@yazarjose
|
Takvimler devirdik ama zaman hiç geçmiyor. Çok sessizdim, çok düşündüğümü zannettiler bu yüzden. Yanılıyor. Ben, hep, bir ihtimalimiz olduğunu ama bunu yapmadığımızı fark etmekten korktum baba.
Özür dilerim, çünkü ben de senin gibi güçlü, senin gibi zayıfım baba. 16 Ekim 2013 Nasıl ölmediğine şaşırıyordu, bu zavallı bedenin nasıl hala hareket edebildiğine dair en ufak bir fikri bile yoktu. Günler nasıl geçiyor, ayırt edemiyordu. Son bir ay, onda yarı yarıya kayıptı. Yalnızca, 12 Eylül diye mırıldanıyordu bazen ve annesinin adını geveliyordu sıklıkla. Onun dışı, pek konuşmuyordu artık. Eren, 12 Eylül'den bu yana pek çok çözüm geliştirmeye çalışmıştı kendince. Ormanda kalmaya çalışmıştı mesela, ama akşamları elleri titreyen ve ağzının kenarından köpükler dökülen insanlar, ormanın içine girmeye başlıyordu ve Eren bu zombilerin kendini de zombiye çevirmesinden korktuğundan, geceleri ormanda kalamazdı. Ormanda saklandığı bir gece olmuştu aslında: Bundan birkaç gün önceydi. Kafası yerinde olmana genç bir oğlan, saklandığı yerin eşiğinde durmuş; yaprakların arasından ona korkuyla bakan küçük mavi gözlere; 'Canavaaar' diye korkunç bir sesle gevelemişti. Altına işemişti küçük kız. Ormanda kalmak; zombiler bir yana dursun, sonbahar havasından dolayı da çok zordu zaten. Baykal hep soğuktur, hele sonbahar yağmurlarında... Aşağı ki mahallelerde, boş olan birkaç kümese saklanmayı da denemişti. Ama sokak çocukları onu kovalamış ve kaçırmıştı. Eren, bir tek o çocuklara ömrü boyunca kızmamıştı ona vurdukları için. Çünkü o çocukların, aslında birileri tarafından kontrol edildiğini ve o kişiler her kimse, Eren'i de kontrol edemesinler diye sokak çocuklarının onu kovaladığını Eren biliyordu. Kısacası ne sokaklara gidebilirdi ne ormana. Her gece, o gecekonduya dönmek zorundaydı. Bir kere bu durumu, ona sürekli küfreden halasına da anlatmaya çalışmıştı ama halası da, babasını aratmayacak kadar sert bir şaplağı küçük poposuna yapıştırmıştı. Eren, kuzenleri ve eniştesi onu izlerken, ağlamamak için kendini çok zor tutmuştu. Canı o kadar yanıyordu ki, her bir yanı hem utanç hem acıdan kan rengindeydi artık. Çaresizdi. Sol kolundaki yağ yanığını, Arkan onu bir sağlık ocağına getirip sargılamıştı ama sol kolu o günden bu yana hala çok yakıyordu canını. Pembeye boyanmış ufuklar, sıcacık ve gülümseyen güneş yok olmuştu. Küçük Eren, gerçekliğe uyanmıştı. Bu dünyada, yarının gerçeğini iyileştirebilecek bir çocuğun ruhunu öldürmekten daha kötü bir suç yoktur. Ve tüm yetişkinler bu suçu işler. Tüm çocuklara karşın. Peki, Eren, dayaktan nasıl kurtulacaktı? Aklına gelen tek bir yöntem vardı. Aklı son zamanlarda durmuş olmasına rağmen, polise gitmesi gerektiğini kestirebiliyordu kendince. Daha öncesinde gitmemiş olmasının nedeni de, hep gazetelerde çıkan haberlerle alakalıydı. Polisler, çocukları ve kadınları gerçekten korumakla ilgilenmiyordu ki. Daha doğrusu Tamag ilgilenmiyordu. Hele... Arkan'ın ona şimdilerde getirdiği gazeteler! 30 Eylül'de barıştıkları günden bu yana, Arkan, artık onu her gündüz görmeye geliyordu ve çocuğa muhakkak gazeteler getiriyordu. Tuhaf bir şekilde, artık tüm gazeteler 'babaların, kızlarını öldürmesi' haberleri ile doluydu. Başka hiç haber kalmamış mıydı memlekette? Eren anlamıyordu. "Bir insan, bir insandan neden nefret eder?" Arkan, küçük kızın kaşının üstüne perili yara bandını yapıştırırken, Eren'in sorusu karşısında duraksadı. "Nasıl yani?" diye sordu usul bir sesle, yara bandını yapıştırıp. Bankada oturuyorlardı. Eren artık katı şeyler yiyemediği için, Arkan'ın ona getirdiği çorbaları sessiz sessiz içiyordu. Soğuduklarında. Eren, manzarayı seyrederken, tek bir an bile Arkan'a bakmıyordu. Sekiz yaşındaki donuk, ölü gözleri öylesine kasvetliydi ki mavileri kimi zaman kara gibi gözüküyordu. Kızın sorusunu tekrar etmeyeceğini anlayan Arkan, "Bilmem. Kendiyle alakalı da olabilir, karşı tarafla alakalı da." Dedi. Karşı tarafla alakalı da olabilir... Eren, tam olarak Sinan'a ne yapmıştı acaba? Peki, Gülseren'e ne yapmıştı? Arkan, kızın sol tarafında oturuyordu. Eren'in saçlarını toplayıp sağa attı ve eline biraz krem sürüp, küçük kızın boynuna yaklaştırdı elini. "Küçüğüm, izninle morluğuna sağlık ocağındaki doktorun bize verdiği ilacı sürebilir miyim?" dedi. Eren omuz silkti. Neredeyse üç aydır tanıyordu Arkan'ı, o, ona asla vermezdi. Vurmazdı. Arkan hafifçe sürdü kremi ve sonra çocuğun dirseğindeki yarayı tedavi etmeye başladı. "Sen birinden hiç nefret ettin mi?" diye sordu Eren. Arkan bir an sessiz kaldı, sonra "Evet." Dedi. Başka hiçbir şey söylemedi. Eren ona neden olduğunu soracaktı ama soramadan, unutuverdi bunu. Aklı, dün geceki olaya gidiyordu ikiden bir:
Babasının eve arkadaşları gelmemişti o gece, bu da iyi bir dayak yiyeceğini gösteriyordu Eren'in. Babası eve gelmiş, Eren'i salona çağırmıştı. Elinde birkaç poşet vardı. Poşetlerin içindekileri yere döküp, Eren'e yere oturmasını söylemişti. Eren, karnına savrulacak bir tekmeden korkmasına rağmen, dizlerini büküp yere oturmuştu çaresizlikle. Babası da karşısındaki mindere oturmuştu. Poşetlerinden dökülen oyuncak bebekler, elbiseler en pahalılarından ve en şıklarındandı. Sinan, uzun uzun bakmıştı eşyalara. "Kız çocuklar severmiş böyle şeyleri, babaları da alırmış. Çocuklar da gidip, arkadaşlarına gösterirmiş bunları. Oynarlarmış falan. Sevdin mi?" diye sormuştu. Eren cevap vermemişti. Babasının gözlerine bakmak için gözlerini kaldırmamıştı bile oyuncakların üstünden. Sinan, sinirlenerek kendini tekrar ettiğinde. Eren cevap vermek için ağzını aralamak istemişti ama yapamamıştı. Dili tutulmuştu. Hem, ne diyecekti ki? Sadece, başı öne eğikken, göz yuvarlarını yukarıya çevirip babasının kızarık gözlerine baktı. Farkında değildi ama babasına o denli koyu, karanlık bir ifadeyle bakıyordu ki, kimse sekiz yaşındaki birinin bu denli delice bakışlara sahip olacağını düşünemezdi. Sinan, cevabı anlamıştı: Hayır. Sevmemişti Eren bunları. Asla. Affetmeyecekti. Biricik babası yüzünden, kalbi cayır cayır yanacak olsa da affetmeyecekti. "Niye böylesin?" diye geveledi Sinan, yavaş, sivri bir dille. "Niye gebermiyorsun lan? Niye gitmiyorsun? NİYE BENDEN KAÇMIYORSUN APTAL?!" bağırışı bir gürleme döndüğü sırada, küçük kızını omuzlarından ittirdi yere. Bir çığlık attı ve "NE?" diye bağırdı kendi kendine. Aldığı kıyafetlerin üstüne diziyle bastırıp, yere düşmüş çocuğunu boğazını kavradı. Sıkmaya başladı. Küçük Eren'in gözleri anında, sonuna kadar açılırken boğazından en ufak bir ses bile çıkamadı hayıflanma olarak bile. Kesik bir nefes, can çekişme sesi için bile, önce büyümek gerekirdi. "Ben baba olmak istemiyorum. BEN SENİ İSTEMİYORUM!" diye bağırdı Sinan yüzüne. "Sen benim kızım değilsin, olamazsın. OLAMAZSIN BE! HAYATIMI SİKTİN!" Eren, ona ne yaptığını anlamıyordu. "YALAN YALAN! BEN SENİN BABAN DEĞİLİM!" diye çığırtkan bir sesle çığlık attığı sırada, Eren'i, boğazından kavradığı sol eliyle hafifçe havaya kaldırıp geri yere vurdu. Fakat bunu ikinci kere yapmadı. Çünkü birinci yapışı o kadar kuvvetliydi ki, kendi bile çıkan sesten korkmuştu. Küçük kızın öldüğünü zannedip, birden ellerini onun üstünden çekti ve geriye sıçradı. Eren kıpırdamadı. Beyni kulaklarından akıyormuş gibiydi. Salonun loş, sarı ampulünden yayılan ışık gözlerini kamaştırıyordu. Ağzı aralıktı ve kapatamıyordu. Birkaç saat hiç kıpırdayamadı. Sinan da olduğu yerde, alnını yere bastırarak ağlamaya başladı. Ölmek istediğini söyleyip durdu. Çığlıklar attı. Artık yetişkin olanın kendisi olduğunun farkında değildi.
"Babam ölmek istiyor." Diye geveledi. Sonra, "Gülseren," diye devam etti. Bankadan aşağıya indi yavaşça Arkan, onun sağ bileğindeki sargıyı değiştiriyordu. Durdu ve "Hayrola?" diye sordu şaşkın şaşkın. Eren üstünü silkeledi. "Polise gidiyorum." Dedi. Birkaç dakika, öylece ayakta dikilip sessiz kaldı. Arkan'a döndü keskin bakışlarla: "Annemin yerini bir tek babam biliyor, bu yüzden ona katlanmıştım ama... Sanırım babam intihar edecek böyle devam ederse. Buna izin veremem. Polisler onu tedavi edebilir. Bunun için, babamdan şikayetçi olacağım." Arkan ona sessizce baktı, daha önce, hiç şaşırmadığı kadar şaşırdı Eren hakkında. "Nasıl sekiz yaşında olabilirsin?" diye geveledi ağzının içinde. "Ya seni yetimhaneye bırakırlarsa?" diye sordu. Arkan, kızın polise gitmesini istemiyordu. Eren bunun ayırdındaydı. "Devlet benim annem ve babam olur." Dedi, omuz silkip. "Bir gün, Sinan ve Gülseren'i bulurum. Sonuçta onlar benim ailem. İyileşecekler." ... Eren, bir konuda asla ders almıyordu ve bu konu, gelecekte Karan Sezer Şahin için de geçerli olacaktı. Affetmediklerine sırtını da dönmeliydi. Arkan, üsteleyerek "Ama şu haberlere bak!" dedi, gazete kağıdını Eren'in yüzüne tutup. "Yetimhanelerde neler neler oluyor, devlet hiçbir şey yapmıyor. Ya senin başına da aynı şey gelirse? O pis herifler ve kadınlar... sana da zarar verirse? Hem, sen ve benim arkadaş olmama izin vermezler ki." Dedi. Eren gözlerini kırpıştırdı. Sakin, kendi yaşına göre fazlaca yavaş bir nefes çekti içine. "Yaşlı bir adamla, küçük bir kızın arkadaş olması tuhaftır çünkü, bayım." Dedi. "Size hala itiraf etmedim ama, biliyor musunuz? Benim annem aslında gizli görevde olan bir polis değil. Onu bir sapık çıkma ihtimalinize karşı söylemiştim." Arkan şaşırmış gibi yaptı, Eren'in ‘ciddiyetle’ yaptığı bu itirafa karşı. "Hiç de bile. Benim de kızlarım var." Dedi. Eren kaşlarını çattı. "Ya?" diye sordu. Arkan başını onu onaylayarak salladı. "Birkaç kızım, birkaç oğlum var." Birkaç? Eren ona bunu sormakla ilgilenmedi. Başını yavaşça salladı onu onaylayarak, "Dövdünüz mü?" diye sordu. Arkan başını iki yana salladı. "Hayır, emanet ettim." Dedi. Emanet? "Allah'a mı?" diye sordu Eren, insanların sevdiklerini Allah'a emanet ettiğini duymuştu. Fırıncı amcanın eşine sorduğunda, kadın ona 'Allah emanete sahip çıkar da ondan, o kişiyi sen muhakkak ki bir daha göreceksindir.' Demişti. Eren, keşke kendisini de birileri uğurlarken Allah'a emanet etse diye düşünmüştü. Arkan başını hafifçe iki yana yatırdı, 'yani,' der gibi. Eren, onu bir daha görememe ihtimaline karşın, Arkan'ı Allah'a emanet etti. Yola çıkacaktı ki, duraksadı. Zaman yine yavaşladı kızın zihninde. Ağırlaştı. Kuşlar ötüşmeyi kesti ve rüzgâr omuzlarının etrafında kıvrılmaya başladı. "Arkan," diye geveledi, sırtı adama dönükken. Omzunun üstünden, yavaşça başını çevirip Arkan'a baktı. Tok, ölü bir sesle konuştu: "Bana neden, sahte gazeteler getiriyorsun bilmiyorum. Ama... buna devam etme." Dedi. Adamın yüzünde en ufak bir mimik bile yerinden oynamadı. Sekiz yaşındaki bir velet, onu manipüle edebilmek için özellikle 'baba şiddeti' ya da 'yetimhane istismarı' haberlerine odaklı gazetelerin düzenlendiğini nasıl çözmüştü? Arkan’ın anlamamazlıktan gelmekten başka seçeneği yoktu. Artık emindi, bu kızı, kaybedemezdi. Lahza'nın genleri kusursuzdu. Eren, karakola kadar terliklerini yere vura vura yürüdü durdu. Parmak arası terlikleri, kimi zaman ayağından çıkıyordu ve ön kayışı sürekli kopuyordu. Kimi zaman durup, kayışı yine takması gerekiyordu. Belki de kendi, büyük kola şişelerinden terlikler yapmalıydı? Mahalledeki çocukların yaptığını görmüştü. Bunu aklının bir köşesine yazdı. Karakola vardığında, merdivenleri çıkmaya başladı. Görevli, yelekli polislere gülümseyip durdu. İçeriye girdiği sırada, birileri onu durdurdu. "Dur bakalım küçük, ne arıyorsun buralarda?" diye sordu. Eren gözlerini, fazlaca kırpıştırdı istemsizce. Midesi kavrulmaya başladı. Ağzını açtı konuşmak için, ama dili dönemedi. Genç kadın kaşlarını hafifçe çattı, "İyi misin canım? Yara bere içindesin-" diye konuşmaya devam ediyordu ki "Gamze!" diye bir ses yankılandı. Genç kadın arkasını dönüp, komiserine baktı. Komiseri, genç, uzun boylu bir adamdı. "Sen git, sana dediğim belge işlerini bitir." Dedi. Sonra, Eren'i yeni fark etmiş gibi, Eren'e döndü. "Bu küçük kim?" dedi, bakışları yumuşarken. Gamze "Bilmiyorum efendim," dedi. Komiserine doğru yavaşça eğilip, "Ama, darp edilmiş gibi duruyor. Yaraları ile ilgilenilmiş ama…" Dedi. Komiser gözleriyle Eren'i süzdü. "Bakarım, boşum bir yarım saat." Diye geveledi. Küçük kıza elini uzattı ve "Gel bakalım küçük hanım, biraz kek yiyip bana derdini anlatmak ister misin?" diye sordu. Eren komiserin eline baktı, sonra Gamze'ye. Gamze gülümsedi. Eren, ona uzatılan koca eli, ufacık elleriyle sardı. İki eli ile sardığı anda, kendilerine bakan birkaç genç polisin kalbini ısıttığından bihaberdi. Adamın peşinden odaya gitti. Kocaman bir masanın karşısındaki koltuklardan birine oturdu. Sırtını geriye doğru getirdi. Yapıştırdı. Ayakları, koltuğun sonundan anca biraz dışarıya uzuyordu. Bu görüntü, adamın şefkatle gülümsemesine sebebiyet verdi. "Bacak kadar da boyu var," diye geveledi kendi kendine. Mini buzdolabından bir parça pasta çıkarıp, çocuğun önüne bıraktı. "Yardım ettiğimiz insanlar, kimi zaman bize tatlılar getir. Bu da onlardan biri." Diye açıkladı çocuğa. Eren eline tutuşturulan küçük tabağa baktı. Çilekli pasta. Kokusundan midesi bulandı. "Ben de pasta getirebilirim polis bayım, bana da destek olursanız." Dedi. Adam koltuğuna kuruldu, bilgisayarını açtığı sırada, "Destek?" diye sordu kaşları yukarıya kavislenirken. "Ekip mi vereyim sana bir tane?" diye dalga geçti kendi kendine. Eren, bunun uygun olacağını düşünsene de ses etmedi. İki tarafta sessizleşti. Küçük kızın konuşması bekleniyordu ama adamın bu konuda onu biraz bile cesaretlendirdiği yoktu. Kolay değildi. Babanın seni dövdüğünü söylemek. Babanın ölmek istediğini dile getirmek. Sessizce sırtlanabileceğini düşündüğü sorumlulukları, bu hayatta dile getirmeden adım atamazdın. Küçük kızlar hep, bu noktada tökezliyordu işte. Gözünden sessizce dökülen göz yaşlarını avuç içleriyle silip durdu, hıçkırdı ve birazcık ağladı. En sonunda, titreyen sesiyle, "Babacığım beni dövüyor. Çok dövüyor. Beni yaktı da." Dedi. Adam, Eren'e, hiçbir pedagog eşliği gereği duymadan, babasının ona çok daha kötü bir şey yapıp yapmadığını sordu. Kızın yüreğine bir korku daha sokuldu. Böyle bir şeyi daha önce aklına bile getirmemişti. Başını iki yana salladı. Adam ona bir sürü sorular sordu cevaplaması birbirinden zor olan. Eren hepsini cevapladı. En sonunda adamın ona soracağı bir soru kalmamıştı. Küçük kız ağlarken, oturduğu yerde sinmiş, bekliyordu. Ne olacaktı acaba şimdi? Adam, bilgisayara bir şeyler yazıyormuş gibi yaptı. En sonunda, "Yani," diye mırıldandı. "Seni bir yetimhaneye gönderebiliriz ama, anneni bulmak için o zaman bir sebebimiz kalmaz." Dedi. Eren duraksadı. "Ne?" diye mırıldandı. Adam başını yavaşça, onu onaylayarak salladı. "Yani, babanı hapse göndeririz. Ki, baban orada muhtemelen intihar eder. Ama kimse onun gibi bir pisliğin gebermesini umursamaz. Sen de yetimhaneye gidersin. Anneni bulma ihtimalin de çok zor, büyüdüğünde. İkisi de mahvolacak yazık. Ah, söylemeden edemeyeceğim, muhtemelen baban, sen onu şikâyet ettin diye intikam almak için, bizim elimizden kaçıp anneni öldürebilir-" Eren'in zayıf parmakları üstündeki tabak, yere düştü. Küçük kızın çenesi kitlenmişti. Adam, "Evet, kayda geçiriyor muyuz?" diye sordu. Yaklaşık beş dakika boyunca hiçbir şey yapamadı küçük kız. Polisin, satılmış bir köpek olduğunu anlayamayacak kadar küçüktü. Tüm polisler böyledir sandı. "An-annemi, annemi bulun o zaman." Diye mırıldandı zayıf bir sesle. Adam, "Tabi, senin için onu ararım." Dedi. Eren çok yavaş, sersem adımlarla dışarıya çıktı. Kimse onu durdurmadı. Dışarıya çıktı. Ne ara bilmiyor ama, ormana çıktığı bir arada yine altına işemişti.
21 Kasım 2013
Zaman yine geçmişti. 16 Ekim’den, 21 Kasım’a kadar. Ama Eren ne kadar geçtiğini artık hiç anlamıyordu. 12 Eylül'ü de unutmuştu. Hiçbir şey hatırlamıyordu. Arada sırada kan kusuyor, onu da ağzının kenarıyla siliyordu. Yıkanmıyordu. Mahalledeki çocuklar, artık ona hiç mi hiç ilişmiyordu. Eren bazen, eski günlerdeki gibi çöpleri ayıklamayı hatırlardı. Onları yokuş aşağıya taşıdığı sırada, mahalledeki çocukların ona yardım ettikleri olmuştu. Mahalledeki birkaç ablanın gözüne, Eren'in durumu çarpmaya başlamıştı ve birkaç abi de ona kızacak olanlara bağırıyordu. Kuzenleri ise, annelerinin caniliğini sonunda anlamış gibi, Eren'le artık dalga geçmiyorlardı. Hatta ondan üç yaş büyük Eslem ablası, Eren'e eski spor ayakkabılarını vermişti. Küçük Fatih'de beslenme çantasından muzunu çıkarıp ona vermişti. Öğretmenlerine Eren'in durumunu anlatmak da istemişlerdi ama annelerinden sopa yemekten korkuyorlardı. Ama en büyük hayallerinden biri gerçekleşmiş olmasına rağmen; mahallesi onu kabullenmiş olmasına rağmen; Eren, hiçbir şey hissetmedi. Hissedemiyordu. Saatlerce ama saatlerce, bankada oturup karşıyı izliyordu. Sonra, eve gidiyordu. Babası onu kimi zaman dövüyordu kimi zaman ağlıyordu. Normal değildi. Daha da dengesizleşmişti ama şiddet azalmıştı. Eren, polis kılığına girmiş (o bunu bilmiyordu) adamın ona söylediklerinden dolayı, babasının ona çok daha kötüsünü yapabileceğinden de korktuğundan artık uyuyamıyordu geceleri. Arkan da eskisi kadar sık gelmiyordu galiba. Ya da geliyordu ama Eren onu hatırlamıyordu? Bilmiyor. Gökyüzü hangi renk? Gözleri görmüyor. Ortanca kuzenleri Ekrem ve Nisa, ona kek ve süt getirdiler. Yemesine yardım etmeye çalıştılar. Eren hiç ses etmedi. Deniz geldi bir gün, ona sarılıp ağladı. Eren hiç ses etmedi. Deniz, onu kendi evine getirmek istedi. Eren gitmedi . Gökyüzü hangi renk
GÖKYÜZÜ HANGİ RENK? Ϭ ⍟ Ϗ ʎ Ʉ Ƶ ∪ Ƕ Λ И Ϊ Я Σ И Ϗ?
17 Aralık 2013 Eren dokuz yaşına girdi. Arkan ona bir pasta getirdi: sonunda sözünü tuttu. Fakat Eren yemedi. "Ben insanları seviyorum." Dedi sadece, uzun bir aradan sonra konuştu öyle. Ve ekledi: "Anne ve baba."
22 Aralık 2023 Gecenin ilerleyen saatleriydi. İçeriden gelen birkaç tak tuk sesi hariç hiçbir ses yoktu. Eren sandığın içindeydi. Yanağını sol dizine yaslamış, karanlığın içinde gözleri açık, öylece bekliyordu. Sonra odaya birinin girdiğini duydu. Adım seslerinden tanırdı babasını. İçeriye giren adam her kimse, Sinan değildi. Sandığın kilidi yavaşça açıldı. Küçük kız başını yukarıya kaldırıp, yavaşça baktı canavara. Kara, parlak gözleri vardı. Kirli, sarı dişli canavar gülümsedi. Sersemce. Leş kokuyordu. Kollarını içeriye uzattı ve küçük kızı sandıktan dışarıya çıkardı. Eren hiçbir şey yapmadı. Ya da yapamadı bilmiyordu. Artık hiç konuşmuyordu. Kıpırdamadı. Adam onu sandığın üstüne oturttu. Hafifçe küçük kıza doğru eğildi. "Şimdi seninle, sessiz bir oyun oynayacağız tamam mı?" dedi. Eren cevap vermedi. Ölü gözleri ile adama bakarken tek yaptığı, onu bilinçaltına kaydetmekti. Adam üstündeki eski, kokulu ceketi çıkarmaya başladı ki, ışık ve kapı birden açıldı. Sinan kapıyı öyle sert bir tekmeyle açmıştı ki, Eren oturduğu yerden irkildi. Gözleri kan çanağına dönmüş, teni sapsarı olan Sinan Gündüz, "S..TİR GİT LAN! DOKUNMA KIZIMA!" diye bağırdı. Sesi o kadar vahşi ve korkunçtu ki, Eren'in gözleri sonuna kadar açıldı. Neler olduğunu anlayamıyordu. Sinan, adamın üstüne yürüyüp ona bir yumruk attı ve Eren'in önüne geçti. "Git!" diye çığlığı bastı erkek ve "ÖLDÜRÜRÜM SENİ GEBERTİRİM!" diye devam etti. Deli gibi titriyordu Sinan. Adam sendelemişti. Geriye doğru gidip, aksırdı ve gözlerini yavaşça kapatıp açtı. Kan çanağına dönmüş gözlerini Sinan'a çevirdi. O hiçbir şey diyemeden, Sinan, titreyen ellerini cebine soktu. Paraları çıkarıp adamın yüzüne attı. "DEFOL!" Diye bağırdı yine. Adam hiçbir şey demedi. Yüzü, eski Çin filmlerindeki canavar maskeli adamların yüzünden korkunç bir hal aldı. Elini beline attı hiç beklemeden. Silahını yukarıya kaldırdı ki, Sinan hemen arkasını dönüp Eren'i kucakladı ve kendi önüne siper etti. Kızını, kendine kalkan olarak kullanmaya çalıştı. Adam durdu. Kendi kendine kıkırdayıp küfretti. "Senden bir s.. olmadı, olmayacak Sinan." Dedi ve Sinan, hala kızını kendi önünde kalkan tutarken, adam odadan çıkıp evi terk etti. Sinan adam gittikten birkaç dakika sonra, anca yere çökebildi. Kucağındaki kızını sarıp sarmaladı iyice. Ağlamadı bu sefer. Gözleri, odanın bir köşesine kitlenmişti. "Beni öldürür müsün, kızım? Allah yapmıyor." diye sordu ölü bir sesle. Kısa bir süre sonra da, kızını orada bırakıp dışarıya çıktı. O adamı erkenden, daha hiçbir şey olmadan durdurmuştu. Ama... yetmezdi. Sinan evden çıktı. O adamı öldürmek istedi. Bunun için zehir aldı. Eren sabaha kadar, öylece odasının ortasında, yerde oturdu. En sonunda kalktı. Banyodaki küvetin yanına gitti. Kırık parkenin altından, babasının ruhsatsız silahını aldı ve ormana doğru yürümeye başladı.
'Kurtulamıyorsan, ne yaparsın Arkan?' demişti. Adam da 'Öldürürsün o zaman.' Demişti.
Eren banka gittiğinde, şaşırtıcı bir biçimde adamın onu orada zaten hali hazırda beklediğini gördü. Bu saatte? Eren yanına oturdu. Kafası kadar olan silahı, adamın yanına bıraktı. "Mermin var mı?" diye sordu. Arkan elindeki gazeteyi okumaya devam etti, Eren'i duymamış gibi. Eren gazete haberine baktı. Kocaman, tek bir manşet vardı gazete. 'BABA ÖLMEK İSTİYOR! BABAMI KURTARACAĞIM!' "Bu boş silahla, her banyoya girdiğinde kendi kafasına sıkmaya çalışıyor babam." Dedi Eren, güneş tepeye yükselirken, sonunda. "Ölmek istiyor, ama buna bile cesareti yok." Silaha yine dokundu, “Metafor dediğin şey, babam için bu silah mıydı Arkan? Doğru mu anladım?” diye sordu. Arkan sonunda, ona yan gözle baktı. “Metaforlar insanların kendilerine ait hissettikleri yadsımalardır, Eren. Herkes için değişir.” Dedi.
23 Aralık 2013 Sinan, öğlene doğru eve geldi. Eren'in karşısına geçip ona bir şeyler söyledi. Kız onu duymuyordu. Sinan, bir menemen hazırladığı becerebildiği kadarıyla ve kızına yemesini söyledi. Hayatında ilk defa, kızına kahvaltı hazırlamıştı. Ona, zar zor gülümseyerek bir şeyler anlattı. Sonra, birazdan hazırlanacakları söyleyip önce duş alması gerektiğini ilave etti ve küvete gitti gözleri yine dolarken. Bunun iki sebebi vardı: birincisi, dün geceki adamı öldürmüştü ve hala kendine gelemiyordu, ikincisi ise kızının onu duyamadığını fark etmişti. Birkaç saat geçti aradan. Hava, kış aylarında erkenden kararırdı. Eren, ne kadar zamandır öylece mutfakta oturduğunu bilmiyordu. Birden, babasının ona söylediklerini anımsadı. Yeni duymuştu sanki. Babası, köye iki bilet aldığını söylemişti. Babaannesi ve dedesinin yanına dönüyorlarmış. Orada güvende olurlarmış. Baba, kız, babaanne ve dede olacaklarmış. Eren köydeki okula gidecekmiş. Hatta, belki, bir gün doktor olacakmış? Babası, onun için bunu dilemişti. Birkaç dakika daha kös kös oturdu Eren. Bunun doğru olup olmadığını teyit etmesi gerektiğini, anca birkaç dakika düşünebiliyordu. Geçirdiği travmaları artık zihni kaldıramıyordu. Babasının ceketinin yanına gitti. Ceplerindeki her şeyi çıkardı. İki kâğıt vardı küçük, yağlı bir yapıda. Bunlar mıydı acaba biletler? Babası gerçekten bilet almış mıydı yeni bir hayat için? Eren, koltuğun altına sakladığı kibritleri buldu. Birkaç kez uğraştı ve sonunda kibritleri yaktı karanlığın içinde, kibritçi kız. Işıklar bozuktu. Biletlerde yazanları sonunda okuyabildiği sırada, bir kurşun sesi patladı. Çok geç: Metafor, bir kurşuna gerçeklik kazanmıştı bile. Kibrit söndü, nereden geldiği bilinmeyen bir rüzgâr sayesinde. Eren, içinden bir şeylerin geri alınamaz bir şekilde alındığını hissetti. Birinin canını almak, kendi canını da alıyordu aslında. Asla mutlu olamazsın. Asla, mutlu olamazsın. Sen bir katilsin artık. Sinan’ı görmeye gitmek yerine, Eren dışarıya çıktı. Kapının eşiğine oturdu. Sağ elinin üstüne doğru tırmanan bir kırkayağı, sağ avucu arasına alıp sıktı. Parçaladı. Kendi beynini parçalarmış gibi. O kadar çok hissediyordu ki her şeyi, hiçbir şey hissetmiyormuş gibi geliyordu. Bir kâbusun, en dehşet anında kapana kısılmıştı. Zaman milyonlarca parçaya bölünmüştü, hiçbir parça da dinlenemezdin.
Günler geçti, Eren her şeyi, kafasında bir yapboz gibi oturtmaya başladı. Arkan'ı bir daha asla görmeyecekti, on yıl boyunca. Bir ay sonrasında, dokuz yaşındaki Eren Gündüz, babası ile alakalı hiçbir şey hatırlamadığını fark etti: 12 Eylül'den beri olan hiçbir şeyi. 𓆨
|
0% |