Yeni Üyelik
13.
Bölüm

[özel bölüm:1] Babalar ve Kızları: Okyanus esintili bir adam.

@yazarjose

 

BABALAR VE KIZLARI

-1-

 

Küçük kız hiçbir zaman baba eksikliğini kabul etmedi. Kendine bile itiraf etmedi.

 

Çünkü hiçbir erkeğe 'o hain' fırsatı sunmak istemedi.

 

 

26 Ağustos 2013

Sekiz yaşındaki Eren'in yaz günleri, hava koşullarının yarattığı değişiklikler hariç, kış günleri ile neredeyse birebir aynı geçerdi. Hiçbir arkadaşı ya da hiçbir faaliyeti yoktu bir başkalarınca sağlanan. Okulu da yoktu anlayacağınız üzere. Aslında bir aralar, okula gidebileceği gibi bir ihtimal var olmuştu. Ancak okula gitmesi için babasının halasına verdiği parayla, halası çocuklarının üniformalarını değiştirmişti. Hiç başlamadan biten eğitim hayatı yüzünden; Eren yazları hariç bile her gün evdeydi.

Babası, halasına ne kızmıştı ne de bir daha para vermişti.

Küçük kızın her sabah uyandığında ilk düşündüğü şey, hala, altı yaşında olduğu sıra da; kuzenlerinin evinin camına kadar gelip ona nasılda dil çıkardığıydı. Yeni üniformalarını gösterip dalga geçmişlerdi onunla. Eren kendinden yaşça büyük onca çocuğa karşı, evinin kırık camının ardından, şaşkınlıkla bakakalmıştı. Paranın nereye gittiğini o an öğrenmişti.

Altı yaşına gelmeden önce, pek çok kez hainliğe uğramıştı istenmeyen bir çocuk olarak, ama Eren anca altı yaşındayken 'ihanet' kelimesini kabul etmişti. Belki ilk o zaman kavrayabilmişti bu kötülüğü diline yansıtabilecek kadar?

Altı yaşındayken, şanslı olsaydı birinci sınıfa başlaması gereken o günde; büyük çocukların gelip onla dalga geçtiğini görünce... Çok fazla ağlamak istemişti ama ağlarsa onla daha fazla dalga geçeceklerinden kendini tutmuştu. Küçücük yumruklarını sıktıkça sıkmış, parlak mavi gözlerindeki öfke köpüre dursun, başını hafifçe öne eğip onlara kötü kötü bakmıştı.

Tıpkı gazetelerde anlatılan şu 'dehşet bakışları' yollamaya çalışmıştı düşmanlarına.

Becerebilmiş miydi emin değil, fakat bilginize, sekiz yaşına bastığı sırada hala bunun için çabalıyordu.

Ve ileride, kendi şahsına özel derin, koyu kasvetli bakışlara sahip olacaktı da: İnsanın baktı mı kendini av gibi hissettiği, fakat insanın bakmaya devam etmekten kendini alıkoyamadığı bakışlara. Bozuk, milyonlarca keman akorunun çığırtkan çığlıklarını andıran bakışlara. Oyuncak bir bebekten daha ölü bakışlara: Dilediği gibi, sahip olacaktı o dehşet bakışlara.

İnsan o yaşta bile ne dilediğine dikkat etmeliydi belli ki. Ne yazık ki, Eren'e yanlış dualar etmemesini öğütleyecek kimse yoktu.

Gelgelim kışları yazları gibi olan bu küçük, kibritçi kızın hayatına... Küçük Eren, her sabah kalkar ve sonsuza dek aynı düzende işleyeceğini zannettiği hayatına gözlerini açardı. Bir çıkış yolu bulmanın mümkün olup olmadığını bilmiyordu. Annesinin onu geri gelip alacağına dair ise inançları gün geçtikçe azalıyordu. Çünkü çok yaramaz bir çocuk olup çıkmıştı.

‘Kısasa kısas’ kanunu hayatının merkezindeydi ve bu iyi bir çocuk olmasını önlüyordu.

Gözlerini açardı, küçük yastıklarla oluşturduğu yer yatağından kalkar ve eski ahşap gecekondunun bir diğer odasında sızmış olan babasının yanına giderdi. Babasının o pis kokulu çoraplarını çıkarır suya atardı. Sabunla çitilemeye başlardı her şeyi. Elleri bebeksi yumuşaklığını kaybetmişti. Annesi geri gelince yine yumuşacık elleri olmasını umuyordu. Olacaktı. Başka bir şey için, annesi özenle onun bedenine dikkat edecekti.

Küçük Eren, yine yanlış duayı etmişti.

İşini bitirdikten sonra babasının getirdiği şişeleri kapı önüne dizerdi. Halıları çalı süpürgesiyle temizler, yatağını toplar ve babasının ayaklarının altına yastık ekleyip, onu yavaşça yere yatırırdı.

Evi ne kadar temizlerse temizlesin, Eren evin böcek basmasını asla engelleyemiyordu ve bu onu çok üzüyordu. Belki de halasının dediği gibi aptal ve işe yaramaz, beceriksiz bir çocuktu. Bunu düşünerek, babasının başında üzgün üzgün birazcık oturdu. Birden, kafasının içindeki cadı, 'Çok biliyor ya o, koca karı o koca karı!' diye cırladı. Kaşlarını anında çatıp, bebeksi yüzünü kızgınlıkla büzüştürdü. "Hmph!" diye inatçı bir ses çıktı boğazından gelen, babası uyanır diye korkarak hemen ayaklandı ve koşarak banyoya gitti.

Evde asla terlik giymezdi, hep çıplak ayak üstünde yürürdü. Babasının, onun adım seslerini bile duymasını istemiyordu. Eren... özellikle son iki aydır babasına karşı daha da tuhaf bir korku geliştirmeye başlamıştı. Babası ile göz göze gelmek bile istemiyordu.

...

Çok tehlikeli bir şey yapacaktı babası sanki!

Banyodaki iskemleyi ayağının altına çekti ve aynayı görecek kadar yükseğe çıktı. Lekeli aynada kendi yüzüne baktı. Ellerini tombul yanaklarına bastırdı. ... Çok sevimliydi. Belki de hodbin duruyordu ama düşünüyordu bunu işte. Üstelik, bundan rahatsızdı da. Kaşlarını çattı. Kaşlarını çattıkça, istemsizce nefesini tutuyordu ve yanakları daha da şişmeye başlıyordu.

Gözlerinin, cadı büyüsüymüş gibi parlak olduğunu söylerdi mahalledeki çocuklar. Eren, gözlerinin rengi yüzünden çok korkutucuymuş, böyle derlerdi hep. Bu yüzdendir ki, ne zaman Eren onlara yaklaşsa bağırarak çığlık atar ve gülerek kaçışır, Eren'le dalga geçerlerdi.

Eren, kendinden korktuklarına inanmakta güçlük çekiyordu. Çünkü insan korktuğunda o şekilde gülmezdi. Eren korkunun ne olduğunu çok iyi biliyordu.

Yine bir süre, her sabah yaptığı gibi, aynada kötü kötü bakma denemeleri yaptı.

En sonunda, babasının ayılma vakti gelmeden evden ayrılmış olmak için çabuk çabuk yamalı kıyafetlerini ve terliklerini eline alıp evden çıktı. Evde giyinmek istemiyordu. Neden bilmiyor ama... evde giyinmemesi gerekiyormuş gibi hissediyordu.

Mahallenin en yukarısındaki evlerden birinde oturuyorlardı ve ormana çok yakınlardı. Eren, ormanın içine girip gizli gizli giyindi. Mahalleden aşağıya yürümeye başladığı sırada, pijamalarını evlerinin camından içeriye fırlatmayı da unutmadı. Evin önüne çıkardığı tüm çöpleri, şişeleri ayrı ayrı poşetledi ve aşağıya doğru inmeden önce tahta sopasını beline sabitledi. Ona bulaşan olursa sopayla kovalayacaktı.

Elinde onca ağırlık, dinlene dinlene indi aşağılara. Mahalleyi geride bıraktı. Minibüslere binmeye korkardı. Bir keresinde, minibüsçü bir abi, arabayı başka yollara sokmuştu. Son anda, arabayı durduran minibüsçü abinin bir arkadaşı 'NE SİKİM YAPIYORSUN LAN SEN?' diye bağırıp onu dövmeye başlayana kadar, ağlayıp durmuştu Eren'de. O abinin, kendisinin ilk kahramanı olduğunu çok sonradan fark etmişti.

Mahallenin aşağısında pek de tekin olmayan küçük bir sahil yer alıyordu. Eren, çocuk parkının gerisindeki çöplerin önünde durdu. Çöpleri teker teker ayırarak kutulara yerleştirdi.

Bu işin sonunda kirli ellerini bitkilere silmek isterdi hep, ama güzel yaprakları kirletmiş olmak da istemiyordu bu yüzden her defasında kendini tutardı. Sahildeki denize inen düz merdivenin paslanmış basamaklarından inip, iki elini de sırayla denize soktu.

O an, başında bir ses duydu. "Ne yapıyorsun, cadı?" dedi huysuz bir çocuk. Eren, başucundaki huysuz çocuğa hiç güvenmediğinden sebep; çabucak paslı merdivenleri iki eliyle de sıkı sıkı kavradı. Başını yukarıya kaldırıp kendinden yukarıda kalan, gazete dağıtan huysuz çocuğa baktı. Kaşlarını çattı, gizemli tutmaya çalıştığı bir sesle, "Dünyayı kurtarıyorum." dedi. Çöpleri ayırmış olmasını kastediyordu ama Deniz'in 'küresel ısınma' olayını anlamadığını biliyordu. O yüzden konuşmasına şöyle devam etti: "Deniz kızlarının selamını aldım, saygıyla. Almasaydım görürdün olacakları. Yok ederlerdi sizi."

Deniz yüzünü ekşitti. Kızı korkutmak için ayaklarını merdivene doğru getirdi ama Eren korkuyla ciyakladığında geriye kaçındı o da korkarak. Sonra küçük kızın yukarı çıkmasına yardım etti. "Sana bir ıslak mendil alacağım, ama ellerini temizlemek için şunu yapmaktan artık vazgeçeceksin, söz mü?" diye sordu Deniz. Aslında Eren'le yaşıttı ama hep çok büyükmüş gibi davranıyordu.

Halbuki o Eren'in ablası ya da abisi -Eren, Deniz’in cinsiyetini bilmiyordu. Sormamıştı.- değildi ve olamazdı! Bir kere, o Eren'e hep cadı diyor ve yaptığı her şeyi anlamsız bulup küçümsüyordu. Ayrıca mahalledeki diğer çocuklar ne zaman onları görse, Deniz'de Eren'e kötü davranmaya başlardı. Bu yüzdendir ki, Eren'in kalbini en çok Deniz kırardı.

Küçük Eren omuz silkti, "Hayır kokulu, yine de denize gideceğim." dedi Deniz'e.

Deniz, huysuz bir çocuktu ve Eren sözünü dinlemediğinden ona hep çok kızardı. Eren, en azından Deniz'in yanaklarının kendisiyle birlikteyken sürekli kızarmasını buna bağlıyordu: Deniz ona o kadar gıcık oluyordu ki sinirden kızarıyordu.

Birlikte sahilin kenarına oturdular. Biri diğerini itse, denizi boylardı itilen kişi.

Eren, eski küçük televizyonda izlediği -neden bilmiyor ama hep kendine büyük gelen kabanlar giymeyi tercih eden- adamlar gibi konuştu. "Malları getirdin mi?"

Deniz ona cevap bile vermedi, "Gerçekten çok tuhafsın, cadı." dedi sadece ve gazeteleri kıza uzattı. Eren, gazeteleri aldığı gibi ayaklandı. Deniz'in avucunun içine bir kuruş bıraktı ve sanki çok büyük bir para vermiş gibi, "Aferin." dedi.

"Buradan gittiğimde, anneme seni de yanımıza almasını söyleyeceğim." diye devam etti ve çocuğun başını okşayıp gerisin geri mahallesine yürümeye başladı. Deniz, kızın okşadığı saçlarına şaşkın şaşkın dokunurken; Eren'in arkasından "Senin annen gelmeyecek aptal!" diye bağırdı. Eren önemsemedi onun sözlerini. Zaten Deniz huysuz bir çocuktu. O yüzden boş boş konuşuyordu.

Mahallelerine vardığında, kendini görünce çığlık atan birkaç çocuk oldu. Sessiz kalmaya çalıştı Eren. Ama birinin kulağının dibine gelip bağırması ile daha fazla dayanamayıp tahta sopasını oğlan çocuğunun başına geçirdi. Çocuğun anası kendine küfretmeye başlayınca yaka paça yukarıya, ormana kaçtı son sürat hızla.

Bu saatlerde ormana geldiğinde, saat artık ona geliyor olurdu. Karnı guruldamaya başlardı. Neyse ki yan mahallenin fırıncısı iyi bir adamdı. Bayatlamış yemeklerin bazılarını almasına izin verirdi. Hep ekmek olduğunu da zannetmeyin, peynirli poğaçalar da dahildi buna! Hatta... şanslıysa kıymalı!

Bir yandan kuru ekmeğini yerken, bir yandan gazeteleri okumaya başlardı bu saatlerde. Sekiz yaşındaki meraklı ve kimsenin kontrol etmediği bu kız; gazetelerdeki tüm vahşetleri ve dehşetleri okuduğu sırada, gözleri dolmaya başlardı her zaman.

Kadir Vuslat'ın yazılarını anlamak, özellikle kolay değildi. Sürekli sürekli okurdu ama yine de anlamazdı. Sadece... çok ağlardı. Küçük ellerini açar ve Allah'a dua ederdi. Eren, belki de o korkunç gazete haberlerini okuduğundan belki de kendi babasından mütevellit... Babaları hiç sevmezdi. Hiç güvenmezdi onlara. Kötü anneler de vardı ama... Eren hiç baba eksikliği hissetmemişti hayatında, aslında o da babasız büyümüş bir kız olmasına rağmen: Belki de eksikliğini bile hissetmeye korktuğu bir şey olduğu için böyleydi bu.

Gazetenin bulmacalarla dolu köşesine geldiğinde, eline eski bir kalem aldı ve ormanın aşağısındaki, manzaraya bakan eski bir banka doğru yürümeye başladı. Geceleri oralarda erkekler ve kadınlar birlikte çığlık atıyordu(?) bildiği kadarıyla. Ama eski bankta sabahları kimse olmazdı.

Eren havalı bir termosu(!) -kırık, camları tuzla buz olduğundan oldukça tehlikeli ve çöpten bulunmuş bir termos- suluğuna çevirmişti. Yapıştırdığı kırmızı bir yaprakla da süslemişti suluğunu. Suluğunun içinde su ve üç tane çilek vardı her daim. Kendince çilekli meyve suyu yaptığını zannediyordu düşük bütçeyle.

Ah bir de unutmadan ekleyelim, depolamış olduğu birazcık çikolatası vardı! Sıcaktan dolayı eridiklerinden sıcak çikolata gibi oluyorlardı ve Eren, sıcağı çok sevdiğinden bunu da çok sevmişti. … En azından kendine öyle olduğunu telkin ediyordu.

Eski banka oturdu. Sıcak çikolatasını ve havalı termosunu yanına koydu. Bulmacaları çözmeye başlamadan önce, uzaklara bakındı rahatlamak için. Bazen gözlerimiz, bizden çok uzaklara bakmalıydı. Rahatlamak ve derin bir nefes almak için, kimi zaman uzakları izlemek şarttı.

İnsan doğduğu günden, öldüğü güne kadar ufka saklardı yazgısı için dilediklerini.

Her bir ufuk bir diğerinden çok farklıydı, her biri kendince bir insanı anımsatırdı ve Eren buna aşıktı.

Eren'in de ufukları pembeydi: Bugünün karanlık olduğunu bilmesine rağmen, yarının pembe olacağına inanırdı. Bu da küçük Eren'i, aslında yaşadığı hayatın farkında olmasına rağmen hayata bağlı tutardı. Evet... böyleydi bu.

Küçük kız her şeyi, gözüne güzel gözüktürmeye çalışırdı gelecek yarın için. Halbuki Eren... Yaşıtlarından oldukça zeki bir çocuktu ve çoğu şeyin farkındaydı. Eğer ki daha cesur olabileceği bir ortamda olsaydı; babasından neden çekinmeye başladığı hakkında da kendine cesur olurdu. Babası, hala daha ona hiçbir zarar vermemişti. Ama bunun daha ne kadar süreceği belli değildi.

Derin bir nefes alıp, içine üç çilek atılmış kırık termosundan bir yudum su içti. Bulmacaları çözmeye başladı. Hepsi o kadar basit ve sıradan geliyordu ki ona... En zor olanı direk çözmemek ve hepsini bitirmek için disiplinli hareket etmeye çalışmak sahiden de çok sıkıcıydı.

Herhalde hayatı boyunca en çok eğlendiği zaman, okuma yazmayı kendi kendine öğrendiği zaman olmuştu.

Bulmacaların hepsini bir saate bitirdiğinde, Kadir Vuslat'ın gazete yazısını tekrar önüne açtı. Genelde Kadir Vuslat'ın haberlerini bitirdiğinde ilk, hep ağlar ve Allah'a tanımadığı o insanlara yardım etmesi için dua ederdi. Ama ağlaması geçtiğinde, haberlere muhakkak ki tekrar bakar ve kendi kendine konuşurdu haber hakkında.

Bu sefer de öyle yapıyordu. Haberdeki saadet zincirini anladığı kadarıyla yorumluyor ve en sonunda her şeyi yanlış anladığını düşünüp baştan saadet zincirini çözmeye çalışıyordu. Bazı kelimelerin anlamını bilmemek, her şeyin gizemli kalmasının sebebiydi belli ki. Sanırım gidip, bir sözlük almalıydı. Ama nasıl?

Kara kara düşünüyordu nasıl bir sözlük bulabileceğini. Ta ki yanına, parlament laciverti gömlek giymiş bir adam oturana kadar. Kocaman bir adamdı, Eren ömründe bu denli iri yarı birini görmemişti. Göbekli de değildi. Filmlerdeki şu şeker adamlara -yakışıklı tiplere şeker diyordu- benziyordu.

Buğday, temiz bir yüze sahipti. Açık kahve gözlerinde, güneşin kızıl saçaklarını andıran hareler saklıydı. Mızraklarını göz bebeğine saplamış, kırmızı harelerdi bunlar. Siyah saçları, kemikli güzel yüz hatları vardı şeker adamın. Çok yakışıklı bir adamdı ve okyanus esintisi gibi kokuyordu. Eren anında anladı: zengindi bu.

Dudakları hafifçe aralandı, gördüğü amcadan epeyce etkilenmişti. Ama şimdi, burada yalnız olduklarını düşününce bir korkuyordu da. "Bilginize, annem bir polistir." Dedi, kaşlarını çatarak. Adam hiçbir şey demeden ona bakmaya devam etti. Ne üzgün ne mutlu duruyordu. O... bir insan gibi durmuyordu. Daha çok bir robot gibiydi.

Eren, sağ elini adamın gözleri önünde salladı ve "Bayım, hasta mısınız yoksa kafanızda bir sorun mu var?" dedi. Ayağa kalktı ve adamın karşısına geçti temkinle. "İstersen seni annene götüreyim?" diye sordu.

Adam sessizce ona bakmaya devam etti. En sonunda, "Geçen, mahallenize gelenleri hatırlıyor musunuz?" diye sordu.

Eren kaşlarını çattı, anımsamaya çalışarak. Evet, hatırlıyordu. Başını onaylayarak salladı. "Biz çocukları bir araya toplamışlardı." dedi. Adam da, başını onu taklit edercesine onaylayarak salladı, "Sonra ne yaptılar, onu da hatırlıyor musun?" diye sordu.

"Üç bulmaca sordular bize. Biri şekiller üstüneydi, biri ağırlıkla alakalıydı ve biri de direk çocuksu bir bulmacaydı. Çözene çikolata vereceklerdi. Ben de hepsini çözdüm."

"Diğer çocuklar ne yaptı?" Sabah peşinden koşup onla dalga geçen çocukları hatırlayınca, dudaklarını büzdü. Kalbi o kadar kırılıyordu ki kötü kelimeler edesi geliyordu. Kadir Vuslat'ın kötü kelimeler eden insanların, asıl aptal olanlar olduğunu ifade ettiğini bilmesine rağmen; "Aptallar, hiçbir şeyi çözemediler." diye geveledi Eren. Der demez, aptal dediğine utandı. Ama bunu gelecekte tekrar söyleyeceğini de hissetti. Ve tekrar utanacağını da.

Dünyanın grilerinden bihaber yetiştirilmiş tüm kızlar gibi, bembeyaz olamayınca gölgelerinden utanarak büyüdü.

Adamın kulağına doğru hafifçe yaklaştı ve "Biliyor musunuz bayım? O gün aslında benden başka kimse soruları çözemedi. Ben gittim çözdüm onlarınkini de, gizli gizli. Onlarda çikolata alsın istemiştim. Ama şimdi, çok pişmanım. Bana yine kötü davrandılar. Hem... hem aptallar hem kötü." diye fısıldadı. Kalp kırıklığı yine hat safhadaydı, gözleri yanmaya başladı.

Adam küçük kızın kalp kırıklıklarını umursamadı. Tek kaşını yukarıya kaldırıp, neredeyse alaya alıyormuş gibi sırıttı ve "Civardaki tüm mahallelere de gittin galiba, o çikolataları yine yemek için, diğer mahallelerde sorulan farklı bulmacaları da çözdün?" diye sordu.

Eren, o zaman adamın neden bu sorularını sorduğunu düşündü ve yaptığı suçun fark edildiğini anlayınca 'Ayy' diyerek geriye doğru sıçradı. İki eliyle ağzını kapatmıştı. Ağzının kenarları hep o çikolatalarla doluyken, ne dese inandıramazdı kendini.

"Bu bir suç mu bayım?" diye sordu kızarak. Elbette suçtu. Sıvıştığı her mahalle de verilen kağıtlara, adını soyadını yanlış yazmıştı. Dolandırıcılık etmişti. Utandı kendinden.

Eren sürekli utandığı şeyleri yaptığını fark etti. Birilerine vuruyordu, babasının cebinden gizli gizli 1 TL alıyordu, insanlara 'aptal' diyordu ve dolandırıcılıkta ediyordu!

Annesinin onu almaya gelmemesine şaşmamalıydı belki de.

Eren kederli kederli düşüncelere dalıyordu ki, dikkati dağılmak zorunda kaldı: Yakışıklı adam ilk defa seslice güldü. O denli etkileyici bir adamdı ki, küçük kızın yanakları kızardı bu denli temiz ve güzel yüzlü bir adam güldüğünde.

‘Bu şeker tipin buradan işi ne acaba?’ diye düşündü. Kötü biri olabilir miydi? Geriye doğru bir iki adım attı. Aşağıya atlayıp, koşa koşa mahalleye inmeye her an hazırdı.

"Bir suç olsa, çok mu kötü olur?" diye sordu adam, gülmeyi kesip, gülümseyerek kıza bakarken.

Bu soru karşısında, bir gün doktor-polis-kahraman üçlemesi olmayı amaçlayan bir çocuk olarak epey sinirlendi ve heyecanlı bir şekilde "ELBETTE BAYIM!" diye bağırdı.

"Suç kötü bir şeydir." diye devam etti bağırarak. Heyecanlandığından dolayı adamın yüzüne yüzüne bağırıyordu. Fakat nasıl heyecanlanmayacaktı ki, ilk defa birisi onunla böyle şeyler hakkında konuşuyordu!

Adamın yüzündeki gülümseme yavaşça soldu. "Anladım." diye mırıldandı. Tuhaf bir sessizlik yaşandı böylece ikisinin arasında. Eren ona bir şeyler sormak ve sormamak arasında gidip geliyordu. Adamın elindeki doğum lekesine, yonca şekline takılı kalmıştı gözleri.

'Şanslı doğmuş, belli zaten.' diye geçirdi içinden. Baksanıza, giyimine kuşamına.

Artık gitmeliydi. Ama o an, elindeki gazete kağıdını gösterdi adam ve "Yanlış yapmışsın." dedi. Eren'in yüz kasları anında gerildi. "Ne?!" diye bağırdı şaşkınlıkla. "BEN YANLIŞ YAPMIŞ OLAMAM BAYIM!" diye bağırmaya devam ettiği sırada yere oturup adamın gösterdiği bulmacaya tekrar tekrar bakıyordu.

Şekillerde çok iyiydi halbuki?!

Adam tekrar güldü, "Belki de, bunca zaman boyunca sana yanlış yaptığını söyleyecek biri yoktu yanında?" dedi.

Eren başını iki yana salladı istemsizce tebessüm eterken, "Yoo." dedi belli belirsiz sezilen bir şımarıklıkla. İlk kez şımardı.

 𓆨

Loading...
0%