@yazarjose
|
Sevgili okurlarım, sizlerin yorumlarını görmek beni inanılmaz motive ediyor. Lütfen yorum yapmaktan geri durmayın<3 Çektiğim acıları sonuna kadar görmezden geldim. Yara bandı yapıştırmadın diye yarayı reddettim. 30 Eylül 2013 Özellikle geceleri, tehlikenin gezdiği söylenir ıssız yerlerde: O nedenledir ki hep biraz daha sessiz kalınır, akşamları; karanlıktaki bir şeylerin dikkatini çekmemeye çalışırız. Fakat, küçük bir kız, ıssız gecesinin karanlığında; çığlık atmamak için direnmekte zorlanıyordu artık. Birbirine bastırdığı dişlerinin arasından, acıyla dolu küçük çığlıklar kaçıp kaçıp duruyordu habire. O kadar ağlamıştı ki, gözleri görmüyordu; tamamen kör olmaya çok yakındı sanki. Sağ eliyle, sol kolunun dirseğini sımsıkı kavramıştı, sol koluna giden kan akışı kesilsin de acıyı hissedemesin diye. Kızgın yağın yanık acısını. Bundan tam on sekiz gün önce, küçük Eren'in hayatı sonunda değişmeye başlamıştı tıpkı hep dilediği gibi. Ama... her şey tıpkı istediği gibi mi değişmişti? İşte o sorunun cevabını, duymaya ihtiyacınız yoktu: çünkü Eren Gündüz'ün halini gördüğünüzde cevabı çok net alacaktınız. Her şeyin bir kabusa dönüştüğü 12 Eylül... bundan tam on sekiz gün öncesiydi. O gün, Eren yeni arkadaşı olan; kendinden yaşça çok çok büyük Arkan'dan korkunç bir kelime duymuştu. 'Öldür.' Demişti ona Arkan. Kurtulamadığın insanları, öldür. Ve Eren, ne kadar büyük bir hata yaptığını düşünerek bir daha asla Arkan ile görüşmeye gitmemişti o banka. Hatta ormana bile çıkmamıştı birkaç gün, sırf onu görür diye tırsmıştı. Elbette, 12 Eylül'de hayatını değiştiren şey kısa süreliğine hayatına girmiş bu tuhaf arkadaş değildi. 12 Eylül'de; Arkan'a bir daha onu görmek istemediğini söyleyip koşa koşa mahalleye kaçtığı günün gecesinde, Eren'in babası Sinan Gündüz, küçük kızıyla ilk defa konuşmuştu. Hem de ne konuşma. Son iki aydan fazladır babasına karşı farklı bir korku beslemeye başlamış olan küçük kız için, babası ile göz göze gelmek bile tir tir titremesine yetmişti. O gün Sinan Gündüz geldi, mutfaktaki kırık sandalyeye yaslandı ve Eren'e karşısına geçmesini söyledi. Küçük kız dediğini yaptı. O gün, Arkan'ın korkunç olan 'Öldür.' sözünden sonra, akşam ormanda tek başına oynayacağı masal oyunundan vazgeçip eve kaçmıştı ama hala üstünü değiştirmemişti. Üstünde, kırmızı bir perdeden kesilmiş pelerini vardı. Sinan kızının üstündeki bu tuhaf pelerinimsi kumaşa bakındı. "Nereden buldun bu boku?" diye sordu sert bir sesle. Eren cevap vermedi. Babası onunla asla konuşmamış ve ona babalık yapmayı reddetmiş olsa bile, Eren şunu biliyordu ki: babalara yapılan yaramazlıklar anlatılmazdı. Sinan sabra sahip bir adam değildi, kızının cevap vermemesi üstüne göz kapakları sonuna kadar açıldı ve sesi, derin bir deliliğin dalgasıyla; "Söylesene," diye yayıldı ortama. Eren, bir kızın yaramazlıklarını babaya anlatmaması gerektiğini mahalledekileri izlerken öğrenmişti. Ama... Eren karşısındaki tavır karşısında sessiz kalırsa Sinan'ın elinin tersiyle sinek gibi ezileceğini de biliyordu. Küçük bir çocuk, ne olursa olsun, ne olursa olsun kendi için böyle bir tanımı hayal etmemeliydi. Kahretsin. "Aşağı mahallenin çöplerini karıştırırken buldum. Kestim." Dedi çıkarabildiği kadar yüksek bir sesle. Küçük kızın incecik sesi korkuyla çatlıyordu ve sesi de durmadan kesiliyordu. Küçük kızının gelecekteki solunum sorunlarına ön ayak olmadan öteki tarafa gitmek istemeyen Sinan, sigarasını yaktı ve içmeye başladı. Sıkıntılı sıkıntılı dumanı geri üflediği sırada, kendi kendine bir şeyler homurdandı ama Eren ne olduğunu anlayamadı. Kalbi ağzındaydı küçük kızın. Korkuyordu ama... sonuçta bu adam babasıydı ve onunla konuşuyordu! Eren'in babasından başka kimsesi yoktu. Sinan uzunca bir süre sessiz kaldı. Peş peşe sigaralar yaktı ve küçük kızının öksürük krizine tutulmasına sebebiyet verdi. En sonunda kararını vermiş gibi, sigarasını bırakıp, "Eren." Dedi. Eren öksürükleri arasında, adını babasının ağzından duyunca bir an sessizleşti ve nefesini tuttu. Gözleri parladı, babasının gözlerine içine heyecanla baktı. Eren demişti babası, onun adını söylemişti! Kızı, hastalıktan kırıldığında bile ona bir eşyaymış gibi seslenen babası, adını söylemişti. Demek ki kendisini görebiliyordu. İsmini biliyordu. Öksürükleri arasında gülümsemeye çalıştı. En nazik sesiyle, "Efendim, baba?" dedi, kendini sevdirmeye çalışan yetim bir çocuk gibi. Sinan ellerini kızının iki omuzuna uzattı. Çocuğun omuzlarını kavradı ve hafifçe sıktı. "Sana söyleyeceklerimi iyi dinle, tamam mı?" diye sordu gergin bir sesle. Eren gülümsedi. "Ben çok akıllıyımdır baba. Dinleyebilirim. Biliyor musun? Okuma yazmayı kendi kendime öğrendim-" "Seni annene getireceğim." Sinan Gündüz, Eren Gündüz'ün kendini bildi bileli tutunduğu hayali; gerçekleşmesi çok kolay bir şeymiş gibi dile getirdi. Eren bunun ayırdındaydı. Ama... şüphesini takip etmek için daha çok küçük bir çocuktu. Ne diyeceğini bilemedi. Yüzündeki gülümseme yanaklarını ağrıtırken, gözleri doldu. Allah dualarını kabul mü ediyordu? Yoksa... dünyayı küresel ısınmadan kurtarma çabalarının karşılığı olarak annesi onu almaya mı geliyordu? Alt dudağı dışarıya doğru büküldü. Sevinç gözyaşlarını dökmemek için titriyordu şimdi. "Gerçekten mi, baba-" diye devam ettiği sırada Sinan "Ama bir şartla." Diyerek konuşmaya devam etti. "Ne olursa olsun, benimle kalacaksın. Kısa bir süreliğine. Vakti gelince, seni annene getireceğim tamam mı? Annenin yerini benden başka kimse bilmiyor. Anladın mı? Annene kavuşmak için, bir süre daha bana katlanmak zorundasın." Eren hiçbir zaman babasına katlandığını düşünmemişti. Anlamayarak gözlerini kırpıştırdığı sırada, bir yandan da gülüyordu mutluluktan. "Ne zaman gideceğiz-" diye konuşmaya başlamıştı; şimdiye kadar ki en mutlu ve heyecanlı sesiyle.
Ama devamını getiremedi. Çünkü 12 Eylül 2013 gecesi, Eren mahalledekilerin attığı bir iki dayağın hiçbir şey olmadığını öğrendi. Babası, ona öyle okkalı bir tokat savurdu ki, yere yapıştı. Bir süre beyni durmadan zonkladı ve gözlerini açamadı. Karnına atılan tekmelere karşılık vermeyi aklından bir an olsun bile geçiremedi. Mahallenin 'kısasa kısas' cadısı; hiçbir şekilde karşılık vermeyi düşünemedi bu dayağa. Sadece kurtulmak istedi. Çok sesli ağlamayı çok istedi, İHTİYACI VARDI BUNA. Ama... Eren yaklaşık beş gün boyunca konuşamadı. İşte, o 12 Eylül'den bu yana on sekiz gün geçmişti. Arkan'ı bir daha görmemiş, Deniz'le barışmamış, Sinan'dan da her gün nedensiz dayaklar yemeye devam etmişti. Eren, babasını polise söylemeyi düşünmüştü birkaç kez. Ama korkmuştu. Hem kendisi hem de annesi için. Sonuçta, annesinin yerini bir tek Sinan biliyorsa... ona kavuşmanın tek yolu: Sinan'a katlanmaktır. 30 Eylül'e kadar işler bir nebze olsun iyiye bile gitmemiş, gittikçe kötüleşmişti: Öncelikle, Eren'in artık gazete alabildiği yoktu hiçbir yerden. Belki sorsa Deniz ona yine satardı gazete diye düşünmüştü bir ara ama... mahalleye indiği zaman, bedenindeki morlukları gören tüm çocukların arasında Deniz'de vardı. Çocuklar, tuhaf bir şekilde o gün ilk defa Eren'le dalga geçmemiş; ona asla bulaşmamış ve yanından geçip gitmişti. Acımışlardı cadıya. Bir tek Deniz... Deniz, Eren'in kafasındaki morluğa vurup kaçmıştı. O günden beri de Erenlerin mahallesine hiç uğramıyordu Deniz. Sonrasında Sinan, sıra dışı bir şekilde eli para gören bir adam olmaya başlamıştı ve artık eve sürekli ama sürekli birileri geliyordu. Genelde Sinan'ın birkaç göbekli, onun gibi alkol kokan arkadaşı geliyordu eve. Ellerinde bir sürü yemek ve içki olurdu. Sinan, Eren'i evde birisi varken dövmezdi. Eve birilerini getirdiğinde, kızını sandığın içine kapatır ve eline de bir ekmek tutuştururdu aç kalmasın diye. Diğerleri gittikten sonra şayet unutmazsa sabahtan, unutursa anca akşamdan açardı sandığın kapağını bir daha. Eren, tuhaf bir şekilde bu sandıktan asla korkmamıştı. Hatta kendini güvende hissettiği tek yer orası olmuştu. Evet... Eren'in son on sekiz günkü yaşamında, kendini huzurda hissettiği tek yer sandık olmuştu. Özellikle de babası ve babasının arkadaşları, eve parlak kıyafetli kadınlar getirdiğinde sandığa girmeye mecbur olmasından çok memnundu. Çünkü... daha tam olarak çözemediği bir sebepten, o kadınların geldiği akşamları, yüksek sesli çığlıklar ve edepsiz kelimeler duyuyordu. Annesi bundan hoşlanır mıydı? Sanmaz. Yediği dayakların haddi hesabı olmamasının en kan dondurucu yanı, Eren'e göre en şükredilesi yanıydı da: babası Eren'in ölmesini istemiyordu. Sakat kalmasını da istemiyor gibiydi. Şiddetin dozu, acımasızlıklar gittikçe artsa da babası onun nefes alamaması ya da bayılması gibi durumlarda kızını dövmeyi kesmeye özen gösterirdi. Hatta ona vurmadığı günler bile oluyordu. Herhangi bir ilaç vermemesine karşın, kızının artık kendi yumuşak minderlerinde dinlenmesine de izin veriyordu. Ve... kimi zaman da kızına acıyarak bakıyordu. Ama bu işkenceyi uygulamaya devam ediyordu. İçiyor, içiyor ve içiyordu. Elindeki para, Eren'in yüzüne patlayan her bir tokatta katlanıyordu. Belki de sekiz yaşındaki bünyesinin, zihinsel olarak kaldırabileceği bir durumda olsaydı; Eren bu tuhaf orantının ne kadar da şüpheli olduğuna dikkat edebilirdi. Son günlerde aklı çalışmıyordu. Zekâ küpü olan kız çocuğundan geriye, bir hiç kalmıştı adeta. Tek düşündüğü: ölecek miydi? Dövülerek ölmekten korkuyordu. Annesine kavuşmaktan vazgeçmek istemiyordu. Ya sokak çocuğu olursa? Eren, sokaklardaki canavarların varlığını bilirdi. Şimdiye kadar hep kaçmıştı o canavarlardan, ama sokak çocuklarının kâbusları olan kirli ellerin varlığını; her kimsesiz çocuk gibi o da seziyordu. O canavarlar yirmiden fazla suç kaydına sahip olurdu ama Tamag devleti, yine de o canavarları sokağa salardı. Küçük Eren, çaresizliği bildiğini zannediyordu, ancak artık bundan pek emin değildi. Eğer ki önceden öğrendiği şey çaresizlikse bu çektiği neydi şimdi? Bir daha, büyüdüğünde de, işkence çekecek miydi? Dünya bu kadar acımasız olmak zorunda mıydı? İnsan elini ne kadar uzatırsa uzatsın, ne kadar ilerlerse ilerlesin ufuklara gidemeyecek miydi? ... Babası bu gece, şiddetin tozunu farklı bir seviyeye taşıyarak, küçük kızının sol eline kızgın yağ dökmüştü arkadaşlarıyla birlikte. Eren çıldırmış gibi ağlamaya başlamıştı, çığlıklar içinde kendini oradan oraya ata ata evden kaçmış; ormana girmişti. İlerleyebildiği kadar ilerlemişti ama en sonunda, oraya buraya yalpalaya yalpaya deli danalar gibi koştuğu sırada, bir şeylere takılmıştı. Yuvarlanmış, aşağılara düşmüştü. Bir ağaca çarptığında, anca durabilmişti. Bayıldı. Uyandı. Bir süre hiç sesini çıkaramadı. En sonunda, sağ eliyle, sol kolunun dirseğini kavrayıp, sıkmaya başlamıştı; acısı bir nebze olsun azalsın diye. Şu an ağlayıp ağlamadığından emin değildi. Kıpırdayamıyordu ve kıpırdamaya dair en ufak bir isteğe bile sahip değildi. İnsanın topraktan geldiğini duymuştu. O halde, toprağa geri dönmek istiyordu. Yine anne karnında bebek olmak, tomurcuklanmamış bir tohum olmak istiyordu. Bu dünyaya gelmiş olmayı hiç mi hiç istemiyordu. Ama gelmişti. Şimdi de biliyordu ki, ufka asla gidilemeyecekti. Çoğu şeyin içten içe farkında olan çocukların, ağladıkları anlarda bile yadsıdıkları gerçekler olurdu. Ancak o artık bunu bile yapamıyordu. Suyuna attığı üç çürük çileğin, kırık termosunda kirli suyu çilek suyuna çevirmediğini biliyordu. Yarınların ve ufukların pembe olmadığını biliyordu. Asla doktor-polis-kahraman olamayacağını biliyordu. Bir erkeğin elinden öleceğini biliyordu. Annesinin onu istemediğini de... biliyordu. Eren öldüğünü hayal etti. Cesedini kurtların yiyeceği gerçekse eğer, sorun değildi bu. Yeter ki, hayal ettiği şey gerçek olsun. Dayanılmaz acısı, elinden mi kaynaklıydı yoksa yüreğinden mi bilmiyordu. Fiziksel acıyı bastıran şey, herhangi bir duygusal acı mıydı yoksa değersizlik hissiyatı mı? İnsan kendini o kadar değersiz görüyordu ki canının yanmasına layık olduğuna inanmıyor muydu? Dövülmüştü çünkü dövülebilirdi. Ölecekti çünkü bu kimsenin umurunda değildi. Sevilmeyecekti çünkü sevilesi bir çocuk olmayı başaramamıştı. Niye doğmuştu ve niye ölecekti? Elinden gelenin en iyisini yaptığını zannetmişti... halbuki, belki de her şeyi yanlış yapmıştı. ............................................................................................................................................. Kadir Vuslat da bir yalancıydı. . Gözlerini açmadı. Dünyayı reddetti ama toprağına sığındı. Çiçeklerin kendi kanıyla beslenmesini istedi. Aslında, şu haline rağmen birilerine yardım etmek istedi ki birileri onu sevsin. Küçük kız toprağa çekilirken bile, kendinden feragat gösterirse sevileceğine inanıyordu. Bu daha önce hiç işe yaramamış olmasına rağmen. Çocukların sınırları yoktur. Sınırsızlığın içinde, bir o yana bir bu yana savrulmamaları için bir yetişkinin ellerinden tutmasına ihtiyaçları vardır. Eninde sonunda kendi seçimlerini yapacak olsalar bile, avuçlarında bir güç bulmaları için yetişkinlerin yardımına ihtiyaçları vardır. Yalnızlığı çocukken yaşayan ruhlar, yetişkinliklerinde kimsesiz kalırlar. Kime ya da neye sahip olduklarını önemsizdir. Yetim gözlere sahiptirler ve bunun önüne geçemezler. Zihninde, tam olarak canlandıramadığı derin bir boşluk vardı artık. Kendini oraya ait hissediyordu. Ama orası neresi ya da nasıl bir yer hiçbir fikri yoktu. Karanlıkta, ormanın derinliklerinde olmaktan korkmaz mıydı bir küçük? Yaşlı gözlerini aralayıp, kapkaranlık ormana bakındı. Aydınlığın kabul etmediğini, karanlık seve seve içine alır mıydı? Umutlarından arınırsa, güzelce karanlığa gömülemez miydi? Ağlaması kesilmişti. Bir çocuk için fazla cansız gözlerle bakıyordu etrafa. Bekleyişlerinin bir anlamı olacak mıydı olmayacak mıydı emin değildi. Zaman geçti. Elinin acısı, yüreğini dağladı saatler geçtikçe. Güneş doğdu. Yalpalaya yalpalaya banklara indi. Yanına suluğunu almayı da unutmadı. Çilekli suyundan birkaç yudum içti. Sonra çilek suyunun içindeki üç çileği çıkarıp attı ve tüm suyu yanmış eline boşalttı. Çığlık atıp, tekrar ağlamaya başladı. Asla kıpırdatmaması gerekiyordu, neden yapmıştı ki böyle bir şeyi? Bilerek. Bu sefer, bağıra bağıra ağladığı yoktu ama kendini susmaya da zorlamıyordu. Sol elini bankanın üstüne koymuştu, kendisi hemen bankanın önünde yerde oturuyordu. Dizlerini büküp kendine çekmişti. Gözlerini dizlerine bastırmıştı. Sağ eliyle eşofmanını kavramış, kırış kırış etmişti. Tir tir titriyordu da. Çocuk gibi ağladığı için kendine kızıyordu çocuk. Çünkü biliyordu ki: ağlamanın onun dünyasında bir anlamı olmamalıydı. Artık ağlamamalıydı! Ama... Hayır. Dememeli. Söylememeli. Utana utana, "Ben annemi istiyorum." Diye mırıldandı. Daha ne kadar ağladı bilmiyor, birden bellerinden onu iki el kavradı ve havaya kaldırdı. Babasının elleri gibi büyük ellerdi bu eller. Eren, babasının onu dövmek için yine bulduğunu zannederek çığlığı basıp çaresizce inledi ki, arkadaşının korku dolu gözleriyle karşı karşıya kaldı. Arkan, çocuğu bellerinden tuttuğu gibi havaya kaldırdı kurban adarmışçasına. Çocuğun ne halde olduğuna bakındı, "Eren!" diye bağırdı şaşkınlık ve korkuyla. Hemen onu banka yerleştirdi ve karşısında diz çöküp "Aman Allah'ım, bu da ne?" diye devam etti dehşet içinde. Küçük kız, ona yetim gibi bakmaktan kendini alıkoyamazken, dudaklarını birbirine bastırdı daha fazla ağlamamak için. Ancak elinde değildi bu. Kıpkırmızı kesilmişti ağlamaktan. Hayıflana hayıflana, saçlarını önüne topladı. Onları da ilk fırsatta kesecekti. Babası çok çekmişti saçlarını. Arkan, inatla kızın saçlarını kulakları arkasına sıkıştırdı ve küçük kızın çenesine hafifçe dokunup, çocuğun ona dönmesini sağladı. Endişeli, açık kahve gözleri korkuyla büzüşmüştü adamın. "Kim yaptı bunu sana?" diye sordu acıyarak, şefkatli bir sesle. Tatlı, olgun bir sesi vardı. Elindeki eczane paketini bankın üstüne koydu ve Eren'in sol elini tutup önüne çekti. "Ah, benim zavallı çocuğum." Dedi kederle. "Sana yardım edeceğim, tamam mı? Lütfen, istediğin kadar ağla küçüğüm." Küçük kız ağlamasını ısrarla kesmeye çalıştı. Gözleri, yanına bırakılan eczane paketine kaydı. Arkan, kızın kirlenen elini temizlemeye başlayacaktı ki, Eren "Ne-nereden biiilip aldığğn kiğ?" diye sordu. Arkan duraksadı. Göz yuvarlarını yukarıya kaldırıp kıza ifadesizce baktı. Tekrar üzüntülü bir simayı takındı saniyeler içinde. Üzüntülü bir sesle "Buraya gelirken seni gördüm. Elini görünce koşarak eczaneye gidip geldim. Seslenmedim çünkü seslenirsem, bana küs olduğundan kaçarsın diye korktum." Dedi. Küçük kız gözlerini kırpıştırdı. Elinin acısını, daha öncesinde bu kadar çok hissettiği olmamış olacak ki... daha önce hiç ağlamadığı gibi ağlamak istedi Eren. Sessiz sessiz, kalp kırıklığı yüzünden değil; canı fiziksel olarak çok yanıyor diye de değil. Küçük kız ağlamak istedi çünkü bunu yapabileceği bir yer bulduğunu hissetti. "Küsmemiştim." Dedi ince bir sesle. Arkan gülümsemekle yetindi. Neredeyse on sekiz gündür buluşmaları eken küçük kızın, vereceği açıklama tatmin edici olamazdı belli ki. Eren, 'Küsmemiştim.' Diye geçirdi içinden, iyice üzülerek. Sol eli işleme alınmadan önce, sol elini geriye çekti ve sağ eliyle karşısında diz çökmüş olan Arkan'ın parlament mavisi gömleğini bir ucundan kavradı. Ona bir soru soracaktı ama nedense tüm gücü çekilmiş gibi birkaç saniye sessiz kalmak zorunda kaldı. Sürekli sürekli hıçkırası geliyordu. En sonunda, gözleri tekrar buğulu bakmaya başlarken, "Sahiden de koşmuş muydunuz bayım?" diye sordu kırılgan ve istemsizce bebek gibi bir sesle. Arkan bir an sessiz kaldı. Kızın yüzündeki, boynundaki, kollarındaki morluklara bakındı. "Koşmuştum." Dedi düz bir sesle. Başka bir şey demesine gerek yoktu. Küçük Eren, yere kaydı ve yüzünü yeni arkadaşının gömleğine bastırarak ağlamaya başladı. Daha önce hiç ağlamadığı gibi. "Babam bana kaba davranıyor bayım." Dedi ağlaya ağlaya. "Demek ki benden nefret ediyor." Hıçkırıkları arasında, bayılacak kadar zihni uyuştuğu bir an, "Ya ondan kurtulamazsam?" diye inledi. 𓆨 |
0% |