Yeni Üyelik
17.
Bölüm

[özel bölüm:5] Babalar ve Kızları: Gökyüzünde öyle bir yıldız asla olmayacak.

@yazarjose

Sevgili okurlarım, yorumlarınızı görmeyi her şeyden çok sevmiyorum. Lütfen bunu unutmayın.

Dilin dönse ve konuşsan, ne çok rahatlayacaksın be çocuk… Utancından kıvranıyorsun, suskun kalıyorsan ya… kahroluyorum. Bil ki, geçmişine dönüp sana sarılabilmeyi, her şeyden çok istiyorum.

28 Aralık 2013

Tuhaf bir çocuktu Karan Sezer Şahin, genetiğinden mütevellit değil.

Kendini bildi bileli, asla sevmemişti, sevilmeye layık hissetmemişti. Daha on bir yaşının sonlarında olan bir çocuk olmasına rağmen, kasveti en az otuz beş yıllık; hayal kırıklığı ile boğazına kadar dolu bir çocuktu.

Otuz beş, yolun yarısı derler.’ Bunu karıştırdığı bir kitapta okumuştu. Karan, sanki o yolu yarılamıştı işte. Ondaki öyle bir bitmişlik, pes etmişlikti.

Umut, kabuk bağlayamayan yarası, umutsuzluk ise; o kabuk bağlayamayan yaranın üstünden esip giden şefkatli bir rüzgardı.

‘Anlayış’, demişti Dostoyevski Yeraltından Notlar’da, ‘Baylar, yemin ederim ki, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır: gerçek, tam manasıyla bir hastalık.’

Karan, insanların yadsıyarak yaşamaya çalıştıkları gerçekleri, apaçık haliyle hissediyor, ölümün ensesine bıraktığı her bir nefeste; kafasının içindeki birileri daha da yankılı bir sessizlikte can buluyordu: Can bulması, gebermesinden daha dehşet olan birileri.

Bu birilerinin kaynağını nasıl anlatabilirdi?

Deneyelim: Hindistan’ın, Britanya sömürgesi altında olduğu zamanların birinde, hapishane sistemi şöyleymiş; hücreler gün ışığı alamayan, yer altına oyulmuş kayalıklardan oluşuyormuş. Her bir mahkûm kendisi için ayrılan bölümde çürürken, bir kaşıkla duvarı ovmaya başlarlarmış: gelecek mahkûmun hapishanesini hazırlamak için. İşte… o kafasındaki birileri, o mahkumlardan biriydi ve hiç sabrı yoktu.

Karan kendinden nefret ediyordu; çünkü kendi ve o kafasındaki birilerinin ‘kardeş’ olduğunu hissediyordu.

İçindeki kötülükten delicesine korkan bir çocuktu. Bunun için, Tanrı’yı bırakın, ona şu dünyada cehennemi yaşatan herkesin ayaklarına bile kapanıp yalvarmış; çığlık atıp sızlanmıştı.

Hiçbir anlamı olmamıştı bunun.

Bu dünya da… diye başlayan kelimelerin devamı hep kırıktı.

“Dünya,” diye mırıldandı Küçük Bey, ayaklarını çatıdan aşağıya sarkıtıyordu. Ürkek bir çocuk olduğu söyleniyordu herkes tarafından, halbuki bu malikanedeki kimse, onun gibi şu çatının kenarına oturamazdı. Karan sadece kibardı. Bilirsiniz, kibar insanları korkak zannetmek insanın doğasında var. Nietzsche’nin dediği bir laf: “Ne çok gülerim, pençesi yok diye kendini iyi zannedenlere.” Herhalde böyle demişti. Nietzsche bunu söyledi ve bir atın bulvar meydanı ortasında kırbaçlandığını görünce delirip, son on yılını bir akıl hastanesinde hiç konuşmadan geçirdi.

“Yine de haksız olduğu söylenebilir mi? Belki de kibarlık korkaklıktır, güneş.”

Bilmiyor. Karan, kendi düşündüklerinin bile yarısını doğru düzgün anlamıyordu ki. O daha on bir yaşında bir çocuktu. Üstün bir zekâsı olduğu tespit edilmişti ve evde en iyi hocalar tarafından eğitim görüyordu ama… yine de nereden bilebilirdi ki?

Hem Karan ders çalışmayı sevmezdi. Oyun oynamayı, ormana kaçmayı severdi. Felsefe hocalarının ona zorla okuttuğu masallar, basit birkaç öykü kitabı hiç mi hiç hoşuna gitmiyordu.

Karan, neden bilmiyor ama masallardan nefret ediyordu: Belki de annesinin ona masal anlattığın hatırladığından, ama kimseye bunu kanıtlayamadığından dolayı.

Evet… Karan, annesini hatırlıyordu.(Ve ondan nefret ediyordu.)

Kimse inanmasa da, o hatırlıyordu işte! Herkes ona, annesinin, kendini doğururken öldüğünü söylemişti ama Karan, onu “Dünyam Dünyam!” diye seven, sarışın birini anımsıyordu. Sıcacık ve küçük elleri ile, onun küçük gövdesini kucaklamaya çalışan, onu çok seven birisi vardı geçmişinde. Sürekli öpen ve çiçeklere boğan birisi. Öyle biri vardı işte!

Karan, hatırlayamadığı bir aşkı iliklerine kadar hissediyordu. Tüm yakıcılığıyla.

Malikanedeki herkese anlatmıştı bunu, -babası hariç, babasına annesi hakkında bir kere soru sorduğunda, bacağını kırmıştı babası- ama herkes aynı cevabı veriyordu: ‘Senin annen, seni doğururken öldü.’

Geçmişte ona iyi davranan bir dadısı olmadığına göre; Karan’ın bulduğu teori şu yöndeydi: Karan’ın annesini birileri -babası olabilir, babası gördüğü en korkunç canavar- öldürmüştü: ondan öncesinde, Karan küçücük bir bebekken annesi yanındaydı ve onu seviyordu.

Peki, bu teori gerçek değilse bile, şu şüphesiz bir gerçekti: Karan, hatırlayamadığı ve ona masallar anlatan birinin Dünya’sıydı. Ve terk edilmişti: Her kimin Dünya’sıysa, o artık burada yoktu. Karan ne zaman ağlasa, o kişinin gelip kendini avutmasını beklerdi ama bu asla olmamıştı ve olmayacaktı.

İşte bu: Daha hatırlayamadığı bir yaşta, gerçek aşkı öğrenmişti, üstüne terk edilmişti; Karan’ın geri kalan hayatındaki tüm kontrol arzusunun kaynağıydı bu. Bir daha birine âşık olursa, o kişiye kendini terk etme hakkı vermemeye ant içmişti bilinçsizce.

Gerçi, bunun olacağını zannetmiyordu. Yani, bir daha gerçek aşkı hissedeceğini. Çünkü herkes ondan nefret ediyordu ve Karan da daha on bir yaşında olmasına rağmen sürekli sürekli ölmek istiyordu.

Eh, aşk için, biraz karşılıklı anlayış ve samimiyet gereklidir. Karan’da bu ikisi de boldu ama malikanedeki kimse de ona karşı bu ikisi yoktu: Çünkü kimse ölmek isteyen birini sevemez.

Küçük dürbünü ile uzaklara bakarken, yaşından büyük ve anlamlandırmakta zorlandığı düşüncelerle boğuşuyordu işte Küçük Karan.

Kendinden çok emindi, bir daha asla aşkı hissetmeyeceğine dair. Bir daha, kalbini kimsenin öyle yok edemeyeceğine dair.

Dürbün ile uzaklara bakmayı kesip, dürbünü malikanenin geniş avlularından birine getirdiğinde: kendine karşı duyduğu güvenin, aslında hainin teki olduğunu anlayıverdi: çünkü o güven, ellerini yukarıya kaldırıp ‘TESLİM OLUYORUM!’ diye bağırmıştı: Eren’i gördüğü anda.

28 Aralık 2013’te, Eren’in halası, Eren’i annesi Gülseren’e getirmişti.

Karan, dürbünü iyice üçüne doğru yaklaştırdı. Gitgide, kızın yüzünü büyüttü. İncelemeye başladı. Kendisine edilen işkencelere ve zorbalıklara katıla katıla gülen mafya ailelerinin çocukları hariç, ilk kez bir çocuk görüyordu. Neden buradaydı ki?

Eren, daha karşındakinin annesi olduğunu bilmediğinden, halasının baş ucunda beklerken, etrafa ilgisiz, ölü gözlerle bakıyordu. Beş gün önce babası intihar etmişti sonuçta…

Karan, kızın çok korkunç bakışları olduğunu düşündü. O sevimli yüzde böyle çirkin bakışlar hiç de hoş değildi! Kendi kendine, nedense kıza karşı ufak bir kızgınlık hissetti. “Hmph!” diye kızgın, çocuksu bir nida dudaklarından dökülüyordu ki, göz göze geldiler.

Karan korkarak, aniden, kendini çatının gerisine yapıştırdı. Az kalsın, dengesini kaybedip metrelerce aşağıya düşecekti!

Nasıl… o küçük kız nasıl kendisini fark etmişti? Hayal mi görmüştü acaba? Ama Karan, dürbününün tam göz bebeğine bakıldığına yemin edebilirdi!

Nefes nefese kalmıştı heyecandan. Tüm damarları açılmıştı. Yanaklarına kan pompalanıyordu. Birkaç dakika sonra yine baktığında, halanın gittiğini gördü. Dürbünü yine Eren’in yüzüne odakladı. Büyüttü. Bu sefer, kız mutluydu. Gözleri dolu dolu, baş ucunda durduğu kadına bakıyordu. Gülseren’e.

Karan buna da sinirlendi. Bu cadı Gülseren, babasını ayartmaya çalışıyordu yahu! Onu en kısa sürede buradan göndermenin yolunu arıyordu Karan, kadının amacının babası ile evlenmek olduğunu bildiğinden. Ama bu kız şimdi şu kadını seviyorsa, Karan ne yapacaktı?

Malikanenin arka girişine doğru yürümeye başladıklarını izledi. Eren hoplayıp zıplıyor, annesinin etrafında dönüyor ve ona heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu.

Karan, içeriye girdikleri anda çatıdan (dikkatle, ki, Karan normalde asla dikkat etmiyordu çünkü düşmek ve ölmek istiyordu) aşağıya indi ve koşarak, malikanenin zemin katındaki arka kapıya gitti. Koşmayı durdurup, aniden sessizleşti. Etrafa bakınmaya başladı. Nereye gitmişlerdi? Aslında, tahmin edebilirdi. Çünkü daha dün topladığı tüm böcekleri Gülseren’in ayakkabılarının içine sıkıştırmıştı.

Sinsice yaklaştı kapıya. Sağ gözbebeğini anahtar deliğinden içeriye soktu. Dinlemeye başladı.

 

Gülseren, yüzündeki memnuniyetsiz ve iğrenmiş ifadeden Eren’in bir halt anlayamadığını anlamıştı artık. Gözleri kıpkırmızı ve hastalıklı bir çocuk, karşısında ona saçma sapan şeylerden bahsediyordu. Tahammül seviyesi yalnızca yarım saate dolmak üzereydi! Üstelik, Adil’e bir kızı olduğunu öncesinde söylemediğinden, durumu izah etmenin bir yolunu bulmalıydı. Yalan söylemeyi deneyemezdi çünkü Adil anlarsa dilini keserdi.

Gerçi… Gülseren zaten her konuda yalancıydı. Lakin, yalan olan hayatının içine başka cinsten bir yalan daha katamazdı.

Eren’in susmaması, sinir katsayısının ansızın yükselmesine sebebiyet verdi. Gülseren, küçük bir çığlık atıp, Eren’in yüzüne tokadı geçirdi. “Sus artık!” diye ciyakladı.

 

Karan, şiddeti iyi bilirdi. Ama… neden bilmiyor, bu görüntün gerçekliğine kendisini bir türlü inandıramadı uzun senelerce. Karan, çok uzun süre boyunca Gülseren’in Eren’e attığı tokadı hazmedemedi.

Kendinden başka bir çocuğunda dayak yediğini ilk kez görmüştü.

Ve… parlak mavi gözlü kız… gözlerini kırpmamış mıydı o?

 

Eren, çelimsizliği yüzünden annesinin attığı tek tokada savrulmuştu. Dizleri ve dirsekleri yerde, saçları yüzünü örtmüş bir şekildeydi. “Bir kerecik daha anne dersen, seni sokağa atarım haşere!” diye devam etti Gülseren, dişlerinin arasından. “Seni Adil’e nasıl açıklayacağımı bile bilmezken, başımı şişirmeye nasıl cüret edersin?!”

 

Karan yüzünü ekşitti. Gülseren’in repliklerinde bir bayatlık vardı. Belki de pek çok kez aynılarını duyduğundan? Kendi kendine bir şeyler homurdanıyordu ki, ikinci heyecan ve korku dalgasını yaşamak zorunda kaldı: küçük kız yerden doğrulurken, göz yuvarlarını anahtar deliğine çevirip, Karan’ın gözlerinin tam içine yine bakmıştı. Karan hızla başını geriye çekip, duvara yaslandı. Eli kalbine gitti. Bayılacaktı panikten. Cadı mıydı bu ya?! Hep yakalıyordu kendini ama! Cadı ya da değil… o kesinlikle büyülüydü.

 

Eren annesine döndü. İfadesi sadece birkaç saniyeye değişmişti. Babasına nasıl bakıyorsa, annesine de öyle baktı. Gülseren yatağın kenarına çöktü, kıkırdadı, “Sonunda evine döndün ha, küçük s…ük?” diye mırıldandı. Bu edepsiz kelimeyi, bazı çirkin suratlı uşakların hizmetçi kızların arkasından söylediğini duymuştu Karan! Üstelik… ona da söylenmişti. Arslan ve Kenan onu dövüp dövüp, böyle şeyler derlerdi. Petek o kadar kahkaha atardı ki kulakları acırdı. Eren’in yüzünü görmeyen Karan, (kızın sırtı artık ona dönüktü) Eren’in de tıpkı kendisinin yerde kıvranırken ki çaresiz yüze ve titrek sese sahip olduğunu düşündü. Ta ki, Eren’in, Gülseren’deki tüm kriz haline rağmen, tok; duygusuz bir sesle, “Kırkayak gibi mi?” diye sorduğunu duyana kadar.

 

Nefesini tuttu Küçük Bey. Karan, kaç yaşına gelirse gelsin, hayatının hiçbir anında bir daha o an kadar psikopatik bir şey gördüğünü düşünmeyecekti ömrü boyunca.

 

Gülseren, yüzünü gerdirmeyi kesip, kızının tuhaf, içindeki şeytandan yükselmiş gibi olan sorusuna şaşırdı. “Ne?” diye sordu anlamayarak. Eren, elini cebine attı. Bundan beş gün önce, babasının intihar ettiği gece, halası ertesi akşam evlerine gelene kadar Eren, kapının eşiğinde oturup, avucunda parçaladığı o kırkayağı tutmaya devam etmişti. Şimdide, o kırkayak hala cebindeydi. Kurumuş, ne olduğu anlaşılamayan haşereyi cebinden çıkarıp annesine uzattı. “Böyle bir şeye mi benziyorum?” diye sordu Eren.

 

Karan, önlerindeki birkaç sene boyunca, Eren’e kırkayakları hiç soramayacak kadar dehşete uğramıştı o an. Ve… kahretsin, kahretsin… o kızın iğrenç bir şey yaptığını; cebinde bir böcek sakladığını gördü ama…

Karan kalkıp, hemen odasına koştu. Babasının adamları onu odasından sürükleyen kadar battaniyesinin altında saklandı. Kalbi çok hızlı atıyordu. O kız, cebinde öyle bir şeyi saklayarak çok iğrenç bir şey yapmıştı ama… parlak mavi gözlerin kendini bulduğu o iki art arda darbe, kendisini gafil avlamaya devam ediyordu işte.

Karan Sezer Şahin, şimdiye kadar ki en acısız işkencesini yaşadı o gece. Babasının adamlarının, (sözde, bunlarda bir çeşit hocaymış) ona yaptıkları ruhunu öldürüyordu hala daha evet, ama… Karan Sezer Şahin, o gece odasına geri götürüldüğünde canı yanıyor diye ağlarken ‘Bana niye bunu yapıyorlar?’ diye düşünmekten iyisini yapabilmişti.

‘O kızın adı nedir acaba?’ diye düşünüp durmuştu.

Burada kalmış mıdır ki o kız?

Kalmıştır kalmıştır.

𓆨

 

31 Aralık 2013

Saklandığı delikte, sesi soluğu hiç duyulmasın diye Küçük Karan, elini ağzına bastırmış bekliyordu. Bugün, muhakkak ki öğrenecekti kızın adını. Sırf bu yüzden, babasıyla birlikte bahsedilen yılbaşı kutlamasına gitmemek için tebeşir tozu bile yutmuştu.

Size neden saklandığını, planın tam olarak ne olduğunu açıklayalım:

Eren’le şimdiye kadar beş kere konuşmaya çalışmıştı, ama beşinde de Eren ona çok kötü bakıp, Karan daha kendine yaklaşamadan kaçıp gitmişti. Elinde muhakkak ki bir bez ya da boyu kadar süpürge oluyordu kızın, bu yüzden Karan, onu gördüğü en küçük hizmetçi olarak kodlamıştı kafasına.

Eren ile konuşamayacağını anladığında, onun adını öğrenmek için hemen küçük bir plan hazırlayıp yürürlüğe koymuştu: Önce, bir bant alıp Gülseren ve Eren’in kaldığı odanın kapısı altından göndermişti. Sonra çatı katındaki küçük dilek fenerini yanına almıştı. Aşağı kattaki koca mutfağa inmişti. Eren orada, soğuk mutfağın bir köşesinde fasulye ayıklıyordu. Önüne kilosu kadar fasulye bırakılmıştı. Ancak şikayetçi gözükmüyordu bu durumdan, sessiz sessiz yapıyordu.

Karan ona bir kere daha dönüp bakmadı çünkü göz göze gelirlerse Eren yine ona kızardı.

Hamur açan üç hizmetçi kızın karşısına geçti. Sandalyenin üstüne çıkıp, unlu masanın üstüne bıraktı küçük dilek fenerini. Bu küçük dilek fenerinin iki kayışının koptuğunu, onları birbirine bağlayacak bir bandı olmadığı için çok üzüldüğünü dile getirdi. Çünkü bir Çin efsanesine göre (Sallamıştı, ama gelecek yıllarda bu sallaması, Eren ve ona ait bir efsaneye dönüştüğünden; bir nebze olsun gerçek bir hurafeydi. Ta ki Karan tüm efsaneleri lanetlere çevirene kadar, öyleydi işte.) bu küçük dilek fenerine adını yazıp, onu gökyüzüne salarsan; dilek feneri atmosferden dışarıya çıktığı anda durur ve yerinde parlamaya başlarmış.

Böylece, adının yazılı olduğu bir yıldız var olurmuş gökyüzünde.

Hizmetçi kızlar Karan’a alayla güldüler, bir tek Eren onu pür dikkat dinlemişti ama hiç ses etmedi. Karan dilek fenerinin kayışlarının koptuğu ve bandı olmadığı için ne kadar üzüldüğünü dile getirdi yine. Dilek fenerini kenara koyup dışarı çıktı. Depoladığı tebeşir tozlarından yutup, yatağına gitti ve battaniyenin altında beklemeye başladı: hasta olup, babasının peşinden yılbaşı kutlamasına gidememeyi.

İşte, gün boyu bu işlerle uğraşmıştı.

Şimdi de, Gülseren’in odası karşısında yer alan bir kilerdeki baharat sandıkları arasında saklanmış, Eren’in küçük dilek fenerini kullanmasını bekliyordu. Eğer ki o kız, kalbinin hissettiği gibi biriyse muhakkak ki odasındaki bandı kullanarak küçük dilek fenerini tamir edecekti!

Karan bekledi, bekledi… 2014 yılına on beş dakika kalaya kadar bekledi. Ama hiçbir şey olmadı. Odadan kimse çıkmadı. Hayal kırıklığı ile saklandığı delikten çıktı. Belki gözden kaçırmıştır diye etrafa bakındı ama kızı bulamadı. En sonunda, saklandığı yerden dolayı yakalandığı soğuk algınlığının ağırlığıyla, odasına kadar gitti. Kapısını kapatıp, yatağının içine girdi. Yılbaşına on dakika kalmıştı. Karan… yine ve yine, son on bir yılbaşında olduğu gibi yalnızdı on ikincide de.

Yalnızlık onun kaderiyse…

Koyu kahve gözlerinin, kimi zaman siyahın en tatsız tonundan doğduğunu hissederdi Karan. Kafasındaki o birileri, kardeşi olduğu, ona yol gösterici bir Buda’yı andırırdı bazı geceler.

“Diğer herkesin de kaderi olsun.” Diye geveledi, boş bakışlarını tavana sabitleyip.

Tavanlarda ne çok geçmiş ve gelecek saklıydı öyle.

Kanunuymuş gibi kelimelerinin yankısı, zihninde ikinci kere can bulamadan, kapısı tıklatıldı. Hızlı ayak seslerinin kapısının eşiğinden uzaklaştığını duydu sonra. Çabuk çabuk doğruldu. Biraz temkinle, kapıya vardı. Yavaşça aralayıp, yere baktığında kalbine bir yumruk yemiş gibi gücünün çekildiğini hissetti.

Bir kibrit ve bantla düzeltilmiş küçük dilek feneri duruyordu yerde. Küçük dilek fenerinin üstünde bir şeyler yazıyordu. Daha net görebilmek için hemen ışığını yaktı. Küçük dilek fenerini almak için yere eğildiği sırada, koridora bakındı iyice. Kıza dair en ufak bir iz bile yoktu. Notu okumaya başladı.

‘Yıldızlar, gökyüzünde yüksek sıcaklıklarda parlayarak oluşur. Aslında bu tanım tam olarak doğru değil, ama bu dilek fenerinin bir yıldız olacağına inanıyorsanız pek zeki değilsiniz(bu çocuk olmanızdan anlaşılır bir durum) o yüzden kısaca böyle anlattım yıldızları.’

Karan notu burada okumayı kesti. Kıpkırmızı kalmıştı. Kaşlarını hafifçe çattım. “Anladım bir kere!” diye söylendi kendi kendine. Ama kızgınlığı, kendini çabucak heyecana bıraktı yine.

‘Ne yazık ki, gökyüzünde asla size ait bir yıldız olamayacak. Bir kibritteki sıcaklıktan yıldız oluşması mümkün değil.’

Küçük Bey’in çocuksu yüzünde, alt dudağı dışarıya doğru büzüldü. “Kaba.” Diye mırıldandı. “Ayrıca ben daha güzel yazıyorum.”

‘Üzülme.’

En sona isimler yazılmıştı.

‘Kaan’

“NE?!” diye cırladı. Öksürdü. “Karan ya Karan!”

Yanında ise ‘Eren,’ yazıyordu. Bir parantez açılmıştı. (Ben tamir ettiğim için, yıldızın yarısı benim olmalı.)

… Bu ismin erkek ismi olup olmadığı hakkında kafasında küçük bir kargaşa yaşandı. Ondan sonra, parantez içindeki cümleyi aklından birkaç kere daha geçirdi.

“Madem gökyüzünde asla öyle bir yıldız olmayacağını, biliyorsun…” diye mırıldandı kendi kendine.

Ne yapacağını bilemedi.

Tik tak tik tak…

Ve sonra, ne yapması gerektiğini içsel bir bilinçle çözüverdi birden. Küçük feneri ve kibriti eline aldı. Koşarak aşağıya indi. Bahçeye vardı. Kapının hemen önünde yere diz çöktü. Çıplak ayakları mosmor olmuştu soğuktan. Kibriti yakmaya çalıştı, ama heyecandan elleri titriyordu. Geri sayımın başladığı an, zaman yavaşladı. Ya da küçük kız, karşısına gelip diz çöktüğünden o öyle hissetti.

Elleri arasındaki kibrit kutusunu aldı Eren. Bir kibrit yaktı. Karan hemen küçük dilek fenerini havaya kaldırdı. Birlikte küçük dilek fenerini havaya bıraktılar. Ama Karan, ellerini dilek fenerinden çektiği anda, dilek feneri yere kapaklandı.

Başlarını aşağıya indirip, karşı karşıya, yere düşen küçük dilek fenerine baktılar. O an, 2014 yılı başlamış oldu. Havai fişekler, gecenin tablosuna sıçradı.

Karan o an bir şeylerin, ikisi arasında hep bozuk olacağını anladı.

Eren’in öksürdüğünü duyunca, gerçekliğe döndü ve kızın yüzüne baktı yine. Tekrar göz göze geldiler ama Eren bu sefer ona çok sert bakıp arkasını dönüp gitmemişti.

Karan, tanışmak için en mantıklı cümlenin ne olacağını seçmeye çalışırken beynindeki tüm hücreleri çalıştırıyordu. Yine de yanlış yerden konuşmaya başladı: “Çok mu acıyorlar? Hep kambursun ve sağ ayağına ağırlığını vererek yürüyorsun.”

Eren ona hiçbir şey demedi. Yine kaşlarını çattı ve küçük dilek fenerine tekme atıp, evin arka girişine koşmaya başladı. Terliklerini çıkarıp bırakmıştı. Karan, ayaklarına doğru tekmelenen küçük dilek fenerini almak için tekrar yere eğildiği sırada fark etti bunu. Eren’e seslenecekti ama, terliklerin kendi için bırakıldığını anlayınca yapmadı bunu.

Karan Sezer Şahin, o an anladı ki, evvelden beri içinde taşıdığı aşk: aslında onunmuş.

Küçük gözleri duygulandığı için dolmuştu. Terlikleri giyip, odasına gitti. Terlikleri güzelce sakladı ondan kimse geri alamasın diye.

O terlikler, kendine gösterilen ilk şefkatti.

Biliyor musun? Bana şefkatle sarılan ikinci kişisin.” Dedi Karan, Eren yanında olmamasına rağmen. Seneler boyunca bu cümleler, Şahin malikanesi içinde yankılanıp duracaktı: genç bir kızın iç sesine çarpana kadar.

“Birinciyi hatırlayamasam da ikinciyi asla unutmayacağım.”

𓆨

15 Şubat 2014

Sessiz sessiz göz yaşları, yuvarlak yanaklarından aşağıya süzülürken, Karan onlar yokmuşçasına hareket etmeye çalışıyordu her zamanki gibi. Canı çok acıyordu. Bu kabusa alıştığı ile alakalı kendini ne kadar telkin ederse, her şeyi ne kadar örterse; aklından o kadar şeyi kaybediyordu.

En kötüsü de buydu. Kendine yapılanların sorumluluğu, yine onun küçük omuzlarına bırakılmıştı ve aklını korumanın hiçbir yolu yoktu. Fırtınalar kopuyordu ve Karan, asla buna hazırlıklı olamıyordu.

Durmadan, depreme dayanıklı bir ev inşa etmeye çalışan acemi bir çocuk, onlarca depremin sonunda tuğlasını yere fırlatır ve Gaia’ya öfkeyle bakardı. Ellerini toprağa daldırıp, fay hattını tamamen kopardığını hayal ederdi.

Karan, fay hattını çıplak elleriyle tutup koparmak istiyordu.

Dünya’yı paralamak. Perperişan hale getirmek.

Kunduralarının bağcıklarını güzelce bağlayıp, saçlarını da taradıktan sonra giysi dolabından çıktı. Onu tüm bu zaman boyunca izleyen ve yardım etmeyen kötü kalpli hizmetçilere karşı bir türlü dili dönemiyor, bir şey söyleyemiyordu. Başı öne eğik, kendi odasından dışarıya çıktı. Saklanacak bir yer arayacaktı.

Eren denen kızı incelemekten vazgeçme kararı almıştı: Çünkü Eren, onunla asla konuşmuyordu ve hep kendine kötü kötü bakıyordu!

Dar, yüksek tavanlı upuzun bir koridorlarda ilerlemeye başladı. Bugün bir daha rahatsız edilecek miydi acaba? Karan, nasıl bir dürtünün tesiri altında bunu yaptığını tam olarak anlayamasa da: aklındaki o hapishanede saklanan kardeşinin anladığı bir içgüdüyle, babasının çalışma odası civarını kontrol etmeye gitti.

Babasının çalışma odasının olduğu koridora dönen kavşakta, bu içgüdünün ona getirdiği gücü kaybetmeye başlamıştı. Ama birini gördü ve geri dönemeyeceğine dair güçlü bir yasa tarafından kontrolü ele geçirildi. Küçük Eren, babasının kapısının ucundaydı.

Korkudan eli ayağı birbirine dolaşır sandı Karan, ama öyle bir şey olmadı. Tüm etleri pişmişken, sinirleri uyuşmuşken nasıl olabilirdi ki?

Koridorun hemen sonundaki dar ve uzun duvara, kocaman bir tablo asılmıştı. Küçük bir kız vardı resimde, çiçekli yaylaların tepesindeki bir kayalıkta oturuyordu. Eren o tablaya dönük, olduğu yerde kıpırdamadan bekliyordu.

Karan, Eren’e doğru yaklaştıkça çalışma odasından gelen belli belirsiz kadın seslerini daha iyi duydu. Bunların tam olarak ne sesi olduğunu anlayamıyordu, ama şimdilik ona mide bulandırıcı gelen bir içgüdü sayesinden kusası geliyordu. Eren’in de kusası geliyor muydu? Karan bu sefer konuşmaya düzgün başlamak istedi, ama fark etti ki ezelden beri hissettiğine inandığı bu kızı ne zaman görse: yüreği ağlamaya başlıyordu.

Yutkundu. “Beğendin mi?” diye sordu olabildiğince düz bir sesle. Eren, irkilerek yerinden zıpladı. Elindeki bezi yere düşürdü. Arkasını döndü ve Küçük Bey’in yüzüne baktı şaşkınca. Nedense fazla şaşırmıştı. Karan niye bu kadar şaşırdığına anlam veremedi. Ama tuhaf, o ne kadar şaşırırsa kendisi o kadar sakin kalabilecek gibi hissediyordu her geçen saniye de.

Çocuklar dayak yediklerinde, içleri yanmaya başlar, bu ateş asla sönmez. Ve yine çocuklar, kandırabilmek için kendilerini ve diğer herkesi, yüzlerindeki morluğa rağmen buz gibi bir ifade takınabilirler: Dayağa alışmış çocuklar.

İşte, az önce koridorlarca ağlayan kendisi değilmiş, artık tasasız bir yüzü vardı Küçük Bey’in. Sol gözü mosmordu ve sol yanağı kanlanmıştı.

Hafifçe tebessüm etti. Halbuki Karan, bu kambur kıza asla tebessüm etmemesi gerektiğini kendi kendine telkin ediyordu aynı anda. Ve yine aynı anda, ikisinin arasında evvelden beri var olan ve sonsuza kadar uzayacak bir bağın olduğuna da emindi.

Ancak her şeyden çok: Karan terk edileceğine emindi. Onun kaçınılmaz, tartışılmaz sonu terk edilmekti.

Tablodaki kız gibi. Karan, tablodaki kıza baktığında, yalnızca kızın bir başına olduğunu düşünebiliyordu. “İlk baktığında güzel geliyor.” Diye devam etti, koyu kahve gözlerini Eren’e çevirdikten sonra. Yüzünde yine soluk bir tebessüm belirmişti. Eren ona gülümsemedi, dürüst, donuk yüzüyle bakmayı sürdürdü. Tabloya döndü, “Bana o kızı hatırlatıyor.” Dedi birden.

Kız ilk defa onunla konuşmuştu! Karan kalbini bilinmeyen uygarlıkların, ta antik dönemlerden büyülere maruz bıraktığına iyice emin oldu kaldığı tesirin etkisiyle. “Kimi?” diye sordu incelen bir sesle.

O sırada, Gülseren’in şehvet dolu bir çığlığı daha yükseldi. Artık ne yapıyorlarsa, hızlanmışlardı. Çocuklar bir şeyleri anlamak üzereydi.

Eren, eğilip yerdeki bezi aldı ve dönüp Karan’a somurtkan bir yüzle baktı. Babası yüzünden Karan’a kızıyor gibiydi. Karan buna karşı kırgın hissetti, ama hiçbir şey söylemedi. Onun bu mazlumluğu, Eren’i vicdan azabına, oradan da yumuşamaya getiriyordu.

Karan Sezer Şahin’in farkında olmadığı şey, onun Eren’e bakmadığı zamanlarda da Eren’in ona baktığıydı. Eren, Karan’ın Küçük Prens’i andırdığını düşünüyordu. Ona göre Karan, parlıyordu. Bu malikanelere ya da hayatında tanıdığı diğer hiç kimseye benzemiyordu. Karan… çok iyiydi, bir melek gibiydi. Arkan ona ‘iyi ve güzel olan her şeyin tanımını dile getiremeden betimlemesini’ söylese, Eren, Karan’ı kolundan tutup koşarak Arkan’ın karşısına getirir-Hayır.

Karan’ı kimse görmeyecek.

Ve Arkan kim?

Eren, en son bir kırkayak gördüğünü hatırlıyordu. Evden kalan her şey, avuçlarında sıktığı bir kırkayaktı.

Eren’in günahı, bir kırkayaktı.

Öte yandan, Eren, Karan’ı yalnızca iyi ve güzel olarak tanımlamıyordu kafasında. Karan’ın şiddet gördüğünün farkındaydı. Eve polis çağırmayı denemişti beş kere. Ama sağlam bir dayak yemişti her seferinde ve anlamıştı ki: bu eve polis asla gelmeyecekti.

Eren, Karan’ın durumunu hep merak ediyordu ama yanına gidip sormaktan korkuyordu. Karan’ın ruhunda, onu üzecek çok şey birikmiş vaziyetteydi. Kendindekiler onu kambur bırakmışken…

Karan’ın gözleri, yavaşça tabloya kaydı. Derin bir nefes aldı, “Ben de hüzün hissediyorum.” Dedi ölü bir sesle. “O kıza her baktığımda, içimde bir şeyler ufalanıyor.” Bu sözlerinin ardından bilinçsizce, eli kalbinin üstüne gitti ve gömleğini göğüslüğünden kavrayıp, sıkmaya başladı.

Karan, hatırlayamadığı birileri tarafından terk edilmişti.

Bunu ne kadar inkâr etmeye çalışırsa çalışsın, Eren’i evvelden hatırladığına falan bağlamaya çalışsın durumunu ama hayır; o içten içe, terk edildiğini biliyordu ve bilecekti.

Dünya ağlamıştı, ağlamıştı ve çok ağlamıştı ama onu terk eden kişi dönüp, onu geri almamıştı!

NEDEN ONU GERİ ALMADI? NEDEN ONU TERK ETTİ? NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN NEDEN

𓆨

Hatırlıyor musunuz?

Hindistan’ın, Britanya sömürgesi altında olduğu zamanların birinde, hapishane sistemi şöyleymiş; hücreler gün ışığı alamayan, yer altına oyulmuş kayalıklardan oluşuyormuş. Her bir mahkûm kendisi için ayrılan bölümde çürürken, bir kaşıkla duvarı ovmaya başlarmış: yeni gelen mahkûmun hapishanesini hazırlamak için.

Karan’ın kafasındaki birilerinden de bahsetmiştik: Oradaki mahkumlardan biriydi ve hiç güneş ışığı alamadığı bir yerde, yanındaki oyuğu kazıyordu. Yeni birini hapsetmek için.

O kişi, kendisiydi.

Karan’ın kardeşi, birileri: öfkesi, Karan’ı tıkacağı deliği yine Karan’ın aklında oyuyordu.

Ve Karan buna engel olamadı. Olmadı.

Deliliğinin, kafasının içindeki bir noktada büyümesine izin verdi. Yüzünü iyice acıyla büzüştürüp, Eren’in kendini iyice gördüğüne emin olurken.

İçindeki bozuk bir şeylerin aktifliği o denli güçlüydü ki, Karan şimdiye kadar kendi hakkında paranoyak olmadığına emin oldu.

Ve bundan tatmin oldu.

𓆨

19 Şubat 2014

Karan, tablodaki karşılaşmalarından bu yana Eren’i asla görmemişti. Bunun için bir gayreti olmamıştı da. Kendiyle, kendi içindeki sessizlikte can bulan birileriyle vakit geçirmeye başlamıştı bunun yerine.

Tanımadığı gölgeler, yatıştırıyordu ruhunu. Sürüklendiği cehennemlerin hiçbirinden etkilenmiyor gibiydi artık. Öyle tatlı bir şeydi ki duygularını kaybetmek, kendini bunun tesiri altına tamamen bırakmak; onun gizli bir hayali bile olmuştu.

Tüm bu insanlar… Dünya… o kadar aptaldı ki… Karan düşünüyordu: …………………………………………………………..

Bir gümbürtü, ardından da ,“Ayy!” diye bebeksi bir cırlama duyduğunda, irkildi. Tüyleri diken diken oldu, bu sesin Eren’e ait olduğunu anında anlamıştı. Sandalyesini hafifçe ittirip, aşağıya atladı ve yavaş adımlarla sesin geldiği yere doğru yürümeye başladı.

Geniş, devasa uzunluktaki kütüphanenin içindelerdi. Karan, şimdiye kadar onun da burada olduğunu fark etmemişti bile. Hocasının ona verdiği kitabı bitirmeye çalışmakla meşguldü.

“Uff!” diye bir ses daha duyduğunda, yüzünde küslüğünü çalıyor diye kızdığı bir tebessüm belirdi. Kitaplıkların köşesinden hızlı hızlı adımlarla dönüp, Eren’in olduğu aralığın başucuna vardı ki donuverdi.

Eren’in dibinde Adil Vedat Şahin vardı. Küçük kız, çabuk çabuk kitapları toplarken düştüğü yerde, Adil Vedat ona hafif çatık kaşlarıyla bakıyordu. Eren’in elleri titriyordu. Karan arkasını dönüp kaçmak istedi. Hemen saklandı ve gizlice gözetlemeye başladı. Eren kitapları toparlayıp, merdivenlere tırmandı ve hepsini yerleştirmeye başladı. Merdivenlere tırmanmış olan Eren, Adil Vedat’a öncekine oranla biraz daya yakın bir boydaydı. Bacak kadar olmaktan uzundu en azından. Düzgün, alfabetik sırayı bulmaya çalışırken sürekli kafası karışıyordu. Adil Vedat’ın başucunda beklemeye devam etmesi, kafasını iyice allak bullak ediyordu.

Derken, birden Adil Vedat’ın eli havaya kalktı. Eren başını geriletip, Adil Vedat’ın elini iki eliyle ittirdi ve “Bayım, saçlarıma dokunulmasından hazzetmem.” Dedi soğuk bir sesle.

Dokuz yaşındaki bir çocuk için, sesi fazlaca soğuktu. Sesindeki soğuğu gerçek hayatta hissetse, zatürreden üç ay konuşamayacak kadar küçüktü o.

Adil Vedat hiçbir şey demedi. Eren’e memnuniyetsiz, kafası karışmış bir yüzle bakıyordu. “Beni görünce neden korktun?” diye sordu.

Karan, içinden ‘Çok normal değil mi?’ diye geçirdi ve birkaç gün önce, onun çalışma odasından duydukları sesleri anımsadı.

Eren, Adil Vedat’a bir an sakince baktı. Ardından önüne dönüp işiyle ilgilenmeye devam etti. Karan’ın şaşkınlıktan küçük dili yutulmuştu. Babasına, birinin arkasını döndüğünü hayatında ilk defa görüyordu. “Sizi birine benzettim. O geldi sandım.” Dedi.

“Kim? Yoksa gerçek baban mı?” diye geri cevap verdi Adil Vedat. Eren durdu, kaşlarını çatıp Adil Vedat’a döndü. İmayı tam olarak anlayamasa da annesi hakkında edepsiz bir şey olduğunu sezmişti. Bir cevap vermek istedi ama üslubunu bozmak doğru olmazdı herhalde, sonuçta bu adam patronlarıydı.

BİR DAKİKA!

Patron olunca her şeyi yapma hakkı mı oluyor insanın?!

Eren sinirden kıpkırmızı kalmıştı, boyun eğme fikri karşısında. Yumruklarını iyice sıktı. “Bir çocukla böyle konuşulmaz!” diye rencide etti adamı. Adil Vedat, yalnızca siniri bozulmuşçasına sırıttı. Ama bu, Karan’a babasının gülümsemesi olarak yansıdı.

Eren merdivenden aşağıya inerken tökezlese de pozundan hiçbir şeyi terk etmeyip, çabuk çabuk saçlarını geriye attı ve yerde kalan son kitabı elleri arasına alıp yükseldi. Titremesi geçmişti artık, daha cesurdu. Arkasını dönüp gidiyordu ki, elindeki kitabı tutup çekti Adil Vedat. Eren “Bayım!” demekten fazlasını diyemedi o an.

Bu kütüphane, senelerden beri var olan Şahin malikanesinin, analitik ve felsefi bilgi havuzuydu. Ancak Adil Vedat’ın rahmetine kavuşmuş eski işe İlya’nın, kütüphaneye küçük dokunuşları olmuştu birkaç sene öncesinde: Bu dokunuşlardan kastımız, kendi okuduğu romanların türünü kütüphaneye sokmak olmuştu.

Adil Vedat, bu kitapların her birine, eşinin ona hevesle olay örgülerini anlattığı günleri asla unutamadığından dolayı hakimdi.

Elindeki ‘Zombi Prens ve Balina Kraliçesi’ kitabı da buna dahil.

Bu kitapların varlığını, İlya’nın ölümünden beri ilk defa hatırladı.

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….

Katı bir yüzle, irileşmiş gözlerle ona bakan Eren’e döndü. “Yedi yaşındaki bir çocuk, böyle şeyler mi okumaya çalışıyor? Sen ne zaman keşfettin bu kitaplığı?” diye sordu kaşlarını çatıp. Eren somurttu, “Ben dokuz buçuk yaşındayım.” Dedi. Yalan söylemişti. Daha 9 yaşına gireli anca bir ay olmuştu.

“Bu kitap o yaşa da uygun değil.” Diye geri cevap verdi Adil Vedat. Eren bir an sessiz sessiz ona baktı. İşin tuhaf yanı, Adil Vedat’ta ona baktı ama hiç de sessiz durmuyordu. Kafasında bir sürü sesin peşi peşine konuştuğu çok açıktı. Eren, onda büyük bir perişanlık ve pişmanlık seziyordu. Ama ona gram üzülmüyordu. Çünkü o adam, Karan’a acı çektiriyordu.

Yüzünü ekşitti bilinçsizce. Adil Vedat, karşısındaki bebeksi veledin ona iğrenerek bakması üzerine biraz şaşırsa da bunu belli etmedi. Kızın başının sol tarafı mosmordu ve bu kitap kafasına düştü diye mi oluştu yoksa malikanedeki biri (muhtemelen Gülseren) mi ona vurdu bunu anlamaya çalışıyordu. Bu kadar çabuk moraramazdı herhalde kitap kafasına düştü diye olsaydı, bir süre kırmızı kalması gerekmez miydi?

Eren, yüzünü daha da ekşitip, kuzenlerine kötü kötü bakmak için öğrendiği ve Arkan’a da onaylattığı korkunç bakışıyla Adil Vedat’a baktı. Arkasını dönüyordu ki Adil Vedat çocuğun başının üstüne elini yerleştirerek onu durdurdu. Eren’in kafasını kendine çevirdi. “Bu küstahlık cahil cesaretinden mi kaynaklı, küçük?” diye sordu. Eren’in küstah kelimesinin anlamını bilmediğini düşünerek, sorusunu güncelleyecekti ki, Eren onun başındaki eline vurup, dişlerinin arasından, “Seni bir gün polise vereceğim.” Dedi.

Adil’in yüzü bu sefer gafil avlandı, “O niyeymiş, velet?” diye sordu ciddiye alamayarak. Eren, yüzüne tükürülesi bu herifin utanmadan nasıl sorabildiğini anlayamıyordu. Yine dişlerinin arasından konuştu. İşaret parmağını, korkusuzca Adil Vedat’ın karnına bastırıyordu. “Sen. Kötü. Birisizin-” “’Birisin’ olmasın o?-” Eren onun yüzsüzlüğü karşısında küçük bir çığlık atmak istiyordu ama her an cesareti daha çok geri çekiliyorken şansını zorlamayacaktı. “Kaan’ı dövüyorsun. O henüz küçücük bir çocuk. Benim kadar boyu var!”

Karan’ın morali bu lafa pek bir bozuldu. Geç büyüdüğünü biliyordu ama... bir kere o Eren’den üç yaş büyüktü! Birazcık daha boyu vardı işte. Üstelik… Adı Karan! Kaan değil Karan! Kız iki aydır öğrenmemişti bir türlü adını!

Adil Vedat’taki, bir çocukla konuşunca var olabilen üç miligramlık sağduyu, oğlunun korunması ile ortadan kayboldu. Bu veledi, kaybettiği eşini andırması, büyümüş de küçülmüş komik tavırları ya da talihsiz kederi bile kurtaramazdı artık: Adil’in ona gösterebileceği tüm sağduyu hakkını, Karan’ı korumak isteyerek kaybetmişti. “Bu kötü birisi olmasa neredeydin, çocuk?” diye sordu, koyu bir sesle.

Eren, bu laflar karşısında başını hafifçe öne eğdi. Bir an kara kara düşündü. Utandı, sıkıldı. En sonunda, bir şeyleri anlamış gözlerle, Adil Vedat’a döndü. Göz kapaklarını kıstı. “Güvende.”

Eren, zannettiğinden bile çoğunu söylemişti o an.

Adil Vedat cevap vermedi buna. Bir anlamı yoktu ki. Eren, kim olacaktı ki tehlikeye girecekti burada diye? Bir eşya kadar kıymetsizdi. Burada ya da başka bir evdeki bir kapatmanın küçük veledi olarak, kimsenin gözüne batmazdı. Adil Vedat, kızın kendini haddinden fazla önemsediğini düşündü.

Eren, arkasını dönüp koşarak gitti. Adil, bir süre daha o kitap aralarında durdu. İlya’nın kitaplarını görmek, sonu çok kötü bitmiş masalını anımsatmıştı ona. Yere çöküp kitaplara, absürt isimlere bakmaya başladı.

Bir zamanlar… Genç aşıklardı onlar.

İlya’nın babası, unvanlı bir Tamag askeriydi. Kızının, Adil Vedat gibi bir mafya ailesinin veliahdı ile evlenmesine karşı çıkmıştı. Adil Vedat’ın ailesi de İlya’yı istememişti. Fakat onlar yine de çok genç yaşta evlenmişlerdi ve çok mutlu olmuşlardı.

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….

Adil Vedat, yavaşça ayağa kalktı. Onun gibi bir adamın dünyasında, katı olmayan hiçbir şeyi yoktu artık: Bir kitaplık arasına çöktüğünü kimse görmemeliydi. Buraya gelme nedeni olan mektubu almak için etrafa bakındığı sırada, kenara ayırdığı ‘Zombi Prens ve Balina Kraliçesi’ kitabının alındığını gördü.

O velet kitabı dönüp, ne ara almıştı?

Eşine ait bir şeyin izinsizce, hele de o yasak koyduktan sonra alınması karşısında, haddinden fazla öfkelendi. Bir hışımla, kitaplıkların arasından çıktı. Gülseren’e, çocuğuna biraz adap öğretmesini söylemek için yol alacaktı ki kütüphanenin geniş camlarından birinin baş ucunda, koltuğun üstüne çıkmış, dürbünüyle bir yere bakınan heyecanlı Karan’ı gördü.

‘Tiksinç p..,’ diye düşünürken, ona doğru yürümeye başladı. “Benim olduğum odada senin ne işin var?” diye sordu, sert bir sesle. Karan babasının kendine seslendiğini duyunca kilitlendi. Zar zor arkasını dönüp, kendine doğru yaklaşan babasına baktı.

Adil Vedat ona tam olarak hangi mazeretle kızabileceğini düşünüyordu ki, pencereden Karan’ın neyi izlediğini gördü.

 

Eren, bahçedeki çiçeklerin başucuna oturmuştu. Onlara yalandan bir şeyi fısfıslarken, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Sanırım kendini bir çeşit prenses klibinde zannediyordu, bilinmez: onu birilerinin izlediğini bilseydi utancından üç hafta odasından çıkmayacağı kesindi yalnızca. Derken Eren, çiçeklerin arasında dolaştığı sırada, geçtiği çalıların ardında; yerde, kitabı gördü. O kitabı.

 

Karan, Adil Vedat’a fark ettirmeden, kitabı Adil’in başucundan çalabilmişti ve onu nereye bırakması gerektiğini, Eren’in neler yapacağını ayırt edebilmişti. Oğlu ilk defa zekice bir şey yapıyordu.

 

Eren etrafa bakındı. Ardından kitabı alıp, tişörtü içine sakladı ve malikanenin arka girişine koşmaya başladı.

 

Karan’ın heyecanla, kızın ona bıraktığı notu görüp görmeyeceğini düşündüğü sırada Adil Vedat, ikisinin de heyecanlı, ahmak yüzlerini düşünerek kütüphaneden sessizce çıktı.

… Karan’ın normal biri olamayacağını biliyordu. Onda açılan yaralar asla tam olarak iyileşemezdi.

Adil Vedat, Eren’in kendini haddinden fazla önemseyip önemsemediğini tekrar düşünmesi gerekebileceğini sezdi.

Artık Eren’in güvende olup olmaması, Karan’a bağlıydı.

 

Ailesinin öldüğü günden bu yana, Karan’a ne çektirirse çektirsin hırsını bir nebze alabilmiş saymazdı kendini. Çünkü Karan, birilerini sevmenin sorumluluğunu hiç üstlenememişti. İnsanın değer verdiği kişilerin bir hiç uğruna elinden alınmasına; yüreğine sonsuz bir yas düşmesine Karan asla anlam veremeyecekti: Eğer ki talih, bu iki çocuğu karşılaştırmasaydı.

Felaketin, ikisi arasında eninde sonunda gerçekleşecek bir kıyametin her daim farkındaydı ve beklemedeydi Adil Vedat Şahin. Eren’e asla dokunmadı, zarar vermedi, yalnızca oğlunun, kendi kendinin ve kızın cehennemi olacağına emin oldu.

 

Karan, dünyanın en soğuk cehennemiydi. Çünkü Eren, Karan’ı ateşten koruyunca; Adil Vedat oğlunu bir cehenneme çevirmekte buzu baz almaktan çekinmemişti.

İki çocuğun da dolaylı katilleri şüphesiz, aileleriydi.

𓆨

25 Şubat 2014

Odanın kapısı agresif bir tavırla açıldığında nefesini tuttu küçük kız. Dokuz yaşında birinin, ağlama hıçkırıklarını ne kadar içinde tutabileceğini bilmiyorsanız bir de Eren’den görün. Çıtını bile çıkarmıyordu. Odaya giren kişinin hızlı adımları, eski tip tabanlı ayakkabılarının parkelerde bir ritim tutturmasını sağlıyordu. Önce etrafta biraz dolandı durdu, halıya bastığında adımlarının sesleri yumuşadı.

Eren, gelenin odadan çabucak çıkmasını umuyordu. Tek duası, hizmetçi ablalarının onu bulmamasıydı. Eğer onu bulurlarsa… Bu sefer çok kötü döveceklerdi. Eren’in, neden cadı avına çıkılmış bir köydeki küçük cadıymışçasına saklandığını anlatalım sizlere:

 

Külkedisinin p…, o gün misafir arkadaşıyla beraber atış talimi yapan Adil Vedat Şahin’e eski bir şarap getirmekle görevlendirilmişti. Lakin, kurşun sesinin patladığını duyduğu an, hatırlayamadığı babasının intihar kurşunu sesi kafasında yankılanmış ve bir çığlık atıp, elleriyle kulaklarını kapatmıştı.

Şişe yere düşmüştü.

Adil Vedat Şahin yere düşen şişeye bakmıştı önce, bakışlarını Eren’e çevirip, ‘Gidip yenisini getirmelerini söyle velet.’ Diyecekti ki Eren’in çoktan topukladığını fark etti. Küçük kız korkudan, topuklarını vura vura kaçıyordu. Adil kıkırdadı bu durum karşısında, hem sinirlenmişti hem de Eren’in tepkileri komiğine(!) gitmişti. Biraz absürt bir çocuktu. Absürt bir kız…

Onun gibi.

Adil Vedat Şahin, Eren’den pek hazzetmediğine karar verdi. Ona iyi şeyleri hatırlatmıyordu bu velet.

Yanlarına yaklaşan bir uşağın, bacağına sıktı ikinci kurşunu da. “Boyu kadar şişeyi bir bücüre taşıtarak, beni misafirime karşı rezil ettiniz.” Dedi, gözlerindeki öfkeye zıt bir sakinlikle. O kadar sakin konuşmuştu ki, bu Yusuf Halit Peyami’yi germişti.

Adil’in sakin tavrını korumasının yanıltıcı bir görüntü olduğu aşikardı. Şaşırtıcı sakinliğinin hemen ardından, her daim birilerini fırını için kömür malzemesine çevireceği bilinirdi. Bu vahşilik, Yusuf Halit gibi zengin bir deve kuşu için, mafya aleminde yetişmişlere nazaran daha da dehşet bir gerçekti.

Adil, bir şeyler gevelerken, vurulmuş topuğu yüzünden yerinden kalkamayıp; üçüncü kez tökezleyen uşağın beceriksizliğine dayanamayıp bir daha sıktı. Güldü bu sefer: Canına kıydığı da onun gibi bir insan değilmiş, alaya alabileceği bir oyuncakmış gibi güldü. O zaman, Yusuf Halit’te güldü. Kendisinin de Adil Vedat gibi dokunulmazlığı olduğunu anımsadığı an, kendini mazlumdan üstün hissettiği an zorbalıklara zevkle güldü.

Yusuf Halit Peyami’de çoğu insan gibi adinin tekiydi.

İkisinin de kıkırdayıp, işleri ve bu uşak arasındaki ironi ile alakalı aptal bir espriye başladığı sırada, Adil’in hemen ardında Karan belirmişti. “Baba, yapma.” Demişti Karan. Bu sözleri, babasına karşı pek çok kez kullanmıştı şimdi; yalvarırcasına, ağlayarak, cenin pozisyonunda. Fakat bu sefer daha tok ve kendinden emindi. Adil duraksadı, omzunun üstünden bakışlarını, kendi gözlerinin içine bakarak konuşamayan oğluna çevirdi.

Yankılı, duyanı tetikleyecek güçteki ve cinnet eşiğindeki tınısı; Karan’la ne zaman yüz yüze gelse kendiliğinden boğazından yükseliyordu: “Ne?”

Ne olmuştu bu p..e? Erkek mi olmuştu birden?

Oğlunun koyu kahve gözleri, tüm yıldızlar söndüğünde bile gecenin sahip olamayacağı bir karanlığa boğulmuştu. Başını hafifçe öne eğdi Karan, elindeki minik silah, yumuşak yüz hatları ve fırfırlı gömleğinden bağımsızlaşmış cismi: yalnızca bir emre bürünmüştü. “Bu evde bir daha silah kullanma. Onu ağlatma. Korkutma.”

İki dakika boyunca kimseden çıt çıkmadı. Ne Karan korkudan iki büklüm oldu ne de Yusuf Halit ya da kızı Petek bir şeyler söyledi. Adil’in, geçmişinin karanlık yüzlerinden biriyle karşı karşıya kalmasına evrendeki her şey saygı göstermişti adeta: zaman, onun içi yavaşlamıştı.

Adil, o an, Karan’dan daha önce hiç nefret etmediği kadar nefret etti. O adamın gözleri, Karan’da da vardı. Kendi hanesine girip, her şeyini yok eden, onu iki kelamında dize getiren adamın gözleri… Adil, Karan hakkında asla yanılmadığına yine emin oldu. “Şeytanın p..i” diye geveledi, içinden gelen saf bir iğretiyle. Karan’ı yakasından tuttuğu gibi kendi önüne fırlattı. Yere yapışan küçüğün üstüne basıp, can çekiştire çekiştire öldürme isteğine karşı koymaya zar zor dayanıyordu. Oğluna sağlam bir tokadı geçirip, sırtından ittirdi ve en sonunda yine kapıp, öteye fırlattı. Kimse Karan’a dokunmadı. Kimse onu kaldırmadı. Orada öylece, kendine gelene kadar yattı Küçük Bey.

Bir çocuğu, cansız bir nesneye bile nedensizce gösterilmemesi gereken bir şiddet ile (boks torbasını dövmek mantıklıdır.) büyütürsen… O çocuk kendine kıymet ve değer vermeyi asla öğrenemez.

Dayak yiyen bir çocuğun en acınası yanı nedir biliyor musunuz? Etleri mosmorken, saatlerce, bu dayağı neden yediklerini anlamaya çalışırlar. Kendilerindeki pisliği keşfetme uğraşı onlarda o kadar sıradan bir alışkanlığa dönüşür ki… Sonunda ya erişkin bir pislik olurlar ya da çok güçlüdürler.

 

Eren, hala misafir odalarından birinde, hizmet asansörünün içine saklanmış bekliyordu. Odada dolaşan kişinin adım sesleri sıklaştı ve yakınlaştı. En sonunda, hizmet asansörünün önünde durdu. Hizmet asansörünün kapısını kulpundan tuttu Karan, önce yavaş yavaş, sonra birden, tamamen açtı kapağı.

Ay ışığı, geniş camdan odanın içine sızıyordu. Eren, Küçük Bey’in yüzünü çok net görürken, Küçük Bey’de Eren’in yüzünün yarısını çok net görebiliyordu. Ay ışığı Eren’in yüzünün yarısını anca aydınlatıyordu, kız hizmet asansörü içerisinde olduğundan.

Karan, Eren’in porselen cildinin ay ışığı altında nasıl da parladığına şaşırdı. Simli olup olmadığını bile düşündü bir an. Beyaz bir uzay gibiydi küçük cadı: yıldızları yakalıyordu Karan. Ama… Karan, ondan büyülendiği kadar saklamak istiyordu kızı. Hizmet asansörünün kapısını kapatmayı, kimsenin ondaki bu özelliği görmeyeceğinden emin olmayı aklından geçirdi.

Bu müdahale edici düşünceleri, travmalarından ve erişkin olarak adlandırılabilecek fikirlerin, daha o zamandan ona entegre edilmesinden kaynaklıydı.

Toplumlar, çocukların ‘sadece çocuk’ olduklarını ve onları acı ile değil de yaşlarına uygun sorumluluklarla güçlendirebileceklerini anlasaydı: Dünya denen geoit, bu denli boktan bir yer olmazdı.

Küçük Prens’in, bu sefer sağ gözü mosmordu. Onu böyle görünce, Eren’in zoraki duran gözyaşları, yanaklarından tekrar süzülmeye başladı. Çaresizliğin dibini, kendi canın ellerinden kayıp giderken değil, en sevdiğinin canı ellerinden kayıp giderken yaşardın. Eren’de bunu yavaş yavaş öğrenecekti bu malikanede. En sevdiği şey, çok yakında Karan tanımını alacaktı zira.

Durmadan, minik elleriyle gözlerindeki yaşları silip atıyordu Eren, hiçbir gözyaşının çenesine varmasına izin vermemek gayesindeydi. Karan, yavaşça ellerini ona uzatıp, kızın bileklerini tuttu ve yüzüne baktı. Eren, o bileklerini tuttuğu an, onu şiddetle ittirmeyi alışkanlık gereği aklından geçirse de asla yapmadı. Karan’a en ufak bir zararın bile dokunmasını istemiyordu. Karan’ı çok hassas görüyordu.

Yumuşak, naif bir sesle konuştu Karan: “Ben buldum seni. Söylemem kimseye, ağlama.” Dedi.

Eren, Karan’ın kendini yanlış anladığını fark etti. Karan, kızın bulunduğu için yine ağlamaya başladığını zannediyordu. Halbuki Eren, tek bir sebepten ağlıyordu şu anda. Uzunca bir süre, hayır, sonsuza dek de; içindeki bir parça hep Karan için ağlayıp duracaktı. Bu gerçeği idrak etmeyi yaşına rağmen başardı, alt dudağı büzüldü, çenesi çukurlaştı. Gözlerini kapattı, başını öne eğdi ve “B-biliyorum.” Dedi durmadan titreyen, korkak bir sesle. Hıçkırmaya da başlamıştı. “O zaman? Geçti artık, kimse aramıyor ki seni.” Diye devam etti Karan, bu Eren’i daha da çok ağlatmaya itti. Gözyaşları hızlandıkça sesi daha da kısılıyordu-ki bu, dünyanın en acı ağlamasıdır.

Küçük Bey’in cesareti kırılmıştı, onu avutamayacağını anlamıştı. “Ağlama lütfen.” Diye mırıldandı. Huzursuzlanarak: “Söylemem dedim ya.”

Kızın bileklerindeki ellerini geri çekti. Gidecekti, eğer Eren onu görüyor diye daha çok ağlıyorsa, Eren’in onu bir daha görmemesini sağlardı işte.

Fakat Eren, aniden Karan’ın sağ elini iki elinin arasına aldı. İkisinin de yaşıtlarından farklı, nasırlı ve kuru elleri vardı. Gözleri birbirlerine değdiğinde, ikisinin de bunu anında fark ettiğini anladılar. Avuç içlerindeki çizgiler birdi.

Eren derin bir nefes alıp konuşmaya çalıştığında, durmadan ıkınıp hıçkırdı. “Daha fazla silah sesi duymayacaksın, babama yapmamasını söyledim.” Diyerek Eren’i sakinleştirmeye çalıştı Karan. Eren, bu sözler üzerine Karan’ın bugün yediği dayağın kendisi yüzünden olduğunu anladı. “Hayır!” diye haykırdı birden, tüm gücüyle. Küçük Bey şaşırdı, ne tepki vereceğini bilemedi bu aniden yükselmeye. Eren’in yüzü üzüntüyle gittikçe büzüştü, böylesine bir acının çizgileri, öylesine küçük bir yüze nasıl sığıyordu Karan hiç anlamadı. Eren, çektiği acılardan bir hal olmuş çocuk kalbinin üstüne bastırdı Karan’ın elini. Tıpkı Karan’ın, tablonun karşısında yüreğini kavradığı an gibi. Diline dökülemeyeni ifade etti böylece. Demek istemişti ki: Senin kalbin ne kadar acıyorsa, bak benimki de o kadar acıyor.

Yüksek desibelden gittikçe kısılan bir sesle, “B-ben-ben babanızdan nefret ediyorum!” dedi hıçkırarak. Karan, bunun bir şeyi değiştirmeyeceğini ima edecek kadar uzun bir an sesini çıkaramadı. Koyu kahve gözler, ıslandıkça parladılar. Gözlerini camdan dışarıya çevirdi kaçınarak. Hayal kırıklığının yumuşattığı sesiyle, “Belki bundan sonra silah sesi duymazsın ama.” Dedi.

Eren başını kaldırıp ona baktı. Derin bir nefes alıp, kaşlarını çattı. Titrek, gittikçe bebekleşen ama oldukça hararetli bir tavırda: “Duymasam ne olacak! Seni sürekli dövüyor, kızıyor, kırıyor. Hep dalgınsın! Hep mutsuzsun! O kötü birisi olduğu sana bunları yapıyor! Duydum! Sana hak ettiğini söylüyor! O manyak, hasta, pis bir adam pis! Keşke seni hiç özlemese.” Diye kızdı.

Son sözünde gözleri dolmuştu tekrardan, kendi babasını hatırlamıştı. Keşke… keşke…

Ah, şu hatırlayamadıkları!

Küçük Bey’i tanımak, kısacık ömründeki acılar arasında her zaman tazeliğini koruyacak olan, en geçmez yarası olacaktı mavi gözlü cadının.

Eren, dünyadaki en zavallı çocuk olmadığını biliyordu, ama Küçük Bey’i tanıyana kadar tanıdığı en zavallı çocuktu.

Karan, Eren’den kendine çok çok çok üzülme şansını almıştı. Eren artık kendine yalnızca çok çok üzülebilirdi, çok çok çok üzüleceği kişi Karan’dı.

Karan, belli belirsiz, şaşkın bir ifadeyle bakıyordu Eren’e. Eren’in, onun yediği dayaklar yüzünden bu kadar kızgın olmasını, kendi için bu kadar üzülmesini ve sinirlenmesini anlayamıyordu. Daha önce kendi hakkını savunan kimseyi görmemişti.

Titredi, dudaklarını birbirine bastırdı. Eren’de gözlerini ondan kaçırıp, Karan’ın sağ elini çocuk kalbine bastırmayı kesti ve başını öne eğdi. O da, Karan’ın kendine kızdığını düşünmüştü. Sonuçta Adil Vedat, Karan’ın babasıydı ve Eren, Karan’a babasının tam bir pislik olduğunu söyleyerek ayıp etmiş olabilirdi.

Sonuçta Eren, annesinin bu malikanede ne olduğunu bilmesine rağmen, yine de ona laf eden cadalozlara karşı kıyamet koparıyorsa; Karan’da babası için aynı şeyi yapacak olmalıydı.

Bir dakikadan biraz uzunca bir süre boyunca, Eren’in hıçkırık sesleri hariç hiçbir ses duyulmadı. Karan, ağlamamak için kendini o kadar kasıyordu ki tıkanmıştı. En sonunda, Eren’i avutmanın kendinden daha önemli olduğunu hissetti: bu da çocuğu bir adım daha büyüttü. Derin bir nefes alıp, kendini toparladı Küçük Bey. Sonra, çok yavaşça kollarını iki yana açtı. “Gel.” Dedi. Sarılmak istiyordu. Eren, ona anlamayarak baktı. Karan, kendini “Gel,” diye tekrar yenilediğinde, Eren onun gözlerindeki ıslaklığın, nasıl da parladığını gördü ay ışığında. Ağlamamak için kendini ne de zor tutuyordu Karan.

Kollarını ona uzattı o da. Daha önce hiçbirine sarılamadıklarından, beceriksizce, yavaş yavaş hareket ettiler başta ürkerek. Sonra sımsıkı sarıldılar. İkisi içinde, yalnızca birbirlerinde buldukları bir tanıdıklık hissiyatı söz konusuydu. Karan, okyanus esintisi gibi kokuyordu ve Eren buna yabancı değildi. Karan ise, Eren’i ezelden beri tanıdığına emindi.

Önceki hayatta biliyorlardı birbirlerini sanki. İnandılar buna.

Karan bilmiyordu ancak: O, Eren’e şefkatle sarılan ilk kişiydi.

Eren, Karan’ın asla kanamamasını istemişti o gece, Karan’da Eren’in bir daha silah sesi duymamasını.

İlk Eren konuştu. “Kaçalım!” dedi çabucak. “Bu orman, benim ormanım gibi değil! Daha güvenli! Ormanda yaşayabiliriz! Ben sana bakarım!” dedi, hizmet asansöründen aşağıya atlarken. Karan şaşırdı buna, evet demeyi çok istedi ama dili dönemedi. Daha önce evden ayrılmayı hiç denememişti. “Yetimhaneye beni almazlar ki.” Dedi üzülerek, Eren, “Ormana kaçalım diyorum ya!” diye diretti. Karan, bunun mümkün olmadığını içsel bir zihinle biliyordu. Ama Eren’e bunu itiraf etmek istemedi. Yalnızca çok yorgun olduğunu söyledi.

Eren buna anlayış gösterdi, ama eğer karanlıktan korktuğu için yalan söylediyse, korkmasına gerek olmadığını da dile getirdi.

Bir süre sonra, el ele tutuşarak misafir odasından ayrıldılar. Gülseren’in şaplağından kaçmak gerekliydi, o yüzden Eren bugün kendi odasında kalmayacaktı. Birlikte Karan’ın odasına gittiler. Giysi dolabına girdiklerinde, burasının ikinci bir oda büyüklüğünde olduğunu düşünen Eren, “Çok mu zenginsiniz?” Diye sordu. Karan duraksadı, ona dönüp baktı ve ellerini cebine sokup, ceplerini dışarıya çıkardı. “Benim hiç param yok ki.” Dedi masumca. Eren buna çok üzüldü, demek Adil Vedat oğlana para da vermiyordu: “Bende yirmi iki kuruş var, üzülme. Yarısını sana veririm.” Dedi. Malikaneye geldiğinden beri biraz para biriktirebilmişti, bu konuda kendiyle gurur duyuyordu.

Karan utandı bundan, kendisinin de para bulması gerektiğini düşündü. Bundan sonra harçlık isteyecekti.

Eren’e pijama vermek gerektiğini düşündüğünden onu getirmişti giysi dolabına ama, hevesle, küçüklüğünden kalan şeyleri biriktirdiği sandığı açtı birden. Daha önce bunu kimseye gösterememişti çünkü kimse Karan’ın bebeklik sandığına bakmakla ilgilenmemişti.

Ancak Eren bundan çok keyif aldı. Her şeye dokundu. Hepsinin çok küçük olduğunu söyledi ve bir bereyi Karan’ın başına sıkıştırmaya çalıştı. Gülüşüp, oynadılar orada. En sonunda Eren, “Daha küçük yok mu?” diye sordu. “Ya da fotoğraf?”

Karan ona anlamayarak baktı, “Küçükler işte?” diye karşılık verdi. Eren başını iki yana salladı, “Bak şimdi, en küçük tulumunun etiketin de ne yazıyor?” diye açıklamaya başladı. Karan anlamayarak, “Etiketli kıyafet?” diye mırıldandı. Öyle şeyleri halk giymiyor muydu ya? Yine de Eren’in ona gösterdiği yere doğru, başını eğip bakındı. ‘3-4 Yaş’ yazıyordu en küçük kıyafetinde. Eren, “En küçük kıyafetin, neden 3 yaşa ait?” diye sordu. Yanakları kızardı Karan’ın, “Çünkü, sandığı ben kendim tutmaya başlamıştım. Benden önce kimse saklamadaki eşyalarımı.” Dedi. Sevimsizliğinden utandı.

Eren sandığın içine tekrar bakındı. Doğrusu, Karan’a tek bir oyuncak bile alınmamış olunduğunu önceden fark etmişti. Koskoca malikanede, küçük bir oğlan çocuğu olmasına rağmen hiç oyuncak yoktu. Anca Karan’ın kendi kendine yaptıkları vardı ki-Karan, el işi konusunda berbattı.

Ona, kendisinin nasıl oyuncak yapıldığını öğretmesi gerekeceğini düşündü.

“Hayır,” diye mırıldandı birkaç saniyeye, “Üç yaşındayken sandık tutmaya başlamış olamazsın. Tüm bunları ne zaman topladın?” diye sordu şüpheyle. Karan ona yedi yaşındayken, eşyalarını çöpe atacakları zaman, kaçırmaya başladığını anlattı. Eren, bu konu üstünde fazlaca durarak Karan’ı üzmek istemediği için konunun üstünü kapattı. Karan ona on yaşındayken giydiği, en sevdiği pijamasını verdi. Sırayla pijamalarını giydiler. Uyuma vakti gelmişti, ama ikisi de o denli heyecanlıydı ki bir türlü uyuyakalmıyorlardı.

Ebelemece oynamaya başladılar, sonra yastık savaşına geçtiler ve en sonunda bir çadır kurdular. Çadırın içinde korku hikayeleri anlattılar birbirlerine. Akıllarına gelen ve hevesleri olan her oyunu ilk kez, birlikte oynadılar. En sonunda, sabaha karşın bir satranç maçına giriştikleri sırada uyuyakaldılar. Yerde, üşütmemek için halının üstüne serilmiş yorganda, satranç tahtasının karşı karşıya taraflarında yüz üstü yerde uyumuşlardı ve bu hayatları boyunca çektikleri en huzurlu uyku olmuştu. Neredeyse aynı anda uyuyakalmışlardı.

Uyumadan önce konuştukları son şey, Eren’in ‘Zombi Prens ve Balina Kraliçesi’ kitabında uygunsuz bir şey görüp korktuğu olmuştu. Karan, ona ne gördüğünü anlatmasını istemedi. Çünkü Eren’in anlatmayacağını biliyordu.

Ertesi gün, gece yarısında, Karan gizlice İlya’nın -annesinin- kitaplarını gömdü. Annesinin mezarı belledi bunu kafasında. Annesine bir mezar inşa ettikçe, ondan neden nefret ettiğine daha da emin bir kızgınlık hissediyordu içinde. Eğer ki annesi… böyle bir adamla evlenmeseydi…

Annesi böyle bir adamla evlenmeseydi, ölmeye muhtaç bir çocuk doğmayacaktı. Annesi böyle bir adamla evlenmeseydi, ölmeye muhtaç bir çocuk doğmayacaktı. Annesi böyle bir adamla evlenmeseydi, ölmeye muhtaç bir çocuk doğmayacaktı. Annesi böyle bir adamla evlenmeseydi, ölmeye muhtaç bir çocuk doğmayacaktı. Annesi böyle bir adamla evlenmeseydi, ölmeye muhtaç bir çocuk doğmayacaktı. Annesi böyle bir adamla evlenmeseydi, ölmeye muhtaç bir çocuk doğmayacaktı. Annesi böyle bir adamla evlenmeseydi, ölmeye muhtaç bir çocuk doğmayacaktı. Annesi böyle bir adamla evlenmeseydi, ölmeye muhtaç bir çocuk doğmayacaktı. Annesi böyle bir adamla evlenmeseydi, ölmeye muhtaç bir çocuk doğmayacaktı. Annesi böyle bir adamla evlenmeseydi, ölmeye muhtaç bir çocuk doğmayacaktı.

Onun. yüzünden. Karan. her. bir. zerresinden. tiksindirilmişti.

Karan Sezer Şahin, canavarların ona neler yaptığını annesine anlatmaya tenezzül bile edilmemesi gerektiğini hissetti.

Eren onu seviyordu. Demek ki sevilebilesi bir şeydi. YOKSA DÜNYANIN EN GÜZEL KIZI NİYE ONU SEVSİNDİ Kİ?!

Sabaha kadar bitirdi işini. Tüm kitapları gömmüştü.

Son toprağı da döktükten sonra öylece dikili durdu başında. “Teşekkürler, anne,” dedi tiksintinin aktığı bir sesle. Kafasındaki yer altı hapishanesinde, kendi için bir kaya hapishanesi ovan birileri, durmuş, pür dikkat Karan’ı dinliyordu.

“Beni, seni öldürme zahmetinden kurtardın. Yakında babamı da senin yanına göndereceğim. Her şey çok güzel olacak. Diğerleri… Diğerleri de ölecek. Eren asla bilmeyecek. Benim ne kadar lanetli, pis bir şey olduğumu. İzin vermeyeceğim buna.

Beni asla terk etmeyecek.

Sen… sizlere rağmen…”

Karan, ne yaparsa hırsını alabileceğini bilmiyordu. Yaşamak zorunda bırakıldığı hiçbir şeyi unutamıyordu, kafasında sürekli ama sürekli birtakım sesler canlanıp duruyordu.

Annesinin mezarı bellediği yere, İlya’nın romantik kitaplarının üstüne işedi Karan. Bir gün, buraya bir tuvalet inşa ettirmeye karar verdi: böylece herkes İlya’nın üstüne dışkısını boşaltıyormuş gibi hissedebilecekti.

Tarifsiz bir mutluluk.

Karan artık daha da öfkeliydi. Çünkü Eren ona daha da öfkelenebilme hakkı olduğunu hissettiren bir unsur olmuştu. İstese de, istemese de.

Yaklaşık iki ay sonra, Adil Vedat, biricik merhum eşinin romantik komedi kitaplarının akıbetini öğrendi.

Karan, babasının nasıl kahrolup parçalandığına baktıkça, bundan büyük bir zevk aldığını hissetti. Babasına, kitapların yerini hatırlamadığına dair yeminler etti. Ne kadar canını yakarsa yaksın Adil Vedat, ona asla söylemedi İlya’nın kitaplarının yerini.

𓆨

26 Şubat 2014

Yazları bile uzun kollu giyen insanlar vardır. Bu insanların bir kesimi, pekâlâ, uzun kolluyu tercih etmelerinden dolayı giyiyor olabilir. Lakin bir kesiminin tek amacı kollarındaki yaraları örtmektir, 35 derece ısıda bile uzun kollu giyerken. Karan Sezer Şahin, ilerleyen yaşlarında her yaz gördüğü uzun kollu insanlara ikinci kere bakıp durmuştu: Kollarında bir iz var mı diye merak ettiğinden. Her bir gözüne takılan insanda ise, 26 Şubat gününde gördüğü, o kol aklından geçip giderdi: Eren’in sol kolu.

 

Bugün, Karan erkenden uyanmış ve babasının çalışma odasına gitmişti. Adil Vedat, oğlunun kendi yanına gelmesine fazlaca şaşırmıştı. Öyle ki Karan’ın kendi isteğiyle onun ayağına gelmesinin arkasında hangi sebep var merak etmişti. Karan, ona istediği şeyi anlatmıştı: İstediği şey, Eren’in tedavi olmasıydı. Karşılılığında ne verebileceğini ise hiç bilmiyordu ama elinden geleni yapacağına söz vermişti.

Adil Vedat, Karan’ın kendi başına gelenleri hissedebilmesi için, önce bir şeyi çok sevmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu yüzden, kabul etti bu durumu. Karan ve Eren birlikte kahvaltı yapıp, oyun oynadılar. Karan ona kendine gösterilen dersleri gösterdi, Eren geometri ödevini yapamadığı için onunla dalga geçtiğinde biraz bozuldu. Ona tarih bilgisi ile hava atmaya çalıştığında, Eren gazetelerden bildikleriyle ona geri cevap vermeye çalıştı. En sonunda bundan sıkıldılar ve yine ebelemece oynamaya başladılar. Kitaplardan kocamadan bir kale inşa edebileceklerini varsayıp, bir inşaat taslağı çizmeye başladılar. Saat tam öğlene geldiğinde Karan, kalemini bıraktı ve koltuktan kalktı. Eren’den onunla gelmesini rica etti. Birlikte muayene odasına gittiler. Karan, Eren’in yanına sedyeye oturup ona her şeyi güzelce anlattığında Eren, onu reddetti. Gitmek için sedyeden aşağıya atlayıp, ona bir daha asla kendine karışmaması hakkında bağırdı.

Karan elini tutup, “Ama lütfen-” dediği sırada, Eren çığlığı basıp, Karan’ı ittirdi ve “HAŞERE!” diye çığlığı bastı. Yere düşen Karan, utancından yere çivilendiğini hissetti. Başını kaldırıp da Eren’in gözlerine bakmak istemedi. Yanakları kıpkırmızı olmuştu. Daha önce hiç kırılmadığı kadar kırılmıştı kalbi. Gözleri doldu. … Ne diyebilirdi ki?

O sessiz kalmış, başını öne eğmişken, Eren de yerine çivilenmiş, öylece bekliyordu. Kaçıp gitmeyi çok istiyordu ama bunu yaparsa Karan’ı daha da fazla hayal kırıklığına uğratacaktı. Ağlamadı, çünkü buna hakkı yoktu. Yalnızca ama yalnızca, onun için ne yapabileceğini düşündü. Ve Eren, ilk -ne yazık ki, aynı zamanda son değil- kez Karan’ı mutlu etmek için istemediği bir şey yaptı: Sessizce sedyeye geri döndü. Oturdu. Üstündeki yeşil fırfırlı gömleği -Karan ona on yaşındayken giydiği takımlarını vermişti, Eren malikanedeki ikinci bir Küçük Bey gibi gözüküyordu- çıkardı ve atletiyle beklemeye başladı. Doktor, Eren’in gömleği çıkardığı an, sol kolunda izi anında fark etti ve “Ne zaman oldu bu?” diye sordu soğukkanlı bir sesle, küçük kızın karşısına geçip.

Karan düştüğü yerden kalkmıştı, gözleri bir noktaya odaklanmış, dalgın dalgın duruyordu. Doktorun konuştuğunu duyunca, Eren’in sedyeye geri döndüğünü anca anladı. Gördü. Eren’i öyle gördü ki, dünyanın en sıcak volkanının içine düşseydi; canının bu denli acımayacağına yemin edebileceği bir acıda kavruldu.

Çaresizliği kendi yediğin dayaklarda değil de, en sevdiğinin yediği dayaklarda öğreniyordu insan.

Eren sol kolundaki deri bozulmuştu. Rengi kararmış, derisi sertleşmişti.

Eren dalgın, ifadesiz gözlerle Doktor’a bakıyor, onunla konuşuyordu. Dönüp de Karan’ın yüzüne asla bakmadı. Karan’ın odadan çıkmasını istediği gayet açıktı aslında ama Karan, Doktor ona çıkması gerektiğini söyleyene kadar odadan ayrılmamıştı.

 

Odadan kovulduğu an sessizce çıkıp, koşarak babasına gitmişti ve Adil Vedat’a yalvarmıştı. Bunu düzeltmesi için. Adil Vedat, ona hiçbir şey söylemedi. Aklından ne geçtiği belirsizdi ama Karan bunu umursamıyordu bile. Yalnızca Eren’in acılarının geçmesini istiyordu. O izlerin geçmesini. Morlukların, kemik eğrilerinin, kamburluğun ve topallamanın… hepsinin geçmesi için, Karan her şeyi yapabileceğini hissediyordu.

Akşama doğru, Doktor ve Adil Vedat sonuçlar hakkında konuşmak için bir araya geldiler. Karan bu anı kaçırmamak için babasının kapısı önünde beklemişti. Doktor’a Eren’i sorduğunda Doktor, kızın muayene odasında uyuduğunu söylemişti. Ardından kapıyı tıklatıp, izni aldığında çalışma odasına girmişti. Karan da aradan sıvışıp içeriye girdiğinde, babası onu kovmadı.

Karan kapının eşiğinde dikilip konuşulanları dinlemeye başladı.

Kemik eğrilikleri, kas zayıflıkları, kamburluğu, topallaması, hafıza sorunları ve kafasındaki yamulmalar ile ilgili pek çok şey anlattı Doktor. Karan, bu konuşmanın çabucak bitmesi ve gidip Eren’e sarılmayı çok istedi. Adil Vedat ise, kalpsizce “Nasıl hayatta? Konuşabiliyor?” diye bir soru yöneltti. Bunun üstüne, hedefini belirlemiş bir şahinin keskinliğiyle, Karan’ın bakışları Adil Vedat’a döndü.

Kendisine yaptıkları sonucu, onun da konuşabilmeye devam etmesini mucizevi buluyor muydu acaba Adil Vedat?

“Biri onunla ilgilenmişte ondan.” Diye açıklamada bulundu Doktor, gizemli bir sesle. Bu gizem tınısını yakalayan baba-oğul yine Doktor’a baktılar.

“Çocuğa birisi ilaç vermiş, kolundaki yanıkla ilgilenmiş… Öyle ki, uzun bir tedavi sonucu, küçüğü iyileştirebiliriz. Kamburluktan, zayıf kemiklerden kurtarabiliriz. Beyninden ki hasarla ilgili daha nörolojik bir çalışma gerekli ki-bu konuda size ne yazık ki yeteri kadar yardımcı olamam. Psikiyatrist ve genel cerrah desteğine ihtiyacınız var.”

Adil Vedat bir süre düşündü, sonra, “Hafıza sorunları?” diye sordu. Doktor derin bir nefes aldı, “Uzunca bir süre şiddet gördüğü belli, ona bunun yapanın kim olduğunu sorduğumda, bana öyle bir şey olmadığını söyledi her defasında. Teker teker yaralarını sorduğumda ise, her biri hakkında hatırlamadığını söyledi.” Dedi. Karan’da bazen ona yapılanları yapanların adlarını karıştırıyordu. Öyle bir şey miydi acaba?

“Kafasına çok fazla darbe aldıysa, zekâ geriliği yaşar mı?” diye devam etti Adil Vedat. Doktor bir süre sessiz kaldı, “Ona sormadığım halde bana kendinden baya bahsetti. Daha doğrusu kendi övdü.” Diye konuşmaya başladı. Adil Vedat hafifçe tebessüm etti bilinçsizce, sonra yüzüne yine sert bir ifade oturttu. “Anlattıkları gerçekse, oldukça zeki bir çocuk olduğunu söyleyebilirim. Küçük Bey gibi özel olabilir, incelemek gerek. Ama… iyi bir tedavi görmezse, onu şu anki yaşam koşullarında saklarsanız çökecektir.”

Karan, Doktor’un son sözleri üzerine umut dolu ve yalvaran gözlerle babasına bakmaya başladı. Ne isterse yapardı. Ne isterse ne isterse ne isterse. Sonsuza dek alırdı burada.

Doktor, derin bir nefes aldı, “Efendim,” diye mırıldandı çekinerek. Adil izin vermeden ağzını açtığı için gerilmişti. Adil Vedat’ın bakışları ona döndü. Herhangi bir şey söylemese de Doktor iznin verildiğini anladı. Gergin bir sesle, konuşmaya başladı: “Çocuk, oldukça fakir bir mahallede, neredeyse kendi kendine yetişmiş. Ancak onu, bu kötü yaşam koşullarında bile hayatta ve -yaşadıklarına göre- sağlam tutan ilaçlara erişebilmiş. Bu ilaçların, ucuz şeyler olmadığı, her yerde bulunamayacak cinsten olduğu çok açık.”

Doktor, Eren’in ona bahsettiği ilaçlar hakkında kısaca bilgi verdi. Pek çok sıfırı olan fiyattaki merhemlerden bahsetti. Karan, Adil’in ne düşündüğünü anlamak için onun yüzüne baktı durdu şüpheyle. Babası sadece kaşlarını yukarıya doğru kavis etti bir an ve alt dudağını belli belirsiz büzdü. Doktor sustuğunda da, “Ona bunu yapanın, zengin bir insan olduğunu mu düşünüyorsun?” diye sordu. Doktor böyle bir şey kastetmediğini iddia etti. Adil, bunun üstünde çok durmadı, onun yerine “Çocuğa başka bir şey de yapmışlar mı peki?” diye sordu. Bu soruyu sorarken, bir anlığına bir insanmış gibi sinirlenmişti. Karan ne dendiğini anladı. Midesi bulanmaya başladı. Rengi yeşile dönüyordu. Acıyordu.

Doktor, Karan’ın yüzüne bakamayarak, “Hayır,” diye mırıldandı. Öksürdü. “Yok.” Dedi daha güçlü bir sesle. Adil başka hiçbir şey sormadı. Doktor’a çıkabileceğini söyledi. Doktor çıkarken Karan, babasının karşısına yürümeye başladı. Bacaklarındaki tüm güç çekiliyordu. Tir tir titremeye başlamıştı.

Adil Vedat, Karan’a sert gözlerle baktıktan sonra, onu umursamıyormuşçasına evraklarını okumaya başladı. En sonunda Karan, “B-babacığım,” diye söze girdi. “B-bana yardım edecek misiniz?”

Adil Vedat iki dakika boyunca evrakını okumaya devam etti, sayfayı bitirdiğinde, kafasına bir şeyleri not etti ve Karan’a döndü. Onun bembeyaz olmuş kireç yüzüne baktı tiksinerek. “Sana asla yardım etmem.”

Karan’ın yüzü titredi bu cevap karşısında. Kırılıyordu işte. Üzülüyordu. Babası onun ailesi değil miydi?

Evet onu öldürmeyi düşünüyordu ama… Ama babacığım, ama babacığım…

“E-eren’e yardım edemez misin?” diye sordu. “Ne istersen yaparım. Daha fazlasını yaparım.”

“Sen, benim istediğim herhangi bir şeyi şu yaşına kadar bir kere bile yapamadın Karan.” Diyerek rencide etti onu Adil Vedat. Ona her baktığında, ne denli zayıf bir adam olduğunu hatırlardı, Karan’a duyduğu nefret, hayatında katlanabildiği tek şeydi aslında.

Karan başını iki yana salladı, yere diz çöktü ve “Yapacağım,” diye mırıldandı. “Babacığım, ne istersen yapacağım. Hatta daha fazlasını yapacağım”

Adil Vedat göz kapaklarını kıstı, ona şüpheyle göz gezdirdi. Karan, umutla, “Eren’e yardım edecek misin?” diye, yine sordu. Dürüst oldu Adil; çünkü ona göre aynen öyle olacaktı: “Eninde sonunda senin ne kadar pis, kirli bir şey olduğunu anlayıp seni terk edecek bir kıza, yardım etmemi mi istiyorsun sahiden?”

Karan donakaldı. “Mahvolmuş durumda olması senin için daha iyi değil mi Karan? Böylece, seni asla terk etmez. Yavru kedileri gömeceğine, onu gömersin yakında. Hm, Karan? Ölmesi daha iyi değil mi-”

Karan’ın yüzündeki ifade, babasını ilk defa susmaya zorladı.

Boştu. Sonsuz bir boşluktu. Karan, bomboştu. Evreni kendi dilediği yola bükecek bir gerçeklik yanılgısına o denli sahipti ki, ölümsüzdü. Karan, ölümsüzdü ve hiçbir doktor bunu tedavi edemezdi. Karan başını iki yana salladı yavaşça, yüzündeki hiçbir çizgide birazcık bile kırışma yoktu-konuştuğu anda. “O kediler zaten ölmüştü.” Dedi donuk, ruhsuz bir sesle. Adil Vedat buna asla inanmıyordu, bundan üç yıl önce, oğlunu gecenin bir yarısı yavru kedileri gömerken yakaladığı sırada; o kedilerden birinin hala miyavladığına emindi.

Başı, sağa düştü oğlunun, sanki boynu kırılmış gibi. Göz sağa kaydı, şahin bakışları kısıldı. “Öyle bir şey olmayacak.” Diye geveledi. “Ben onun tüm dünyası olacağım. Neticede o, benim için doğdu.”

Şeytan, ensesinin arkasında belirdi çocuğun. Kıskaçlı tırnaklarını Karan’ın yanaklarına bastırdı. Geriye çekti Karan’ın dudaklarını. Kocaman bir sırıtış peyda oldu Küçük Prens’in yüzünde. Sömürge hapishanelerinin dibindeki bir oyuk hapsinde yaşayan kardeşi, Karan’ın yerini ilk defa tam olarak alabildi. “Tıpkı senin tüm dünyan olduğum gibi.”

Karısının ve çocuklarının ölümünün ardından, elinde kalan tek şey Karan’dı. Adil Vedat’ın tüm dünyası bir adamın iki kelamıyla yok edilmiş; ardından eline tohum niyetine Karan bırakılmıştı. Adil, geride bırakamadığı, kimseye anlatamadığı geçmişinden tek bir hatıra olarak yalnızca Karan’ı miras alabilmişti.

Kısacası: Karan’ın sözleri doğruydu, Karan onun tüm dünyasıydı. Tüm hazırlığıydı.

Ve oğlu, bilinçaltının derinliklerde, Adil Vedat’tan çok daha önce fark etmişti bunu.

Adil, zapt edilemez bir deliliği uyandırdığını, çarpık inançlarla kafayı bozan bir oğula sahip olduğunu anladığında: kim bilir, belki de kaçınılmaz sona bu sefer boyun eğmek istediğinden, kendini memnun hissetti.

Karan’a dışarı çıkmasını söyledi. Karan, sanki babası ona yardım edeceğinin sözünü vermiş gibi bir rahatlıkla, “Peki.” Dedi ve diz çöktüğü yerden, hiçbir gocunma hissetmeden ayaklandı. Dışarıya çıkmadan önce, kılık kıyafetini düzeltmeye başladı. Saçlarını sağdan ikiye ayırdı. Parmaklarıyla tararken, boştaki eliyle kapıyı açıp dışarıya çıktı.

Gözlerini kırpıp açtı, kırpıp açtı. Duvarlar gittikçe aydınlandıkça, yüzüne kan ve renk, bir insanı insan yapan değerlerin simgeleri tekrar oturuyordu. Kardeşi -birileri- mahzene indi yine. Ait olduğu yere.

Muayene odasına gelmişti. Kapıyı yavaşça açtı. Geniş cam hafif aralıktı ve odanın içi buz kesmişti. İçeriye girip, sedyenin karşısına kadar yürüdü. Mehtap ardında kalmıştı Eren’in, bu sefer çehresi tamamen karanlık bir gölgedeydi. ‘Güzel,’ diye düşündü Karan. Böylesi daha iyiydi.

Kendi için yaratılana baktı. Bu doğru bir fikir miydi? Öyle olmalı. Öyle olmalı. Sonuçta, kendi de onun için yaratılmıştı. “Aile,” diye mırıldandı. İşte, Karan kendini bildi bileli aradığı yuvayı, mavi gözlü bir cadı diye tanımlamıştı sonunda.

Bir adım yaklaştı sedyeye. Üstüne bırakılan örtü, küçük kızın omuzlarından düşüyordu. Tam örtecekti ki Eren gözlerini açtı. O keskin mavi oklar, yine buldu Karan’ın gözbebeklerini. Sessizce birbirlerine baktılar. En sonunda Eren, “Kaçalım mı?” diye sordu. Karan başını iki yana salladı, soğuk bir sesle, “Neden sadece geceleri soruyorsun?” diye sordu. Eren’in ona cevap veremeyeceğine emindi, ama dokuz yaşındaki biri için fazlaca net bir geri cevap aldı kızdan: “Çünkü sabahları başka umutlarım oluyor, ama geceye hep aynı gerçekler kalıyor.”

Karan, yavaşça, başını onu onaylayarak salladı. Eren, ona “Biz aile miyiz?” diye sordu bu sefer. O an öksürdü. Burada uyuduğu saatlerde, uyurken üstünü açtığından soğuk kapmıştı. Karan, Eren’in bunu sorması üzerine az önce uyumadığını, onun ‘Aile’ diye gevelediğini yakaladığını anladı.

Başını yine yavaşça, onu onaylayarak salladı. Camı kapatmaya gitti, camı kapatırken, doktorun bu camı böyle bırakması yüzünden ölmesi gerektiğini düşündü. Bundan sorgusuz sualsiz emindi. Yine de Eren’in bu fikrinden hoşlanmayacağını tahmin ettiğinden, bu düşünceyi hemen kafasının içindeki hapishanenin dibine gönderdi.

Arkasını dönüp tekrar Eren’e yaklaştı. Eren sessizdi, ona ışıldayan gözlerle bakıyordu. Yüzünün her bir yanı kıpkırmızıydı, gözleri yaşlıydı. Hasta olacağı aşikardı. Karan, Doktor’un tekerlekli sandalyesini Eren’in sedyesinin yanına taşıdı. “Buna bin. Seni odaya getirelim.” Dedi. Eren cevap vermedi, sessizce, anlamaya çalışarak Karan’a bakıyordu. Artık hayatları hep birlikte mi geçecekti? Karan… niye bu kadar donuktu? Onda bir terslik olduğunu sezdi. “Bana kızdın mı?” diye sordu.

Karan hiçbir şey söylemedi. Örtüyü, Eren’in üstüne örttü ve sandalyeye oturdu. “Asla.” Dedi. Bir cesaret, Eren sedyeden sarkan elini avuçladı ve öptü, alnına yasladı parmaklarını. “Daha önce hiç ailem olmadı, birini nasıl koruruz onu düşünüyorum.” Dedi.

“Ben, seni koruyacağım.” Diye geri cevap verdi Eren. Karan, ilk defa Eren’e sinir oldu. Çünkü Eren onu koruyamazdı ve bunun bilincinde olup, aptal aptal konuşmamalıydı Karan’a göre. Tebessüm etti, “Beni terk etmemen yeter.” Dedi. Uyku, kan çanağı tutmuş gözlerine vuruyordu Eren’in. “Etmem.” Dedi. “Seni burada bırakıp hiçbir yere gitmem.”

Eren, bu sözlerin kıymetini biliyordu. Güvenerek söylüyordu.

Bir gül uğruna büyüyen Küçük Prens, ona kıyamaz diye düşünüyordu.

Karan, sağ elini Eren’in alnına yerleştirdi. “Ateşin var, uyu.” Dedi. “Uyandığında mutlu olacaksın.”

𓆨

9 Ocak 2018

Kibrit yakmaya çalıştılar. Hepsi. Hepsi kibritler yakmaya çalışıyorlardı.

Kibritin başına sarılmış potasyum klorat, kibrit kutusunun kenarlarını dolduran kırmızı fosfora sürtünüyordu ama asla ama asla, kor tutmuyordu.

Yalın ayak, mavi gözlü küçük cadılar, ağaçların arasında dolanıyordu.

Hepsi asılacaktı, hepsi de bunu biliyordu.

Ayaklarının yerdeki çalılara bastığı anlar, sürekli birbiri ile senkronizeydi.

Tek bir Eren, ormanda değildi. Ormanın içine taşınmış bir evin içinde, küflenmiş bir menemen tabağının karşısındaydı. Dışarıda bir sürü ikizinin kol gezdiğini, çıplak ayaklarının hep kırkayak kanına bulaştığını biliyordu.

Tok tok yankılar, birbiri ile senkronize hışırtılar, biraz da keman sesi vardı.

Sinan, Eren’e köye iki bilet aldığını söyleyip, banyoya gitmişti. Menemeni yemesini umuyordu kızının.

Ah, evet, öyle bir şeyler olmuştu. Eren, babasının ona söylediklerini, Sinan’ın yanından ayrılmasından neredeyse yarım saat sonra anca idrak edebilmişti.

Ɓɒɒƨı, ʞöʎɘ ıʞı qıʆɘʇ ɒʆpıƨıŋı ƨöʎʆɯıƨƚı. Ɓɒqɒɒŋŋɘƨı ɘʌɘ pɘpɘƨıŋıʆ ʎɒŋıɒ puöʇʎʅɯıƨ. Oɿɒpɒ pɘʌɘup ʇılɒɿıʅɯıƨ. Ɓɒqɒ, ʞıʑ, ɒqɒɒŋŋɘƨı pɘpɘ ʚɒʅɒʅɒɿıƨ. Ǝɿɘu ʞöʎʆɘɟı ɒupɒ puokʆɯıƨ.

ɥɒʇʇɒ, ʙɘʎʞı, ʙıɹ ɥɘɯ ɒɔʇoɹ ɒʆɒlɒƨıʇ?

ƁɒƁıƨı, oɯu ıƨçin ɓunu dılɘmiʇı.

Birkaç dakika daha kös kös oturdu Eren. Bunun doğru olup olmadığını teyit etmesi gerektiğini, anca birkaç dakika düşünebiliyordu. Geçirdiği travmaları artık zihni kaldıramıyordu.

Babasının ceketinin yanına gitti. Ceplerindeki her şeyi çıkardı. İki kâğıt vardı küçük, yağlı bir yapıda. Bunlar mıydı acaba biletler?

Babası gerçekten bilet almış mıydı yeni bir hayat için?

Dışarıdaki küçük, mavi gözlü cadıların kimi, daha da hızlı kibritleri yakmaya başlarken, kimi yere oturup kırkayak yemeye başladı. Dişlerinin arasında, böcekleri hart hurt ısırıyorlardı. Bir insanı çığlık attıracak bir içgüdüyle dolduran, ama çıtını uzun bir süre çıkaramayacak olmasıyla sonuçlanan bir görüntüydü. Eren evdeydi, bizim Eren, evdeydi ama… EREN ONLARIN HEPSİYDİ!

Eren, koltuğun altına sakladığı kibritleri buldu. Birkaç kez uğraştı ve sonunda kibritleri yaktı karanlığın içinde, kibritçi kız. Işıklar bozuktu.

Biletlerde yazan yazılar ise anlaşılmayan bir dileydi.

METAFORLAR! METAFORLAR EREN’İN ARKAN’A SÖYLEDİĞİ BİR GERÇEKLE BOZULDU!

YAŞAMAK İSTEYEN BİR ADAMA İNTİHAR SÜSÜ VERİLDİ KOLAYCA!

Kibrit söndü, nereden geldiği bilinmeyen bir rüzgâr sayesinde.

Eren, içinden bir şeylerin geri alınamaz bir şekilde alındığını hissetti.

Dışarıdaki tüm cadılar, başlarını doksan derece açıyla yukarıya büktüler. Boyunları kırılmışçasına. Ve çığlık atmaya başladılar. Acıdan ya da başka bir şeyden değil, tiz bir çığlık.

Erenler, Eren’in peşini bir türlü bırakmayacaktı. Kırk Eren, tiz, korkunç bir sesle, tek nefeslik bir çığlığı sonsuza dek sürdürdüler.

Eren’in hanesine doğru koşmaya başladılar.

Erenler, Eren’i öldürecekti.

Çünkü Eren bunu hak etmişti.

Cam kırıklarının arasından, çıplak, kanlı kollar hanenin içine doğru uzandı.

Kırkayaklar eski parkelerin içinden zemine çıktı.

Küvetin içinde doğrulan bir cesedin sesi duyuldu.

Yeter.

Yeter.

Yeter.

YETER!

 

İnce, tiz, can çekişen bir sesle, “Hiiiağ!” diye çığlığı basarken, gözyaşları içinde yorganı üstünden atarak, oturduğu yerde doğruldu Eren. Karan irkilerek uyandı. Oturduğu sandalyeden hemen fırladı ve yataktan çıkmaya çalışan Eren’i omuzlarından tutup, “Eren! Eren, ne oldu?” diye sordu endişeyle. Eren onu ittirip, kalkmaya çalıştı. Boğazı o kadar şişti ki sesi düzgün çıkmıyordu. Gitmesi gerektiğini, tüm bunları bitireceğini söylüyordu. ‘Gerçekleri söyleyeceği’ ile alakalı bir şeyler hakkında çığlık attığı sırada Karan onu kolları arasında iyice sıkıştırdı ve “Eren, Eren! Kâbus gördün! Kâbus gördün!” diyerek kıza sesini duyurmaya çalıştı. Eren yine çığlık atarak onu reddetmeye çalıştı, bir şeyler hakkında ıkınıp durdu ve birden, “ARKAN!” diye çığlığı bastı yine.

On yedi yaşındaki Karan daha fazla sabır gösteremedi ona. Kızı kollarından kavrayıp, geri eski yerine yatırdı. Ayağa kalkıp, Eren’i yatağın içine iyice bastırdı ve “EREN! KENDİNE GEL!” diye bağırdı. Eren, daha önce Karan’ın gür, kalın bir sesle ona bağırdığını -Karan’ın böyle bir ses tonu olduğunu bile bilmiyordu- duymamıştı. Bu, onun Karan’ı duyabilmesini sağladı. Ağzı açık, sustu kaldı öylece. Karan, damarlarına giden güçle, Eren’in kollarını iyice sıkıp mosmor yapmamak için büyük bir özveri gösterdi. Yavaşça bıraktı Eren’in kollarını, kız doğrulmasın diye elleri hala belli belirsiz omuzlarındayken, sandalyeye yine çöktü.

Eren, kışın dışarıda vakit geçirdikleri sırada yanlışlıkla gölün içine düştüğünden zatürre olmuştu. Karan günlerdir başından ayrılmıyordu. Normalde hasta olduğunda sessiz sakin, ona denileni yapan kız, bu sefer ki hastalığında hiçbir söz dinlemiyor, yalnızca kendini yorganın altına kapatarak ölmeyi bekliyordu.

Aslında, Eren yaklaşık iki ay önce 14 yaşında girdiğinden beri bir tuhaf, daha depresifti. Karan, kız ergenliği diye yorumlayıp anlayış gösteriyordu. Ama artık, kızın bir sorunu olduğunu ve bu tekrar gün yüzüne çıkmaya başladığı için Eren’in bu hallerde olduğunu fark etmeye başlamıştı.

Eren, yattığı yerde kıvrıldı. Yastığı yüzünün üstüne kapatıp, sessiz sessiz ağlamaya başladı. Artık Karan’ın, onun ağladığı zamanları görmesinden mutlu değildi. “Dışarı çık,” diye geveledi hıçkırıkları arasında. “Sinirimi bozuyorsun. Rahat bırak artık beni.”

Rahat bırak artık beni?

Kafasına bir balta geçirseler, kafası bu kadar gitmezdi.

Dudakları iki yana açıldı sessizce ve hızlıca. Dişlerini birbirine sürttü. Parmakları birer kıskaç gibi kasıldılar. Yastığın altına yüzünü saklamış Eren’i yakalayıp parçalara ayırmamak için kendini zor tutuyordu-bazen.

Titreyen parmaklarını, kasım kasım kasılarak bir yumruk haline getirmeye zorladı. Ellerini aşağıya indirdi, “Olmaz, denizkızı.” Dedi yumuşak bir sesle. Şefkatle, “Eren, güzelim, niye ağlıyorsun? Kabusunda ne gördün?” diye sordu. Kollarını tekrar ona doğru uzattı. Eren’in gövdesini kavrayıp dizlerine çekti. “Canını bu kadar yakan, seni kahreden şey ne? Söyle bana, söyle ki seni kurtarabileyim. Hm, Eren, lütfen.”

İyice sarıldı. Eren, hıçkırdı durdu bir süre. Yüzünü ısrarla, hala ona göstermiyordu. Karan, yine aynı şeyleri telkin etti. “Sen benim her derdime devayken, benim senin derdine deva olmama izin vermezsen ben ne yaparım?”

“Söyle bana, anlat, dök içini. Kurtarayım seni.”

Eren titremesini bastıramıyordu. Yutkundu, tıkanmıştı. Yastığı birazcık araladı, fakat yine de Karan’a yüzünü göstermedi. “Beni kimse kurtaramaz Karan.” Dedi çaresizce. Gözyaşları daha da hızlandı. “Ölmek istiyorum.” Diye geveledi.

Karan, Eren’in yüzünü görmemesinden istifade, yine, mutluluktan yoksun bir keyifle gülümsedi.

Ne demek ölmek? Karan onu bunca zaman yaşatmak için onca zahmeti vermişken?

“Neden ölmek istiyorsun?”

Eren cevap vermedi, yüzünü, Karan’ın dizlerine gömüp daha da fazla ağlamaya başladı. Karan, kendini daha önce hissetmediği kadar tuhaf hissetti o an. İlk defa Eren’in onun dizlerine başını koyup ağlaması, onda biraz daha farklı bir heyecan sebebiyet veriyordu. Tam olarak tanımlayamadığı bir hissiyattı bu. Onu kollarından ittirmesinin doğru olacağını düşünüp durdu, ama bunu hiç de yapmak istemiyordu.

Neyin doğru olup olmadığına neden kendi değil de başka bir yargı karar veriyordu ki?

“Eren, bana söylemek zorundasın.” Diye devam etti konuşmaya. Kızın saçlarını okşamaya başladı. “Göle düşmesini, kendini bilerek oraya bıraktığını biliyorum.”

Eren’in saçlarına doladı ellerini, çekmediğinden dolayı, kız, Karan’ın ne yaptığını anlamıyordu. Saçlarıyla oynuyor sanıyordu. “Seni o gölden çıkarmasaydım, ne olacaktı? Beni bırakıp gidecek miydin?”

Karan, Eren’in bunu gerçekten umursayıp umursamadığını düşündü o an. Bu onu, daha da delirtti. “Öyle bir şey, yapmazsın değil mi?” diye konuşmaya devam ettiği sırada, sesi, dipsizliğe doğru çekiliyormuş gibiydi.

Eren bir süre sessiz kaldı. Ağladı durdu. En sonunda, “K-K-Karan-” diye konuşmaya başladı. Karan, onun itirafa başladığını anlayınca, kızı hemen doğrultu ve düşmemesi için elleriyle Eren’in yüzünü avuçladı. “Hm?” diye sordu heyecanla. “Söyle, söyle Eren. Bana söyle. Ben çözerim.”

Eren titriyordu. Belli ki aklı yerinde değildi. Aklı yerindeyken Karan’a kendiyle alakalı hiçbir sırrı vermiyordu ya (Ki, Karan bunun farkındaydı ve buna deli oluyordu.) Gözleri kan çanağına bağlamıştı, göz kapakları zar zor açık duruyordu. Her bir hücresi ateşler içindeydi, ciğerleri balgam altında ezilmiş, bacakları hastalıktan tutmaz olmuştu.

“B-babam,” diye mırıldandı. Karan başını hevesle salladı, “Arkan?” diye sordu üstüne. Eren’in babasının adının Sinan olduğunu biliyordu, ama Eren’in Arkan adını söyleyerek çığlık atması yüzünden odağı başka bir yöndeydi. Eren, Arkan’ın adını duyunca çaresizlikle yüzünü büzüştürdü iğrenç bir şeyi anımsarmış gibi. Onun bu utancı, tiksinmişliği ve yüzünü örtme çabası, Karan’ın aklına öyle şeyler getiriyordu ki… Şayet, bu kıza, birisi o cinsten bir zarar vermişse… Onun derisini yüzecekti. Canlı canlı. Erkekliği kesecek ve kesilen erkeklik ile yine aynı kişinin götünü…

Alnındaki damarlar belirginleşmeye başlamıştı. “Söyle güzelim,” diye konuştu boğuk bir sesle, Eren’in yüzüne düşen saçlarını geriye attı. “Söyle Eren’im.”

Eren derin bir nefes aldı, Karan’ın bileklerini yakalayıp, hafifçe sıktı güç almak istermişçesine. Konuşabilmek için, gücünü toparlamaya çalıştı. “B-ben… benim, benim… babamın… bir silahı vardı.” Konuşurken yine ağlamaya başlamıştı. İtiraf etmekte zorlanıyordu.

Dilin dönse ve konuşsan, ne çok rahatlayacaksın be çocuk… Utancından kıvranıyorsun, suskun kalıyorsan ya… kahroluyorum. Bil ki, geçmişine dönüp sana sarılabilmeyi, her şeyden çok istiyorum.

Bebek gibi bir sesle, “Ve o hep ölmek istediğinden-hık, o boş-boş-boş silahla, k-kendi k-kafasına sıkardı.” Diye devam etti konuşmaya. Karan, Eren’in babasının intihar ettiğini biliyordu. Ezik herifin tekiydi işte. Acaba Eren, Arkan ile alakalı artık nasıl bir travması varsa, bununla baş edemediği için babası gibi intihar etmeyi mi istiyordu?

Karan, kızı dinlediğini belli etmek için, başını yine salladı. Eren’in kafasını kendine doğru çekip, alnına ıslak bir öpücük bıraktı. “Sonra?” diye sordu. Eren nefes nefese kalmıştı. Dudakları aralandı, kelimeler yerine, dudaklarından reddediş dolu, bebeksi inleme daha çıktı. Gözlerini kapattı hatırladıklarıyla, “Silah küvetin hemen yanındaki kırık fayanstaydı.” Diye devam etti konuşmaya. “Ben, Arkan’a o silahı getirdim.”

Karan dondu.

Ne?

Eren başka hiçbir şey demedi. Yüzünü, Karan’ın ellerinden kurtarıp, yatağının içine tekrar gömüldü ve yorganı üstüne kapattı. Artık ağlamıyordu, sessizdi.

İlk, Eren yine konuştu bu sefer. “Çok dövüyordu beni,” dedi incecik bir sesle. “Öldürecek sandım. Köye gideceğiz dedi, beni gömecek sandım. Narin gibi olacağım sandım.”

Sümkürdü. “Gazetelerde de hep vardı… Ben…”

Kendini savunmaktan vazgeçti. Mümkünatı ya da bir yolu yoktu bunun. O bir katildi.

………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..

Karan ayağa kalktı, yatağın etrafında dolanıp, boş olan tarafa uzandı. Kendini tamamen yorganla örtmüş olan Eren’in, başının olması gereken yere elini hafifçe bastırdı. Derin, yumuşak bir sesle konuşmaya başladı. Büyülü bir tınısı vardı, şüphesiz. İnsanın kafasının içindeki tüm sinirlerin bağlarını koparan, kendi dilediği gibi tekrar bağlar kuran bir ses: “Baban hastaydı, alkolikti. O, kendi kendini öldürdü Eren. Kendini suçlamak istediğin için, kafanda bir olay örgüsü idealize ediyorsun. Küçükken, bir kere daha Arkan’ın adını vermiştin böyle. Öyle birisi gerçek değil Eren, araştırdık. Gerçek değil. Sen sadece… bir kırkayak öldürdün. Avuçlarında ezdin. Bir böceği. Bu bile, seni çok üzüyor biliyorum.”

Eren bir süre sessiz kaldı. Sonra, yorgandan kafasını çıkarıp, “Gerçek değil mi?” diye sordu. Karan, ilk etapta konuşamadı. Tuhaf bir heyecan dalgası, midesine vuruyordu. Eren’in yüzüne, biraz daha yakından bakmak ya da yanından aniden kalkıp gitmek arasında kalmıştı.

En sonunda, başını yavaşça, kızı onaylayarak salladı. “Evet, gerçek değil.” Dedi. Kendine karşı koyamayarak, yatağın boş tarafındaki yerine iyice yerleşti. Sağ elini, Eren’in yüzüne yerleştirdi. Baş parmağını, kızın ıslak göz pınarlarına dokundurdu. “Evet, değil.” Dedi, inandırıcı bir sesle.

Eren buna inanmakta güçlük çekiyordu, ama kimse, dokuz yaşındayken katil olduğuna inanmayı tercih etmezdi aksi bir ihtimal söz konusuyken. “Sen mi kontrol ettin?” diye sordu. “Ben kontrol ettim. Sorun yok. Şimdi, uyu. Sadece uyu ve benim yanımdayken ne kadar güvende olduğunu düşün.”

Eren, artık büyüdükleri için Karan’ın onun da uzanmasını garipsese de sesini çıkarmadı. Zaten yorganın içine sarılmıştı solucan gibi. Karan günlerdir sandalyeye yaslı beklemekten bıkmış olabilirdi.

Gözlerini kapattı. Nasıl uyuyacağını düşünürken, zatürre onu gafil avlayarak tahmininden evvel uykuya düşürdü.

Karan, Eren’in uyumasından iki saat sonrasında, hala uyanıktı. Eren’le tanıştıkları o andan, bu ana kadar olanları düşünüyordu. Yanındakinin bir katil olduğu gerçeği onda tiksinme hissiyatı mı uyarıyordu? Hayır. Diğer tüm katillere karşı hissettiği tiksinme hissiyatını, Eren’e karşı hissetmiyordu. Dokuz yaşındaki bir çocuktu o zamanlar, canını kurtarma derdindeydi belli ki.

…………………………………………………………………………………………………………………………….

Ayağa kalktı, sessizce odadan ayrıldı. Koridorları, aşıp mahzene indi. Sonra, gizli mahzene indi. Babasının iki şeytanının yanına: İkizlerin yanına. Babası, bu ikizleri bir yerde bulup, kendi için yetiştirmek istemişti ama Karan, ikizleri kendi tarafına çektiğini düşünüyordu.

Kilitleri çözüp içeriye girdi. Yeşil gözlü adam, namı diğer Bir ve onun ikizi Altı, karşılıklı sandalyelerde bağlanmışlardı. Kafaları, geriye bir kemerle tutuşturulmuştu. Alınlarına su damlaları düşüyordu. İkisi de buna bir tepki vermiyordu.

Karan, konuşma beceresini daha bir gelişmiş gördüğü, kendine karşı daha yakın hissettiği Bir’in boynundaki kemerleri gevşetti. Su damlalarından kurtardı onu: Bir’in başını tutup öne eğdi. Karan, odanın içinde dolaşmaya başladı. Mahzen duvarları kan kokuyordu. Bu odaya…

Bir gün, bu odaya Eren’i sokup, Bir ve Altı’ya yaptıklarından daha beter şeyleri kıza yapacağından o da bihaberdi.

Onu da bir sandalyeye bağlayacağına, onu kapattığı kan kokulu hücreye kovalarca kırkayak dolduracağına ve kızın kanına uyuşturucu katacağına dair en ufak bir şeyi, gelecekten haber alsaydı… Belki de Eren’i o gölden asla kurtarmazdı. Ya da küçükken bir anlığına karar verdiği gibi, Eren’i bir daha görmezdi ve onun da kendini bir daha görmesine izin vermezdi.

Ancak tüm bunların gittikçe kıymetini kaybettiği anlardaydılar. Çünkü…

Kıkırdadı.

“Babasını öldürmüş, daha buraya gelmeden evvel.” Dedi, memnuniyetle. Omzunun üstünden Bir’e baktı. Gelecekte, Eren’i bir sandalyeye bağlı bu odaya tıktığı zaman: kızı taciz edecek, onun dışkısını toplamaktan ve ıslak bir bezle temizlemekten sorumlu olacak Bir’e.

Yeşil gözlü adam, gözlerini hafifçe kısıp, “Kız mı?” diye sordu. Karan’ın sevdiği tek bok püsürü, bildiği kadarıyla Eren adındaki bir kızdı. Altı ve Bir, Eren’i malikaneye geldiği günden beri biliyorlardı. Ama Eren onları bilmiyordu.

Karan, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, gövdesini ona doğru çevirdi. “Evet!” dedi. Bir birkaç saniye, anlamaya çalışarak ona baktı. Karan bundan zevk alıyorsa, o da zevk alırdı: Bir’in tek derdi Karan’a yaranmaktı. O LANET SU DAMLASINDAN KURTULMAK HAYATININ TEK AMACIYDI!

Güldü o da. “İlginç bir sürpriz?” diye sordu. Karan duraksadı, cıkladı. “Babamı da zehirleme kalkmıştı geçen sene, düşününce,” diye geveledi.

“Peki, sorun ne?” diye devam etti Bir. Altı ikisini de göremiyordu, yalnızca dinliyordu.

Karan’ın yüzü birden asılmıştı, yavaş, ağır adımlarla Bir’in karşısına geçti. Sol eliyle, Bir’in omzunu kavrayıp tüm gücüyle sıkmaya başladı. “Bu yaşlarda, beden bir takım ani tepkiler verebiliyor, erkeklerde. Ergenlik hormonu.” Diye geveledi. Altı, hafifçe kaşlarını çattı: Bir, kocaman bir gülümseme oturttu yüzüne. Lütfen, şu lanet su damlası için Karan onu yine bağlamasın. Lütfen, lütfen, lütfen. Eğer kendini kurtarabilirse, kardeşi Altı’yı da kurtarabilir hem.

Dişlerini birbirine bastırdı. “Yine de bu, normal mi?” diye geveledi Karan. Başını aşağıya doğru eğmişti, paralel olacak kadar. Sağ elini, pantolonunun önündeki sertliğe bastırdı. “Böyle bir şeyi anlattığı için…”

Gözlerini yukarıya çevirip, Bir’in gözlerinin içine baktı. Göz bebekleri bembeyazdı, Bir öyle olduğuna yemin edebilirdi.

Yüzündeki yapışkan, salyalı gülümseme büyüdü. Dişleri bembeyazdı aslında ama… ne de pisti. Titreyen bir sesle, “Ben sertleştim?” diye homurdandı.

𓆨

 

Loading...
0%