun yok, seni buradan getirebileceğim. Ne olursa olsun." Dedi. Tane tane konuşmuştu, iyice anladığımdan emin olmak için.

Onu duyup, anladığımı emin olduğunda tekrar ekranına bakmaya başladı. Bir soru daha sordum. "Sahir'den gelenler kim?" Başını bile kaldırmadan, düz bir sesle cevap verdi. "Birkaç satılık herif." Kimse yeşil gözlü adamı indiremez. Karan bile.

Arın'ın Baykal'dan değil de Sahir'den birilerini getirtmesini ise çok iyi anlıyorum. Baykal'daki bir kiralık adam bile, Şahinlere bulaşacak kadar aptal olamaz. Kolayca.

Daha fazla bir şey dememesi beni sinirlendirip şüphelendirmişti, ama ses etmeden gözlerimi ondan başka bir yöne çevirdim. Şüphelensem de uğraşmak istemedim o an, çok yorucu geldi bu.

Nasılsa... en kötü ihtimalde bu, Karan'ın bir oyunuysa ve kaçıp kaçmayacağımı test ediyorsa... geberecek olan ben değil onlardı. Gerçi dayak yiyebilirim, Karan başımı ezip, duvara vurdu bugün. Yakında yumruklamaya da başlayabilirdi. Gerçekliğe uygunluğuyla ünlü sezgilerim, son birkaç gündür bana bunu fısıldıyordu: Karan'ın beni döveceğini.

Düşüncelerimden kaçınmaya çalışarak, etrafa daha da dikkatle bakmaya başladım. Yeşil gözlü adamın ortaya çıkmasından deliler gibi korkuyordum. Karan yoktu ama o vardı. Beni yakalamakta en iyi olan oydu. Bunu düşünmemeye çalışsam bile, Arın'ı bu konuda uyarmamak haksızlıktı.

Sırf kendin kurtul diye, masum insanların ölmesine bir daha mı izin vereceksin Eren?

Hele de senin için en çok çabalayanının.

Şunu bilmelisiniz ki... kişiliğimden nefret ediyorum. Kederle yumduğum gözlerimi açtım. Derin bir nefes alıp, güçlü tutmaya çalıştığım bir sesle "Arın," diyerek, arkamı döndüm. Sesim salak gibi hassas çıkmıştı. Zaten gözleri benim üstümdeydi, jestlerim ve mimiklerim yüzünden gene ürktüğümü anladı. Sert bakışları yumuşadı, rahatlatıcı bir sesle, "Bekle, şimdi hareket edeceğiz. Her şey yolunda-" diyordu ki "Bir adam var. Çok tehlikeli!" diye sözünü kestim, paniğim gittikçe artarken. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.

Bana yardım etmemeliydi. Benden olabildiğince uzağa gitmeliydi hem de hemen!

Yeşil gözlü adam, onu bulduğu yerde öldürürdü. Alt dudağım istemsizce titredi, "Yeşil gözü adam seni öldürecektir! Silahımız olsa bile anlamsız. O muhakkak, bir şekilde hep kazanır ve o-o-o seni-seni öldü-" konuştukça daha da panik bir hal alıyordum ve daha da terliyordum.

Gitmesini istemiyorum! İyi bir silahım olsa belki ben-Hayır.

Eğer ki formumda olduğum bir zaman olsaydı... Biraz daha dik durabilirdim ama Karan'ın bana yaptıklarından sonra ayakta kalmak bile canımı acıtıyordu.

Arın kaşlarını hafifçe çattı, anlamaya çalışan gözlerle bana bakıyordu.

Yutkundum. Ellerimle yüzümü gerdirdim. "Bak, ben,", kalbim ağzımda atmaya başlamıştı. Derin bir nefes aldım ve ellerimi hırkamın ceplerine sokup, ceplerimi aşağıya çekiştirdim. Bakışlarımı sürekli kaçırmaya çalışıyordum ama ona sabitlemek zorundaydım. Üzüntüyle büzüşmüş yüzümü, düzlüğe çıkarmak zorundaydım.

Kendimi acındırıyormuş gibi duramam. Asla.

Jestlerimi ve mimiklerimi öldürdüm bıraktığım titrek bir solukta. İngiliz romanlarındaki dik bakışlı uzun ve mutsuz kadınların havasına bürünmeye çalıştım. "Senin ölümüne sebebiyet vermek istemem." Diye mırıldandım.

Mırıldandım? Eren... kişiliğin benim için baştan aşağıya bir hayal kırıklığı.

O kadar zayıf ve zavallısın ki herkesten önce seni gebertmek istiyorum.

Ama mimiklerimi ve jestlerimi ayarlasam bile sesimi ayarlamam çok zordu işte. O kadar isteksizdim ki konuşurken, bir daha geri dönmek istemiyordum o malikaneye. Ama... sırf kendim kurtulayım diye iyi bir insanı heba edemem.

Neden edemem?

Saçmalamayı kes, Eren. Onu kullan! Onu kullan ve iyi bir fırsatını bulduğunda yeşil gözlü adamı da öldür. Arın'ı onun üstüne sal. Arın'ın da öleceğini bilsen bile. YAP BUNU!

Hayır.

Hayır. Hayır. Hayır. Kes sesini seni k..tak cadı!

Arın sanki önemsiz bir detayı hatırlamış gibi, düz bir sesle konuştu. "Malikanenin çatısına çıkmaya çalıştığım sırada, yeşil gözlü lavuğun teki bana arkadan saldırmıştı." Dedi.

Dudaklarım hafifçe aralandı, içime güç bela bir nefes çektim. "Nerede o?" diye sordum güçlü tutmaya çalıştığım, ince bir sesle.

Arın birkaç saniye boyunca daha sessiz kaldı. Kaşları hafifçe çatıktı, yüzü gergindi ve saklamaya çalışsa da şaşkındı. Ne düşündüğünü anlayamıyordum, ama biraz daha sessiz kalırsa öfkeyle bağıracaktım yüzüne karşı. Ki bu, öfke krizleri anımda gösterebileceğim en kibar tepkimdir.

Tuttuğum nefesi bırakmak bir yana dursun, kalp atışlarım gittikçe yükseldi. Yeşil gözlü adam burada. Onu görmüş! Ve şükürler olsun ki, hayatta kalmış. Bedenim yüksek oranda kortizol salgılıyordu. Tansiyonum şu yaşta tavanı görecekti. Gerçi ben, muhtemelen yaşıtlarımdan erken ölecektim. Karan'ın bende bıraktığı hasarların tahsilatı ağırdı.

Gergin, belli belirsiz kızgın ama en çok da kafası karışık bir sesle konuştu. "Kendi haline bak. Şu haldeyken, kendini değil beni mi düşünüyorsun?" diye sordu bana. Bakışlarımı etrafta kuşkuyla dolandırmayı kesip Arın'a çevirdim. Neyden bahsediyordu?

Bana bir şey olmaz ki. Bana bir şey olsa bile bu, kimseyi ilgilendirmez. Bu benim sorumluluğum.

Sinirlenerek ellerimi iki yana açtım ve "YA SÖYLESENE NE OLDUĞUNU?" diye kızdım ona. Sesim yüksekti ve vurguluydu ama bir bağırış olduğunu söyleyemezdim. Beni daha fazla oyalayamayacağını anlamış olmalı ki, "Bayıltana kadar dövdüm, çatının arkasındaki bir depoya kapattım." Dedi hızlıca, kendini toparlayarak. Onun kafa karışıklıkları ya da şaşırmaları ile ilgilenmediğimi anlamıştı.

...

Yani onu paketleyebildin mi?

Yok.

Etrafa son bir kez daha bakındım ve soğukkanlılığımı sonunda kazanarak, "Güzel. Anladım. O oradan çıkmıştır. Silahın var mı?" diye sordum. Yanına doğru adımlamaya başladım, sağ elimi ona doğru uzattım. "O an sadece şanslı olmadığına emin misin? Epey güçlüdür ve acımasızdır. İstersen, buradan hemen tek başına ayrılabilirsin. Yalnızca... silahını bana bırakacaksın."

Kaşları yukarıya kalktı cüretkâr tavrım karşısında. Az önce onun için endişelenmekten bayılacak duruma gelmiş olan kız, birden soğukkanlılığa kavuşunca şaşırmıştı. Neyse ki bu gelgitlerimi o anlamlandıramadan yollarımız ayrılacaktı. "Bırakacaksın?" diye tekrar etti beni, küstahlığıma şaşırarak.

... Sanırım tavırlarımı biraz daha dikkatli seçmeliyim. Şu gelgitlerimi, en azından buradan uzaklaşana kadar biraz daha az yaşasam iyi olur. Göz yuvarlarımı yukarıya çevirip, gözlerine merakla bakındım. "Bırakmaz mısın?" diye sordum.

Olabildiğince kibar olmaya çalışmıştım. Eğer beni dinlemezse... Onu bataklığa mı itsem?

Ya da onun başından beri planladığı gibi ilerlemeye devam ederiz. Belki, yeşil gözlü adam karşımıza çıkmaz gerçekten de.

Ha... buna inanmam çok zor. Yüz üç kere gelen, yüz dördüncüden eksik kalmaz.

Arın birkaç saniye sessizce yüzüme bakındı. O ara tekrar bir bildirim sesi geldi. Benim kastettiğimden başka bir şeyi kastediyormuş gibi, ima dolu bir sesle "Bırakmayı düşünmüyorum." Dedi.

...

?

...

Ona çatık kaşlarımla, hiç hoş olmayan, memnuniyetsiz bir ifadeyle bakıyordum. Kafamda yalnızca bir soru işareti oluşabildiğinde, hep bu huysuz ifadeye bürünürdüm. Önemsemedi, kendinden emin kalmaya devam ederek, "Peşimizden falan gelemez. Sorun yok." Dedi.

Gelemez?

"Sadece bayılttığına emin misin?" diye üsteledim bunun üstüne. Telefon ekranına dönmek için aşağıya kayan bakışları tekrar bana döndü. Öyle sert baktı ki, beni kurtarmaya çalışan adamdan arkamı dönüp kaçmaya çalışsam mı diye düşündüm. Hiç de itfaiyeciye benzer bir hali yoktu o an.

... Böyle bakma. Ben pis bir şey gibi hissetmeye çok alıştırıldım.

Beni korkutacak kadar duygulardan yoksun bir sesle, "Ne yapmış olmamı isterdin?" diye sordu.

Öldürmemeni.

Bir katil olarak, bir katile güvenilmeyeceğini bilirim.

Size dedim değil mi? Cinayet, insanlığa tecavüzdür.

Öldürdüğümüz kişiler, insan sıfatına sığmıyor olabilir. Ama onları öldürdüğümüzde, biz de insan sıfatına sığmayacağız.

... İnsan sıfatına sığmayan her kimseden, korkarım Arın. Korktukça da o kişiyi kendimden korkutmak isterim.

Ne yapmamı isterdin diye fazlaca donuk bir ses ile sormasıyla, geriye doğru bir adım atma isteğimi; nefrete çevirdim. Yüzümü, nefret ve öfkeye çevirdiğim korkumla, büzüştürdüm: Kaşlarımı daha da çok çattım. Tek kaşımı yukarıya doğru kaldırıyordum ki, "Hayır. Kimseyi öldürmedim." Diyerek olası bir tartışmayı durdurdu. "Çatıdaki küçük bir depoya kilitledim. O kadar. Şimdi izin verirsen, şu işleri halledeyim de daha fazla oyalanmayalım. Kafandaki her soruyu, söz veriyorum cevaplayacağım."

Ben verilen sözlere inanmam. Bunu ona söylemedim. Sabrı taşarsa neler yapar görmek istememe rağmen. Çünkü şu an o kadar zayıfım ki, muhtemelen elimden kaçmak bile gelemez.

... Senden nefret ediyorum Karan. Nefret ediyorum. Geber. Öl. P...

Ama sakın, burada durmaya muhtacım falan sanmayın. Sadece şehre inene kadar usluca bekleyeceğim.

Cehennemlerden cehennem beğeniyorsam şayet, Arın gerçekten de paranoyamın hissettirdiği biri gibiyse bile, yine de şu an için daha iyi bir cehennemdi.

Hayır, saçmalıyorum. O benim itfaiyecim. Beni ateşlerin arasından çekip almadı mı?

En iyisi düşünmemek. Karar vermeden önce, gözlem yapmak lazım. Arın Kor Aslan'ı birazcık gözlemleyeceğim.

Ona boş boş bakmanın bir anlamı olmadığını fark ettiğimde, yanına gittim. Boy farkımız yüzünden aşağıya eğdiği telefonuna anca uzanıyordu gözlerim. Hiç sormadan ekranına baktığımda, endişelerimi anlayışla karşılıyormuş gibi sessiz kaldı. Burnundan bile solumadı gıcık olmuş gibi.

Araziyi kontrol ediyor, temizliyordu Sahir'den getirttiği elemanlar. Ev yangın yerine döndüğü için herkes uyarı moduna geçmişti. Koskocaman malikanenin içinde, Eren İpek Şahin vardı bir bulunamayan(!)

Sahir’den gelenler, sırayla temiz yazıyordu ve Arın da sürekli haritaya bakıp bakıp duruyordu.

... Her şeyi anladım. Daha fazla ekrana bakarak zaman kaybetmeme gerek yok. Bence, şu an patronluk bana geçmeli.

Telefona bakmayı kestim ve göle doğru birkaç adım attım. Malikaneden çok uzaklaşmamıştık. On beş, yirmi dakikalık bir yürüyüşle, gerçi alevler yüzünden bu süre iki katına çıkmıştı, Şahinlerin adamları yanımıza varabilirlerdi. Şükürler olsun ki, ormandakileri hallettiklerinden, onlar dert olmayacaktı bize.

Hiç bu kadar yaklaşmadım kaçmaya.

Her şey şu an, o yanımda diye o kadar kolay geliyor ki... Bu da beni ağlatmak istiyor. Onca zaman bir başımayım diye mi kaçamadım? Yalnızlık o kadar mı yok eder insanı?

... Bekle, Eren. Önce, kazan. Sonra söz, yok olacaksın.

Daha fazla zaman kazanmamız gerekliydi. Hırkamı çıkarıp göle attım. Hava soğuktu, kollarım anında üşüdü. Bedenim inanılmaz yorgun olduğundan, ağrıyı daha da fazla hissediyordum zaten. Soğuk her şeyi iyice beter etti. Saçlarımı kurutmadığımdan, rüzgâr başıma estiğinde, beynimin içi donuyormuş gibi hissediyordum.

Arın telefonundan birilerini arayıp, bir şeyler söylemişti. Özetini vereyim; yirmi dakikaya dağın etrafından dolanacakmışız.

Şehre gidene kadar rahat olabiliriz: Eğer otoyoldaki kontrol noktalarında beni bulmazlarsa. Ve yeşil gözlü adam gerçekten yoksa? O çıkar oradan gibi geliyor. Sonuçta sadece bayıltmış.

Arın telefonundan gözünü ayırdı sonunda. Göle, sonra dönüp bana baktığı sırada, "Hırkanı çıkarıp, göle atsana-" diyordu ki sustu. Onun düşündüğünü ben çoktan yapmıştım zaten. O konuşmadan, ipleri elime almaya hazır olduğumu kanıtlarcasına konuşmaya başladım: "Dağın başına kadar gitmemiz gerekmiyor. Çok saçma ve zaman kaybı olur. O internetten indirdiğiniz harita da eski ve yanlış zaten. On dakikaya, dağın sonundaki otoyola varabiliriz. Kısayol biliyorum. Adamlarına aşağılara inmelerini ve dağın bitimindeki, tünele giren otoyolu temizlemelerini söyle."

Dediklerimi dikkatle dinledi. Karşı koymak için elinde hiçbir sebep olmadığından ya da buna gerek duymadığından, soru bile sormadan beni onayladı. Arkadaşı Resul'u arayıp dağların sonuna inmelerini söyledi. Resul geri bir şeyler söyledi, Arın cevap vermek yerine telefonu kapattı.

Resul'e telefonda isteklerimi aktardığı sırada, keskin, alev saçakları barındıran açık kahve gözleri bendeydi. Tuhaf ve beni geren bir çekim duygusu hissediyordum. Muhtemelen o da hissediyordu. Olabildiğince soğuk ve donuk baktım yüzüne.

Bakışlarımı ondan güç bela ayırabildiğimde sırada, başımı 'hadi' anlamında salladım ve yürümeye başladım. Giderek hızlandı adımlarım. Benim hızlı yürüyüşüm, onun normal yürüyüşüne denk geldiğinden, biraz hoşnutsuz hissettim kendimi. Yine de bir adım önde kalabilmek için belim ne kadar acısa da, tempomu korumaya çalıştım.

Güzel. Sonunda önderlik bana geçti. Memnunum.

Ama acıyor.

Arın, fark etmiş olacak ki "Seni taşıyabilirim-" diye söze girdi. Başımı ondan yana çevirip, ona öyle kötü ve sert baktım ki sustu. İki dakikaya bile kalmadan, "Ancak koşsak-" diye tekrar söze girmeye çalıştığında "Gerek yok." diyerek kestirip attım. Bir daha, belimin acısından bahsederse öldürürdüm onu. Ağaç dallarını gözünden içeri sokardım.

Birden farklı bir yöne saptığımda şaşırsa da beni takip etti. Biraz daha ilerledikten sonra kolunu tuttum, "Burası bataklık. Peşimden gel." Dedim. Hangi kayalıkların basılmak için sağlam olup olmadığını bizzat deneyimleyerek öğrenmiştim vaktinde. Her adımda, gittikçe heyecanımı kaybediyordum. Buralara kadar tek başıma vardığım epey olmuştu: Her adımda, kaçabileceğime dair inancım azalıyor; kırık bir nostaljiyle doluyordu beklentim.

Bataklığın sonunda, kayalıkların yükseldiği bir uçurum vardı: aşağısında, son sürat hızla akan bir akarsu bulunurdu. En yüksek kayalığın köşesinde durdum. Tek ayağımı belli belirsiz havaya kaldırıp, sallamaya başlamıştım ki "Gel buraya." Diye kızarak kolumu tuttu ve beni hafifçe geriye çekti. Dokunduğu çıplak sol kolumu anında geri çektim ondan.

‘S..tir git ucube.’ Dememek için dilimi ısırdım o an.

... S..eyim. Sakin ol Eren, korkma. Dışarıdaki herkes seni istismar etmeyecek.

Karan yaptıysa kim yapmaz ki?

KES SESİNİ!

Hiçbir istismar çeşidinin acısını bir ölçeğe yerleştiremezsiniz ya da sıralayamazsınız, ama aile içi olan... size kafayı sıyırtabiliyor.

Ve bu günlerde bilmiyordum ama... bu adam, günler geçtikçe aramıza koyduğum her bir duvarı yıkmakta daha da başarılı olacaktı.

?

Her neyse, Arın'ın bu salak salak, bence oldukça gereksiz olan uyarısını neden yapma gereği duyduğunu anlayabiliyorum.

Arın'ın bana çatıdan seslendiği sırada, malikanenin en üst katındaki odalardan birinde pencereye oturmuş vaziyetteydim. Ayaklarımı boşluğa sarkıtıyordum. Muhtemelen, uçurumun en uç noktasına çıktığımda ve bir ayağımı havaya kaldırdığımda da, o anı hatırlayıp beni geriye çekmişti.

Canımı sıkıyor.

Gözlerim üstündeki cekete kaydı. Parmak uçlarımla ceketin önünden bir tutamını alıp, kontrol ettim kumaşı. "Su geçirmez mi?" diye sorduğumda 'bilmiyorum' anlamında dudaklarını büzdü.

Eşofmanımın cebindeki yüzük ve merhemi çıkarıp ceketinin fermuarlı cebine koydum. "Aşağıya atlayacağız, ıslanmalarını istemiyorum." Dedim açıklamada bulunarak. Aşağıya baktı, gözlerini kıstı yine. Kafasında hesap yaparken oynayan tek mimiği gözlerinin kısılması oluyordu sanırım.

Kendi kendine aşağıya atlamanın nasıl olacağını, ne sonuç doğuracağını anlamaya çalışıyor gibiydi. Ben on iki kere atlamıştım. Dikkatli olduğunuz sürece, hayatta kalabiliyordunuz ve sakatlanmıyordunuz da. Yüksek ya da ölümcül bir uçurum değildi. Uçurumdan atlamak konusunda bana güvenmedi mi acaba diye düşündüğüm anda, "Ben yaparım da." diye geveledi ve gözleri bana döndü. Beni baştan aşağıya süzdüğünde, kendimi olduğumdan daha da rahatsız hissettim. Elime eldivenler geçirmiştim ama omuzlarımdaki ısırık izleri hala gözüküyordu. Yanaklarım kızardı, içimi yakan ve beni öldüren bir utançla. Ellerimle üstüme bol gelen tişörtün yakalarını arkaya doğru attım izleri örtmek için. Saçlarımı önüme aldım. Bunları yaparken, "Ben de yapabilirim." Dedim sinirli bir sesle.

Bu tavrı da neydi böyle?

‘Tutup onu aşağıya atsam da, bir üç buçuk atsa’ diye düşündüm anlık olarak, ama hiç de üç buçuk atacağını zannetmiyordum. Arın, Karan gibi sürekli ruh hastası tavırlar takınmadığından durmadan unutuyordum ama; o da en az Karan kadar güçlü, kuvvetli ve çevikti.

Ama bunu yapabileceğini iri yarı yapısına rağmen, sekiz gün öncesine ait Arın'la alakalı dövüş anılarım olmasaydı düşünmeyebilirdim. Sanki manyak gibi davranmak, insanın -Karan'ın- güçlü olduğunu varsaydıran şeydi: çocukça düşünüyordum.

Gözlerimin içine bakıyordu, sinirlendiğimi anlasa da bir şey demedi. Eli ceketinin fermuarına giderken, "Biliyorum, çeviksin." dedi.

Sesinde bile isteye takındığı bir tını yoktu. İçinden geleni söylemişti, derin ve erkeksi bir sesle. Bu zamana kadar bana karşı dürüst olsa da her zaman özenle kelime seçmeye çalışmasından dolayı, sesinin tonu hep daha farklı gelmişti kulağıma. Ama şimdi, daha doğaldı. Nasıl açıklarım bilmiyorum, normal onu duydum gibi geldi bir anlığına.

Üstüme doğru ufak bir adım attı. Gövdesi genişti ve uçurumun kenarında öyle biri -Karan gibi gövdeye sahip biri- üstüme bir adım atsa on adım geriye kaçacağıma emindim içsel bir zihinle. Ama korkmama rağmen, kendimi tuttum ve kaçınmadım. Gözlerimi yukarıya kaldırıp, benden yukarıda kalan gözlerine baktım.

Arın'ın elleri ceketinin fermuarına gitti.

Tekrar o memnuniyetsiz, çatık kaşlı huysuz ifademi takındım. Gerçi, o huysuz yüz ifadesini bir anlığına bırakıyor muydum ki?

Fermuarının inme sesi, bir anlığına, akarsudan son hız akan suyun sesini bastırdı sanki. Açık kahve gözleri, bir anlığına bile olsun benim harelerimden ayrılmıyordu. Bu ne yapıyor? Soyunurken bana bakıyor gibi bir havaya kapılıyorum, hâlbuki sadece ceketini çıkarıyor.

Ceketini kollarından aşağıya indirdiği sırada, artık bakışmayı kesmemiz gerektiğini düşündüm. Ama gözlerini ilk kaçıran olmak istemiyordum. Bir rekabete giriştim böylece; fakat sanki daha çok kendi kendime. Çünkü onun açık kahve gözlerinin, benim soluk mavi gözlerime bakarken derdi rekabet değil de odaktı.

Neyi anlamaya çalışıyorsun, itfaiyeci?

Ceketi kollarından indirirken, başını hafifçe öne eğdiğinde; soluğu kurumaya başlamış saçlarımı uçuşturdu. Çenemi biraz aşağıya eğdim çekingen bir tavırla, gözlerimi de gözlerinden ayırdım daha fazla bakamayıp, ama o bana bakmayı sürdürdü. İsteyerek mi yapıyor diye kontrol etmek için ona tekrar baktığımda, bakışlarını yine çekmedi. Hayır, beni rahatsız etmek için takılı kalmamıştı gözleri bende. Gerçekten odaklanmıştı salak, aptal ucube. Yüzümde, neyin ona bu kadar ilginç geldiğini bilmiyorum.

?

Belki de...

Manyak olup olmadığımı anlamaya çalışıyordur?

Ceketini omuzlarıma bıraktı ve iki yakayı tutup, önümde birleştirdi. Ceket üstüme bol olmuştu. Öyle bol olmuştu ki, kollarım da gövdem gibi ceketin içindeyken, beni tamamen dışarıdan sarabilecek ve fermuarı kapanabilecek kadar.

Gövdemi ceketle sarıp fermuarı kapatmaya başladığında, bana fazlaca yakın davrandığını hissederek, geriye doğru bir adım atmaya çalıştım ve "Gerek yok-" diyordum ki ceketin yakalarından biraz aşağısını kavrayıp, beni olduğum yere sabitledi. Baskın, ama her nasılsa yumuşakta bir sesle, "Dur." dedi.

İyice gerildim, hiç hoşuma gitmedi bu tavır. Benden uzak durmalıydı, şaşırırdım böyle sıcacık davranırsa. İçime kaçan bir sesle, "Gerek yok dedim." diye mırıldandım-sert ve kızgın bir tavrı sürdürmeye çalışıyordum hala. Ama... çok yorgunum. İtfaiyecilerin birazcık şefkati kimseyi öldürmez.

Arın durmadı, hatta inadıma biraz daha yavaş fermuarı kapatmaya başladı. Muzip bir sesle, "Şimdiye kadar hiç ses etmedin ama." Dediğinde, gözlerim sonuna kadar açıldı. İstemsizce, "A-" diye bir şaşkınlık nidası dudaklarımdan döküldü. O da ne denli yavaş hareket ettiğinin farkında olduğumu biliyordu. Yanaklarım kızarmaya başladı, beni fazlaca zorladığını anlayınca fermuarı hızla sonuna kadar kapattı ve geri çekildi. Bir adım uzaklaştı benden. "Önceden, hırkanı çıkarıp göle attığında ceketi vermemiştim değil mi? Demek ki seni düşündüğümden yapmıyorum, bu kadar kızma. Sadece... senin eşyalarını taşıyamam, ağırlık istemiyorum." Dedi. Son sözlerinde biraz muziplik saklıydı. Bahsettiği ağır eşyalarım(!) küçük bir merhem ve yüzüktü. Öte yandan, ceket epey ağırdı. Çünkü kendisi tüm fermuarlara bir şeyler sıkıştırmıştı.

Benim eşyalarım mı ona fazla gelmişti? Buna inanmamı beklemediğine eminim. Zaten... Arın da ceketi bana verebilmek için güçlü bir mazeret aramıyordu. Sadece başka bir şekilde kabul etmeyeceğimi anladığından, bekletmişti ceketi vermeyi. Soğuk, ilgisiz bir sesle "İyi." diye geveledim. Ceket boynumu, köprücüğümdeki izleri de örtmemi sağlamıştı. Onun artık ezbere bildiği izleri, diğerlerinden saklayabilirdim.

Utangaç bir tavırla bakışlarımı istemsizce dağlara kaydırdıktan hemen sonra, kaşlarımı çattım, sert bir tavır takınmam gerekiyordu. Ama özgürlük fikri, birinin bana buradan kaçmam da yardım ettiği gerçeği beni hassaslaştırıyordu-Tabi gerçekten yardım ediyorsa. Gözlerimi kırpıp açtım ve başımı belli belirsiz iki yana salladım. Ayık ol, Eren. Kimseye inanma.

Dürüst olmam gerekirse az önceki kısa süreli bakışma, aklımda takılı kalmıştı. Bir itfaiyeci olarak onu düşündüğümde, bu anı sindirebilmiştim ama, birkaç dakika öncesine tekrar tekrar her gidişimde...

Onun hiç de masum olmadığını düşünmeye başlıyordum. Ceketi üstünden çıkarıp, bana kendi elleriyle giydirdiği sırada ellerinde dikkat çekici bir yavaşlık söz konusuydu. Ona o an söylemeliydim: Bana değil de cekete bak! Niye tüm bu süre o boyunca ahlaksız bakışlarını üstümde tutuyorsun seni sapık herif!

Şimdi ondan biraz daha korkuyorum. Dikkatimi başka yöne çekmeliydim. Neyse ki dizlerime kadar gelen bu kocaman asker yeşili ceket, bana istediğimi vermekte yardımcı oldu. Ellerimin, ceketin kolları içinde kaybolmasına odakladım aklımı hemen. Ceketin kollarını yukarıya kıvırırken "Bu kadar düşünmene gerek yok, yolu biliyorum dedim ya." Dedim. Kısa sürede ceketin kollarını kıvırmaya çalışmaktan vazgeçip -katlanmayan bir deriydi- kollarımı yukarıya kaldırdım ve bana epey bol gelen ceketin kolları, dirseklerimden aşağıya düştüler.

Arın eline telefonunu alırken, "Son bir kez kontrol edelim, kimseyle karşılaşmak istemiyorum." Diye açıklamada bulundu bana.

Sesi çok düzdü. Gergin ya da sıkıntılı değildi. Şahinlerin çöplüğündeydik ama çok sakindi. Yeşil gözlü adamı çıplak elle dövüp, kitlemişti bile. Birazcık heyecan bile okuyamıyordum artık onda. Morali bozuktu hatta. Aslında daha çok... sinirli gibiydi ve beni ürkütmemek için öfkesini bastırıyordu. Ne zaman gözleri bedenime kaysa dayanılamaz bir şey görüyormuş gibi gözlerini kaçırıyordu. Fark etmediğimi zannettiği zamanlarda, sürekli sürekli yapıyordu bunu: Gözlerime sürekli bakmak istiyordu, ama bedenime bakamıyordu.

Telefon ilk çalışta açılmıştı. Arın, "Bir sorun var mı? Geleceğiz." Diye sordu. Resul bir şeyler söyledi, Arın kaşlarını hafifçe çatmak hariç, hiçbir şey yapmadı. O kadar kısık sesle bir şeyler homurdandı ki, yanında olmama rağmen anlamadım. Aramayı sonlandırdı ve telefonunu, üstümdeki ceketin fermuarlı cebine sıkıştırmak için bana doğru döndü. Önüme doğru eğilmişti tekrardan, yüzü yüzümle aynı hizaya yine de gelmemişti. Çok uzundu.

Başının üstünden kamburuna baktım. Aklıma, zorla üstüme doğru eğilmiş Karan'ın kamburu geldiğinde gözlerimi başka bir yöne çevirdim aceleyle. Az kalsın geriye doğru adımlar atıp, kaçınacaktım Arın'dan. Kendimi son anda durdurmuştum. Herkesi Karan mı zannedeceğim bir ömür? Böyle mi olacak hep?

Bataklığın içinde uyuyakalmak istiyorum.

Kayalıkların uç noktasına, Arın çıktı bu sefer. Beş dakikadır dikiliyorduk burada. Kendisinin atlayabileceğini söylemişti ama… korkuyor muydu acaba? Anladım, adamları bekliyoruz ama... Bana zaman kaybı gibi gelmeye devam ediyor. Netice de neler yaptıklarına ben de baktım telefondan.

Yüksekten atlama korkusu olmadığına göre, su onu geriyor olabilirdi. "Korkuyorsan elimi tut. Ben yüzme bili-" dediğim sırada, sol kolu belime dolanıp beni kendine çekti ve aşağıya atladı. Yapabildiğim tek şey ceketin kolları, dirseklerimden aşağıya düşsün diye hala yukarı doğru tuttuğum kollarımı, omuzlarına doğru indirmek olabildi. Halbuki amacım sağ elimle ona şöyle okkalı bir tokadı geçirmekti.

Bana ani hareketler yapmamalıydı.

Suya gömüldüğümüzde, olanların hızına anca yetişmiştim. Kafamız sudan ilk çıktığında, adam akıllı nefesimi tutamadığımdan genzime kaçan suyui yüzüne öksürdüm. Umursamadı. Gözleri yanmıştı, o gözlerini durmadan kırpıp açtığı sırada; ben üstüne doğru gittiğimiz kayalığı fark ettim. "Hey-" diye bağırmaya başlıyordum ki anlamsız olduğunu düşünerek cümlemi yarıda kestim. Omuzlarını kavradım ve suyun sağladığı kolaylıkla, onu önüme doğru çekip, sırtımın kayalığa doğru gard oluşturmasını sağladım. Neden böyle bir kahramanlık yaptığımı sormayın.

Her şeyin gerçekleşmesi üç saniye anca sürmüştü. Bu üç saniyenin sonunda, sırtımda derin çiziklerin oluşmasına ya da omurlarımın kaşıntılı bir ağrıya kapılmasına hazırdım.

Ama sırtım kayaya çarpamadan, Arın sol elini belime daha fazla bastırıp gövdelerimizi birbirine yapıştırdı. Sağ elini, omzumun üstünden kayalığa doğru uzattı ve iki yandan bacakları, kalçalarımın iki yanından yukarıya uzandı, ayak tabanlarını kayalığa bastırdı.

Bacakları beni belimin aşağısından sarmıştı. Bilerek yapmamıştı ama, kasıklarının üstüne sürtünüyordum. Onun ise biraz sertleşmiş -soğuktan olmalıydı- erkekliği karnıma değiyordu.

İğrenç. Git.

Git. Git. Git.

Botlarının tabanlarını, kayalığa bastırmıştı. Geriye, kayalığa doğru süzülmemem için, beni kendine bastırmaya devam ediyordu sol eliyle. Ve aşağıdaki arkadaşının gittikçe heyecanlandığını hissediyordum. Bunun soğuk sudan kaynaklandığını bilmeme rağmen ondan uzağa gitmek istiyordum.

Yüzünden su damlaları dökülüyordu, ıslanan saçları uzamış; başını sudan çıkardığı sırada, geriye yatmışlardı. Yüzünün güzel, kemikli hatları açığa çıkmıştı. Ona ‘iğrenç’ diye bir çığlık atamam, dilimin dönememesinden sebepti. Kızgın, sert bir yüzle baktı bana. Donuk, tok bir sesle "Bir daha bunu yapmaya çalışma." Dedi. Ricadan çok emir gibiydi dudaklarından çıkan.

Neyi yapmaya çalışmayayım? Onu korumaya mı çalışmayayım? O beni koruyorken?

Bir insana borçlu kalırsan, onu muhakkak bir kere daha görmen gerekir. Benim seni bir kere daha görmeye mecbur kalmak gibi bir fikrim kesinlikle yok.

İkimizin de dudakları mosmor olmuştu soğuktan, buğday teninin, nasıl porselen rengine döndüğünü izlerken ona tamam demek saçma gelirdi kulağa. Titrek bir nefes alıp, dudaklarımı birbirine bastırdım. "Sen de yapma o zaman." Dediğimde, sessizce bana baktı. Hiçbir cevap vermedi.

Akarsuda birbirimize yapışık ancak mesafeli -nereye mesafe koyduğumuzu anlamışsınızdır-, dikkatle ilerlemeye başladık. Hiçbir şeye değmemeye, çarpmamaya özen gösteriyorduk. Bu akarsuyu daha önce de aşmıştım, o yüzden rehberliğime güvenmesini söyledim.

O güç, ben de akıl olduğumda akarsudaki tehlikeli yolculuk epey kolaylaşmıştı. Hafif yaralarla kurtulduk. Sudan çıkmaya yakın, kollarının arasından ilk fırsatta ayrılıp ondan çabuk çabuk uzaklaştım. Sudan çıktığımızı sırada ise, Arın'ı son kez gözlerimle kontrol ettim. Kazağında yırtıklar vardı ama akan herhangi bir kan göremiyordum siyah kazağından.

Sudan tamamen çıktığımızda ıpıslak kalmıştık. Arın sırtını dikleştirip saçlarını geriye yapıştırdığı sırada önüne geçtim ve karşısında eğilip, kazağını kaldırmaya çalıştım. Yerinden kıpırdamadı ya da yaptığım şeyi engellemedi ama şaşkınlığını gizlemeyi pek beceremeyen bir yüzle bana dönüp, "Ne yapıyorsun?" dedi. İzinsiz yaklaşımım onu rahatsız etmemişti.

"Bir şey yok." Dedim, duygusuz bir sesle ve kazağını indirdim. "Kanadı mı bir yerin ona baktım." diye devam ettim, ondan tekrar çabuk çabuk uzaklaşırken. Yan gözle bana baktı, sanırım ondan çabuk çabuk kaçınıyorsam, hemen ardından ona çabuk çabuk yaklaşmamı mantıklı bulmamıştı. Ya da bedenindeki eski yara izlerine tepki vermemi beklemişti: Bu kadar soğukkanlı olmam şaşırtmıştı onu. Ama ben öyle yaralar görmeye Karan'dan alışmıştım. Bunun böyle olduğunu, Arın da aynı saniyeler içinde anladı. Rahatsız olmuş bir ifadeyle başını öte yana çevirdi.

Önüme yapışmış saçlarımı geriye atıp, tüm suyu sıkmaya çalıştım. Sıkabildiğim kadar suyu sıktıktan sonra, saçlarımı geriye atıp kulaklarımın arkasına sıkıştırdım ve ceketin ceplerini kontrol ettim. Tıpkı düşündüğüm gibi çakı, başka bir çakı daha, ne olduğunu anlayamadığım haplar -seri numarası yazılı, uyuşturucu değil- ve silahı vardı. Cebimden küçük silahı çıkarıp elimde evirip çevirdim. "Çok küçük." Dedim. Bana belli belirsiz, somurtkan bir yüzle baktı. Silahı elimden aldı ve "Hadi." Dedi. Silah bende kalsa daha iyiydi.

Baktığı yöne baktığımda, farları yanmayan siyah bir araba gördüm. Çok pahalı, gösterişli bir araba değildi. O zaman, Arın'ın bu işi Baykal'daki herkesten gizli halletmeye çalıştığı ile alakalı kafamda keskin bir fikir oluştu. Aksi takdirde bizi bekleyen arabanın siyah bir clio olacağını varsaymıyorum. Size saçma bir çıkarım gibi gelebilir, ama bildiğim kadarıyla Karan gibilerin hiçbiri BMW'den aşağısını araba saymaz.

Karan.

İsmini hatırlamak bile beni yerime sabitliyor.

Neden kıpırdayamıyorum? Ayaklarıma çivi mi çaktı?

Ne?

.

🅺ℐ∑ ΒLℐI- B@מ И€LƐℛ Є₫ℯ©️E𝓚¿

...................................................................................................................................................................................................................................................

Ciğerlerimde art arda birkaç titreme meydana geldi. Öksürdüm. Burnum akmaya başlamıştı. Elimin tersiyle sildim burnumdan akanları. Yorgunluktan ölebilirim. Fakat daha gidecek çok yolum var.

Yapabilir miyim ki? Aklıma, zatürreden geberdiğim sırada, Karan'ın beni bir ara sokakta yakaladığı fikri geliyor.

Ha... Biraz daha inançlı ol Eren.

Kafamda asansördeki sesler yankılanıp durmaya başladı.

🅺ℐ∑ ΒLℐI- B@מ И€LƐℛ Є₫ℯ©️E𝓚¿

.

? 𓆨 𓆨

. 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨

? 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨

. 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨

? 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨

. 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨

. 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨

. Ha?

. 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨 𓆨

. 𓆨 𓆨 𓆨

. HA?

. Geliyorlar.

. GELİYORLAR!

. AĞHHHHHHHH- Arın peşinden gelemediğimi görünce, geri dönüp elimi tuttu hafifçe. Etkisiz kaldığını anlayınca karşıma geçti ve sağ eliyle yüzümü avuçladı. Kocaman eli, yanaklarımı kaplayıp, dudaklarımı balık misali büzüştürmüştü hafifçe.

Başımı geriye çektim anında. İstemiyordum dudaklarıma dokunulmasını. Yanaklarımın, beni kendime getirmek için olsa dahi bir erkeğin eli tarafından sıkılmasını ve sıkıştırılmasını. O sadece bir eliyle böyle yüzümü kavrayabildiğinde, nefesim kesiliyor.

Tetiklendiğimi hissetmem ile, daha da korkmak bir yana, benim TSSB sebebiyle gerçek hayattan kopacak lüksüm olmadığını anımsadım. Kabustan uyanmadan, kâbus gördüm diye ağlayamazsın.

Bunun üstüne, takılı kalmış bir plak gibi geri geri sardığım, kuyunun dibine ait anılarımdan ayrıldım.

Arın başımı geriye çekmeye çalışmam ile sağ elini anında ayırmıştı benden, ama hala eldiven takılı olan sağ elimi tutuyordu.

Yüzüme bakıyordu derin bir merakla, bakışlarımı ona çevirmedim. En başta, çatıda beni karşıladığında takındığı o tatlı ve olgun sesini kullanmaya çalıştı yine. Şefkatlice konuştu. "Geç kalmayalım, gel." Cevap vermedim. O kim ki üstümde beni harekete geçirecek bir etkisi olsun?

Bir itfaiyeci bir kızı ateşlerden kurtarabilir, kafasındaki seslerden değil. Başımın içindeki haşereyi ise kimse çıkaramaz.

Hareket et Eren, biraz ilaç alabildiğin ilk fırsatta toparlarsın. Yürü. Yürü. YÜRÜ BE APTAL ŞEYTAN!

İç sesimin kulağımın dibinde bağırması ile, gözlerimi kırpıp açtım ve elimi Arın'ın elinden çekip yürümeye başladım.

S..tiğimin kırkayakları... Başımın etini yiyorlar.

Biz yaklaştığımızda, siyah clionun sürücü koltuğundaki Resul arabadan çıktı. Bagajı açmak için arkaya gitti. Tam yanına vardığımızda, bagajın duvarını kaldırıyordu. Göz göze geldiğimizde gülümseyip bakışlarını kaçırdı. Hikâyemin ne kadarını bildiğini merak ettim o an. Biliyor muydu o şeyi? O da... benim o evde nasıl şartlarda kaldığımı? Arın kendi anladıklarını anlatmış mıydı ona?

Ceket ve eldivenler izlerimi kapatıyordu ama ben, Resul her şeyi görüyormuş gibi hissettim.

Dış dünyadaki tüm insanlar benden bakışlarını kaçıracak mıydı böyle?

Aklıma, Karan'ın asansör de nefesim sürekli kesile kesile, beni zorla ve acımasızca ………. sırada nasıl inlediğim; ağladığım geldi. Kulaklarıma doldu kendimin ve Karan'ın iğrenç sesleri. Kıpkırmızı kaldım utançtan. Bunu da tahmin ediyorlar mı?

Arın'ın bakışlarını üstümde hissettiğimde başımı arkaya çevirip ona baktım. Gülümsedi, "Bir bana kötü kötü bakıyorsun galiba." Dedi şefkatli bir sesle. Acımı tanımaya çalışan bir sesi vardı. Beni kırıyordu. Onu kırmak istememe sebebiyet veriyordu. Cevap vermedim. Önüme dönüp tekrar bagajın içine baktım onun yerine. Resul, bana ne yaptıklarını açıklamak için konuşmaya başlamıştı, sanki görmüyormuşum gibi: "Arka koltukların içini söküp biraz alan açtım. Orada saklanacaksın bir yarım saat kadar. Umarım klostrofobin yoktur. Eğer varsa... Kılık değiştirmek için-"

Asansörün ne kadar küçük olduğunu hatırladım.

"Yok." Dedim. Sesim yüksek ve çatlak çıkmıştı. Ses etmediler birkaç saniye. Yüzleri ardımda kalsa da Arın'ın boş gözlerle sırtıma, Resul'un de anlamaya çalışan tedirgin bakışlarla Arın'a baktığını biliyordum. Biliyordum işte. Eğer benim gibi bir hayat yaşarsanız, bilebiliyordunuz.

Malikanede üç yıl boyunca o halde tutulduğumda, Karan hariç etrafımdaki herkesin gözlerinin bana değip de hemen ardından nereye döndüğünü biliyordum. Düşüncelerini takip ederdi insanların gözleri. Bunu, benim gibi kızlar içten bir zihinle bilme yeteneği elde ediyordu.

Demek, bu dışarıdaki hayatımda da söz konusu olacaktı.

"Daha fazla beklemeyelim." Diyerek ilk ben konuştum. İçeriye girdikten sonra üstüme kapattılar bagajın duvarını, ardından bagajı. Öne bindiklerini, arabanın denge noktası değiştiğinde anladım. Kapıları kapattılar. Anahtarı takıp çevirdiler. Hiç sesleri çıkmıyordu. Sadece Resul, "E peki, nasıl açıklayacağız ıslak olmanı?" diye sorduğunda, Arın konuşmak hiç istemiyormuş gibi, derin bir nefes alıp, "Havuza atladım." dedi.

Sesi buradan boğuk duyulsa da, tınısının farklılığı dikkatimi çekmişti. Daha sert, soğuk bir sesle karşılık vermişti arkadaşına. Düşününce telefonda da Resul'e öyle cevap vermişti. 'Yakın değiller mi? Onun arkadaşı olduğunu söylemişti.' diye düşündüm istemsizce. Yol almaya başladığımızda, dikkatim başka bir yöne kaydı. Hem de öyle keskin ki, başım dönmüştü. Burada soğukkanlı bir şekilde bekleyebileceğime, birkaç dakika öncesine kadar emindim ama... Karanlık ve dar bir alandı burası. Dikkatimi korkularıma yönlendiren.

Karan...

Nereye gidiyorum?

Ne yaptığıma dair hiçbir fikrim yok.

Dışarısı nasıl olacak?

Kaşlarımı çattım. Şimdi bunları düşünmenin herhangi bir mantığı yoktu. Önce geçmemiz gereken bir engel vardı. Otoyoldan kaçmaya çalışmayı, yeşil gözlü adamın ağır yaptırımları sonucu kesmiştim. O yüzden burası hakkında, artık adamların daha özensiz olduklarını biliyordum. Fakat yeşil gözlü adamı, Arın dediği gibi dövüp bayılttıysa ve bir yere kilitlediyse bile... o adam oradan çıkmıştır muhtemelen.

Ancak, etraf Sahir'den gelmiş satılık adamlarla da dolu. Ne tuttu? Kiralık katiller mi? Bizi şehre inene kadar koruyabilirler mi?

Tamam... Düşün Eren, düşün. İnanamadığından, her şey gerçek değilmiş gibi hissettiriyor. Ama dışarıdasın. Şehre gidiyorsun. Hayatta kal ve saklan Eren.

Aptallaşmış beynimin, tek bir şeye odaklanması gerekliydi şu an: şehre git.

En azından clio durmak zorunda kalana kadar bunu düşündüm. Araba durduğunda, durduranların Şahinlerin adamları olduğunu tahminen biliyordum. Hiçbir şeyi göremiyordum, o yüzden sesleri dinlemeye başladım.

Eğer ki yeşil gözlü adamsa... Arın ve Resul'u öldürür. Tıpkı otostop çektiğimde beni arabaya alan diğer herkese yaptığı gibi.

Buna izin vermeyeceğim. Çakıyı boğazıma yalnızca dayamam. Keserim kendimi.

Kabul etmek istemiyorum ama, Arın farklı. O malikanedeki her şeyi biliyor olmasına rağmen bana inanmış tek kişi. Onun için, ölmeye ve her şeyi yarım bırakmaya değer. Adamlardan biri, kaba ve hoyrat bir sese sahip olan; sanki polismiş gibi ayar çekerek "Nerden geliyorsunuz lan bu saatte?" diye sorduğunda, yeşil gözlü adamın gelmediğini anlayarak tuttuğum nefesi verdim.

Yeşil gözlü adam varken kimse etrafta olmazdı. Gelemezdi. Kimse buna cesaret edemezdi. Onun emrine verilmiş adamlar bile.

Konuşan kişinin, Şahinlerin adamı olan herifin, sesi uzun senedir sigara tükettiğinden dolayı boğazı parçalanmış gibi çıkıyordu.

Resul "Bungalovlar var ya abi, oradan geliyoruz." dedi titrek bir sesle. Sesi gerçekten mi korkudan titriyordu yoksa rol mü yapıyordu? Adam durdu bir an, sonra "Siz ikiniz?" dedi imalı imalı. İkisi de ses etmedi. Kaba sesli adam iğrenircesine, "Tch," diye bir ses çıkardı ve hemen ardından kendi içine içine "İbneler." diye geveledi.

Sonra bir şeyler daha dendiyse de duymadım. Sadece Arın'dan ses çıkmıyordu, diğerleri Resul ile iletişim halindeydi onu ayırt edebildim. Farklı bir ses diğer uğultuları bastırarak, "Arabadan inin. Ehliyet, ruhsat, kimlik her şeyi verin bakalım." dedi.

Arabadan indiler. Mafyaların, ikisinin üstünü ararken tahrik edici şeyler yaptıklarını duydum. Bu mafya bozuntularının millete ahkam kesmesi kadar komik bir şey yoktu. Kendilerini alemin kralı zannettiklerine bakmayın böylelerin, efendileri geldiğinde tırsıp susarlar.

Arabayı aramaya başladıklarında nefesimi tuttum. O an bedenimin her yanında bir elektriklenme hissetim. Daha öncesinde hiç bu kadar yaklaşmamıştım kaçmaya. Arabayı üç kişi ararken, kaba sesli adamın "Ne demek lan kimliğim yok sarrrrrrığ?" diye yüksek sesle sorduğunu duydum. Resul esmer olduğuna göre böyle seslendiği kişi Arın'dı: Sert, buz gibi bir sesle "Yanımda değil." diye tekrar etti kendini, biraz daha yüksek bir sesle. "Yanında değil?" diye tekrarladı adam da. Şüphelenecekler diye ağzım kalbimde atıyordu, o ara bagajın kapağını da açtıkları duydum.

Kaba bir gülme sesi doldurdu kulaklarımı. Bunlar neye güldüler şimdi? Adam, hırıltılı bir sesle "İşini yaparken yanına almıyorsun değil mi?" diye sordu bilmiş bir tavırla. Diğer adamlar da tekrar güldü. Kahkahaları ses dalgaları olarak ıssız geceye uzanıyor, geri yankılanıyordu.

Kaba sesli adam kahkahayı kesti ve o iğrenç sesiyle, "Yukarıdaki bungalovlardan gelmiş ve ilk kimliği olmayan değilsin aslan, bu kadar germe kendini. Senin gibi orospuların hepsi kimliksiz oluyorlar." diye konuşmaya devam ettiğinde, midem bulandı. Boğazıma bir yumru oturdu. Arın yerine benim çakasım gelmişti ona. Başka bir adam, "Kendini düzdürmek için erkek tutacağına, kadın tut sen s.k be oğlum!" dedi Resul'e. Resul'un nasıl bir ifadesi vardı bilmiyorum ama içine kaçan bir sesle, "Ben niye şey edilen," diye başlayan bir şeyler homurdandığını duydum.

Bagajın kumaşı kaldırıldı o an. Bagajın kumaşını kaldıran kişinin hemen yanındaki eleman, "Ne yapıyorsun lan-" diyordu ki "Şşşt." diye susturdu diğeri onu. Sesinden bile, diğerlerinden daha zeki olduğu anlaşılıyordu. Bulacaktı beni. Arın yüksek sesle "Gidebilir miyiz artık?" diye sorduğunda kaba sesli adam Resul'e nasıl erkek olunacağı ile ilgili nasihat vermeyi kesip ona döndü. Güldü, sonuna kadar bir orospuyu ciddiye almayacaktı. "Gidemezsiniz." dedi laubali bir tavırda.

Orospu olduğunun düşünülmesi, Arın gibi iri kalıba sahip bir adamdan bile korkulmamasını sağlayabilecek kadar büyük bir yaftaydı demek.

Başka bir adam gülerek, hınzır bir sesle, "Parasıyla bekle istersen." Dediğinde, hepsi tekrar kahkaha tufanı koparttı. Her şeye gülüyorlar... Bunlar, sarhoş? Ya da direk maymun zekalılar. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Tamam, sorun yok. Arın; ben ya da Karan gibi değil, öfkesini bastırıp olaylara soğukkanlı bir şekilde yaklaşabiliyor.

Bagajın duvarına tıklatıldı o ara. Nefesimi tuttum. Adam bir an durdu, sonra tekrar tıklattı. "Burası boş mu?" diye bağırdığında tüm gözler ona döndü. Ceketin cebinden çakıyı çıkardım. Pekâlâ, o….u çocukları... Bu sefer araba da var, kesinlikle kaçacağım. Vazgeçmiyorum. Kaç kişi olduklarından emin değilim ama yedi farklı ses saydım. İlk bagajı açan kişinin boğazına saplarım bıçağımı, Arın ve Resul da biraz el atarsa... Sanırım hepsini öldürebilirim. Bu yollarda kamera var mıydı acaba? Fark etmez. Civarda Sahir'den gelenler var. Tek işaretimize alırlar bu lavukları. Gerçi, çok ses etmek istemiyorum. Adil Vedat çoktan civara salmıştır milleti. Onun adamları gelirse...

Resul bagaj duvarının ardı hakkında yöneltilen soruya, şaşkın şaşkın, anlamamış gibi "Yooo," dedi. Bagaj duvarını tıklatan adam sert ve kavgacı bir sesle, "E öyle gibi," diye diklendi bağırarak.

Bir an sessizlikten sonra, Resul beni gerçekliğine inandıracak kadar iyi bir isyan tonuyla, "Abi, ya Allah aşkına duvarımı mı sökeceksin şimdi? Lütfen bırakın bizi artık ya, bir şey de yok, temiziz işte" diye haykırdı.

Sonra kaba sesli adama dönüp "Daha ne kaldı ki abi?" diye sordu. Ama kaba sesli adam, Resul'u kale almadı: Arın'ın bakışlarından ve tavrından rahatsız olmuştu. Arın'ın dibine kadar yürüdüğünü ve yüzüne küflü nefesini üflediğini duydum. İmalı, fısıldar gibi hışırtılı ama yüksek bir sesle "Sadece s..iyor musun yoksa..." diye, ucu açık bir cümle bıraktığında herkes güldü.

Kaşlarım çatıldı, nefesimi tuttum. Hayır, sakinleş Eren. Arın sinirli biri değil, öfkelense de kontrol edebilir kendini. Şimdi sizi bırakacaklar... Bitecek... SADECE ŞU DUVARI AÇMAMALARI GEREK!

Yoksa kan çıkarırım, buna hevesim de var.

Birine tokat atma sesi duydum. Sertten çok, nasıl desem, böyle, ehlileştirmeye çalışıyormuş gibi bir tokat. "Buradaki herkes biraz sarhoş, anlarsın ya? Senin gibi bir dağ ayısı ya da güzel bir kız arasındaki farkı anlamayacak kadar hem de." diye devam etti kaba sesli adam. Anlaşılan Arın'ı tokatlamıştı az önce.

Yanılıyor muyum... yoksa bu herifler Arın'a 'seni s..elim mi?' diye soruyor? Bakışlarım donuklaştı, göz bebeklerim, seslerin geldiği yöne döndü. Söyleyebileceğim en ağır hakaret bile yetmeyecekti. Bagajı açın o….u çocukları. Sizi öldüreceğim.

Boğuk, kalın bir sesin, son bir şans veriyormuş gibi bir tınıda, "Anahtarı ver." dediğini duydum. Kaşlarım çatıldı bu sesi duyunca. Aslında o kadar yüksek bir tonda bile konuşmuyordu ama duyuyordum onu.

Kendini kasmaktan boğuldukça boğulmuş, gergin ve derin bu ses Arın'a aitti. Ondaki o büyülü, kendini dinlettiren tını yerini tatsız bir sertliğe bırakmıştı. Çok tatsız. İstemiyorum böyle bir sesi ondan duymak.

Kaba sesli adamın yüzü asılmış olacak ki, hoşnutsuz ve kibirli bir sesle "Efendim?" dedi. Arın "Anahtarı ver." diye aynı boğuk ve gergin tonda konuştuğunda Resul, "Hadi sen arabanın içine geç, ben hallediyorum-" dedi ki bir tokat sesi daha duyuldu. Kaba sesli adam güçlü bir nefes çekti içine. Manyağa bağlayarak çığlık çığlığa anırmaya başladı: "Ulan adam yerine koyduk o….uyu kendini bir bok mu sandı lan?!" diye öfkeyle ve kibirle bağırdı.

Koyu bir nefretin var ettiği öfkeyle, kinleniyordum. Ben kinlendikçe, gözlerim kararırdı. Ondan ben şüphelenebilirim. Ona ben sinir olabilirim. Sizler? Sizler... kimsiniz?

Kendini ateşlerin içinden çekip alan itfaiyecisi için, kim bir nebze de olsun bağlılık hissetmez ki?

Üstelik, bu tavırla yaklaştıkları kişi sıradan biri değildi. Sıradan biri olmak istese de sıradan olamayacak biriydi.

Hala bağırıyorlardı Arın'a saçma sapan. Eski zamanlardan beri katiller, o….uyu aşağılamaya çalışıyorlardı. Bu mantıklı mı?

Bu mafya bozuntuları... deliydi. Zaten kimse, böyle ucuz birer yaratık olmadan mafya olamazdı.

Kendinde değer gören, kaybedeceği bir şey olduğuna inanan adam mafya olmaz. Haliyle o….udan bir farkları yok, hatta beterler. Biri kendine olan saygısına tecavüz etti, biri de insanlığına tecavüz etti.

Dalgaya katılan, "Adam mı ki abi-" diye bir sesin yükseldiği sırada, o kadar yüksek bir 'pat' sesi duydum ki yerimden zıpladım. Arın'a odaklanmaktan fark edememiştim ama, bagajın duvarını açmaya çalışan eleman duvarı açma işlemine başlamıştı çoktan. O da bu pat sesini duyunca yapmaya başladığı işi bırakıp, "Ne oluyor lan?" diye bağırdı.

Bir tür burun çekme, nefes alamama eksikliği ile alakalı sümkürmeler ve kesik kesik solumaların arasından, bir pat sesi daha duyuldu. Sonra bir tane daha ve bir tane daha. Resul ya da Arın'ın sesi çıkmıyordu, sadece adamlar ‘ulan, lan, hey, ananı s...eyim’ gibi kelimelere başlıyor ya da hayretle bağırıyordu ama hepsinin sesi en sonunda yarıda kesiliyordu.

İki dakika sonra, adım sesleri bana doğru gelmeye başladı. İçim korkuyla kıpır kıpır oldu. Karan geldi diye düşündüm istemsizce. Dehşet bir korkuya kapıldım. O sandım, çünkü onun vurmalarından böyle ses çıktığını duymuştum bir tek. Ama adım sesleri arabanın bagajına doğru yaklaşırken, Resul'un "Arın! Arın!" diye paniklediğini duyunca, afalladım. Yani, aslında, onun nasıl dövüştüğünü de görmüştüm ama...

Yüreğime bir korku tohumu düştü.

Ben bu korkuyu anlamlandıramadan, arabanın bagajı kapatıldı, o daracık alanda tekrar yerimden zıplayıverdim: Kapağı öyle sert kapatmıştı ki, sanki beni ezecekmiş gibi dehşete uğramıştım. Kapağın kırılıp kırılmadığını kontrol etmek için elimi yukarıya kaldırdığım sırada; benim önümdeki duvarı aşmak isteyen, diğerlerinden daha zeki elemanın bağırış sesini duydum. "Ağaa b-beni bırak-" diyordu ki sesi birden çığlığa dönüştü. Arın kapmıştı onu. Hemen ardından, çığlık atan adamın kafası, arabanın bagajına 'küt' 'küt' 'küt' diye üç defa vuruldu. Çok acımasız, vahşice bir saldırıydı bu. Kafatası çatlamış ya da kırılmış olmalıydı. Güçlü bir sarsıntı yaşamış olması da muhtemeldi. Hatta, o denli ses çıkmıştı ki... 'Öldü mü?' diye korkuya kapıldım birden. Birinin kafası tutup da bir yere vurdurarak onu öldürmek…

Arın böyle bir şey yapmamıştır değil mi? Onun gibi şefkatli bir itfaiyeci yapmış olamaz!

Arın'ın arkadaşı "Arın-" dediği sırada, birden korkarak sustu. O an kalbim atmayı kesti. Yoksa... Arkadaşını da mı dövecekti bu? Kriz anında arkadaşını döven bana ne yapar? Kriz mi geçiriyordu?

Buradan çıkmanın hemen bir yolunu bulmalıyım. Çakıyı bagajın duvarına sapladım sessizce.

Resul'un geri geri giden hızlı adım sesleri ve Arın'ın yere vura vura gittiği sert adım seslerini duydum. En sonunda ilk duyduğum ses, Arın'ın hararetli hararetli öfkesini bastırmaya çalıştığı bir şekilde: "Anahtarı ver dedim değil mi? O…PU ÇOCUĞU!" diye gürlediği oldu. Sesi git gide kontrolden çıkıyordu.

Kaba sesli adam "Uoooğh-" diye ses çıkarırken kemikleri kıracak türden bir tekme sesi duymamla sustu. Çığlık atmaya belli ki hevesi vardı çektiği acılara tepki olarak, ama ciğerlerinde ona nefes aldıracak güç bile zar zor kalmıştı.

Araba kapısının açıldığını duydum. Sonra Arın durup, öfkesini içine yuta yuta "Binsene Resul!" dedi yüksek, öfkeden titreyen bir sesle. Resul bir an ses etmedikten sonra temkinle, "Ben kullanayım mı?" dedi.

Başka bir şey konuşmadılar. Araba kısa sürede çalıştırıldı ve tekrar yol almaya başladık. Çıkmak istiyorum diye bağırmak istesem de sesimi çıkaramamıştım. Öncekinden farklıydı, araba inanılmaz hızlıydı bu sefer. Uzun zamandır arabaya binmemiş olan benim için korkunç bir deneyimdi. Rengim atmıştı korkudan. Midem bulanıyordu. Resul'un "ARIN!" diye bağırdığını duyduğumda, Arın'ın arabayı kullanan olduğuna emin oldum.

Kaza yapmak ile alakalı duyduğum anksiyete, inanın bana Arın'ın bana bir şey yapacağıyla alakalı duyduğum anksiyeteden azdı o an. O denli bir fark vardı ki korku seviyelerinde, kaza yapmak fikri adam akıllı aklımın ucundan bile geçemiyordu.

Neler olduğunu anlayamıyordum. Arın benim gördüğüm kadarıyla çok sakin, akıllı ve olgun bir adamdı. Ama karanlık, daracık bir kutuya sözüne güman edip girdiğim bu adamla alakalı duyduğum her şey, gördüğümün aksiydi şimdi.

Gördüğüme mi inanayım duyduğuma mı?

Vaktinde Karan'la alakalı gördüğüme inanıp duyduğuma inanmadığımdan bu haldeysem...

Hayır. Hayır hayır hayır. Önemli değil. Karan ile Arın'ı karşılaştırmak anlamsız. Arın, bu arabadan çıktığım gibi hayatımda bir daha asla görmeyeceğim, ama bana yardımcı olduğu için minnet duyacağım biri.

Öyle mi?

Bu arabadan çıkabilecek miyim?

Sahiden... beni kurtarıyor mu? Az önce duyduklarımdan sonra onunla dövüşmem gerekip gerekmeyeceğine emin bile olamıyorum. Dövüşürsem kazanacağıma da.

Çok kötü, çok sert vuruyor.

Döverek, birini çıplak elle öldürebilir.

...

Hata mı yaptım?

Bana bir şey yapar mı?

Elimdeki çakıyla bagajın duvarını sökmeye devam ettim hırslanarak. Hayır. Emin olun, hayır.

Ben... Öyle bir durumda ya kazanacağım ya da öleceğim.

O an araba aniden durdu ve bir kapı açılıp hemen ardından pat diye kapandı. Bu öfkeli adım seslerini tanırdım artık. Arın bagaja doğru geliyordu. Kahretsin, bagajın duvarını daha sökememiştim! Olsun. Çakımı iki elimle sımsıkı tutuyordum. Duvarı açmasından sonra karşıma çıktığı gibi-

Düşüncelerim Arın'ın çatlayan bir sesle "Resul, ilaçlarımı çıkar." demesiyle bölündü. Sesi hala öfkeliydi ama kendini bastırmaya çalıştığı, sesinin nasıl çatladığından belliydi. Kendine direnişi, sesindeki çaresizlikten açık seçik anlaşılabiliyordu. Araba bagajına bile dokunmamış ellerinin, nasıl tir tir titrediğini, kaskatı kesildiğini onu görmesem de anlamıştım.

Ve ilaçlar? Ah, şu malum ilaçlar. Arın'ın, Karan'la sekiz gün önce dövüşürken bir ara gücünü zayıflattığını söylediği. ... Öfke kontrolüyle alakalı bir şey miydi ilaçları?

Resul aceleci bir tavırla "Tamam, sakin ol." dedi ve arabanın cebini karıştırmaya başladı. Arın, derin derin nefesler aldı. Uzun soluklar bıraktıktan sonra, bagajın kapağını yavaşça kaldırdı. Bir koala kadar yavaş hareket etmeye başlamıştı. Bagajın duvarlarına gitti parmakları yavaşa, duydum. Hissettim. Statik, belirsiz bir elektriklenme yaşadım. Korktum.

Durdu, "Eren," dedi. Cevap vermedim, yutkundu. Sesi, öfkesini bastırmaya çalıştıkça boğuklaşıyor ve çatlıyordu. "Açacağım." dediğinde sessizce bekledim. Onun açmamasını istiyordum ama bunu da söyleyememiştim işte.

Eğer elimdekini görürse beni tek yumrukta bayıltacağı histerimle saniyeler içinde yüzleştim ve çakıyı cebime soktum. Bagajın duvarını kaldırıp, yüzüme baktı. Donuk bir ifadesi vardı. Öfkesini dağıtmaya çalıştığını, kıpkırmızı teninden ve uzun soluklu nefes alışverişlerinden anlıyordum.

Bana ve korkudan nasıl kaskatı kesildiğime bir an baktı ve başını öte yana çevirip, uzaklaştı hızla. Karşımda takındığı o olgun, rahat adam tavrını korumak istiyordu aslında, ama becerememişti. Şimdi de öfkesini saklamaya çalışıyordu. Bu halini gördüğümde tüm paniğim ve endişem, kendini bir acımaya bıraktı. Ondan korkmaktan çok, ona acıyorum.

"Korkma. Bir şey yok. İn oradan." dedi.

"Şimdi olmaz. Dört kontrol noktası var diye biliyorum." Dediğimde, dudaklarını birbirine bastırdı. Ellerine baktım, kasılmıştı tüm parmakları. Kaşlarım çatıldı, elimi cebimdeki çakıdan ayırmıyordum ne olur ne olmaz diye. Hele bir kontrolünü kaybet...

"Biri. Sence... Karşıma cüret eder mi çıkmaya? Kimse yok. Daha fazla yok pürüz."

Tane tane konuşmakta zorlanıyordu, "Hadi in." diye kendini tekrarladığında sesi aniden yüksek çıkmıştı ama sona doğru bastırmıştı kendini. Arabanın bagajından indim. Gözlerimi ondan ayırmadan yandan, yana yürümeye başladığımda bana anlamayarak baktı.

"Bence burada yollarımızı ayırmalıyız." Dediğimde, gözleri sonuna kadar açık, kaskatı bir ifadeyle baktı bana. Kendini çok fazla kasıyordu sinirlenmemek için, neredeyse kasları tutulacaktı ya da tutup, benim kafamı bir yerlere vuracaktı.

Tıpkı Karan'ın sabah asansörde yaptığı gibi.

Arın şaşırmasının hemen ardından, başını öte yana çevirip, keyiften yoksun bir şekilde kıkırdadığında kanım çekildi. İki eliyle yüzünü gerdi ardından, "Eren... arabaya geç. Senin korkularından daha önemli şeyler var." dedi.

Etrafa bakındım. Doğrusu etraf hala Şahin çöplüğüydü ve şehre bir arabayla inmediğim sürece, kısa sürede yakalanabilirdim. Resul "Eren," dediğinde arkamı dönüp, ona baktım. Mahcup ve endişeli bir yüzü vardı Resul'un. Anlayışlı, sakin bir sesle, "Ben süreceğim, sorun yok. O da ilaçlarını alacak. Yapma böyle, aklına en kötüsünü getirme. Şimdiye kadar seni korudu." dedi.

Resul'un söyledikleri bir kulağımdan girip bir kulağımdan çıktı. İlgisiz gözlerle, önüme döndüm. Gidecektim buradan. Ama Arın'ı görünce duraksadım. Bizden biraz uzağa yürümeye başlamıştı. Biraz ileride, yere çömelip yüzünü gerdirdi. Dağların tepesine kayan gözlerinde korku gördüm. Öfkeden sonuna kadar açılmış göz kapaklarının ardında, titrek göz bebekleri.

...

Kendinden korkuyorsun. Kendinin sorumluluğunu almaya çalışıyorsun. Kontrol etmek için çabalıyorsun.

Evet, o bizden farklı. Bizim gibi dağılmadı. Görünürde, benden ve -onun hakkında söylenilenlere bakarsak- Karan'dan daha deli duruyor. Ama gerçekte, bu kirli düzenin ondan her şeyini götürmesine engel olabilmiş biri Arın.

Sürücü koltuğunun arkasına oturdum.

Şehre gidene kadar. Şehre gidene kadar...

Resul arabaya binip anahtarı çalıştırdığında, Arın ayaklandı ve gelip arka koltuğun sağ tarafına oturdu. Gözlerini sola kaydırıp yan gözle bana baktığında kaşları çatıldı, sanırım öne oturmuş olmamı bekliyordu. Hayır, olur da Resul yanlış bir yola saparsa -onlara hala güvenemiyordum- onu öldürebilmek için hemen arkasına oturmam daha mantıklıydı.

Ama Arın'ın yüz ifadesi resmen 'öne oturmalıydın' diyordu. Gerçekten, arka koltuğa oturduğumu şimdiye fark etmemiş miydi? Aklı tamamen gitmiş miydi?

İkimizin de birbirine kitlenen dikkati Resul'un aramıza soktuğu kollarıyla dağıldı. Bir elinde avuç dolusu mavi hap, diğer elinde su vardı. "Al." dediği sırada hapları Arın'ın eline döktü. Arın hepsini avucuna aldı. Bu haplar, Arın'ın üstümdeki ceketinin cebinde olan haplarla aynıydı. Hapları ağzına aldıktan sonra yarım litre suyu tek dikişte bitirdi. Resul son bir kez gözleriyle Arın'ı kontrol etti. Önüne döndü ve arabayı tekrar çalıştırdı.

Arın gözlerini yavaşça kapatıp açtı, kaşlarını çattı bir an. İlaçları alalı daha on saniye anca olmuştu. Etkilerini daha göstermedikleri için kendi kendine sakinleşmeye çalışıyordu hala. Benim ona takılan gözlerime döndü ifadesi. Sert, kızgın bir yüzle baktı bana. Kızmadım. Biliyorum ki kontrol edemiyor kendini. Başını sağa çevirip alnını cama yasladı.

Önüme döndüm. Resul'un ensesini ve koltuğu izlemeye başladım. Herkes çok sessizdi. Sanırım beynime verdiğim ilk görevi tamamlayabilecektim: Şehre gidiyordum. Ama kurtulduğum gerçeğine odaklanamayacak kadar Arın'a kaymıştı dikkatim.

Yoksa muhtemelen, bu kadar kolay kurtulabildiğim için ağlamaya başlardım. Onca çektiğim eziyet... başka bir adamın parasının yanında hiç olmuştu.

Neyse ki dediğim gibi, bunun yüzünden ağlayamayacak kadar şaşkındım Arın konusunda. Bu öfkesi de… normal miydi? Kendini çok fazla kasmıştı. Aldığı ilaç sayısı da...

Karan'da beni benzer bir şekilde yanıltmıştı. Sanırım, birini tanımak asla mümkün değildi.

İnsanların bu kadar değişken olması, bize kimseye güvenmemeyi mi öğretmeliydi hayatta? Herkes için bu hayat dersi aynı mıydı?

22 Haziran 2017

Yaptığım çiçek tacını bilmem kaçıncı kez bozdu. Sahte bir sinirle Karan'ın eline vurdum. Tepki vermedi, sadece beni uyuz etmekten aldığı keyifle güldü. Sonra, "Zaten kötü yapıyorsun," diye geveledi ve yerden kopardığı bir çiçeği burnumun ucuna getirdi. "Al bunu, koy kulağının arasına yeterli." dedi.

Gözlerimi aşağıya indirip ona huysuz bir ifadeyle baktım. Malikanenin yakınlarındaki çiçek bahçesindeydik. Karan, ben fark edemeden iki dakikaya bir taç yapıp başıma tutuşturduğunda, ben de bir taç yapmaya karar vermiştim onun için. Ama bu aptal çocuk ben bir sürü çiçek toplayıp bir ağacın gölgesine geldiğimde peşimden gelmiş, kucağıma başını yerleştirmişti ve yapmaya başladığım her tacı bozuyordu.

Yanaklarımı şişirip, hafifçe yanağını sıktım. "Sana yapıyorum." dedim. Yüzündeki gülümseme daha da büyüdü, onun için yapmam kendisini önemli hissettirmişti. Karan, böyle küçük şeylerden çok mutlu olan hassas bir tipti. Yine de dalga geçmeyi ihmal etmezdi, "Yapma, onsuz daha iyi gözükeceğime eminim." dedi sahte bir ciddiyetle. Topladığım çiçekleri avuçlayıp yüzüne bastırdığımda daha da fazla güldü. "Hayat dersi 1, sana yapılanın karşılığını muhakkak ver!" diye gülerek bağırdım, yüzüne çiçekleri bastırırken.

Ne kadar ısrarcı da olsam, başını iki yana kaçırmak hariç hiçbir tepki vermedi. Kıyamayıp onu bıraktığımda ise güldü ve derin bir nefes aldı.

Ben söylene söylene yeni bir taca başlamıştım. O ise gözlerini kapatmış, gölgenin ve kucağımın tadını çıkarıyordu.

"Eren," dediğinde elimdeki işi yine bozmasın diye çiçekleri yukarıya kaldırdım ve "Efendim?" diye sordum. Gözlerini açmadı, sadece upuzun saçlarımın bir tutamını iki parmağı arasına alıp kendi yanağına sürttü. "Ben... Yine de buralardan çok uzakta olan bir kıza, hayatın bize öğrettiğinden bambaşka şeyler öğrettiğini düşünüyorum." dedi.

Kaşlarım çatıldı, niye birden böyle bir şeyden bahsetmişti ki? Yine uzun süredir içinde tuttuğu düşüncelerinden birini sonunda dökmüştü meydana. Ve her zamanki gibi düşünceleri, yüreğimi ılık bir umutla doldurmuştu.

9 Mart 2024’ten devam…

Acaba bir gün o kız ben olabilir miydim? Hiçbir şey olmamış gibi, bambaşka bir yerde yeni bir hayata... Hayır. Ama, hikayem bittiğinde, ben değil de başka kızlar, hayatın bambaşka şeyler öğrettiği o ideal kıza dönüşecekti. Bunu düşünmek, buna inanmak ne demek biliyor musunuz? Doksan dokuz yaşındasınız, kışın ortasında zatürre olmuşsunuz ama göremeyeceğiniz bir baharın geleceğini biliyorsunuz.

Gözlerim sonunda cesaret etti dışarıya bakmaya. Şehre giriş yolundaydık. Dükkanlar, benzin istasyonları, spor salonları...

İnsanlar görmeye başladım. Gece yürüyüşe çıkmış insanlar, çalışanlar, dertliler, çocuklar... Ellerim arabanın tuşuna gitti camı açmak için. Camı açtığımda, uzun süredir etkisini böyle hissedemediğim rüzgâr yüzüme yüzüme vurdu. Saçlarımı geriye savurdu.

İstemsizce gülümsemek geldi içimden. Hani başında bin ton yük vardır ama ‘olsun, yaşıyorum ve hava güzel’ dersin ya. Herkesin hayatında o kadar aptal ve mutlu olduğu bir an olur. Ama benim için bu aptallık anı normalden bile kısa sürdü.

Kafamda bir kırkayak vardı benim, asla normal bir insan olamazdım.

İçsel bir zihinle, Arın'ın bana baktığını biliyordum. Başımı sağa çevirip ona baktım. Yirmi dakika olmuştu ilaçlarını alalı. Uyuşmuştu, başını koltuğa yaslamış beni izliyordu. Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı.

"En son ne zaman adalara gittin?" diye sordu. Ne? Baykal'da ada yok ki.

"İstanbul'dakine mi, hiç?"

Başını iki yana salladı, "Sahir'deki." dedi. Ah, evet. Doğru. Orada da iki tane ada vardı.

"Hiç." diye kendimi tekrarladım.

"Ben de." dediğinde şaşırsam da bir şey demedim. Yani, orada doğmamış mıydı? Hiç mi gidesi gelmemişti? Belki küçükken getirmemişlerdir, o da büyüdüğünde küsmüştür adalara.

Var öyle çabuk küsen çocuklar. Büyüdüklerinde bile, eksik kalırlar.

"Sorun ne?" diye sordu bu sefer. Evet, yine o olgun tavrı takınmaya çalışıyordu karşımda. Ama ilaçlar onu uyuşturduğundan pek başarılı değildi. Üzgün bir ifadeyle baktım ona, keşke hiç öyle öfkelenmese.

İlaç almasının gerekmesi kalbimi sıkıştırdı birden. O... iyi biriydi ve ben az önce kaçmaya çalıştığımda, onu kendiyle alakalı şüpheye sürüklemiştim.

"İnsan gibi yaşayabilir miyim bilmiyorum." dedim. Gözlerim, senelerce kana bulanmış ellerime kaydı, "Hiç insan görmedim, o halde ben de insan değilim." diye devam ettim. İnsan gibi yaşama amacım yoktu hoş, şu kısacık kalan ömrümde ama... ne bileyim, soruvermiştim birden işte.

Bir an ses çıkarmadı. Sonra, "Denersin." dedi, derin ve maziden gelen bir sesle. Gözlerim ellerimden ona kaydı, bana acı acı bakıyordu. "Hepimiz bir şekilde deniyoruz.", Diye devam etti.

... Arın Kor Aslan, Sahir'in oğlu; sen buralara nasıl geldin?

Nasıl geldin bilmiyorum ama, iyi ki geldin. Tanıdığım en iyi insansın. Ki seni toplamda iki buçuk saat falan tanıdım.

Clio araba onun için çok küçük kalıyordu. İki büklüm olmuştu olduğu yerde. Kendimde kendime şaşırarak, ellerimi ona doğru uzattım. Koltukaltlarından kavradığımda bana anlamayarak baktı. Ellerim, onun sırtında daha da ufak gözüküyordu. Olan her şeyi anlamak için, yavaş yavaş hareket etmeye ihtiyacım vardı. Ellerim koltuklarından sırtına varmış, 'pat' diye konmuştu tenine. ... Ne yapıyorum? Gözlerimi kırpıştırdım. Düşünceli bir ifadeyle, yüzüne baktım.

O da en az benim kadar acemi ve aptal gözüküyordu. Hiç de acemi biri olduğunu sanmıyorum. Bana karşı rol mü yapıyorsun, yoksa konu ben olunca hep acemi mi kalacaksın Sahir'in oğlu?

O zamanlar ona bu soruyu sorma gereği hissetmemiştim. O zamanlar, senin de kendi tepkilerini anlamlandıramadığını bilmiyordum.

Sırtımı geriye, kapıya yaslayıp onu da üstüme doğru çektim. Karşı koymadı, başını karnımın üstüne koyup gözlerini kapattı. Uyuşmuştu tamamen, yeni yerine memnuniyetle uyum gösterdi. İçimde kalan bir şey vardı. Resul bizi duymasın diye, başımı hafifçe ona doğru eğip, fısıldayarak, "Arın," dedim. Gözlerini açmadan, uykulu bir sesle "Hm?" diye mırıldandı.

Kollarım titriyordu. Onu kendime fazla yaklaştırmıştım. Karnımdaydı başı. Neredeyse oturur pozisyondaydım ama ona değmekten korkuyordum.

Sakin ol Eren... Gerçek dünya, kötülerle dolu değil. En azından, ondan korkma: O senin itfaiyecin. İtfaiyecinden korkma.

Cesaretimi topladığımda, sessizce "'Bu kimya,' derken çok havalı gözüküyordun." dedim. Gözlerini açmadı, bir şey demedi ama sırıttı. Ben de kendimden habersiz, gülümsedim.

 

Ömer, ıpıslak haldeki adamın, ona korku dolu gözlerle uzattığı hırkaya baktı. Kocaman, yaşını başını almış ıpıslak adamın; eli tir tir titriyordu hırkayı uzatırken. Ömer'in eli de titreyerek hırkaya uzandı. Gözleri, adamın hırkayı çıkardığı göle kaydı istemsizce. Neler olduğunu anladı hemencecik. Evet, evet... Bugün asansör olayında, genç kızın sabrı tükenmiş olmalıydı. Eve saldıran düşmanların varlığını fırsat bilip, kaçıp kendini göle atmıştı demek.

Titrek bir nefes çekti içine "E-eyvahlar olsun," diye geveledi. Gözleri anında dolmuştu, içine korku ateşi düşmüştü birden. Nefesini tuttu. "Bunu, bunu sen vereceksin Karan Bey'e." Dedi bir çırpıda, kendi üstünden bu sorumluluğu çabucak atmak istiyordu.

Adamın gözleri büyüdü, "Ben vermem-" diyordu ki Karan'ın, "Ömer," diye bağırışı duyuldu öteden.

Karan'ın korkudan beti benzi atmıştı. İkisi de patronlarını daha önce hiç böyle görmediklerinden afalladılar. Etraftaki diğer adamlar, Karan yaklaştıkça uzağa saçıldılar. Karan'ın gözleri bir göle bir hırkaya değiyordu.

Olanları anlaması, çok kısa bir sürede gerçekleşti gibi geldi herkese. Ama Karan için o attığı hızlı adımların her biri; ayrı bir yıla eşitti kızla birlikte geçirdiği. Yanlarına geldiğinde, sessizce; afallamış bir yüzle hırkaya bakmaya başladı.

Herkes Eren'in intihar ettiğini düşündü. Fakat Karan buna ihtimal bile vermedi. Çünkü Karan, Eren'i herkesten iyi tanırdı. O kız kendine ve ona yapılanların hıncını çıkarmadan atmazdı kendini göle.

Ama Karan kendi tabiriyle Bir'i, Eren'in tabiriyle ise yeşil gözlü adamı, çatının kenarında bir köşeye bırakılmış; öldürülmüş bir halde de bulmuştu. Kiminle arbede yaşadıysa, o kişi yeşil gözlü adamın boynunu kırmıştı çıplak elleriyle. Öldürmüştü.

Ve Eren'in koruması(!) olan yeşil gözlü adamı öldüren kişi her kimse, muhtemelen Eren'i de bu gölün içinde boğarak öldürmüş olabilirdi.

Ömer korku dolu gözlerle patronunu süzdü. Siyah bir eşofman takımı vardı Karan'ın üstünde, genelde her zaman özenli giyinen onun dışarıya böyle çıkması bile asistanı için yeteri kadar korkutucuyken böyle bir felaket... Karan kafasına göre buradaki tüm adamları öldürebilirdi.

Ömer nefesini tuttu, yutkundu. Karan'ın kafasına namluyu dayayacağı ilk kişi kendisi olurdu. Bir şeyler demeli, canını kurtarmalı!

"K-Karan, biz hemen gölü kontrol etmeye başladık. Ekipleri de-" Karan'ın elini havaya kaldırması ile geriye doğru sıçrayarak kendi kendine sesini kesti. Karan'ın elini kaldırdığı yer hırkaya doğruydu halbuki.

Hırkaya kaldırdığı eli tir tir titriyordu. Ömer'in gözleri, patronunun kıpkırmızı yüzük parmağına takıldı o an. Bir alyans vardı parmağında, hemen aşağısında ise; yüzük parmağının kökünde bir ısırık dövmesi.

Karan'ın diğer eli de zoraki havaya kalktı. İki eli de hırkaya o kadar yavaş, titrek bir şekilde yaklaşıyorlardı ki; sanki o hırka kendisini yakacakmış gibi bir tavrı vardı. Ömer'in gözleri patronunun afallamış, alt dudağı üzüntüyle dışarıya büzülmüş yüzüne kaydığında şok içinde açıldı. Kendi patronu; Karan Sezer Şahin miydi böyle acınası bir ifadeyle bakan?

Karan yavaşça ellerini öne uzattı, birden kaptı hırkayı. Elleri o kadar fazla titriyordu ki hırka dökülecekti avuçlarından neredeyse. İçine tek bir nefes bile çekmemeye karar verdi kendi kendine, Eren'e bir söz vermiş gibi benimsedi bu kararını. Asla tutmayacağı bir sözü kıza ilk verişi değildi bu. Yine de her zamanki gibi, kendince kendini sınırına kadar zorlayacaktı sözünü.

Gözleri tekrar göle kaydığında gölün ne kadar karanlık ve soğuk olduğunu fark etti. Derindi, içine çektiyse kızı... ne kadar yalnızdır şimdi. Üşüyor olmalıydı. Malikaneden onu nasıl almışlardı? Zorla mı? Yoksa onlarla iş birliği yapmaya çalışmış mıdır? Karan'dan kurtulmayı ne kadar çok istiyordu ki? Öldü mü?

Kızın asansörde nasıl içli içli ağladığını hatırlayınca, birden hırka da elinden tıpkı kız gibi kayıp gidecekmişçesine bir histeriye kapıldı. Hırka ellerinden düşmesin diye ona sımsıkı sarıldı korkuyla. Dizlerinin bağı çözüldü.

Etrafındaki tüm adamları ona bakıyordu. Kendini toparlamalı! Kendini toparlamalı, yoksa onu öldürecekler!

Ama...

Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren. Eren.

Neredesin, küçük sevgili?

Daha fazla nefes alamamaya dayanamadı. Güçlü, ciğerlerini yakan bir nefes çekti içine.

Tüm gücüyle haykırdı sonra.

"EREEEEEEEEEĞN! AAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAĞĞĞĞĞĞ!"

Hane, yanan hiçbir şey, umurunda değildi. Tek dileği, dudaklarından dökülen isyanda saklıydı zaten.

 

Resul'un ‘geldik’ demesi üzerine Arın'ı uyandırmaya çalıştım. Başta tepki vermedi. Yüzünü göğsüme doğru gömdüğünde yüzü değmemesi gereken bir yere değdi. Alelacele, Resul hiçbir şey görmeden utanarak yüzüne hızlı bir tokadı geçirip, saçlarını çekiştirerek onu üstümden attım. Arın tokadım üstüne gözlerini araladı. Bana anlamayarak, aptal bir yüzle baktı. Elim ağırdır, yapıştırınca uyanmıştı tabi.

Kaşları çatık, etrafa anlamayarak bakınıyordu ki, Resul kapımı açtı ve anahtarı elime tutuşturdu. "Üçüncü kat. Merdivenin hemen karşısı." dedi. "Sen gelmiyor musun?" diye sorduğumda gözlerini kaçırdı. "İşim var." dedi.

Bizi niye yalnız bırakıyorlar ki?

Hayır Eren, aklına en kötüsünü getirme.

Kimse sırf böyle bir şey için o kadar zahmete girer miydi ki? Kimse seni istismar etmek için kurtarmazdı.

Ama Karan, biri bana yardım ederse tam olarak bu sebeple edeceğini söylemişti.

DİNLEME ONU!

Görmüyor musun, Arın ölü gibi duruyor.

Yine de... Resul şüpheli davranıyordu, ne olduğunu Arın'la yalnız kaldığımızda ona soracaktım. Şu an ki halinde, bana eğer ki ikisi bir şeyler karıştırıyorlarsa hemen itiraf edecek bir aptallık vardı. Arabadan inip, Arın'ın tarafından kapıyı açtım ve dışarıya çıkmasını sağladım. Kolunu omzuma attığımda, hiç de çekinmeden tüm ağırlığını bana yükledi. Az daha düşecektim. Neredeyse doksan dereceye kadar eğilmiştim onun yüzünden.

Resul'e sitem eden bir yüzle baktım. Ama o arabaya tekrar binerken bana baş parmağını gösterip gülümsedi. Bu hiçbir şeyi toparlamaz Resul. En azından onu yukarıya taşımam da yardım et.

...

Niye bırakmıyorum ki yolun kenarına?

Bunu düşününce duraksadım.

… Yok. Çok kaba olur bu. En kibarı: Şu evde bir yatırayım. Sonra kapıyı çeker giderim.

… Sanırım hala biraz kaba duruyor?

Bir de not bırakabilirim? ‘Her şey için teşekkürler.’ Diye.

Güzel. Kibar olur.

İçeriye girerken bu eski püskü ve ufacık apartmanda bir asansör olması için dua ettim ama elbette yoktu. Arın'ı duvara bastırdım ve iki elimi göğsüne dayayıp oraya buraya devrilmesine engel oldum. "Arın." dedim kızgın ve yorgun bir sesle. Bana bakmadı, başka bir noktaya odaklanmıştı, çatık kaşlarıyla oraya bakıyordu. Göz kapakları o kadar kısıktı ki açık olup olmadığından bile emin değildim. Tekrar "Arın." dediğimde yüzü bana dönmedi bile.

Etrafa bakındım. Küçük, dar bir koridoru vardı bu eski püskü apartmanın. Duvara vursam delinir gibiydi. O yüzden komşularca duyulmamak için ses çıkartmak istemiyordum ama onun beni bu tonda duyacağı da yoktu. Göğsüne vurdum hafifçe, biraz daha yüksek sesle "Ya Arın! Kalk kendine gel!" dediğimde gözleri bana döndü. Aptal aptal, sarhoş bir ifadeyle baktı yüzüme. Kaşlarımı çattım ve yüksek bir sesle burnumdan soludum, ciddi olduğumu anlaması için. Fısıltılı bir sesle, "Kendine gel salak! Üç kat yol var, ben nasıl dayanacağım? Toparlan çabuk, içmiş gibi triplere girme." diye çıkıştım.

Zihninin niye bu kadar uyuşuk olduğunun farkındaydım aslında. Aldığı haplar fazlaydı ve hiç de öyle hafif şeyler olduklarını sanmıyordum. Belki de o haplar, birini iki şişe devirmişten daha kötü yapıyorlardı.

Yüzünü ekşitti, kaşlarını daha da çattı ve yüzüme baktı. "Yani, sen de biraz, abarttın." diye geveledi. "Ne?" diye sordum anlamayarak. Eğildi, ben ne yaptığını soramadan beni omzuna aldı. "Arın-" diyordum ki sesim biraz fazla yüksek çıktığından panikleyerek kendi kendime ağzımı kapattım.

Sırtına vurdum. "Aptal herif ben sana kendim için mi ayaklan dedim?" diye fısıldadım, her bir kelimemi sert bir tavırla söyleyerek. Beni duymazdan geldi ya da duymayarak ilk katı çıkmaya başladı. Şimdi ikimiz birden sakat kalacaktık. "Beni indir." diye tekrar fısıldadığımda birinci katı bitirmişti. Aslında epey sağlam çıkıyordu, bıraksam gider gibiydi. "Aferin," diye mırıldandım ağzımın içinde.

Ancak üçüncü katın merdivenlerini çıkarken, durup hafifçe sallandığında, ona sessiz sessiz indir beni diyecek kadar prenses kalamadım ve sırtına vurmaya başladım. Üçüncü vuruşumdan sonra, "Ağh!" diye bir ses çıkardı. Hap onu hassaslaştırmıştı da demek ki, böyle bir şeye ses edeceğini sanmıyordum normalde. Kafasında Karan tarafından bir vazo kırıldığında bile tepki vermemişti.

Beni merdivenin başına doğru, birkaç tümsek kala yere indirdi. Huysuz bir yüzle bana bakıp "Dayanamam diyordun ama," dedi yavaş ve sarhoş bir sesle. Salak herif, hala beni taşımasını istediğimi sanıyordu. Benden birkaç basamak aşağıdaydı. Yakasından tutup yukarıya çektim ve "Sus." dedim. Yönlendirmeme uyup, birkaç basamağı da çıktı. Peşimden uslu bir köpek gibi geliyordu. İyi.

Kapıya kadar geldiğimizde hemen arkamda durdu. Ben doğru anahtarı bulmak için sırayla hepsini denerken, alnını omzuma yaslamıştı. "Üşüdüm," diye mırıldandı. Omzumu hızla geri çektim. Sonra birazcık vicdan azabı hissettim, ceketi de bendeydi. "Bekle." dedim.

Kapıyı açtım. Küçük bir evdi. Bir oda bir salon. Koridor kısacıktı. Gözümün önüne hemencecik mutfak, yatak odası ve salon çarpmıştı. Yatak odasına getirip yatağın üstüne resmen fırlattım onu. Yorganı üstüne kapatmaya çalıştığında yorganı üstünden çektim. "Bekle." dedim.

Dolabı açtım. Burasının Resul'un evi olduğunu anladım o an. Çoğu şey Arın'a uymayacaktı. Bulduğum en bol pijamaları karnının üstüne koydum ve "Arın ben şimdi çıkıyorum, beş dakikaya geleceğim. Bunları giymiş ol tamam mı? Bunları giymeden yorganı üstüne örtme." dedim.

Cevap vermedi, "Tamam mı?" diye tekrar sorduğumda boğazından onaylayan bir mırıltı yükseldi. "Güzel." diye geveledim. Resul'un belimden düşmeyecek bir eşofmanını ve boğazlı bir kazağını da kendime aldıktan sonra odadan çıktım.

İlk olarak banyoya gittim. Ev, bekar bir erkeğin olmak için fazla temizdi. Ya da ben ön yargılıydım, bilmiyorum. Kimse beni rahatsız etmeden, hızlı hızlı bitirecektim işimi. Öncelikle, elimdeki Arın'ın eldivenlerini çıkardım. Isırık izleri, elbette sihirli bir şekilde geçmemişti.

... Keşke inat etmeyip malikanedeyken sarsaydım sargıyla ellerimi.

Keşke görmeseydi Karan'ın köpek gibi sol elimi ne hale getirdiğini.

Dolapları karıştırdığımda kendime bir sargı buldum. Sol elimi becerebildiğim kadarıyla sardım.

Eşofmanımı indirdim. Vajinamdan kan süzülmeyi kesmişti ama bacaklarımda kuru kan lekeleri vardı. Kendimi temizleyebildiğim kadar temizledim.

Merhemi tekrar sürdüm yırtığa. Küçük bir yırtıktı, çatlak diye diyebilirdik aslında. Bir haftaya kalmaz geçerdi değil mi?

Değil mi?

... Ağlamayacağım.

Ama galiba gecenin bir yarısı buradan ayrılmayacağım. Yarın, sabah erkenden giderim. Çok yorgunum, çok acıyor.

Üstümdeki eşofmanı ve tişörtü tamamen çıkartıp Resul'un kıyafetlerini giydim üstüme. Arın'ın ceketini kapının arkasına astım. Kirlileri ne yapacağımı bilemedim. Gidip çamaşır makinesinin içine attım sonra. Ama çamaşır makinesinin nasıl çalıştırıldığını bilmiyordum. Biraz uğraştım, içine birkaç deterjan attım falan. En sonunda çalışmaya başladığında tam rahatlıyordum ki aklıma Arın'ın çamaşırları geldi.

Kapıyı tıklattım, "Arın?" diye seslendim. Başta cevap vermedi. İkinci kere sorduğumda, "Ne?" diye sordu kaba bir sesle. Somurttum.

Geri zekalı, kal öyle de aklına başına gelsin.

İçeriye girdim. Üstünü değiştirmişti. Öylece yatağın kenarında oturmuş bekliyordu. Resul'un pijamalarının boyu kısa gelmişti ona. Komik duruyordu üstünde. "Aferin, gir şimdi yorganın içine." Dediğimde, bana bakmadı. Yine bir çeşit transa geçmişti galiba. Yatağın kenarında öylece oturuyordu, dirsekleri dizlerindeydi. Yüzünü avuçlamıştı.

Işığı kapattım. Daha birkaç dakika öncesinde üstünden çekip yere attığım yorganı elime aldım ve yatağın üstüne bırakırken "Hadi uzan-" diyordum ki, sol eli birden bileğimden tuttuğu gibi beni kendine çekti. Kucağına düştüğüm sırada ben hiçbir tepki veremeden sağ eli boğazımı kavramıştı.

Nefesim kesildi. İlk saniyelerde tepki veremedim ve kendisine şiddet gösterildiğinde, sessiz bir şok transına geçmiş küçük bir çocuk gibi kalakaldım.

Sonra da yıkıldım.

En başından beri, amacı bu muydu? Karan, dışarıdaki insanların beni bir fahişe yapmaya çalışacağını söylerken haklı mıydı?

Az kalsın çığlığı basacaktım. Ama ben, aptal değilimdir. Alışığım böyle boktan şeylere. Halledebilirim. Korkumu, boğazıma bir yumru bilirim ve damarlarıma öfkeyi güç diye dağıtırım. Yüzüne tokadı yapıştırıp anında kendimi geri çekmeye çalıştım ama, olmadı. Sol eli, sol kolumu kavrayıp beni kendine bastırdı. Öyle ki sağ kolum gövdesine yapışıktı ve kıpırdatamıyordum. Yüzüme doğru eğdi başını. Karanlıkta, o yorgun gözlerle hiçbir şeyi seçemiyordu. Nefretle, "Bırak!" diye bağırıp dudaklarına doğru tüm gücümle kafa attım.

Tepki vermedi, ikinci kere kafa attığımda boğazımı kavramış sağ eli, çeneme yöneldi. Yanaklarımı sıkıştırdı. Canımı yaktığı yoktu ama... kıpırdayamıyordum. Bir milim bile. Gözlerim doldu.

Alt dudağım, çocukmuşum gibi büzüldü. Allah'ım... Ama ben... Halledebilirim sanmıştım.

Benim, ‘halledebileceğimden’ başka düşünebileceğim bir şeyim yok ki Allah'ım. Niye her defasında böyle oluyor?

Kendimi o kadar çaresiz hissettim ki o an... Yakmak istedim. Onu değil, kendimi. Karan'ın bana bugün yaptıkları yüzünden, Arın'ın elinden kurtulacak gücüm yoktu ki benim.

Yanaklarımdan iki damla yaş süzülmeye başladı. Ağladığım anlaşılmasın diye, nefesimi tuttum. Neyse ki karanlıktaydık ve o da aptala bağlamıştı. Nasıl da zavallı gözüktüğümü göremiyordu a…a koyduğumun çocuğu.

Ne? Ne diyecekti şimdi? Ne yapacaktı? Sahir'in oğlu için, Baykal'ın biricik Karan'ını sinirlendirmek bir oyun muydu? Ben piyonu muyum? Tamam... olsun.

Gidebileceğim, değil mi? Nasılsa beni üç yıl tutmayacak.

Bu o….u çocuğunu da intikam listeme ekliyorum.

Ama tüm bu kin dolu ve öfkeli düşüncelerim, korkudan nasıl da tir tir titremeye başladığımı değiştirmiyordu.

Farklı olduğuna inanmıştım. Bir aptal gibi.

Ona attığım kafalardan dolayı, kanlanan dudaklarını emdi. Boynunu hafifçe sağa yatırıp, gözlerini kıstı, "Kimsin lan sen?" diye sordu yavaş, ama ürkütücü bir sesle.

O an kafasının tamamen uçmuş olduğunu anladım. Rol yapmıyordu, ilaçların kendini uyuşturduğu hususunda. Yine de korkum dinmedi. Nasıl dinebilirdi ki artık?! Bir kere, eğer isterse şu anda bana istismar edebileceği bir konumda olduğunu kanıtlamıştı bana değil mi? Sarhoş gibi hareket etse de boğazımı bir çırpıda parçalayacak güce hala sahipti işte.

Dudaklarımı yaladım korkuyla, güçlü olmasını umduğum ama zayıf çıkan bir sesle "E-eren." dedim. Bir an ses etmedi, anlamaya çalışarak daha da fazla gözlerini kıstı. "Eren?" diye tekrar etti beni. Sonra, biraz daha bekledi. Beni sadece hareket edemeyeceğim kadar sıkıyordu, elleri biraz gevşedi. "Kız Eren?" diye geveledi hırıltılı bir sesle, ahmak gibi.

Kız Eren'de ne demekti? Dalga mı geçiyor lan benimle bu-iç sesim, Arın'ın yatakta geriye gidip uzanırken, beni de kendine çekmesiyle yarıda kesildi. Ellerim göğsüne gitti, ben onu ittiremeden "Kız Eren, güvende mi?" diye mırıldandı. Duraksadım.

Zaten bana inanan ilk insanın sıradan bir tip olmasını bekleyemezdim galiba.

Tamam...

Işığı kapatıp ona yaklaştığımda, beni bir düşman zannetmiş olabilir. Mantıksız değil bu. Az önce yaptığı hareketler, beni kucağına çekip sıkıştırması ve elini boğazıma getirip kim olduğumu sorması sapıkça bir eylemden çok, bir suikastçıyı yakalamaya çalışmak olabilir. Canımı yakmamıştı, beni sadece sıkı sıkı sarmıştı ve bu beni tetiklediğinden dolayı travmatize olmuştum.

Ama kim olduğumu anladıktan sonra, beni yatağa kendiyle birlikte çekmesi kesinlikle sapıkça bir eylem.

Çakacağım şimdi.

Ya da değil mi? Sadece şefkat mı göstermeye çalışıyor?

Yüzüme baktı, ama o bayık gözlerle karanlıkta bir şey seçebildiği yoktu. Beni yukarıya doğru çekti ve yüzünü boynuma bastırıp "Çilek kokuyor," diye mırıldandı.

Bu kadar yeter. Git.

Onu tekrar geriye itmeye çalıştığımda bana daha da sıkı sarıldı. Böyle bir şeyin... Uzaklaş Arın, uzaklaş.

Kalkmam gerekliydi. Ama puşt bırakmıyordu, yine de sertleştiği ya da kendini bana sürttüğü, oramı buramı ellemeye çalıştığı yoktu. Yüzünü boynuma gömmüş, duruyordu öylece.

... Rahatlamıştı.

Gözlerimden sessizce yaşlar boşalmaya başladı. Nedenini anlayamıyorum.

Korkmuyorum gibi. İçimi kaplayan şey daha çok... Tedirginlik? Keder?

Bazen, çok saçma ve imkânsız olduğunu anladıktan sonra bile, hayal ederdim birilerinin gelip bana yardım ettiğini. Hayalimdeki hep yetişkin bir kadın olurdu. Doktor bir kadın. Beni dinlerdi, bana sarılırdı. Biraz... şefkat gösterirdi. Aptal ve saçma bir hayaldi. Hiç gerçekleşmedi.

Tedirginlik, keder, göz yaşı ve birazcık da hayalimdeki şefkatti; Arın.

Uyandığında burada olmayacaktım. Çekip gitmiş olurdum çoktan. İçimi öyle büyük bir burukluk sardı diyemem ama... boş hissettim kendimi: Gitmek için, Sahir'in oğlunun uyumasını bekleyecektim.

"Özür dilerim, seni beklettim," diye mırıldandı. Yüzüne baktım. Onun gözleri kapalıydı. Derin bir nefes aldıktan sonra "Seni oradan çekip almayı ne kadar istedim bilemezsin." diye devam etti. Cümleler ağzından öyle uyuşuk çıkıyordu ki, dediğini anlamakta zorlanıyordum. Gülümsedi, "Ama şimdi buradasın değil mi?" diye sordu. Hiçbirine cevap vermedim.

Sert tuttuğum bir sesle, "Beni bırak, çocuk musun?" diye çıkıştım ona. Burada ağır travmalar tesiri altında kalmış, yeni kurtulmuş olan benim. Şefkatini üstüme bir dağ gibi yıkamazsın, göstermek istiyorsan bile.

"Daha yeni buldum."

"Arın, sana vuracağım."

"..."

Uyuyakaldı da ses etmedi mi diye bakmak için eğilecektim ki yine cümlelerini anlayamayacağım kadar harfleri yutarak konuşmaya başladı.

"... Çilek kokuyorsun. Şu, kırmızı kafalı çilek kızın ismi neydi ya? Vardı yemek çantasında. Sahilde, fotoğraf istedin. Orada da vardı. Sendin o. Fotoğraf istedin. Güzel kız. Çok güzel. Feci. Ama küçük gibi, bakmam. Bakmadım."

Neyden bahsettiğini anlamıyordum, kafası tamamen gitmişti. Ama... hassas noktamdan yakalamıştı yine, bana inanan ilk insan. Buruk bir şekilde gülümsedim, "Okyanus esintisi kokuyorum ben. Çilek kokusu başkasının, karıştırıyorsun." dedim acı dolu bir sesle.

Ne yaparsak yapalım, Karan'ı benden silemeyiz. Ben, buna kör kütük bir inançla bağlıydım. Ama o kızların ezber bozmak için doğduğunu, bir kız olan benden bile önce bilen bir adamdı.

Yüzünü boynumdan ayırdı. Kaşlarını çattı, gözlerini açıp bana baktı şüpheyle. Yüzünü tekrar boynuma eğdi. Bu sefer geri çekmeye çalışmadım boynumu, koklamasına izin verdim. Koklasın ki bilsin. Ben okyanus esintisi kokuyorum.

İstesem de,

İstemesem de.

Arın derin bir nefes çekti boynumdan, ardından bana döndü aptal gözleri. Anlamayarak baktı, "Yoo, çilek kokuyor. Bu işte o biliyorum." dedi.

Gözlerini kapattı ve yorganı üstümüze çekip uyumaya devam etti.

Ellerimizi birbirinden ayırdığım o anı düşündüm, bundan birkaç gün önce. Sanki o ana inat, sıkıca sarıyordu beni.

𓆨

Sevgili okurlarım, bana destek olmak için kitabıma oy kullanırsanız çok mutlu olurum. Bazen öyle oluyor ki 100 okunmada 2 oy geliyor :(

 

 

Loading...
0%