Yeni Üyelik
2.
Bölüm

(1)🔞Siktiğimin psikopatı.

@yazarjose

Günlükleri kalbi olanlar,

Sık sık yanılırlar.

1 Mart 2024

"Doğanın ta kendisi benim düşmanım, çünkü beni avcıya terk etti."

Kravatının ucunu iki parmağı arasında çevirip duruyordu. Epey stresliydi, tabanlarını durmadan yere vuruyor; başını bir başkaları tarafından sorunlu görünmesine sebebiyet verecek şekilde histerik bir tavırla sağa ya da sola çevirmekten kendini alıkoymuyordu. Her zamanki gibi, ona nasıl öyle bir rahatlık sağladığımı anlamıyor olsam da o benim yanımda kendisi gibiydi. Korktuğunu, stresini, paniğini saklamaya ihtiyaç duymuyordu.

Altın renginde, ucundan kıvrılıp da bükülmüş saçakları andıran, diplerine fön çekilmiş kıvırcık saçlarını karıştırdı ve ofladı. "Senin yerine bir başkasını göstermek doğru mu emin değilim." Diye geveledi.

Üvey abim, onun gibi benim de sosyeteye tanıtılmam gereken partiden bahsediyordu. Benim yerime, sahte bir Eren İpek Şahin ayarlamıştı partide sosyeteye tanıtılması için. Sırf beni kimse görmesin diye.

Tedirgin gözleri, odadaki anonim noktalarda dolanmayı kesip bana kilitlendi, "Bana sorarsan, evlenmeliyiz. Eğer evlenirsek söz veriyorum ki seni göstermekten çekinmem! Böylece bağlanmazsın." Diye devam etti bir vaatte bulunurmuş gibi konuşmaya. Bunu söylediğindeki o titrek, vaat dolu sesiyle konuşurken, benden birkaç adım uzakta olan sandalyesinden bir hışımla kalkıp, dibimdeki sandalyeye oturmuştu. Yüzüme doğru eğildi ve titreyen elleriyle yüzümü avuçladı. "Hm? Hadi giyin, giyin de nişanımızı ilan edelim!" dedi heyecanlanarak.

İşte yine başlıyoruz.

Boş bir ifadeyle baktığım halı deseninden, gözlerimi ayırmadım ilk iki üç saniye. Derin bir nefes aldım sabır dileyerek. Beni...

Öldürüyordu.

Göz kapaklarımın sonuna kadar açılmasına ve ona bakışlarımdaki nefreti, hıncı göstermesine müsaade ettim korkusuzca. Dudaklarım iki yana açıldı, keyiften yoksun bir sırıtıştı bu.

Devasa büyüklükteki salonda yankılanarak etkisini iyice arttıran; aşağılama dolu sesimle, "Yok." Dedim dişlerimin arasından. Arsız bir tavırla, oturduğum sandalyede sağ bacağımı yukarıya çektim ve sağ dirseğimi dizime yasladım.

İşaret parmağımı bir silah olarak öne uzattım ve içimden geçenleri ona ifade edermiş gibi bir hevesle, tam gözlerinin ortasına nişan aldım işaret parmağımla. Elimde gerçek bir silahın olmasını o kadar çok isterdim ki... Bunu, gözlerimdeki ifadeden anlayıp, onun da benim kadar bilmesini umuyorum. Aşağılayıcı, eğleniyormuş gibi olan tınımı anında kesmiş ve buz gibi bir sesle konuşmuştum: "Ben evlilik insanı değilim, sevmedim. Boğar beni.".

Gözlerim hızlıca onu süzdü baştan aşağıya, alaycı tavrımı elden asla bırakmazdım; bu benim direnişimin en güçlü imgesiydi şayet. Onu, gözlerimle aşağılayıcı bir tavırla süzdükten sonra, "Senin gibi." Diye ilave ettim imalı ve nefret dolu bir sesle.

Ondan hoşlanmadığımı ifade etmemle -sanki daha önce milyonlarca kez söylememişim gibi- ufaktan bir afalladı. Hemen ardından, küçük bir çocukmuş gibi büzüşmüş, titrek yüzü bir an donuk kaldı. Sözlerim onu hala nasıl hayal kırıklığına uğratıyordu bilmiyorum.

Gözleri yüzümün her detayını izlerken, ifadesi gittikçe sertleşti. Ve...

Siktiğimin psikopatı.

Hala yanaklarımda olan elleri boğazıma kaydı, "Öyle mi?" diye geveledi. Bir an, boş ve kasvetli gözlerle yüzümü tekrar izledikten sonra ellerini boğazımdan çekti ve bıkkın bir soluk bıraktı dudaklarından. "Ben... yakında senin vasiliğini elime alacağım biliyorsun değil mi? O zaman seni karım yapmakta önüme ne geçecek?" diye sordu meydan okuyormuş gibi.

"Neden daha korkunç olan yöntemleri her zaman tercih ediyorsun? Bana kendini mi kanıtlamak istiyorsun yoksa?" diye de devam etti konuşmaya, başucumdaki sandalyeye çökerken.

Yüz kaslarım histerik bir hissiyatla kasılmak isteseler de kendimi tutabildim ve sırıtışımı korudum. Her hali tavrı beni ayrı deli ediyordu.

Cıkladım, "Bana öğrettiğin gibi yaşıyorum." Dedim keyiften yoksun, ama memnun duran alaycı tavrımı sürdürerek.

Piç kurusu, ona o kadar fazla şey söylemek istiyordum ki... Ama hayır, siktir et. Hak ettiği muamele bu.

Sinirli bir şekilde yan gözle bana baktığında gülümsememi daha da arttırdım.

Yüzü iyiden iyiye kasvete bürünmüştü. Evet... ona, soğuk tavırlarıma katlanamaz bir sima daha çok yakışıyordu.

Bu anlar, onun benim yanımda küçük bir çocuk olduğu zamanlardaki gibi davranamayacağı fark ettiği zamandı.

Bu anlar ne kadar çok olabiliyorsa, o kadar iyi hissettiriyordu. Onun benim için iyi olmadığı gibi, benim de onun için iyi olmadığını fark ediyordu çünkü bu anlarda.

Şimdi de öyleydi işte. Bana yaşattıklarının geri alınamazlığı ya da aşkıma sahip olmanın bir yolu olmadığını bildiği gibi; teslimiyet ihtimalini de akıl oyunlarımla yok etmiştim. Tam da bu sebeplerden; ona istediğini asla vermediğimden, bana ne işkenceler yapmış olursan olsun kendisinin kazanamadığını düşünüyordu.

Karan'ın gözünde ikimiz arasındaki rekabeti kazanan bendim. Beni, tam olarak delirten şey de buydu. Sanki bende bana ait bir şey bırakmış gibi, kazananın ben olduğuma inanması.

Malikanenin geniş holündeydik. Oturduğumuz upuzun masanın etrafında hizmetkarlar dolaşıyor, acele bir tavırla kalan işleri geceye yetiştirmeye çalışıyorlardı.

Birkaç saate başlayacak olan kutlama partisi için hazırlıkları tamamlıyorlardı. Kutlama partisi dediğim, aileyle alakalı bir başarı kutlamasaydı. 50 yıldır sikik varlıklarını devam ettirdikleri için başka zenginler -haydutlar diyelim- gelip aileyi; Şahin'leri övecekti.

Karan, bu ailenin bir sonraki varisi; kutlamadan dolayı yine saçma sapan şeylere stres olmuştu ve gelip bana saçmalamaya başlamıştı her zaman yaptığı gibi. Ve yine, tüm güç onun elinde olmasına rağmen, onu daha da huzursuz etmenin bir yolunu bulmuştum.

Çekik, çift kapaklı tembel gözleri agresif bir dalgınlıkla yüzüme bakıyordu şimdi. O koyu kahve gözlerin nasıl karardığını, yüzüne hâkim olan kasvetin, kafasındaki acımasız seslerle nasıl daha da ketum hale geldiğini saniyesi saniyesine bilirdim. Şimdi de öyle oluyordu, gittikçe kasvete bürünüyordu ifadesi.

Bana ne yapacağını düşünüyordu.

Yüzünü birden benimkine yaklaştırdı. Bilerek yüzümü geriye çekmedim, ondan korktuğumu belli etmemek için. Ancak nefesimi tuttum istemsizce. Yüreğimin solunda, korkudan sebep bir irkilme belli belirsiz yaşandı gitti. Birkaç saniye dibimde öylece kaldığında, bana hayal kuracağım fırsatı vermiş oldu.

Hayallerim şöyleydi: Acaba... şu çatalı alıp gözüne mi soksam? Hayır, bundan kaçınabileceğini biliyorum. Hatta böyle bir saldırımı bekliyor da tetikte bence: Belki de benim onun aklını okuyabildiğim gibi, o da benim aklımı okuyabildiğinden.

Çoktan ifadesizleşen yüzümde, aklıma gelen bu gerçeğin acısıyla, daha da alaycı bir bakış belirdi. Çünkü alaycı davranmaktan başka takınabileceğim hiçbir tavır, acınası olmaktan öteye gitmemi sağlamıyordu.

Karan kadar düşmeme çok az kalmıştı, aklımı bir ekmeğin arasına yerleştirip mideye indiren barbar canavarlara katılacaktım yakında. Gücüm yetmeyecekti dayanmaya.

Birbirimize mimiksiz bir yüzle baktık birkaç saniye, alaycı bakışlarım yerini korudu. Gerdirdiğim, artık düz bir çizgi haline gelmiş dudaklarımdan; beddualarımın dökülmesine zoraki engel oluyordum.

Şu iğrenç yaratığa da bakın... Delinin teki, bazen çocuk bazen yetişkin. Yine de yaptığı her şeyin farkında.

Onu, bana yaşattığı onca cehenneme rağmen, 'aklı yerin değil' diye savunmaya çalışacak mahlukları düşününce... kafamın içinde, kulağı yırtan cinsten karmaşık frekanslar aynı anda çalmaya başlıyordu.

Geberin.

Dudağımın sol kenarı, bozuk sinirimden dolayı, cüretkâr bir tavırla hafifçe yukarıya kıvrıldı ve hemencecik tekrar söndü. Ondan daha çok, ikimizin de içine düştüğü; bu dünya denen cehennemi hor görüyordum ve o da bunun farkındaydı. Bu ironiyi Karan'ın kendi de sezebildiğinden.

Gözleri dudağımın kenarındaki bu hareketi dalgın dalgın seyretti, sonra o kasvetli gözler bana döndü. Belli belirsiz sırıttı, direnmem kadar onu motive eden bir şeyin olmaması; kanımı donduruyordu.

Dizlerimden hiç çekmediği elleri, yavaşça tenimden ayrıldı. Yavaş hareket eden elleri, benden ayrılır ayrılmaz yabani birer hayvana ait gibi hızlandılar birden, hiç tereddüt etmeden saçımı kavradı kurnaz elleri. Saçlarımı eline kavradığı gibi, parmakları arasına iyice doladı ve yerinden kalktı. Aniden dikilmişti havaya, peşinden beni de savurgan bir tavırla saçlarımdan yukarıya çekmişti.

Elinde bir mal tutuyormuş gibi, peşinden gelene ne olacağını hiç önemsemeden hareket ediyordu. Aslında önemsiyordu, acımasını.

Beni birden saçlarımdan sürüklemeye başladığında, direnmeye çalıştığımdan sandalyemle birlikte yere düşmüştüm.

Bende sandalyeyle birlikte yere kapaklandığımda arkasını dönmedi, sadece saçlarımı yukarıya tekrar çekiştirerek yükselmeme sebebiyet verdi.

Sandalyenin düşüş sesi, etrafta on taneden fazla olan hizmetkarlardan hiçbirinin davet yerini düzenlemeye devam etmesini engellemedi.

Hiçbirinin gözleri bile değmedi bize.

Apar topar ayağa dikildim, sırtım Karan'a dönüktü. Onun peşinden zorla, kapıdan geri geri yürüyerek çıkarken, gözlerini özenle asla bana değdirmeyen hizmetkarlara bakıyordum.

Anlamsız.

Yürümeye başlamış olmama rağmen, Karan beni inatla sürüklemeye çalıştı.

Dudaklarımı birbirine bastırdım saçlarımın acısıyla çığlık atmamak için. Geri geri yürüyüp ona ayak uydurmaya çalışırken, iki elimle saçlarımı kavradığı kolunu tutuyordum. Merdivenlere vardığımızda ters bir şekilde yürüyemeyeceğim için önüme dönmeye çalıştım ama o hızlandı ve daha da saldırganlaştı. Bana daha az acı çekmem de izin vermemeye kararlıydı.

Öfkeden deliye dönüyordum her bir kopan saç telimde. Bağırsam, çağırsam... Çığlık atsam ya da tırnaklasam. Yardım istesem işte. Yardım istesem.

Bana yapmadığım için kızacaksınız değil mi? Ama şimdiye kadar her yolu denedim. En sonunda bu aşağılanmayı bir daha kendi kendime yapmamaya karar verdim. Çünkü ne ondan ne de buradaki bir başkasından yardım dilemem fayda etmezdi.

Merdivenlerin ortasına geldiğimizde genç bir hizmetçi kız bizi gördü ve duvara yapıştı. Elinde tuttuğu tepsideki bardaklarda tadımlık çorbalar vardı. Göz göze geldik. Hemen kaçırdı titrek bakışlarını üstümden, ama ben bana nasıl baktığını yakalamıştım. Acıyarak.

Hem acıyorlardı hem de haksız buluyorlardı kadını. Biraz daha farklı davransa, adam belki de bu kadar sert olmazdı?

Beni taşlayıp, sonra da bana çarpık bir zihinle acıyorlardı.

İlerleyen zamanlar için bilginize, benden merhamet beklemeyin. Bana o öğretilmedi.

Beynimden vurulmuşa döndüm onun o acıyan, ikiyüzlü bakışlarını yakaladığımda. Her bir saç telimdeki yakıcı acı, kavga etmemem için beni geriye çeken dostane kollar oldular.

Ne?

Ne?

NE?

Bu siktiğimin böceği de kim?! O kim ki bana acıyor lan?!

Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin. Gebersin.

Cam gözlerden bile donuk ve soluk mavi gözlerim, aniden yakıcı bir parlamayla aydınlandı. İçime attığım öfke, ani bir dalga olarak yayıldı bedenimde.

Sadece saniyelik gerçekleşen bu hisler zincirinin ardına saklanmış zihnim; meydana gelebilecek olan en acımasızca hamleyi anında gözüne kestirdi.

Sağ ayağımı kaldırıp ayakucumla tepsinin aşağısına vurdum. Sıcacık, tadımlık çorbalar hizmetçi kızın yapay bir üzüntüyle büzüşmüş yüzüne sıçradı. Hizmetçinin ellerinden kayıp giden gümüş tepsinin, merdivenlere düştüğündeki 'çınk' diye yüksek desibelli sesi, hizmetçi kızın çığlığı yüzünden kulaklara daha az yırtıcı geldi.

Çorbaları hemen silmeye başladı yüzünden. Ağırlığını tamamen duvara verdi. Dizlerinin bağı korkuyla çözüldüğünden, hızla yere çöktü. Elleriyle yüzünü havalandırmaya başladı. Dehşetten aklı durmuştu, kalkıp yüzünü soğuk suyun altında tutmak fikri gelmiyordu ona. Attığı çığlık, onu yanan yüzünden daha fazla korkutuyordu. Çünkü Karan Sezer Şahin, hizmetçi kızı bir anlık öfkeyle, tuttuğu gibi merdivenlerden aşağıya fırlatabilirdi bu gereksiz(!) çığlık yüzünden. Bu nedenle hizmetçi kız ne yapacağını bilemez, biçare halde; yüzündeki alevleri elleriyle örtmüştü korkuyla.

Yüzünü örtmek, kendini saklamaya çalışmanın en çocuksu yolu.

Hizmetçi kızın parmakları tarafından kafeslenmiş yüzüne ışık huzmeleri sızıyordu. İzliyordum onu o huzmelerden. Korku dolu gözleri bana kaydı istemsizce. O da beni izliyordu. Ben merdivenleri, Karan'ın elinde, saçlarımdan sürüklenerek çıkarken.

Hizmetçi kızın sessizce beni izlemesi, bana doğa ilkelerini anımsattı. Bir avın, avcısını seyretmeye karşı duyduğu tuhaf bir içgüdü; belki de bir çeşit inanç çalışmıştı içinde. Ya da hizmetçi kız, sadece bir adamın elinde sürüklenen bu manyak kızın -bendeniz, Eren İpek Şahin- tehlike seviyesini belirlemeye çalışıyordu.

Bir ceylan, aslanın zayıf bir duruma geldiğinde bile ondan üstün olduğunu bilmeli.

Ona az önce bunu öğrettim.

Evet, bana böyle bakmalı. Zavallı biriymişim gibi değil de böyle.

Başarının getirdiği kibirle, kaba ve zorba bir tavırla gülmeye başladım. Karan arkasını dönüp çığlık atıp ağlamaya başlayan hizmetçi kıza ya da bundan keyif alarak gülen bana bakmadı. Ama hayal kırıklığına uğramış gibi, tekrar hızlandı. İkinci merdivenleri de böyle kısa bir macera ile bitirmemizin ardından saçlarımı bıraktı. Sırtımı dikleştirdim ve omuzlarımı geriye atıp kemiklerimi kütlettim. Biçare bir arzuyla, güçlü ve sert durmaya çalışıyordum.

Saçlarımı elimle düzelttiğim sırada, yan gözle Karan'ın elleri arasında kalmış siyah saç tellerimi diğer eliyle toplayıp cebine sıkıştırmasını izledim. Ona tiksinmiş ve soğuk bir ifadeyle baktım. Kin dolu, özellikle duyabileceği kadar yüksek, kısık bir sesle "Siktiğimin psikopatı." Diye geveledim.

Bana döndü, hiçbir şey demeden elimden tuttu ve beni sürüklemeye devam etti. Ancak ondan daha hızlı yürümeye başladığımda, ben onu sürükler vaziyete gelmiştim. Ve en ufak konuda bile gösterdiğim mücadele hırsım, tekrar açığa çıkmış oldu böylece. Buna izin vermedi elbette, onu minicik bir şeyde yenmem bile kendine batardı.

Ondan biraz daha ileride yürümeye başladığım anda, boştaki eliyle saçımı kavrayıp beni geriye çekti. Sırtım göğsüne çarptı. Kısa biri olmamama rağmen, boynumu saçlarımdan çekip başımı geriye yatırdığında ve başımın üstünü göğsüne bastırdığında, onun benden büyük olduğunu görüyordum. Aslında, 'o büyük ben küçük' meselesi değildi olay. O devdi ben değildim. Ve bu hiç romantik değildi ruh hastaları. Kastettiğim şey, boy farkından kaynaklanmıyor.

Benim yüzüme doğru eğdiği yüzünde, göz kapakları sonuna kadar açıktı. Yüzü öfke ve sinirle kasılmış, teni bembeyaz olmuştu. Tüm stresini benden çıkarmak istediğini görüyordum. Göz bebeklerinin içindeki cinnet, parlaklık bana aitti ve benim içindi. Bana karşıydı. Şizofren bir adamın öfkesini lanse ettiği bir oto portreyi andırıyordu siması.

Size, kimseye söylemeyeceğim bir şeyi itiraf edeyim. Yüksek tavanlı koridorun ışığı, Karan'ın zemine paralel olacak şekilde öne eğdiği başının arkasına vuruyor. Yani yüzüme doğru eğdiği yüzü, ışıksız kaldığından tamamen gölge de. Beni de gölgeliyor.

"Beni o kadar zorlama, Eren." diye geveledi öfkeli, ağır bir sesle.

Çatı katına vardığımızda eski, diğerlerinden küçük ve evvel zamandan beri restore edilip, korunmuş; malikanenin en değerli odasına girdik. Daha doğrusu, Karan içine sıçıp batırmadan önce malikanenin en değerli odasıydı. Zira son üç yılda bu duvarların gördüğü hiçbir şey, kıymetli değildi.

Beni içeriye, yatakla duvarın arasındaki boşluğa fırlattıktan sonra kapıyı üstümüze kapattı. Aceleci ve biraz da ürkmüş bir tavırla, sanki peşimizden birileri odaya girecekmiş gibi, kapıyı kilitledi. Nefesini tutmuştu kapıyı kilitlerken, omuzları belli belirsiz titremişti. Ruh hastası paranoyak herif, amına koyayım, tiksiniyorum bu piçten. Şu malikanede tek bir kişinin bile ona karşı gelmeye götünün yemeyeceğini hala anlayamadı.

Karan bana döndü ve sırtını kapıya yasladı. Tuttuğu nefesi bıraktı. O, dudaklarını birbirine bastırmış ve hafif açık, şaşkın gözlerle bana bakarken -ani ruh değişimlerini yakalamak sizin için epey zorlu olmalı- ben de olduğum yerde, ona nefret dolu bir ifadeyle bakıyordum.

Size demiştim. Benim yanımda o küçük çocuk olamayacağını, tıpkı diğer herkesin yanında olması gerektiği gibi; uykusunda bile uyanık olması gerektiğini fark ettiğinde, sıklıkla hırçınlaşırdı. Beni saçımdan tutup bir yerlere sürüklerdi.

Ancak bu fark edişleri, yani 'benim diğerlerinden bile fazla ondan nefret ettiğim gerçeğini' kavraması kısa sürerdi. Yine bana olan inancına kapılıp giderdi kısa sürede.

Şimdi olduğu gibi. Şu aptal, çocuksu ifadesine bakın.

Gözleri değerli bir şeyi keşfetmiş gibi, parlamaya başladı. Dudaklarını birbirine bastırdı heyecanla. Bakışları yumuşadı. Ezberlediğim hareketleri her zamanki gibi tekrar ediyordu. Yavaş yavaş ayağa kalkmaya başladım. Belki lavaboya girip kapıyı kilitleyebilirdim. Gerçi kısa süre de kırardı, sinirlenmiş olacağından bana sırf kendi üstünlüğünü kanıtlamak için…

Ne yapacağım?

Her zamanki gibi, öylece çocuk gibi bir ifadeyle aval aval dikilip sonra birden harekete geçti. Yanıma geldi iki adımla. Karşımda diz çöktüğünde, ben de yatağın kenarına doğru gerileyerek ayağa kalkmaya çalışıyordum. Hareket etmenin, kendi zararıma olabileceği gerçeğini kabul edemem. Lavabo kapısını açamazdı belki bu sefer, hm?

Ellerim onu itmek için kaslı kollarına vardı ama o hiç önemsemeden kalçalarımı iki yandan kavrayıp aşağıya çekti. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı, yüzümü öte beriye kaçırıp başımı eğsem de bir anlamı yoktu. Yüzü yüzümün takip ettiği yolu izleyerek, dudaklarımı buluyordu.

Bunu zevk için yapmıyordu. Yemin ederim size. Kendisi için bile zevk için olamazdı bu. Deliydi. Bu psikopatlıktı yalnızca.

Öpmeye başladı. Bacaklarımı önümde birbirine kapatmaya çalıştım ancak çoktan elleri uyluklarımı aralamıştı ve kalçası da bacaklarımın arasına girmişti. İki yana açtığı bacaklarımı, kasıklarının üstünde olmaya zorluyordu. Kalçalarımı gittikçe kendine çekerken yüzünü de yüzüme iyice bastırıyordu. Başım, yatağın kenarına gömüldükçe o daha da üstüme geldi. Nefes almama izin vermiyordu. Öptükçe öpüyordu. Dili kapalı dişlerimin ardına ulaşmak için beni sıkıyordu. Ve ben, o dudaklarımdaki etleri koparacak hale gelene kadar, dudaklarımı aralamakta inat ediyordum. Sonrasında ise... sadece zihnen izin vermediğimle kalıyordum. Beynim, benim aksime hayatta kalmak ve çenemi kırılmaktan kurtarmak için dişlerimi birbirine bastırmayı kesiyordu. Ya da o da direniyordu ama kaslarımda bir güç kalmadığından yapacak bir şey olmuyordu. Bu anı, derinlemesine ne zaman düşünmeye çalışsam kafayı sıyırdığımdan tam olarak anlayamıyordum olanı. Sadece… Çenem gevşeyiveriyordu. Ama ben değildim, güçsüzlüğümdü. Ben... asla.

Lütfen anne, bunu isteyerek yaptığımı düşünme. Gücüm yetmiyor çenemi daha fazla sıkmaya, yoksa dayanabildiğim son ana kadar dayanıyorum ben. Yemin ederim anne, her şeyden çok ölmeyi istedim.

Birkaç dakikaya, kendisi de nefes nefese kaldığında uyuşmuş dudaklarımı kendinden kurtardı. Dilini son bir kez damağımı gıdıklayacak şekilde üst damağımdan geçirip, dişleriyle alt dudağımı ısırdıktan sonra.

Bunu her yaptığında inlememi, acı çektiğimi ya da huylandığımı belli eden bir sesi takınmamı beklerdi. Bana heyecanla bakan sapık gözlerinde bunu görebiliyordum. Dudaklarını benden ayırsa da uzaklaştığı yoktu. Kızarmış yüzlerimizin arasında bir karış kadar bile mesafe yoktu.

Kasıklarının üstündeydim, şişmiş ve sertleşmiş organı, orama çok yakın bir yerdeydi. Benim bunu fark etmemle ve biraz kalçamı geriye çekmeye çalışmamla aynı anda o da fark etmiş gibi, o an kalçalarımı tekrar kendine çekip beni kıyafetlerimizin üstünden bir birleşmeye zorladı. Hafif bir inleme döküldü dudaklarından. Ben ise kendimi tuttum. Kasılmaktan her yerim ağrımaya başlamıştı. Belki de kendimi kasım kasmak yerine gözlerimi kapatıp geçmesini bekleseydim her defasında… hem fiziksel hem zihinsel olarak bu kadar yorulmaz, hasar görmezdim.

Nasıl yapabilirim ki? Nasıl dayanılır buna? Nasıl öğrenirim bunu?

Endişeli, çocuksu bir yüzü vardı. Her temasımızda ilk kez deneyimliyormuş gibi, büyülenmiş, sapık ve kıpkırmızı bir yüzle bakardı bana.

İkimiz de nefes nefeseydik. Olabildiğince yavaş nefes alıp veriyorum, çünkü benden hiçbir şeyi duymamasını istiyordum. Ama onun en ufak bir sıkıntısı bile yoktu bu konuda. Nasıl zevk aldığını belli eden, yavaş ve ahenkli solukları kulağıma kadar geliyordu. Ve bu sesleri duymamak için kulaklarımda bir kurşun patlatmayı çok isterdim.

Kolları, kalçalarımdan sırtıma vardı. Beni kendine çekip sıkıca sarıldı. Sertliğini derinliğimde hissedebiliyordum şimdi, bilerek yönlendiriyordu kasıklarını. Bilinçsizce dudaklarım iki yana açıldı. Alaycı alaycı gülümsemek istemiştim ama olamadı. Ama... Olmalıydı. Ne kadar zorlandığımı örtmek için, kendime bile yalanlar sıkabilmek için gülümsemem şarttı. Bir şeytanı kıskandıracak kadar zalim bir tavırla.

Aslında, dudaklarımı böyle iki yana araladığımda bile; bu haldeyken anca zavallı gibi gözüktüğümü biliyordum. Bu acınası durumu değiştirmenin hiçbir yolu yok. Ne kadar alaycı tavır takınacak olsam dahi.

İki yana serbest bıraktığım kollarım, sırtına uzandı. Sırtına dokundum. Keşke ellerimden bıçaklar çıksa, keşke bir bıçağım olsa. Ne yaptığımı ya da ne düşündüğümü kestirebildiğim tek nokta; onu öldürmek.

Elleri kalçalarıma gitti tekrardan. Onu kanatabilmek için bile isteye uzattığım tırnaklarımı boynuna geçirdim. Kalçalarımı sertliğine bastırıp biraz, uzaklaştırdı. Sonra tekrar bastırdı. Gittikçe sertleşen ve hızlanan bir tavırla bunu yapmaya devam etti. Kollarını bana dolayıp beni sıkıca sardı yine. Ciğerlerimi patlatacak kadar sıkı sarmıştı beni. Hem aşağıdan, kadınlığıma erkekliği ile vurarak beni durmadan zorluyordu hem de kolları arasına aldığı göğsümü sıkıştırarak nefesimi kesmeye çalışıyordu. Ne kadar kapana kısılırsam onun için o kadar azdırıcıydı bu iş.

O, acı ve zevk dolu iniltilerimi duymak istiyordu, ben ise sesim çıkmasın diye nefes bile almıyordum. Penisinin rahatlama anına yakın bir zamana kadar beni üstünde hareket ettirmeye devam etti.

Onu öldüreceğim. Bir gün yapacağım bunu.

𓆨@ $1// // 3+| ¥3$3|3® 8|1_3

Birkaç dakikaya, beni kaburgalarımı kıracak kadar sıkı sarmayı bırakıp sırtımı yatağın kenarına geri yasladı. Ellerimi boynundan ayırdım. Tırnaklarım hep kan olmuşlardı. Ellerimdeki kana baktı o aptal, sarhoş ifadesiyle. Ensesini kanatmam konusunda ne hissediyor? Üzgün, mutlu? Bilmiyorum, içten içe, o da bilmiyor.

Pantolonuna boşalamazdı ve bu sürtüşmenin onu rahatlatmayacağı açıktı. Eli pantolonun düğmelerine gitti.

Biraz uzaklaşsa da bacaklarını bacaklarımın altından çekmemişti. Hala çok yakındık. Biraz uzaklaşması için geriye ittirmeye çalıştığımda olduğu yerden kıpırdamadı. Bu yakınlıkta kalmak istiyordu. Sadece pantolonunu boxerıyla birlikte belinden aşağıya çekerken, beli biraz hareket etti o kadar.

Yukarıya kalkmış penisine bakan aptal bakışları, bir an bana kaydılar, keskin bir ifade takınarak. Size yine ve yine yemin ederim ki, bunu zevk için yapmıyordu. Sahip olmak için yapıyordu. Zorla, ellerimi, elleri arasına aldı ve sertleşmiş penisine getirdi. Elimi geri çekmek istedim, diretmeye çalıştım ama o benden daha kuvvetliydi. Refleksleri ve bileğini döndürmede de daha iyiydi.

Benden daha kuvvetliydi, daha iriydi.

Şimdi ne demek istediğimi anladınız mı? O devdi ve ben değildim. Bu yüzden, o istediğini yapabiliyordu. Romantizm algısı içine sığdırmaya çalıştıkları bu çarpık ve çift yönlü siktiri boktan bakış açısının; cehennem tarafındayım.

Ellerim, her an daha da fazla kan pompalanan sıcak ve sert deriyi kavradı. Tek elimin parmakları kalınlığından dolayı onu sarmaya yetmiyordu. İki elimi kullanmam gerekliydi her defasında, o tatmin olana kadar. Ellerimi sürekli ama sürekli geri çekmeye çalıştığımda, ellerimi o denli sıktı ki tarak kemiklerim birbirinin üstüne katlandı adeta.

Mesajını yeteri kadar açık verdiğine inandığında, ellerini ellerimin üstünden çekti ve iki elini de sırtının gerisinde zemine yerleştirdi. Sırtını, avuç içlerini dayadığı zemine doğru geriye eğdi ve çenesini hafifçe yukarıya kaldırdı. Bakışlarım midemi bulandıran penisinden ona kaydı yavaşça.

Geri, zemine yasladığı ellerine vermişti tüm ağırlığını. Kravatı, gömleği kırış kırış olmuştu. Ceketini ne ara çıkardığının farkında değildim. Dolgun dudakları sabırsızca büzülmüştü. Koyu kahve gözlerinde ne aptal ne sarhoş bir ifade vardı. Dikkatli ve mimiksiz bir yüzle, ne yaptığımı izliyordu. AKLI GAYET DE BAŞINDAYDI. Birkaç dalgalı saç tutamı önüne düşmüştü, ancak çift kapaklı tembel gözlerine gölge düşürmüyorlardı. Yüzündeki benler ona güzel bir hava veriyordu.

Acaba... dışarıdan onu görünce kızlar yakışıklı olduğunu mu düşünüyordu?

En kötüsü o muydu, yoksa başımı tutup aşağıya çekmiyor; beni penisini ağzıma almaya zorlamıyor diye, içimde bir yerlerde rahatlama hisseden ben mi en kötüsüydüm?

Başımı öne eğdim yüzüne daha fazla bakmamak için. Ellerim, yukarı aşağıya hareket etmeye başladı damarlı, kanlı direkte. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.

Karan yavaş yavaş, ahenkli derin nefesler alıyordu. Kimi zaman dudaklarından iniltiler dökülüyordu, bu iniltiler, kişiliğine de uyan hayvansı bir hırıltıya dönüyordu sıklıkla.

Ellerimin yetersizliği yüzünden zorlanıyordu boşalmakta. Avuç içlerini zemine iyice bastırmıştı, hızım onu tatmin etmediğinden, kendisi mastürbasyonu devralmaya ihtiyaç duyuyordu. Ama yapmayacaktı bunu. Acı da çekse, kendi ellerini kullanmayacaktı. Çünkü böylesinin ikimiz içinde zor olduğunun farkındaydı ve Karan, kimin çektiğinden bağımsız olarak ikimizden birine ait acıyı kafasında şehvetle bağdaştırmıştı. Yani zorlanmaları, çekilen acıyı kendisi ya da karşı taraf çeksin, bir tür zevk olarak görüyordu.

Tam da bu sebepten, kollarım yoruluncaya kadar kendini tutmayı huy edinmişti Karan. En sonunda penisi seğirmeye başladığında; boşalacağı zaman ellerimi penisinden uzaklaştırdı ve ceketinden çıkardığı mendille penisinin yumuşak başını örtüp menisini topladı.

İki üç dakika kadar soluklandı, sonra pantolonunu yukarıya çekti ve kemerini bağladı. Artık gitmesi gerekliydi. Mimiksiz bir ifade takındım yüzüme. Ondan kurtulacak olduğum için ne kadar rahatladığımı, onun bende nasıl bir etki yarattığını ona göstermemeye kararlıydım. Pis ellerimi üstünde olduğumuz halıya silerken başımı gerisin geri yatağın kenarına yasladım ve ona kısık gözlerle, sert bir ifadeyle baktım.

Bakışlarıma karşılık vermedi. Kaçırdı yüzünü. Sonra, bir köşeye takılı kaldı bakışları. Tekrar başka bir şey düşünmeye dalmıştı. Çok hızlı değişiyordu düşünceleri, düşündüğü şeyler. Hızına yetişmek benim için bile zordu bazen.

"Bu gece beni öldüreceklerinden korkuyorum." Dedi alt dudağı büzülürken. Gözleri aniden dolmuştu, ıslak ıslak bakıyordu gözlerimin içine artık. Sonra, aniden kendi zayıflığına ve ürkek yüzüne dayanamayarak ifadesini hızla değiştirdi. Yüzünü buruşturup gözlerini kapattı, başını hafifçe öne eğdi. Elleriyle başını sardı. Birkaç saniye, belli belirsiz ileri geriye sallandı.

Dudakları iki yana aralandı ve başını tekrar yukarıya kaldırıp, bana baktı. Bir an daha sessiz kalıp sonra patlamış gibi histerik bir tavırla kahkaha attı. Birden üstüme doğru yürüyüp, eğildi. Kollarımı kavradı ve sıkmaya başladı. Beni sertçe kendine çekti, neredeyse bana kafa atacak kadar beni yakınana getirdiğinde, durdurdu kollarını. Hararetli hararetli konuşmaya başladı.

"Olmaz ama. Değil mi Eren? Ölemem. Yaptığım onca şeyden sonra... burada ölemem. Değil mi, ha, söylesene?" dedi. Sesinde korkaklık ve çaresizlik vardı. Derin derin soluklar aldı, "Seninle burada kalacağım-" derken kendi lafını kendi kesti ve birden öfkeyle çatlayan bir sesle "Olmaz. Gidip hepsini öldüreceğim!" diye bağırdı cinnet eşiğinde.

Ayağa kalktı benden hızla uzaklaşarak, sanki zehirliymişim gibi. Çekmeceleri karıştırmaya başladı. Sakinleşmek için hızlı hızlı nefesler alıyordu. Durdu, başını benden yana çevirdi ve "Sonra yanına gelip sana her şeyi anlatırım tamam mı? Bana kimi öldürmemi tavsiye edersin?" diye sordu. Öptüğü dudaklarımı silmeyi, halıya tükürmeyi kesip ona döndüm. Sert ve soğukkanlı bir sesle "Kendini." Dediğimde nefes almayı bile kesti, dondu. Bir an bana öylece baktıktan sonra, kahkahalar atarak gülmeye başladı.

Gözlerinden boşalan yaşları silerken çekmeceden tasmayı çıkardı. Muzip bir ifadeyle bana baktı, "Biliyorsun ki tasmanın yerini başından beri biliyordum. Ama seninle biraz daha fazla vakit geçirmek istediğim için arandım durdum." Dedi. Yüreğim korkuyla irkiliyordu her böyle güldüğünde, alışmak zordu ansızın gelen histerik kahkahalarına. Yine de korkuyu belli etmemeyi öğrenmiştim.

Boğazına oturan zehirli bir yumru vardır ya, onu yutmak değil de dilinin üstünde yaymaktı sır. O zaman öyle bir uyuşuyordunuz ki korkunuz dağılıyordu boşluğa.

Saçmalıyor muyum?

Gelip ben olmayı deneyin, bulacağınız çözümleri merakla bekliyorum.

Çamur yerken gülümsemekten bile zordu korkuyu gizlemek, ama öğrenmiştim. Daha zor olduğunu nereden bildiğimi mi soracaksınız? O çocukluğumun konusu, eğer geçmişe gidersek, bahsedebilirim. Acele etmeyin.

Küçümseyen bir ifadeyle onu süzdüm, aşağılayıcı bir şekilde sırıttım. "Zavallısın."

Beni duymazdan geldi, karşımda diz çöktü. Sol eli çenemi kavradı ve sağ eliyle tasmayı boğazıma yerleştirdi. Göğsüne tüm gücümle (bacaklarımın büküldüğünü unutmayalım, teknikken bu haldeki tüm gücümle) tekme attığımda yerinden bile kıpırdamadı, aksine, yüzündeki zevkli gülümseme iyice yayıldı. Tasmanın oturduğunu bir 'kılps' sesiyle anladıktan sonra, kavradığı çenemi kendine yaklaştırdı ve dudaklarıma ufak bir öpücük daha kondurdu. Çenemi bırakmasıyla başımı hızla ondan uzaklaştırdım ve olabilecek olan en kindar ifadeyle tekrar yüzüne baktım.

Yüzünü tükürürdüm ama, inadına bir daha öpebilirdi. Üstelik, yüzüne ne zaman tükürsem beni ciddi ciddi dilimi kesmekle tehdit ediyordu. İki kere yaklaşmıştı da buna, birincisinde annem kurtarmıştı ucu ucuna, ikincisin de ise üvey babamın annemin yalvarmaları sonucu oğlunu durdurmuştu.

Yüzüne tükürdüm.

Keserse kessin, orospu çocuğu. Boyun falan eğmeyeceğim.

Karan, yüzüne tükürdüğüm gibi gözlerini kapattı. Sinirden, kaskatı kesilmişti anında. Gözlerini açarsa, bana bir şey yapacağını biliyormuş gibi gözlerini açmadı. Rengi kırmızıdan mora dönene kadar, nefes almayı bile kesti. En sonunda, kan çanağına dönmüş gözlerini aralayıp bana baktı. Parmakları, bir bülbül kafesinin bükülmüş başı gibi birbirine kapandı hafifçe. Sağ elinin parmaklarını, getirip tam yüzümün ortasına bastırdığı sırada sol eliyle bedenimi olduğum yere bastırıyordu ki elinden kaçamayayım. “Karım benim,” diye mırıldandı kendi kendine. Gözlerini kırpmıyordu. Başını hafifçe sağa yatırdı, “Sana tükürdüğünü yalatmamı ister misin?” diye geveledi fısıltı gibi bir sesle.

Dehşete uğradığımı, göğüs kafesimden yükselen fakat dudaklarımdan dökülemeyen bir feryat olarak, tüm hücrelerimde hissettim. Geriye kalan tek şey, en başından beri sahip olduğum tek şeydi de aslında: Direniş.

Aklımı kaçırtacak kadar korkunç tehditlerine karşın, gözlerimi bile kırpmadan, ona nefretle baktım. Yutkundum. Sürekli dağılan ama inatla bir nokta üstünde toparlamaya çalıştığım gücümü sesime vurdum. Sesim gittikçe dağılıp, kısılsa da, titrese de nefretim hep aynı kaldı tınımda: “Sik.ti.ği.min p.si.ko.pa.tı.”

Pembe kazağımın ucunu yukarıya çekiştirip yüzünü sildi.

Gözlerini, benden öte yana çevirdi. Tasmanın diğer ucunu eline aldı ve yatağın ucuna eğildi. Onu, bir an, zincirle boğmaya çalışsam nasıl olur diye düşündüm. Ancak böyle bir şeyi denemem için önce sarhoş ya da yaralı olmalıydı. Güncel halde, bunu denersem... Zararlı çıkan tek kişi ben olurdum. Beni istismar edebilir ya da tek bir yumrukla bayıltabilirdi.

Gerçi, Karan bana vurmamıştı şimdiye kadar. Vurmaktan daha beter şeyler yapmıştı ama vurmamıştı. Bunun kendi kafasındaki saçma bir çizgiden kaynaklandığını biliyordum. Ama bu çizginin öte ya da beriye bir sınırı yoktu. İşte o bunu anlamıyordu.

"Bunu yapmana gerek yok, gitmeyeceğimi biliyorsun." Dedim tasmanın zincirini yatağın kenarına bağladığı sırada. Beni pek çok şekilde aşağılamıştı bugüne kadar, ama tasmalamak bunlardan biri değildi. İlk defa oluyordu bu ve her bir ilk, ayrı bir öfke, kızgınlık ve utançtı benim için.

"Gitmeyeceğimi biliyorsun." diye kendimi yeniledim en inandırıcı sesimle. Tabi, yemezdi bu sözümü ama bu konuda dökebileceğim pek bir dil yoktu başka. Bu tasma işini düşünecek kadar bile ileri gittiyse, kararında epey ciddiydi.

Dediğim gibi, sözlerimin açıkça yalan olduğunu bildiğinden, cevap vermedi. Ceketini yerden aldı ve aynada üstünü başını düzeltmeye başladı. Kıvırcık, kısa saçları dağılmıştı. Fönleri neredeyse bozulmuştu. Hepsini geriye attı umursamazca. "Önünde topla saçları, böyle aptal gibi gözüküyorsun." Dediğimde saçlarını önüne aldı. Kaküllerini yeni kesmişti, keşke önceden kesmesini söylemeseydim de siktiğimin asosyali gibi gözükseydi kutlamada. Neyse, yine de saçlarını öne aldığında daha kötü gözüktü zaten.

Aynadan başını bana çevirdiğinde, tekrar o çocuksu saf tavrını kaybetmişti. Kravatının ucunu iki parmağı arasında tutup kaldırdı ve rahatsızlığını yüzünden belli eden bir tavırla "Beğenmiyorum." Dedi. Evet, berbat bir kravattı. İnce çizgili, parlament laciverti takımına neden parlak kırmızı bir kravat vermişlerdi bilmiyorum.

Başımı iki yana yavaşça salladım, "Hayır, çok iyi gözüküyor." Dedim. Kaşları çatıldı, hatları şüpheli ve gergin yüzünde açığa çıkıyordu. Tek kaşı havaya kalktı, "Emin misin?" diye sordu. Başımı onu onaylayarak salladım, "Öyle olmasa sana hiç 'iyi gözüküyor' der miyim? Saçlarını bile düzeltmeni söyledim." Dedim. Saçları boka dönmüştü.

Her neyse, dediğim gibi, bu kutlama sadece Şahinlerin 50 yıldır sikik varlıklarını sürdürmüş olmaları ile alakalı değildi. Aynı zamanda benim yerime aşağıda boy gösterecek olan, sahte bir on dokuzundaki Eren İpek Şahin ve yirmi ikisindeki Karan Sezer Şahin'in sosyeteye tanıtılma partisiydi. Kendimize bir eş bulmak için ideal yaşlara gelmiştik sonuçta(!) 19 ve 22.

Size, epey küçük gelebiliriz. Şayet, camiadaki diğer akranlarımız arasında en genç olanlar bizdik. Fakat, en zeki ve yetenekli olanlarda bizdik, yani, Karan'ın anlattıklarına bakarsam: Üç yıldır evden dışarı çıkmadım ve benim diğerleri ile tanışmam, çocukken yasaktı.

Muhtemelen Karan'ın söyledikleri doğruydu ki, yurt dışından geldiği zamandan bu yana, Karan akranlarını geride bırakarak tepeye yükselmeye başlamıştı hem de kolayca. İki yıla kalmaz, Adil Vedat'ı indirirdi tahtından. Adil Vedat kim mi? Babası; Baykal'ın mafya kralı. Tanıdığım en büyük ikinci orospu evladı.

Karan, benim yerime sahneye attığı sahte Eren'i özenle çirkin, kilolu, bakımsız biri seçmişti zaten, kimse Eren İpek Şahin'e yavşamak istemesin diye. Ama konu kendisi olduğunda, beyefendi çok özenliydi. Sırtını aynaya dönüp, ceketi ve saçları arasından, boynunda açtığım izlerin gözüküp gözükmediğine baktı. Sorun yoktu, tırnak izlerimi örtebiliyordu. Keşke sorun olsaydı.

Gözleri bana değip sonra başka bir yöne kaydı, kendisinin bile inanmadığı bir sesle, "Evet, söylersin" diye geveledi. Cebindeki anahtarı çıkarıp kilitlediği kapıyı açtı. Çıkmadan önce son bir kez bana baktı, "Akşam yine geleceğim." Dedi. Cevap vermedim, ama o yine de kendi kafasında kurduğu bir şeye keyiflendi.

Sanırım beni de bu keyiften mahrum bırakmak istemedi ki söyledi. "Korkma kendime bulmayacağım sosyeteden başka birini, benim gelinim sensin." Diye.

Ona bakmıyordum zaten, ama yüzümü ondan öteki yana çevirdim. Kapı üstüme kapandı.

Sessizce orada bekledim saatlerce. Lavaboya gidip ellerimi, dudaklarımı yıkadım kanlanana kadar.

Hiçbir doktorun tedavi edemeyeceği şeyler vardır, bir alışkanlık olmuş şeyler. Bir travma değil diyorum size, bir alışkanlık. Nereye giderseniz gidin, kabuslarınızdan asla eksilemeyecek şeyler. Kafanızın içine yerleştirilmiş bir kırkayak, asla mola vermeden gezinir durur zihninizde.

Kaçmak için uyumayı düşünürsünüz ama nafile, çünkü her gece kırkayağın adımları güçlenir; bilinçaltınız sizi bambaşka bir felaketle karşılayabilir. Ya da birden, ne halde olduğunuzla alakalı kendinize dürüst olabilirsiniz. Ki bu daha büyük bir felakettir.

Kırkayaktan kaçmanın çeşitli yolları vardır. Ancak benim durumumdaki biri için iki yol var yalnızca; biri sık sık canımın istediği her türlü manyaklığa kalkışma çabam ikincisi ise... tahmin edebilirsiniz bana sorarsanız. Kafamı komodinin kenarına vurmak için kaldırdım, ama bunu yapmadım. Eğer yaparsam Karan başıma bir görevli dikerdi çünkü. Eğer kendimi öldüremeyeceksem, boş bir çabaya girmemeliydim.

Açıkçası korktuğum şey ölüm değil. Elimden sadece ölmenin gelebileceği gerçeğiydi. Ömrüm böyle kayıp giderken, Karan'ın elinde mahvoluyor olmam değil de mahvoldu anının gelecek olması beni delirtiyordu. Kafamda bir kırkayak vardı ve onu var eden, benim tartışmasız sonumdu.

Böyle ölemezdim. Yalnız, bir hiç gibi. Karan'ın beni aşağıladığı her fırsatta, tenime kazıdığı derslerden biriydi bu. Onu ve diğerlerini öldürmezsem ben de ölemezdim.

Böylece, kırkayağımın her bir adımını, kendi sesiyle doldurmuştu üvey abim.

Sık sık, bu siktiğimin malikanesinden kaçarsam neler yapacağımı hayal ederdim. Bir sürü saçma ve çaresiz son vardı önümde. Hiçbir zaman mutlu olamayacağımı bildiğim sonlar. Kırkayağımın adım seslerini takip ettiğimde her zaman vardığım yer, geçmişimize ait bir mezarlık olacaktı.

Ondan, her bir hücreme kadar nefret ediyorum. Ama eskiden olduğu kişi, ölmeden önce görmek istediğim son kişi.

Eskisi ve yenisi.

Birinin bana olan sevgisini bildiğim tek kişi, Karan.

Öldürmem gereken kişi, Karan.

Ondan intikamımı almadan önce, intikamını almak istediğim Karan.

Kendimden deli gibi tiksinmeme sebebiyet veren, Karan.

Pencerenin yanına gittim. Malikanenin geniş çatısı ve öne çıkan balkonlardan dolayı bahçedeki davetliler beni göremezlerdi ama ben onları görebiliyordum. Arabalardan inenlere, çalan müziklere dikkat kesildim. Karan beni bu yüzden kilitlemişti odaya, bugün kaçabileceğimi biliyordu. Kıskançlıkla özgür olanları seyretmeye daldığımda, annemi yakaladı gözlerim birkaç dakikaya.

Annemin kahkahasını sahi bu kadar öteden duydum mu yoksa duymaya ihtiyacım mı vardı? Karan'ın babasının yani üvey babamın kolunda, annem şen şakrak kıvırırken, kırmızı elbisesiyle, itiraf etmeliyim ki ondan güzeli yoktu.

Anneme karşı en ufak bir hissim yok diye biliyorum, ama, tuhaf... Onun göz alıcı güzelliğini saatlerce izlemek isteğiyle doluyum. Mantıksız bir özlem duygum var ona karşı. Gözlerimi kapattım, alnımı cama yasladım. Karan'ın 'Annene bakmamalısın Eren, o seni sevmiyor.' sözü aklımda canlanıyordu durmadan. Kim bilir... Bazen, tüm bunları yapması için Karan'a çaresizce izin verenin ben olduğumu; çünkü en az onun kadar benim de hala ona ihtiyacım olabileceğini düşünüyordum.

Çünkü bir zamanlar, çocukluğumuzda, bizi birbirimizden başka kimsenin sevemeyeceğine inanırdık. Şimdi ise bir başıma kimsenin beni sevemeyeceğini biliyorum.

Eğer o bana sürekli gerçekleri tekrar tekrar söylemeseydi, anneme bakmamamı hatırlatmasaydı, muhtemelen annemi çoktan sevip onun hakkında ümitlenmiştim. Yine ve yine ve yine.

Evet...

Ne...

Ben...

Deliriyor muyum?

Göz kapaklarımı iyice birbirine bastırdım ve çenem büzüştü birden, düşüncelerime katlanamamanın verdiği bir iğretiyle başımı hafifçe iki yana salladım.

Delilikti düşüncelerim.

O iğrenç sopasını kavrayan ellerimi halıya alev alana kadar silsem de yıkasam da temizleyemedim, dudaklarım onun öpüşünden dolayı hala uyuşmuş durumda. Ondan, üstümde kaldığını hissettiğim her şey beni yakarken... Böyle bir şeye izin verdiğimi düşünebilir miyim?

Doğru mu düşündüm yoksa çaresiz ve zayıf olmaktansa, manyağın teki olmayı tercih mi ediyorum?

...

Evet...

Ağlamayı keseli yıllar olduğundan, histerik bir tavırla kıkırdamaya başladım. Nasıl bir kıkırdamaydı, size nasıl tanımlayabilirim... Aklımı gıdıklamışlar gibi kıkırdamaya başlamıştım. Nefes alamadığımdan dolayı camı açtım.

O ara, kapının ardından, arbede sesleri duydum, Karan erkenden yanıma uğramak istemişti anlaşılan. Gene neye delirdiyse, duyduğum kadarıyla, kapıya kendi diktiği korumayı dövüyordu ruh hastası. Kilitle oynandığını, birazdan içeriye gireceğini duymamla kıkırdamam iyice acınası bir hal aldı. Çaresizlikle buruştu yüzüm. Boğazımdan ince ve çaresiz bir inilti yükselmek istiyordu. Ve... Bunu bastırmaktan başka elimden bir şey gelmiyordu. Vuruyorum, kırıyorum, yakıyorum. Olabilecek en acımasız şeyleri söylüyorum. Ama Karan yine de gelip, kontrolü elimden kolayca alıyor.

Ve evrendeki her şey, işlerin böyle yürümesi gerektiğine dair ortak bir fikre sahip. Doğanın ta kendisi benim düşmanım, çünkü beni avcıya terk etti. Kıkırdamayı kestim.

Dondurucu rüzgârı içime çektim. Gözlerimi kararlı bir tavırla tekrar kapatıp, kaşlarımı çattım. Bir dahaki muharebesine hazırlanan, kasları yırtılmış bir yeniçeri yorgunluğuyla çektim işte o iğrenç havayı içime. Yumruklarımı sıktım.

Aşağısı, Katolik kilisesinin vadettiği ‘satın alınmış’ cennet, yukarısı spekülasyonlardan üretilmemiş; hakiki bir cehennemdi. Ben cehennemdeydim. O yüzden... annemin kırmızı elbisesine bakmayı kesmeliyim.

Değil mi, Karan? Anneme bakmayı kesmeliyim.

Kapı açıldı, hızla içeriye girdi ve sertçe kapıyı kapattı.

Dilimi dişlerimin arasında ezdim, burnumdan sessiz ve uzun bir soluk çektim içime. Sinirim ne kadar bozulursa bozulsun: O orospu çocuğunun benden çaresiz bir ses duymasına izin vermeyeceğim. Alaycı bir tavırla tebessüm ettim, zoraki bir güçle. Dudaklarımı birbirine bastırdım iyice.

Dayanamıyorum.

Ben... Neden... Bir şekilde, hala, HALA! Annemin, o HAİNİN, o iğrenç sesini duyabiliyorum! dudaklarından dökülen kahkaha ne diye böyle ACIMASIZ?

Kırkayağımın adımlarında yeni bir ses var. Tebrikler.

Daha birkaç saniye öncesinde ona karşı çok sert ve beton bir tavır takınmaya karar veren ben değilmişim gibi, yüzümdeki yarım tebessüm ortadan kayboluverdi. Aceleci ve canı acıyan bir sesle "Beni öldür." Diye geveledim. Karan'ın bu sözlerim karşısında kafası karışmış olmalıydı. Çünkü ne olursa olsun, ona sert davranırdım, dayanabildiğim noktaya kadar.

Arkamı dönerken, "Söz, ben de seni öldüreyim-" diyordum ki sustum. Yapısı biraz daha iri ama benzer, kısa ve kalın bukleli dalgalı saçları biraz daha koyu, gözlerinin kahvesi daha açık başka bir adam vardı karşımda. Bana hafif çatık kaşlarıyla anlamayarak bakıyordu. Buğday teninin rengi atmıştı ama yüzü kıpkırmızıydı ve nefes nefeseydi. Görünen o ki buraya gelmek onun için hiç kolay olmamıştı.

Üstünde ceket ya da kravat yoktu, aceleci bir tavırla çıkarılıp bir köşeye atıldıklarını görebiliyordum. Siyah gömleğinin ilk birkaç düğmesi de ya açıktı ya da kopmuştu.

Benim onu süzdüğüm gibi, o da beni süzüyordu. Hapsolmuş kızı süzüyordu. Şaşırmıştı, tıpkı malikanede yeni işe başlayanlar hizmetçiler, uşaklar ya da mafyalarda her zaman olduğu gibi şok içindeki bir yüze sahipti. Çok kısa bir sürede, alışırlardı buna hepsi.

Eh, şey... aslında biraz tarihteki kadın zulümlerine baksalar, o kadarda şok olmazlardı. Demek istediğim, bilmiyorum, bana o kadar şaşırtıcı gelmezdi böylesine kasvetli ve bir mafya ailesine ait (Demek istediğim, mafyadan ne bekliyorsunuz ki? Kurgusal bir aşk kitabında yaşamıyorsanız?) bir malikanede zincirlenmiş genç bir kadın olması.

Belki de uzun zamandır dışarıya çıkamadığımdan, normal insanların nasıl tepki vereceğini unuttum. Bana doğru bir adım attı ama sonra durdu, gözlerini hızlı ve keskin bir tavırla etrafta gezdirdi. Zincirimin nereye bağlı olduğuna dikkat etti.

Neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Birkaç saniyeye, başta şaşkınlıkla gevşemiş elleri hızla tekrar kasıldılar ve belli belirsiz birbirine kapadığı parmakları; bir yumruk olmanın eşiğine kadar geldiler. Hafif aralık dudakları kapandı ve yutkundu. Şaşkınlığını bastırmaya çalışan, sert bir sesle, "Bu ne lan?" diye geveledi.

Beni fidye için kaçıracak olsalar fena olmazdı. Gerçi, gerçek Eren İpek Şahin, aşağıda değil miydi(?)

𓆨

"Günlükleri kalbi olanlar,

Sık sık yanılırlar."

Açıkçası, şahsen bu dizeleri nasıl yazdım bilmiyorum (yazar biraz özgüvensizdir de). Ama ne zaman bu dizeleri düşünsem, bir geçmişe dalıyorum ve kafada 'Sen Orada Yoksun' çalmaya başlıyor.

Bu bölümde, Karan ve Eren'in kişilikleri hakkında az çok kafanızda bir şeyler oluşmaya başlamıştır ama sevgili okurlarım, ne yazık ki onlar hakkında daha çoook şaşıracaksınız;)

Her neyse, son da gelen yeni elemandan bahsederdim ama sürprizi kaçmasın.

Loading...
0%