Yeni Üyelik
1.
Bölüm

TANITIM: Önce Güneş, sonra Dünya, en sonda Ay doğdu.

@yazarjose

Bu hikâye, Tamag Cumhuriyeti’nde geçmektedir. Bu memleketteki şerefsiz hiç kimse, yaptığı şerefsizliklere benzer işler görsün diye beni şikâyet falan edemez.

Yazar, toplumun bir ferdidir. Kendi toplumundan öğrendiklerini, onu şu yaşına getiren bildiklerini yazarak var olur.

Hiç sabrım yok. Şayet bir şerefsiz ‘ya benim işlediğim suçtan bahsetmiş’ falan filan derse de seve seve geleceğim adliyeye. Umurumda bile değil.

Kütüphaneye gitmekten korkup, anksiyetemin başladığı günlerdeyim. Hiç hoşuma gitmiyorsunuz.

Önce Güneş, sonra Dünya, en sonda Ay doğmuş.

ŞEYTAN, ADEM’E ELMAYI UZATTI.

Yasak tatlı olmasaydı, Âdem elmayı yemezdi.

Buna inanıyordum eskiden. Sonra, karşıma sen çıktın ve bu inancım bozguna uğradı. İşaret parmağımı kavradın ve kalbinin üstüne bastırdın.

Seni anlamamı istedin. Ben ise bir soru sordum.

Yoksa Âdem, elmayı Şeytan uzattığından mı almıştı eline?

Cezasını bile bile?

𓆨

 

İSRAFİL GEÇ KALDI.

Eren İpek Şahin, daha on altı yaşındayken, üvey abisi tarafından takıntı haline getirildiğini korkunç bir olayla öğrenir. Bu trajik vahşete, önündeki üç yıl boyunca maruz kalmaya devam eder. Üstelik bu, başına gelenlerin yalnızca bir kesimidir: Çevresindekilerin genç kıza davranış biçimi de en az başına gelenler kadar zorlayıcıdır.

Eren’in, artık, kendine biçtiği yazgının ‘karanlığın kıyameti olmak’ olduğu on dokuz yaşında, hayatının ‘dönüm noktası’ bir adamın suretine bürünerek karşısına çıkar: Karanlığı, kendi için ‘saklanma alanı’ olmaktan öte görmeyen bu adam; kısa sürede, Eren’in (onlara tutunarak) nefes almaya devam edebildiği tüm kaotik inançlarını parçalayacak ve yerine kendi diktelerini zorla yerleştirmeye çalışacaktır.

Dikteler ve inançlar birbirleri ile çarpıştıkça, kaotik çarpışmalar ve riyakâr yüzlerin orantısız artışı söz konusu olacak; üçünden birinin canı, eninde sonunda diğer ikisinin ellerinde kalacaktır.

“Şehrin biraz kan ağlaması gerekliydi, yıkanması için.”

O, ağlattı.

 

İnsanlar söylediler ki:

-Göklerden düşmüş bir meleği andırıyordu. İsrafil bizlere geç kalınca, şehrin kıyamet Sur’unu o üfledi.

 

Ve melek dedikleri de, güldü bu söylenenlere, kabaca kıkırdadı:

-Neyse ki ben, kendini Tanrı sanan serseriye şirk(?) koşabilirim, peki o serseri, bir melek zannedilene şirk(?) koşabilir mi?

𓆨

BENDEN KORKTUĞUNU SAKLAMAYA ÇALIŞMA.

“Uykularından kabuslara uyanıyorsan, sonra, asla uyanmamayı istediğini zannederek, yorgunluktan uyuyakalıyorsun. Hiç bilmiyorsun ama… Güneş, senin gibi kızlar için doğar. Senin gibi kızlar için, gündüzler yaşanır.

Bakma seni geceye yakıştırdığıma, sen güneşin beklediğisin. Tüm yıldızlar, şu alem, hepsi işte, senin gibi kızlar için ışıldar.”

Devam etti. Beni bilerek.

“İnatla ve inatla söyleyebilirim bunu sana. İnanacaksın sonunda.

Konuşmasını bölüp, ona, güneş ve diğer yıldızların parlama nedeninin, sadece ama sadece: ‘Hidrojen atomunun, helyuma dönüşmesi sonucu açığa çıkan enerji ile alakalı,’ olduğunu söyleyecektim ki, başını hafifçe aşağıya eğip, dudaklarıma küçük, yumuşak bir buse bırakarak konuşmamın önüne geçti. Yarı açık aralık dudaklarım, onun öpüşünden öncesinde nasılsa, hala öyle kalakaldı.

Bir şekilde, alışamıyordum buselerine. Saçma sapan kızarıyor, aptal gibi kalakalıyordum. Bunu söylediğim sırada, yeşil kadife bir koltukta, bir ağlama krizinin ardından, onun kucağında sakinleşmekte olduğumu eklemek zorundayım. İki bacağının arasına kalçamı yerleştirmiştim. Bacaklarımı, sol üst bacağının üstünden dışarıya bırakmıştım. Sol yanımı göğsüne yaslamış, kasıklarına değmemeye özen göstererek, dinleniyordum.

Kemikli, uzun parmakları; çenemden yukarıya doğru okşadı kızarık yüzümü: kısacık saçlarımı yüzümden geriye attı ve en sonunda, büyük, sıcak, avuç içleri yanaklarımı büsbütün topladı. Bir eli bile, yüzümden fazla bir alanı örtebilecekken, o hep, iki eli arasına toplamaya çalışırdı yüzümü.

O küçük busesinden sonra, sanki, lafını kesince neler söyleyeceğimi de biliyormuş gibi gülümsedi bana, şefkatle. Onun yüzünde oluşan böylesine sıcacık bir tebessüm, yalnızca benim için var olabilirdi. Sizlere kibirli gelebilir, lakin durum böyleydi ve bunu ben seçmemiştim.

Onu tanıyordum. Onun keskin zekasını, kendi içine kapanan aynalar misali zihninde yansımalara terk ettiğini biliyordum: Böylesine bir şeyi, gözünü kırpmadan yapacak ve ardında bıraktığı enkazlara bakmayacak türden bir adamdı o. Hiçbir şeyin sahiden umurunda olmasını bekleyemeyeceğim türden bir adamdı işte. Ama... bir şekilde, beni sahiden umursuyordu.

Beni istiyordu ve benim aksime, düşündüğü çok fazla şey yoktu. Tek bir odağı vardı, iki dudağının arasından zikredilecek son kelime benim adımdı.

Halbuki… İkimizin de birbirinin yarasını deşecek savaşları vardı. Birbirimizi tamamlama yöntemimiz; çocuk kalbimizin dileklerini ezip geçmeyi gerektiriyordu.

Ve benim tüm dileklerimi silip atacak, yerine kendi diktelerini hakkedecek güçte bir etkiye sahip olan bu adam, ezip geçmekten geri durmazdı.

Her defasında kendi çocukluğunu ezip geçecek, kendini içtenlikle asla affetmeyecekti o. Çocukluğunu zihninin dipsiz köşelerinde mahkumluğa terk edecekti, merhametsizce ve umursamazca. Günahlarını bir sır gibi saklayacaktı benden.

Ben ise kendi çocukluğumu ezip geçemediğimden, günahlar işleyecektim. Ta ki o, benim çocukluğumu ezip geçene kadar.

Alnıma yumuşak, uzun bir buse daha bıraktı.

Konuşmaya devam etti, o, yalnız bana kadifemsi olan kalın sesiyle: “Pisliğe bulanmış bir hançeri saplamışlar yüreğine, ama senin yüreğin, hiç kirlenmemiş bebeğim. Kirlettirmemişsin. Yalnızca, bu sebep bile, benim seni…”

Pek ahlaklı bir şey söylemeyecek olmalı ki sustu, sessiz bir soluk çekti içine, bariz bir hırs barındıran.

Elleri başımın arkasına gitti, parmak uçları başıma küçük masajlar yaparak, enseme kaydı. Omuriliğimin üstünden, aşağıya doğru devam etti hareket etmeye.

Aramıza giren, tişört denen bez parçası ne de aptalca. Lakin, şu anda ne de ihtiyacım var, bu aptalca bez parçasına.

“O yüzden,” diye mırıldandı hırıltılı bir sesle, sol eli, çekindiğimi bilmesine rağmen uyluklarıma gitti. İki bacağımın arasında, kendi için ufak bir aralık açtı. Okşadı sadece. Aşağılarda irkilip, içimi titremeye yetiyordu bu. Tuhaf bir karıncalanma ve mayışma etkisi, ellerinin çok yakın olduğu bir yerde meydana gelmeye başladı. Kaslarımı sıkarak, ondan bunu saklamaya çalıştım. Ki bu, onun, durumumun daha da farkında olmasına sebebiyet vermekten başka bir işe yaramadı. Geniş göğsüne yasladığım sol yanım, güçlü ve sıcak soluklarını, detaylıca hissediyordu.

Boynunu hafifçe sağa doğru eğerek, sıcak soluğunu kulağıma doğru bıraktı. Huylandığım için, başımı öte yana kaçırdım biraz. Sağ eliyle beni kendi gövdesi içine hapsettiğinden, bu kaçınmam boyun hareketlerimden fazlası olamıyordu. Beni sıkıyordu ve bu rahatsız edici değildi.

Dudaklarında, bu ufak tefek hareketleri karşısında bende oluşan kimyasal tepkimelerden hoşlanıyormuş gibi bir sırıtış yerleşti belli belirsiz. O zaman, bir nefsin cazibesini tamamen hissettim. Yakıyordu.

Kalplerimizin sesini, şüphesiz karşımızdaki çok net bir şekilde duyabiliyordu. Onun kalbi, günahın diliydi benim nazarımda. Benim kalbim, onun nazarında neydi?

Kulağıma doğru fısıldadı, “Benden korktuğunu saklamaya çalışma.” Diye.

 

Kor, kibritçi kızın hakkıydı. Isıtırdı lakin, Kor’un fazlası cehennemdi. Bundan haberi yoktu kibritçi kızın.

O çok eski öykü de, kız, yanarak ölmesin diye soğuktan ölmüştü belki de? Tanrı merhamet etmişti kibritçi küçüğe?

Bu seferki öykü de, Kor’u Âdem, kendini Şeytan sandı kibritçi kız.

Kırmızı elmasını, Kor’un dudaklarında kavurdu.

Bu seferki öykü de, kibritçi kız, Tanrı’nın ona gösterdiği son (ve ilk?) merhameti de, habersizce çiğneyip tükürdü böylece.

𓆨

SENİN GİBİ P..LER.

 

“Uyuşturucu ticareti, kumar, şantaj ve zorbalık, insan ticareti, silah kaçakçılığı, koruma ve güvenlik hizmetleri, yolsuzluk ve rüşvet, açık tehditler ve cinayet, dolandırıcılık, sahtecilik.”

Gözleri anonim noktalarda gezinmeyi kesip, bir anlığına benim donuk gözlerime kaydı.

Birkaç saniye, gözleri hafifçe kısılmış, kafasında ‘nesneler topluluğunu’ bir kümeye sıkıştırma çabasıyla didindi. “Mafya?” dedi. Başımı, onu onaylayarak yavaşça salladım. “İnsanlar, senin gibi p..lerin nasıl bir o..spu evladı olduğunu ‘mafya’ dediğimizde değil de, şu kelimeleri sıraladığımızda anlıyor.”

Bozuldu sözlerime. Cevap vermekle uğraşmak istemedi. “Ben mafya değilim,” diye, titrek bir sesle geveledi ve kendi histerisi içinde kaybolmaya devam etti.

𓆨

 

 

Loading...
0%