Yeni Üyelik
9.
Bölüm

🔞Anne, bana, bir şarkı söyle.

@yazarjose

 

🔞🔞🔞🔞

Bu bölüm çok çok çok ağır, şahsen kendim okuyamımyorum tetikleniyorum diye. Bu bölümü vaktinde 2 haftaya anca yazdığımı ve bazenleri ağladığımı hatırlıyorum. Yazarken, içimde Karan'ı isteyenlere karşı hissettiğim 'Siz malsınız lan?' güdüsü vardı. Her neyse, ilerleyen zamanlarda diğer erkek karakteri seçmenin de pek mantıklı olmadığını göreceğiz zaten. :_) ağlamayalım

Bu böüm gerçekten çok ağır, bana sorarsanız belirli bir sahneyi tamamen geçebilirisiniz. Açıkçası muhtemelen ileride silebilirim. Bu konudaki görüşlerinii bana bildirirseniz sevinirim. Bakın kızlar: TETİKLİYOR! lütfen tetikleneceksiniz atlayın sorun değil kafanızı karıştırmatayacak.

*Kitappad'in kurallarına aykırı bir şey bulunmamaktadır. Hiçbir şekilde özendirme yok, aksine böyle şeylere özendiren kitaplardan sonra bunu okuduğunuzda ulan neye özenmişim diye travma geçirirsiniz.

Ben geçirdim en azından.

Sevgiler.

 

Kendini öldürmek istemek

Kendini kurtarmak istemek değil mi aynı zamanda?

Yüksek ruhlar için.

9 Mart 2024

"Nasılsa izleri bile kalmayacak."

Ağır ve acı bir duman gözlerimi yakıyordu. Genzimde bir tıkanma söz konusuydu. Bu duman, ciğerlerimi dolduran içimdeki buhranla ortak bir tanıdıklık taşıyordu sanki. Üstelik, bu geniz yakan duman sayesinde içimdeki buhranı daha da iyi tanımlamıştı. Şöyle ki, ben, her daim yanıyordum ve zehirli bir havanın esaretindeydim.

O yüzden mangalın acı dumanında bana yabancı kalan bir şey yoktu.

Başımı sağa ya da sola çevirip, yüzüme yüzüme doğru gelen bu acı dumandan kaçınmaya çalışmadım. Çünkü mangal dumanın bana verdiği acının, bir de aklımı başında tutan bir kolonya işlevi vardı.

Her bir olaya binlerce olguluk anlam katabilirim, bu size tuhaf gelmesin. Ben, yalnız bir zihnim. Bu zannedilenin aksine çoğu insanın yaşamadığı bir şey. Değerlerim ve hazinelerimi açık bir yürekte değil; demirden bir kılıf içine yerleştirilmiş bir yürekte saklarım. Benim için her şey, birer giz taşır içinde. Gizlerde, edebiyatı uyandırıyor işte.

Derdimi kederimi anlatmanın en güzel yolunu bulmaya çalışıyorum. Çünkü, derdimi anlatamadığımdan anlaşılamadığıma inanıyorum. Eminim ki, derdimi insanlara anlatabildiğimde beni anlayacaklar.

Dikkatim, gözlerimin önünü şeffaf bir perde misali kaplayan mangal dumanlarının ardından yükselen Şahin malikanesindeydi. Etrafımdaki kalabalığın sesi belirsiz, suyun altından duyulan bir gürültü olarak gelmeye başlamıştı çoktan kulaklarıma. Avuç içim sıcaktan dolayı terliyordu, sağ dirseğimi masaya dayayıp sağ elimi yanağıma bastırmıştım. Avuçladığım sağ yanağım sıcacık olmuştu.

Çarşamba günündeydik. Karan'ın halası, kocası ve çocukları iki gündür bizde kalıyorlardı. Nikah bitene kadar buradalardı. Nikahtan önceki son kutlama olarak, mangal yapıyorduk. Karan özellikle istemişti. Etten tiksindiğimi bilmesine rağmen.

Erkekler ileride mangalla uğraşırken -onca aşçı ve uşağa rağmen kendileri yapmak istemişti- ben ve Karan'ın halası Feride, kızı Karsu, annem dördümüz birlikte masada oturuyorduk. Feride Karsu'nun akademik başarılarını ballandıra ballandıra anlatıyordu, tıp kazanmıştı Karsu. Bir zamanlar benim hedefim olan üniversitede, benim hedefim olan bölümdeydi. Ve Karsu'nun başarısını Feride anlatırken, gittikçe zihnim boşalmıştı. Dalıp gitmiştim ileriye.

Gözlerim mangal dumanlarının görüş mesafemi kapladığı, metrelerce ilerideki Şahin Malikanesindeydi dediğim gibi. Dalgın gözlerle seyrediyordum binayı. Önce tüm camlarını saydım, sonra içini; gizli geçitleri sanki duvarlardan ilerisini görebilme yeteneğim varmış gibi hayal etmeye başladım hangisi neredeydi diye. Üç yıl boyunca bu eve tıkıldığımda, kafamı bir yerlere verip aklımı kaybetmemi sağlayan şey bu evin labirentimsi yapısı olmuştu. Bir de kütüphane.

Güzel bir evdi Şahin Malikanesi. Sizi tüketen, sizi değiştiren, beklentilerinizi yok eden bir yerdi. İnsanın en çaresiz anında bile içinde sönüp gitmeyen bir ışık olurdu ya; umut diye. O umudu duvarlarının arasına hapseden bir evdi. Görkemli bir hayal kırıklığı.

Bu saatten sonra, ben Karsu gibi doktor olamazdım. Olabilecek olsaydım, bile olmazdım. Öldürdüğüm insanları, başkalarını tedavi ederek iyileştiremezdim değil mi? Evet, size önceden de demiştim. İnsan olduklarını düşünmediğimden, pişmanlık duymuyorum diye. Ama onlar bile insan değilse ben neyim?

Karsu gülerek bir şeyler anlatıyor.

Göz yuvarlarım yukarıya kaydı, burnumdan soludum tahammülsüz bir tavırla. Kulağım dibinde bağırıp duruyor... Sikeyim. Güneşte başımı yakmıştı.

Kes be sesini.

Gözlerimi tekrar malikaneye çevirdim. Malikanenin üstünü hep çalılar kaplamış. İlkbaharın getirisi pespembe çiçekler malikanenin taştan duvarlarından sarkmışlar, renk katıp güzelleştirmeye çalışıyorlar şeytanın inini.

Kulağıma bir ses doluyor, duyduğum bu kahkaha dalga geçiyor gibi benimle.

Şahin Malikanesi...

Malikane benimle konuşuyor! Benimle dalga geçiyor şeytanın ini. Onun için ben ve Karan iki muhteşem yemeğiz tükettiği.

Gözlerimi hafifçe kıstım. Sağ dirseğimi masadan indirip, sağ yanağıma avuç içimi bastırmayı kestim. Düşünceli ve kindar bir ifadeyle malikaneye bakarken, derin bir nefes aldım. Burası... yok edilmeli.

"Pişt." Diye bir ses duydum aşağıdan, başta anlayamadım duyduğum sesi. Ama birisi sol elimi avuçlayıp hafifçe sıktığında gözlerimi aşağıya çevirdim.

Karan önümde diz çökmüştü. Sol elinde tuttuğu tabağı masaya, önüme bırakıp yanağımdan makas aldı. Gülerek "Ne oldu fıstık?" diye sordu. Malikaneden ona çevirdiğim yargılayıcı, kısık bakışlarımı değiştirmeden bu sefer onu izledim. Nasıl gülümsediğine baktım. Gülümsememeli.

Sağ eli ile sol elimi avuçlamıştı. Sol eliyle de bana verdiği evlilik yüzüğünün üstünden, parmağımı okşuyordu. Yüzümdeki ifade onu tedirgin etti, kaşları çatıldı. Bizi izleyen üç gözü -Karsu, annem ve Feride- görmezden gelerek, anında sinirlendi ve ciddileşen bir sesle "Canını mı sıktılar?" diye sordu.

Karşıma et tabağı getiren psikopat sensin.

Başımı iki yana salladım ve sol elimi onun elinden kurtardım. "Hayır, malikaneye bakıyordum." Dedim düz bir sesle. Asıl kendisi sinirli gözükmesine rağmen, beni reddedip "Sinirli gözüküyorsun." Diye üstelediği an yüzümdeki ifadeyi kontrol etmek daha da zor bir hal aldı.

Bardağı alıp kafasına atmak ve 'BENİ EVE KAPATTIRDIĞINDAN KARSU GİBİ ÜNİVERSİTEYE GİDEMEDİM GERİZEKALI!' diye bağıramazdım. Bağırırdım da... İşte, size de anlattığım gibi kusursuz bir intikam planı uygulamaya karar verdim o yüzden kendimi tutmalıyım. Bir de...

Utanıyorum, Karsu'dan.

Bok gibi bir his, yaşıtlarından utanmak. Onlar gibi olamadığın için.

Patlama noktasına gittikçe yaklaştığımı sezdiğimden dolayı iyice dikkatli bir tavırla, yavaş yavaş konuştum. "Odaklı. Kafamda hesaplar yaparken yakaladın beni."

Yüzündeki sinirli ifade, masadaki diğer herkese yan gözle baktıktan sonra geçip gitti. Bana döndü, kaşları havaya kalktı ama yüzü inanmamış gibi duruyordu, "Ne hesabı?" dediğinde ben cevap veremeden Feride "Ah, utanmıştır şimdi de ondan." Diye araya girdi tüm laubalisiyle. Karan ona sert bir yüzle döndüğünde, şansını fazla zorladığını anladı. Karan kimseye saygı duymazdı sahici bir gerçeklikte. Üç yıl evvel, Feride'nin gözleri önünde Ege'yi -ikimizin dövdüğü haliyle- arabaya tıkmadan önce Ege'nin iki kolunu da kırmıştı.

Feride, o günün hıncını Karan'dan çıkaramayacağı için benden çıkarmaya çalışırdı. Bu cesaretini de ona bağlıyorum.

O da benimle aynı anda o günü ve Karan'ın ne denli vahşi olabileceğini anımsamış olacak ki, "Karsu tıp okuyor ya, ondan bahsediyorduk." Diye devam ederken biraz geriledi. Karan'ın yabanıl bir davranışa her daim bir adım uzakta olduğunu unutmamalıydı.

Yine de kendisine güçlü bir inancı vardı Feride'nin, "Eh, bu aileye hanım olacak ama daha lise mezunu bile değil. Yaşıtı Karsu'nun yanında kendini cahil hissetmiş olabilir." Dediğinde, bunun doğru olmadığını bilmeme rağmen yüzüm kızardı. Sert durmaya çalışıyordum ama ağrıma gitmişti bu. Okumamış olmak büyük bir utançtı, gözlerim anneme kaydığında tek kaşını kaldırmış, eleştirir bir bakışla Feride'ye baktığını gördüm.

Benim için mi kızdı? Oha... Gerçi, daha önce de dört kere beni koruduğu olmuştu birilerine karşın ama... Oha.

Annem ağzını açacaktı ki Karan ciddiyetsizce gülerek "Eren mi cahil hisseder?" diye araya girdi. Sol elimi sağ elinin avucuna alıp avuç içimi öptü, kendinden emin ve hırslı bir tavırla "Bence Karsu kendini cahil hissedecektir. Anlatsana onlara Eren," diye devam etti.

Boynunu hafifçe sola atışından, öfkesini saklamak için kendini nasıl kastığını anlıyordum. Bu sefer sol elimi çekmek yerine, sağ elimle baş parmağını bana verdiği yüzüğün üstüne getirdim sakin durması için. Bakışlarını Feride'ye sabitlemişti, bana dönmedi ama bakışları yumuşadı belli belirsiz. Boynu gevşedi.

Karsu rahatsız olmuştu, konuşulanlardan dolayı. "Benim böyle bir amacım yoktu ki," dedi mahcup bir sesle. Doğrusu, onun böyle bir amacı olmadığını biliyordum ama yüceltilmenin hoşuna gitmediği yalandı. Karan onu duymazdan geldi, hala Feride'ye bakıyordu.

Feride birkaç saniye Karan ile bakıştı. Bir zamanlar, bu evin biricik kızı olduğunu anımsadı sanırsam ki göğsü kabardı. Gözlerini kısıp, dudaklarını beğenmeyerek büzdü. Derin bir nefes alıp oturuşunu düzeltti, "Neyden bahsedecek? Gülseren'in onu iyi hocalarla büyüttüğünü biliyorum ama-" Karan sol elini 'dur' anlamında havaya kaldırarak, halasının sözünü kesti.

Ona bir anlığına öyle kötü baktı ki, halasına herhangi bir şey yapmaktan sadece bir adım uzakta olduğu anlaşıldı. İçimde bir yerlerde, kıpır kıpır bir heyecan uyandı. Şayet, bir şey yapacaksa bunu en önden izlemek istiyorum.

Böyle düşünmeme rağmen, yerinde durması için sağ elini hafifçe tekrar sıktım.

Artık herkes bizi istismar edip şiddet gösteriyor diye hırçınlaşacak iki çocuk değiliz.

En azından, biz artık bir takım değiliz.

Karan galip geleceğini bilmenin getirdiği bir dikkatle, açıklamasının karşı tarafı yerin dibine sokacağı bir üslupta cevap verdi. "Sadece iyi hocalarla büyütmedi. Çeşit çeşit kursa da gönderdi. Hepsinde iyi bir seviyeye gelmeden onları bırakması da yasaktı. Çello, keman, piyano çalabiliyor. Eskrim, bale, tango, tekvando yapabiliyor. Onu bırakın kendisi ana dili hariç Fransızca, İngilizce ve Almanca konuşabiliyor. Rusça ansiklopedileri de karıştırmaya başladı, o dili de birkaç aya kavrar. Kütüphanedeki kitapların yarısından çoğunu, neredeyse tüm ansiklopedileri bitirdi. Bahsettiğim tüm bu ansiklopediler Biyoloji, Kimya, Fizik ile ilgili temel de. Bilgisayarlar, Sistem ve Makine Mühendislikleri üstüne de bir sürü kitap bitirdi. Kara kalemde iyi, heykel yontuyor. Sanatın birçok dalında konuşabilecek yetkiye sahip ve en önemlisi, mesleğimiz hakkında bilgi sahibi."

Herkes ağızlarını açmamak için, dudaklarını birbirine bastırarak onu dinlemişti. Parmaklarını parmaklarımın arasından geçirdi ve elimi sıktı, gururlanarak göğsünü kabarttı ve "Sadece iyi bir eş değil, iyi bir ortak da olacak." Diye devam etti. Dişlerini göstererek gülümsedi, yine kafasında geleceğimiz ile alakalı zafer dolu hayaller kurmaya başlamıştı ki keyfi epey yerine gelmişti. "Baykal'da bana ondan iyi bir gelin yok.".

Emin ol Karan, hepsinin sana iyi bir eş olma ihtimali benden fazla.

Annem kahkaha atıp Karan'ın abarttığını söyledi, ardından yüzü anında suratsız bir tavır aldı ve "Daha lise birdeyken geometri olimpiyatlarında Türkiye dokuzuncusu oldu." Dedi. Dalgalı saçlarını omuzlarından geriye atıp, ağzına bir kiraz atarken Feride'ye göz kırptı ve "Daha saymadıklarım var." Dedi.

Karsu şaşkın şaşkın, aptal ama sevinmiş bir yüzle bana baktı ve "Harbi mi?" diye sordu hayretle. Karsu "Daha dokuzuncu sınıftayken-" diye söze başlamışken annem saygısızca sözünü kesip "Liseyi de açıktan bitirdi." Diye bitirdi sözünü.

Feride'nin yüzü kızarmıştı, bozulmuştu bu işe. Hele de Karan'ın ona geri cevap vermesi iyice susmak zorunda bırakmıştı onu. Ben ise, kalkıp gitmek için ne uydursam diye düşünüyordum. Annemin benim için iyi şeyler söylemesine odaklanmak istemiyordum ve Karsu'nun aptal hallerini görmeye dayanamıyordum. Çünkü onu kıskanıyordum.

Karan benim düşünceli bakışlarıma karşılık verdi sonunda. Bana dikkatle baktı. Bir şey söyleyip kontrolü ele almam gerektiğini düşündüm. "Kütüphanenin yolunu unuttun sanıyordum." Dediğimde yüzündeki tebessüm tekrar büyüdü ve "Takip ettiğin, okuduğun her şeye bakmaya çalışıyorum." Dedi. İnandırıcı gelmedi, üç yıldır hiç de öyle bir şey fark etmemiştim. Kendisinin ihtiyacı olan tüm kitapları çalışma odasına alırdı zaten. Oraya sadece beni bulmak için girdiğini görmüştüm. Şüpheyle çenemi ve kaşlarımı yukarıya kaldırdım ve "Onca zaman hiç söylemedin?" dedim inanmadığımı belli eden bir tonda.

Elleri saçlarıma gittiğinde bir an kavrayıp çekecek diye gerildim, başımı hafifçe kaçırmaya çalıştım ama o elini başıma koydu ve bastırmadan ayaklandı. Eğilip kulağıma doğru, "Belki de tüm o zaman boyunca bana sormanı bekliyordum?" diye geri cevap verdi. Neden sorayım ki? Üç yıl boyunca o kütüphane de seni yok etme planları yapmıştım. Mekanımdan uzak kalmanı tercih ediyordum.

Karan kulağıma eğdiği yüzünü benden uzaklaştırmadan önce, keyifli bir ifade ile yan gözle bana baktı. Okyanus esintisi yüzüme yüzüme vuruyordu. Benden uzaklaşırken göz kırptı ve gözlerini birkaç adım geriye gidene kadar benden ayırmadı.

Onun bu cilveli tavırlarına donuk bir ifadeyle baktım. Yüzümü ekşitmemek benim için epey zor oldu. Sonra dumanların ardında kalan malikaneye çevirdim tekrar bakışlarımı. Feride'nin, Karsu'nun ya da annemin Karan ve bana nasıl baktığını görmek istemiyordum.

Yirmi dakikaya herkes masaya oturmuştu. Masanın iki baş köşesinden birindeydim. Karşı köşem boştu. Bir yanımda Karan, bir yanımda Karsu vardı.

Karsu bana üniversiteden arkadaşlarıyla yaşadıkları komik bir anı anlatıyordu şimdi. Az daha tepsiyi alıp kafasında kıracaktım bu kızın. Biliyorum... size kıskanç ve kötü biriymişim gibi geliyor. Ve de öyleyim.

Ancak... üç yıldır burada ne koşullar altımda kaldığımı biliyor ve ikimiz de yaşıt olmamıza rağmen utanmadan bir de 'on dokuz yaşın güzellikleri' diye anlatıyor tüm bunları bana. İkiyüzlülüğüne öfkelenmeden edemiyorum. Ama belki de ikiyüzlüce davrandığının farkında bile değil.

Hayır farkında. Herkes farkındadır. Siz siz olun, istismarınıza gözünü yuman kimseyi affetmeyin.

Karan dalgın gözlerle tabağındakilere bakıyordu. Mutlu aile tablosunu oynamaktan o da benim gibi sıkılmıştı. Halası geleli daha üç gün bile olmamıştı ama tükenmiştik. Üstelik, bu sefer diğerlerinden farklıydı.

İkimiz içinde, Feride ve çocuklarının geldikleri günün akşam yemeği biraz olağan dışı olmuştu. Adil Vedat ikimizi de övüyordu çünkü. İkimizi de! Annem de annelik yapmaya başlamıştı ki; önceden bir gün böyle bir şeyin olması 'bana iyi hissettirir' diye hayal ettiğim epey olmuştu. Ancak samimiyetsizliği, midemi bulandırıp ağlamak istememi sağlamıştı yalnızca.

Madem bir anne nasıl davranır biliyordu niye hiç öyle davranmadı?

Masadayken Ege, Karun ve babaları Fatih; Adil Vedat'a yaranmaya çalışıyordu çaresizce. Karan'ın onları pek kale almadığı açıktı, o yüzden hala Adil Vedat'tan medet umuyorlardı. Bir tek Karun, arada sırada Karan'a dönüp bir şeyler söylüyordu. Karun babası ya da abisi kadar takık değildi işlere, çok da umurunda değildi Adil Vedat. Tek derdi cebinde yeteri kadar parası olmasıydı.

Tuhaf bir şekilde, Karan da onun bu özgür tavırlarına sinir olsa da -kıskanıyordu- ondan çok nefret etmezdi.

Feride tabağındakilere elini bile sürmemiş, sandalyesinde geriye yaslanmış, herkese aksi bakışlar atıyordu. Bir tek Karsu'ya dönünce bakışları yumuşuyordu. Kıskandığım bir şey daha. Feride bok gibi bir insandı, ama onun bile kızı söz konusu olduğunda iyi bir tarafını bulabiliyordunuz.

Gözlerim anneme kaydı. Adil Vedat kolunu anneme atıp, annemin başını göğsüne yaslamıştı. Fatih'i dinliyor gibi yaparken tasasız bir ifadeye sahipti ikisi de. Adil Vedat'ın koyu yeşil gözleri ve koyu kahve saçları vardı. Kaşları kalın ve burnu ise Karan'ınkinden biraz daha kırıktı. Karan ve Adil Vedat dış görünüş olarak çok benzemiyordu birbirine. Simaları ise bambaşkaydı.

Adil Vedat kırklarının sonlarında olmasına rağmen oldukça iyi bir yapıda ve görünümdeydi. Eh, annem kadar güzel bir kadının yanında sönük kalmamak epey zor olurdu, ama o iyi gözüküyordu.

Tıpkı Karan hakkında daha öncesinde düşündüğüm gibi, onun hakkında da düşündüm. Böyle bir orospu çocuğuna, Adil Vedat'a, dışarıdan baktıklarında yakışıklı diyorlar mıydı? Umarım demiyorlardır. Büyük bir hata.

Gözlerim Adil Vedat'ın gözlerinin bana değmesiyle Fatih'e kaydı. Fatih ellilerindeydi ve epey de çökmüştü. Feride hala alımlı ve güzelken o kendini salmış; kadının yanına yakışmaz olmuştu. Dazlaktı, gıdıkları kat kat uzuyordu. Yüzünde her zaman aptal bir gülümseme olurdu, tez canlı bir siması vardı. Gömleği terden dolayı tamamen ıslanmıştı. İyi ki Karan'a ya da bana yakın oturmuyordu. Çünkü ikimizden biri, diğeri yanındayken Fatih'in yüzüne koktuğunu söylemekten çekinmezdi.

Fatih'ten Feride'ye çevirdim bakışlarımı. Kahverengi saçlı ve kıvırcıktı. Epey uzun bir kadındı. İnce dudakları ona çok bilmiş bir hava katıyordu. Yüzünde benler vardı. İncecik dudaklara ve geniş bir ağza sahipti. Çok bilmiş bir ifadeye de sahipti ve kibirli biri olduğunu bakışlarından anlıyordunuz.

Devam edelim. İlk oğlu mal Ege, bilerek bana ya da Karan'a gözlerini değdirmiyordu. Anneme kitlenmişti, esmer ve hafif kirli sakallıydı. Annemin Fatih'i dinliyor gibi duran sevecen gözlerinin bir anlık ona değdiğini, Ege'yi süzüp tekrar Fatih'e döndüğünü gördüm. Ege afallarken Adil Vedat sırıttı.

Tüm sahneyi HD seyretmiştim, kaşlarım hafifçe çatıldı. İkisi gerçekten iyi bir ortaktı. Resmen Ege'nin anneme bakarken neredeyse sertleşecek olduğunu çift olarak fark ettiklerini öyle kusursuz bir küçümsemeyle, iki saniye de belli etmişlerdi ki...

Karsu benimle konuşmaya çalışmayı kesmişti. Onu dinlemediğimi fark etmişti anlaşılan. Karsu evlerinin en küçük çocuğu ve tek kızıydı. Temiz, koyu buğday bir cilde sahipti ve annesine benziyordu. Tek farkları, Karsu'da Feride'nin fitne fücur siması olmamasıydı. Kişiliği ise babasına benziyordu.

Karun annesi ve babasından çok dayısına benziyordu. Koyu yeşil gözlere, koyu kahve saçlara sahipti Adil gibi. Evlerinin ortanca çocuğuydu. Yirmi dört yaşındaydı, Karan'dan iki yaş büyüktü ve Karan'ın ona sinir olmasının sebeplerinden biri de buydu. Tuhaftı tabi... Ege yirmi yedi yaşında yani kendisinden beş yaş büyük. Ama Karan, Karun'un kendinden büyük olduğu düşüncesine sinir oluyordu bir tek.

Hiçbiri sarışın ve kıvırcık değildi, eğer onları hiç tanımasam Karan'la akraba olduklarını düşünmezdim.

Bu iyi bir şeydi tabi, Karan yüzünden sarı saçlı, kıvırcık insanlara karşı tikim oluşmuştu. Bunu düşünürken aklıma bir anlık Arın'ın resminin düşmesi ile gözlerimi kırpıp açtım istemsizce.

Sayılmaz. Onunkiler kıvırcık değil dalgalı.

Neyse... Fark etmiyor.

O geceden beri sekiz gün olmuştu, ondan bir haber alamamıştım hala. Büyük bir cesaretle Karan'a birkaç kere öldü mü diye sormuştum ama Karan her defasında Arın'ın arkasına bile bakmadan 'topuklarına vura vura' şehri terk ettiğini, Sahir'e döndüğünü söylemişti. Dışarısı ile alakalı güncel olarak tek bildiğim, Karakurtların bazı sevkiyatlarında sorun çıktığıydı. Sorunun ismini vermeme gerek var mı?

Yan gözle Karan'a baktığımda zaten bana baktığını fark ettim. Gözlerimdeki eleştirir filtreyi hemen kaldırıp boş boş baktım ona, hiçbir şey düşünmüyormuş gibi. Her şey yolundaymış gibi. Ancak hiç yemedi bunu; Karan hafif kısık gözlerle, düşünceli bir ifadeyle bakıyordu bana. Takmadım, Karan genellikle bana böyle bakıyordu zaten. Bazen uyandığımda onu beni böyle, düşünceli bir ifade ile izlerken görürdüm.

Üstündeki siyah kapüşonluyu örtme bahanesiyle gözlerini benden kaçırdı. Umursamayarak diğerlerine döndüğümde, kolumu yakaladı. Bir an korkuyla irkilsem de ona döndüm. Başıyla malikaneyi gösterdi ve "Gidelim." Dedi. Kaşlarım çatıldı anlamayarak, ama kısa sürede taşlar yerine oturdu. Ah, tabi, bu yüz ifadesi... Gene aklına bir şey takılmıştı sapık herifin. Karsu ve Karun korkarak önce birbirlerine, sonra bana baktılar. Yanımızda olduklarından bizi bir tek onlar duymuştu.

Ona doğru eğilip, olabilecek olan en düz sesimle -içten içe deli gibi bağırmak ve küfretmek istiyordum- "Yemek daha yeni başladı-" diyordum ki Adil Vedat yüksek ve keyifli bir sesle "Eren'in ilk geldiği zamandan belliydi." Dedi. İkimiz de Adil Vedat'a çevirdik başımızı. "Karan epey pasif bir çocuktu, hizmetçiler ne zorbalardı onu bir bilsen." Diye devam etti neşeyle. Karan'ın bakışları sertleşti, kasvetli bir gölge düştü gözlerine. Onun için hatırlaması pek iyi zamanlar değildi. Kolumu sıkmaya başladı mal.

"Sonra Eren geldiğinde, bir erkek gibi davranma çabaları başladı. Aklınca onu koruyor." Diye devam edip kaba, diyaframından gelen bir kahkaha attı. Annemin ince kahkahası ona eşlik etti ve hemen ardından sanki çok gerekliymiş gibi "Öyle öyle," diye mırıldandı. Yılın annesi, kederli bir nefes çekti içine ve gözlerini kısıp dudaklarını büzdü talihsiz kızını düşünerek. "Eren'de pasif, pis bir şeydi. O da Karan'ı kollamaya çalışıp, ona yetişeyim derken sardı bir şeylere." Dedi. Beni çok iyi tanıyormuş gibi, bilmiş bir sesle. Malikaneye gelmeden önce annemle hiç tanışmamıştık ki. Ben, epey de saldırgan bir çocuktum aslında. Küçükken Karan yabanıl olduğumu anlamasın diye buraya gelince uysallaşmıştım.

Çünkü onu gerçek bir prens sandığımdan yanında sokak çocuğu gibi durmak istememiştim.

İkimizin de onlara epey sert yüzlerle baktığını, annem ve Adil Vedat hariç herkes fark ediyordu. Feride "Çocukluk aşkı yani?" diye sorduğunda annem cıkladı, doğrulduğu gibi gerisingeri, Adil Vedat'a tekrar yaslanarak "Sonsuz aşk." Dedi. O an, annemin en büyük eseri olduğumu ve benim yerimi korumaya benden daha istekli olduğunu fark ettim.

Feride birbirine bastırdığı dudaklarında zorla bir tebessüm tutuyordu, ama sonra aklına gelen lafla keyiflendi ve "Külkedisi gibi, yani." Diye geveledi içine içine. Annem omuzlarını geriye atıp, çenesini küstah bir tavırla yukarıya kaldırdı. En sonunda dayanamayıp yapışacaktı Feride'nin saçlarına.

Adil Vedat cıklayıp, "Yok, külkedisi annesiydi. Benimle evlendi, evlendi ki oğluma bir prenses verebilmemi sağladı." Dedi. Annem bunun üstüne tekrar keyiflendi. Sinsi bir gülümsemeyle Feride'ye bakıp, ardından bana döndü ve öpücük gönderdi. Yüzümü iğretiyle büzüştürdüm, herkesin bana baktığının bilincinde olmama rağmen.

Sikeyim... utanıyorum ondan. Çocuk gibi.

Karan daha fazla dayanamayıp, hızla ayağa kalktı kimseye sormadan, annemin bu hareketi üstüne. Anneme olan nefreti su götürmezdi. Ona bunun hakkında kinlenmiyordum çünkü o annemden ne kadar nefret ediyorsa ben de o kadar onun babasından nefret ediyordum. Elimden tuttu ve "Bir şey vermeyi unuttum." Dedi masadakilere.

Başka birinin ya da benim cevap vermemi beklemeden beni yerimden çektiğinde az kalsın düşecektim. Hızla dengemi bulup peşinden koşar adım yürümeye başladığımda; durumu toparlamaya çalışan annem "Genç sevgililer," diye bağırdı ve bir kahkaha daha koparttı. Gözlerim Karsu'nun tedirgin bakışlarından sonra annemin rujuna kaydı ve önüme döndüm.

Kırmızı ruju... Annem çok güzel gülüyor.

Bu bok gibi bir şey.

Anne... İğrençsin.

Anlamayacaksınız. Ancak... şu an, tuhaf bir şaşkınlık var üstümde. Bağırıp çağırsam, çığlık atsam, onu öldürmeye çalışsam...Nafile olacağını biliyorum ve öylece ilerliyorum. En azından, Feride ve ailesine rezil olmak istemiyordum. Benim rezilliğim değil ama, istemiyorum o şekilde gözükmek.

Aranızdan bazıları sevgili okuyucularım, şu an elimden geleni yapmadığımı söyleyecek.

Gebersinler.

Ben...

Neye dönüşüyorum?

Malikaneye kadar birkaç dakika yolumuz vardı. Karan'ın bacak boyu benimkinden uzun olduğundan, o hızlı hızlı yürürken benim yanında olmam için koşmam gerekiyordu. Elimi çekmeye çalıştığımda beni zorlamadı. Bıraktı elimi. Ona kaçamak bakışlar attım. Tabi, etrafta halası ile ailesi varken saçımı kavrayacağı yoktu ama... Bilmiyorum, yani, bir tuhaftı hali tavrı.

Pazartesi akşamı bana evlilik teklifi ettiğinden beri bana dokunmamıştı da. Belki beni içeriye sürükleme sebebi de başkaydı, sapıkça bir şey değil. Kafasında neler döndüğünü seçemiyordum şu an. Bu beni her şeyden çok tedirgin ediyordu.

Malikaneye vardığımızda merdivenlere yöneldim. Bileğimden tutup, beni kendine çektiğinde çıktığım iki basamağı gerisin geri düşüp ona çarptım. Bileğimi ondan geriye çekip bir adım geriye gittim panikle.

Reaksiyonumu, öfkeli gözlerle izlese de sinirini içine atmak istediğinden karşılık vermedi. Boğuk bir sesle "Asansörle gidelim." dediğinde endişe seviyem yüz kat arttı. Onunla o dar alana girmek istemiyordum. Başımı iki yana salladım, düz bir tınıda tutmaya çalıştığım sesimle "Merdivenleri kullanacağım-" dediğim sırada sinirle burnundan soludu ve beni tekrar kolumdan kavrayıp asansöre sürüklemeye başladı.

Kolumu kavrayan eline vurmak için yumruğumu havaya kaldırdığım sırada, kendimi son anda durdurdum. Hayır, artık eskisi gibi çocukça davranamazdım. Yoksa buradan ve kara yazgımdan asla kurtulamayacaktım! Karan ilk olarak bana güvenmeliydi ki, balayında kaçabileyim ya da karanlık işlerin içine girebileyim. Sonra da... Hepsini cayır cayır yakabileyim.

Ya da sadece balayına gidebilelim. Malikaneden çıkarsam, bence kaçabilirim.

Ama kendime akıllı davranmam gerektiğini söylememin hemen ardından gelen saniyelerde, fark ettim ki bilinçsizce ona vurmaya başlamışım zaten. Huylu huyundan vazgeçmezmiş. Duygularım, hala aklımın önüne geçiyor. Onurlu bir ruhum yok, o halde ne diye böyle aptal gibi çırpınıyorum hala? Zavallıyım.

Asansöre bindik zoraki. Kapı kapanır kapanmaz en üst kata tuşladığını sandım ilk, ama o kilitleme tuşuna bastı ve ışıklar kapandı. Kaşlarım çatıldı. "Ne oluyor-" dediğim sırada zaten daracık olan asansörde üstüme doğru geldi. Ellerimi önüme doğru kaldırıp onu itmeye çalıştım.

İki eli boynumu kavradı ve başımı kendine yaklaştırırken yüzünü eğip beni öpmeye başladı. Normalinden çok... çok yumuşak öpüyordu. Öyle ki bazen dudakları dudaklarıma değiyor mu yoksa sadece çok mu yakınlar bilemiyordum. Dudaklarıma, nasıl öpüşüleceği hakkında dudaklarının nazikçe öğretmenlik yapmasını sağlıyordu. Sonra, alt dudağımı iki dudağı arasına alıp emiyor, ardından üst dudağıma geliyordu.

İğrençsin.

Başımı geri çekmeye çalıştım, "Daha yeni et yedim-" dediğim sırada "Hiçbir şey yemedin." diyerek sözümü kesti ve beni tekrar öpmeye başladı. Çok yumuşak öptüğünden dudaklarından kopabiliyordum kolayca. Dudaklarımı tekrar kurtardım ve "Karan! Sen yeni yedin-" dediğim sırada sırıttı ve "İğreniyor musun?" diye sordu kısık, ahenkli bir sesle.

Sert, kızgın bir ifadeyle yüzüne baktım. Evet. Her zaman, evet. Sanki bu onu durduruyormuş gibi soruyor muydu?

Alnını omzuma yasladı. Boyu benden epey uzun olduğundan -ki kısa bir kız olduğumu düşünmüyorum- kamburu çıkmıştı, sırtı epey genişti. İki elimi kamburunun üstünden birleştirebilir miydim acaba? Öyle yapsam, sonra da dizimi karnına geçirsem falan...

Öylece beklemeye başladı. Asansörün mavi ışığı yanıp sönmeye başlamıştı. Duygusuz bir sesle, "Bizi merak edecekler," dediğimde derin, kederli bir nefes çekti içine. Elleri yüzüklü elimi avuçladı, okşamaya başladı. Üzgündü bir şeye.

"Yüzüğünü sevdin mi?" diye sorduğunda başımla onayladım. Görmese de hissetmişti. Birkaç dakikaya, üzgün ve farkındalık taşıyan bir sesle "Eren... Benimle evlenmek istemediğini biliyorum." Dedi. "Ama ben, bugün seninle evlenmek istiyorsam bu senin yüzünden." Diye devam ettiğinde nefesimi tuttum. Söylediği şey beni zorluyordu. Duymamı, anlamamı, görmemi... Her şeyi işte. Benim suçum mu?

BENİM SUÇUM MU?

Boğazıma oturamayan bir yumru, dudaklarımdan isyanımın haykırması için durmadan bana baskı yapıyordu. Ama hayır, dayanacağım... Son dokuz gündür dayandığım gibi. Karan'ın bana inanması gerek. Balayı! Dışarı çıkmak!

"Hep önceden, beni çok sevdiğinden oldu." Diye devam etti. Yutkundu, biraz gizemli biraz üzgün bir tavrı aynı anda taşıyordu. Yüzünü göremiyordum ama gözlerinin kapalı olduğunu, hayal kurduğunu tahmin ediyordum.

Dilenir gibi, en nezaketli sesiyle, "Beni sevmeyi bırakma Eren, bırakma. Çünkü ben, seni ne öldürebilirim ne de bırakabilirim. Senden başka kimse, karım olamaz. Ortağım olamaz. Ne bir kadın ne de bir erkek." dedi. Sözlerinin başında kanım donduğundan devamını pek dinleyemedim.

Eğer Karan gibi bir psikopat 1 metrekarelik alanda sıkıştığınızda sizi öldürebileceği bir ihtimalden bahsederse sizin de kanınız donar. Gerçi benim kanım, Karan beni öldürecek diye mi yoksa öleceğim diye mi dondu bilmiyorum.

Zihnimdeki kırkayak, gezerken hassas bir yere değmiş olacak ki, beynim gıdıklanmaya başladı. Karan ses çıkarmıyordu, bir şeyler demezsem böyle saatlerce kalacağını fark ettiğimde, aptala yatarak "Neden birden bunları söylemeye başladın?" diye sordum.

Nedeni belliydi aslında, uysallaşmam. Aptal olmadığından ve beni en iyi o tanıdığından son sekiz günkü genel -arada ister istemez eskisi gibi davranıp onu aşağılıyordum- uysallığımın iyi niyetlerle gerçekleşmediğinin farkındaydı. Ama bana güvenmek de istiyordu. Bana çok güvenmek istiyordu.

Karan bir süre daha ses etmeden öylece bekledi. Benimle boş muhabbet etmeyecekti anlaşılan. Pişmanlık taşıyan, gergin bir sesle "Üzgünüm," diye geveledi.

Kaşlarım çatıldı, ne diyor lan bu piç? Bu cümleyi... öyle gelişi güzel kullanması gereken son insansın. Acısını çeke çeke, ciğerlerindeki acıdan kıvrılırken... alveollerin patlaya patlaya haykırmaya çalışırken; deli gibi ağlarken söylemelisin bu cümleleri.

Çığlık atmamak şimdi imkansıza dayanmak gibi geliyordu. Burnumdan sinirle solumama engel olamıyordum. Devam etmesini istediğimi belli edecek kadar süren bir sessizlikten sonra Karan, "Üzgünüm, çünkü Karsu'nun seni kıskandıracak anıları var." dedi. Ah... Demek buna pişmandı.

Ha... Benimle dalga geçiyor sanırım.

Beni avutacakmış gibi, "Ama geçecek. Biliyorum, sen de bil. Daha fazlasına sahipsin sen. Evlendikten sonra seni camiayla tanıştıracağım. Biz prenses ve prensiz. Bunu sakın unutma," diye devam etti.

Yani, hayatımı mahvettiğinden dolayı ona kızmamamı söylemeye çalışıyordu öyle mi? Dilimi kesmek için kaldırdığı makas, yüreğime saplanmıştı.

İnce bir sızı şeklinde dökülüyordu yüreğimden bir şeyler, karanlığa. Nefret ediyordum Karan'dan. Nefret ediyordum, çünkü içinde; beni böyle ufak tefek şeyler hakkında önemseyip üzülecek kadar iyi bir şey kalmışken bana bunları yapmıştı. O yüzden, onu asla affedemezdim. İkimizin de intikamını alana kadar, kan kusacaktım. Onu öldürmeden, eskiden tanıdığım o kişiyi bile sevemeyeceğim.

Benim savaşım asla bitmeyecek bir savaş Karan, seninle olan geçmişimiz başlattı. Ama ne askerim ne düşmanımsın. Sen savaşımın sebebisin. Seni sevebilmek için, seni değerli biri olarak hatırlayabilmek için üç yıldır yeni olan seni öldürmem gerek. Senden intikamımı almam için, sana önce yanlış yaptığını öğretmem gerek. Bu şehrin karanlık yüzünden senin intikamını almam gerek.

Her şey senle alakalı ve ben bundan kurtulamıyorum.

Zorlandığımı gizlemeye çalışarak, anlamsız sözlerinin etkisiz eleman olduğunu ifade edercesine "Sus." Dedim. Ona yeteri kadar şey anlattı bu.

Derin bir nefes aldı, yorgun bir adamın yapacağı gibi. Kendince bildiği tek yola başvurdu.

Kontrolü ele geçirmeyi, 'aşk yapmak' olarak adlandırdığı suçunu işlemeye başladı. Aslında korkuyu ve ezikliği, azgınlığa; hayır, hükmetme arzusuna vurmaktı bu. Cinsel istismar.

Sol elinin parmakları eşofmanımın içine girdi, yüzünü köprücük kemiğime bastırmayı kesip, boynumu öpmeye başladı. Her zamanki döngüydü bu. Önce saçma sapan konuşur, sonra işleri daha da boka sardırırdı böyle işte.

Orta parmağı içime girmek yerine vajinamın üstünde kalıp gibi şekil aldı. Deliğimin üstünde nasırlı parmak uçları sürtünüp duruyordu. Seğirmemek için kendimi kasmaya çalışmam, ıslanmamı hızlandırmaktan başka bir işe yaramadı.

Neden ıslanıyorum? Tam olarak bu soru yüzünden, bundan üç yıl önce cinsel istismara uğrarken, kendimi de suçluyordum. On altı yaşındaki bir kız için ne denli korkunç olduğunu bilemezsiniz kendinizden böylesine şüphe etmenin.

Toplumun 'Ama ıslanmışsın,' yargısıyla karşı karşıya kalmanın. Öylesine çaresiz, yalnız ve dipsiz bir umutsuzluğa gömülüyorsun ki...

Bir daha hiç bahar gelmeyecek. Gözlerinin feri gider, ışıltın kaybolur. Her gülüşünde eksiklik vardır. Hiçbir çaba, seni eskisi gibi güldüremez. Büyümek değildir bu, sönmektir. Anlayıştır, anlaşılamayacağını kabulleniştir. Ve kızgınlıktır.

Aile kavramından uzağa, derinlere yelken açmaktır.

Hiç bitmeyecek bir bilinmezliğe, yol alırsın.

Çünkü, gidecek bir limanın yoktur.

Ancak siz, bilin kızlar. Belki oğlanlar. Bilmiyorum, benim veylime şahit olanlar kim, bilmiyorum. Bu sayfalar sizi ne denli etkiliyor ne denli duyarsız ya da duyarlı kalıyorsunuz; ne kadar alıştınız ya da alışamadınız bilmiyorum. Nasıl tepkiler verdiniz? İçinizde benim gibi olanlar var mı? Korkmuş muydunuz? Sessiz mi kalmıştınız? Verdiğiniz fizyolojik tepkinin, sizi korkunç biri yaptığına mı inandınız?

Öyle bir şey yok.

Siktiğimin cahillerine kapılmayın.

Bilimsel olarak, otonom bir tepki bu verdiğiniz. Mutlu değildiniz, zevk almadınız. Kendinizden korkmayın, siz, hiçbir şeyi yanlış yapmadınız. En azından, bunları yaşamayı hak edecek kadar yanlış bir şey yapmadınız.

Eh, en azından benim gibi bir katilden iyiydiniz değil mi?

Ve ben size tüm bu bahsettiğim gerçekleri, kendimi korumak ve savunmak için öğrenemeyecek kadar nefret etmiştim kendimden.

Benim gibi küçük kızların varlığını, onların da benim gibi düşünebileceğini fark ettiğimde araştırmıştım bu konudaki gerçekleri.

Karan içime girmemek için kendini tutmaya çalışıyor sandım başta, ama sağ eli kendi eşofmanını indirdiğinde sadece biraz beklediğini, düşüncelere daldığını anladım.

Karşı koyamayacağım, kaçamayacağım kadar dar bir yerdeydik. Başımı iki yana salladım, tedirgin bir sesle "Burada-" derken "Sokmayacağım." Diyerek beni susturdu. Gayet net ve keskin bir sesi vardı. Direnişlerime ağır boykotlar gösterecekti demek ki. Sesinin tonundan nasıl bir tavır takınacağını anlıyordum artık.

Boxerının içinden penisini çıkardı. Gözleri gözlerimi yakalamaya çalıştığında, gözlerimi kaçırdım. Kızdırdı bu onu. Orta parmağını sertçe içime soktuğunda yüzüm gerildi ve dudaklarım aralandı. Yüz kaslarım, ağzımı aralık tutmaya beni zorlarken dudaklarımı birbirine inatla kapadım. Sesim çıkmasın diye aldığım nefesi vermemiştim ilk etapta. Ketum kalma inadım karşısında homurdandı, sabrı taşmış bir sesle "Yapma." Diye gevelediğinde gözlerim ona döndü.

Sen yapma.

Sapık, aptal bakışlarında sarhoş bir odak vardı. Rahatsız olmuş bir yüze de sahipti. Tezat birçok şey her zamanki gibi yüzünden okunuyordu. Titrek bir nefes verdi dudakları yüzüme. Et kokusu yüzüme çarptığında, gözlerimi kapattım. Yüzümü büzüştürmemeye özen gösterdim.

İğrendiğimi fark etmemeliydi. Sinirlenip, penisini ağzıma almamı istemesini istemiyordum. Gerçi sadece bir kere yaptırmaya çalışmıştı bana saksoyu, onda da az daha koparıyordum penisini. Delirmişti ısırdığımda.

Gözlerimi kırpıp açtığımda, gerçek hayata döndüm. Derin derin, uzun soluklu sesli nefesler almaya başladı. Sağ eli ileri geri hareket etmeye başlamıştı penisinin üstünde. Sertleşmiş penisinin baş ucunu baldırlarıma sürtüyordu kimi zaman. Dudakları aralandı şehvetle, ses çıkarmamaya çalışıyordu. Ancak asansörün önünden geçen kimse, muhtemelen kulağını kapıya dayadığında, mastürbasyonunun sesini duyabilirdi. Ve elbette bu malikanedeki tüm hizmetliler; uşaklar ve hizmetçiler başta olmak üzere, kulaklarını kapıya dayayabilecek kişilikteydi.

Karan başını geriye atmıştı hızlandığı sırada, aynı zamanda diğer eli benim içimdeydi ve ikinci parmağını da sokmuştu. Aldığı hazzı kanıtlarcasına bir nefes verdiği sırada "Bacaklarını biraz ayır," diye geveledi.

Söylemesinin hemen ardından benim bir şey yapmamı beklemeden, sol elini benden, sağ elini kendinden ayırdı ve eşofmanımı tıpkı kendisininki gibi tamamen indirdi. Donumu kavradığı sırada bayık gözleri bana döndü, yüzünü yüzüme yaklaştırdı ve dudaklarıma kaydı gözleri. Son birkaç gündür yaptığım gibi, onu öperek kabul etmemi istiyordu. Onu kabul ettiğimi sözlü olarak sorma cesareti olmadığından, her defasında öpmemi bekliyordu.

Allah'ım... nasıl dayanacağım ben buna?

Belki de her şeyi siktir edip ölmeliyim.

Neden...

Neden ölmekten fazlasını yapmak... en büyük işgali; en kırmızı isyan bayrağını bu şehrin tepesine asma rüyasıyla uyanıp, kabuslarla uykuya dalmaya devam ediyorum?

Alaycı bir gülümseme takınmak, ona can acıtıcı bir şeyler söylemek istedim ama bundan hemen vazgeçtim. Karan'la her çatışmam, bu evden ayrılmamın önünde bir engeldi. Size az önce de dediğim gibi, işlerin içine girip her şeyi mahvetmek için biraz güvene ihtiyacım vardı. Ya da... Açıkçası en büyük dileğim, balayına gittiğimizde kaçabilmek. Yanından olabildiğince çabuk ayrılmak istiyorum.

İki dakikaya yakın, gözlerim kapalı bekledim ve gücümü toparlamaya çalıştım. Şaşırtıcı bir biçimde usluca beni bekledi. Sessiz bir nefes çektim içime en sonunda.

Kollarımı boynuna doladım ve parmak uçlarımda yükseldim. Onu biraz daha kendime çekip aramızdaki mesafeyi kapattım. Dudaklarımı büzüp, birkaç saniye boyunca dudaklarına bastırdığımda bu çocuksu öpücüğümü geri çevirmedi. Hala elleri donumun kenarlarını kavramış bekliyordu.

Ensesindeki saçları hafifçe çektim ve samimi, melodiyi andıracak incelikte bir tınıda tutmaya çalıştığım sesimle "Sorma, yap." Dedim. Bunu söylediğim an... O kadar kötü hissettim ki kendimi. Midem bulandı. Halbuki kendimden nefret etmeye çok alışıktım, ama... Burada işkenceleriyle bir ömür geçirmek bile, onun güvenini kazanmaktan daha az yakardı canımı. Hayır.

İki gün önce olanları unutmadım. Gittikçe, Karan'a dönüşüyorum. Nasıl daha iyi hissedeceğimi düşünmekten önemlisi, ona dönüşmekten kendimi nasıl koruyabileceğim.

Akıllı ol Eren!

Kimi zaman akıllıca davranmak, sizi bin parçaya böler.

Parmak uçlarımda olmayı bıraktığımda boyum biraz kısaldı, boynuna doladığım kollarımla kafasını biraz daha aşağıya çektim. Yutkundum. Var gücümle, "Bundan sonra böyle olacak Karan. Yap dediğimde yapacaksın, dur dediğimde duracaksın. Anlaşıldı mı?" Dedim. Sesim eğer titremeseydi, bana inanabilirdi belki.

Belki mi? Hayır... Karan aptal değildi. Ve durmadan görmezden gelmeye çalıştığım bir gerçekte vardı; 'Ben onu nasıl tanıyorsam, o da beni tanıyor.' diye.

Dudaklarını birbirine bastırmıştı sesim titrek çıktığında. Gözleri yüzümde bir seyahatteydi. Her şeyin farkındaydı, onu kandırmaya çalıştığımın. Durumu beyhude bir çabayla toparlama çalıştım. Tebessüm ettim ve nazik bir sesle "Birbirimizle kavga etmeyi kesmeliyiz artık, anladın mı?" diye sordum. Bunu gerçek hislerimle, gerçek bir tebessümle söylememi ne kadar da çok isterdi, yüzünden okuyabiliyordum bu özlemi. Başını sessizce, beni onaylayarak salladı.

İki dakikaya yakın bir süre hiç ses çıkarmadı. Sessizlik uzadıkça onun dalgın dalgın, koyu kahve bakışları beni daha da rahatsız etmeye başladı. Gözlerindeki kasveti görebiliyordum, hayal kırıklığının getirdiği öfkeyi. Ben ne olduğunu sormak için cesaretimi toplamaya çalışırken o benden hızlı davranıp, "Sen... biliyor olmalısın." Diye mırıldandı.

Sesinde rahatsız edici bir ton vardı. Öfkesini bastırmaya değil, git gide açığa çıkarmaya hazırlanıyordu. Donumu indirdi, indirirken yere oturdu.

Başını yukarıya kaldırıp bana baktığı anda, karanlık asansörün mavi ışığı tekrar yandı ve yüzünün sinirden nasıl kaskatı olduğunu gördüm. "Beni tanıyorsun." Diye mırıldandı. "Ben de seni."

Her konuştuğu an ışık bir kere yanıp sönüyordu ve ben her ışık yanıp söndüğünde yüzündeki ifadenin nasıl değiştiğini; nasıl daha da delirdiğini görüyordum.

Bir kere daha ışık yanıp söndüğünde, yüzünde zalim; deli bir gülümseme vardı. Kaşlarımı çattım ürkerek, nefesimi tuttum ve geriye gitmek istedim. Ancak asansör daracıktı ve duvara yaslıydım. Tuşlara gözüm kaydığı sırada, kolumu onlara doğru uzatıyordum ki beni kalçalarımdan tuttuğu gibi aşağıya çekti. Kurtulmak için çırpınmaya çalıştığımda başımı asansörün aynalı duvarına çarptım. Bacaklarım dizlerimden bükülmüştü. Asansör yetmiyordu bacaklarımı öte beriye uzatmama. Ellerimle tüm gücümü kullanarak onu itmeye çalıştığımda "Bırak-" diye bağırıyordum ki iki eli saçlarımı kavradığı gibi başımı geriye, asansörün duvarına vurdurdu.

Öyle güçlü vurdurmuştu ki başımı... İkinci kere daha vurursa, bu sefer kırılırdı kafam. Algılarım kapandı, her şey ağır çekime geçti. Parmaklarımı tekrar hissedebildiğimde, ellerim panikle omuzlarına varıp sıkı sıkı tutundu ona, beni öldürmeden önce durdurmak için korkuyla "Karan-" diye inlemeye çalıştığım sırada öfkeden patlayan bir sesle, "EREN!" diye gürleyerek sesimi bastırdı.

Saçlarımdan çekerek, yüzümü yukarıya doğru kaldırdı ve kendi yüzüne yaklaştırdı. Dişlerinin arasından, "Sen beni salak sanıyorsun galiba," dedi, çıldırmış gibi güldü. Gözleri sonuna kadar açıldığında küçük bir çığlık attım. Kesecek miydi bu beni? Boynumu mu kıracaktı? Saçlarımı koparırcasına çektiğinden dolayı acıyla, sessiz iniltiler dudaklarımdan döküldü. Umursamayarak, fısıldarcasına bir tonda, dişlerinin arasında "Herkesi kandırabilirsin ama beni?" diye bağırmaya devam etti.

Başını hızla iki yana salladı. "Hayır! Hayır, bunu yapma! YAPMA! Beni kabul ediyormuş gibi DAVRANMA-" diye bağırmaya devam ettiği sırada, biraz olsun aklını başına toplaması için araya girmem gerektiğini anladım ve "E-eskisi gibi olma dedin-" diye konuşmaya başlamıştım ki delirmişçesine kahkaha atmaya başlayarak beni susturdu.

Mavi ışık her yanıp söndüğünde, ifadesi parlayıp söndükçe yüreğim ağzıma geliyordu. Karan gülmeye başlayalı çok olmamıştı, beni ilk etapta dehşete düşürmüştü hareketleri. Ve ikinci etapta ise...

Öfkelendirmişti.

Orospu çocuğu, burada zorlanan benim! Kendini asla affetmeyeceği hareketlerde bulunmuş olan benim. Seni öpmek... Nasıl boktan bilemezsin.

Daha fazla kendimi tutabilmem mümkün değil. Kontrol edemiyorum. Yüzüne olabilecek en sert tokadımı indirdim. Öfkeyle parçalanan, kontrolsüzce incelen bir sesle, "NE? NE? NE? OROSPU ÇOCUĞU NE İSTİYORSUN LAN BENDEN?" diye bağırmaya başladım. Sesimdeki nefret boğazımı parçalıyordu.

Ben daha fazla bağıramadan, yabani bir hızla, elleri başımı iki yandan kavradı. Korkudan nefesim kesildi. Gözlerim sonuna kadar açık bakakaldım ona. Başımı iki yandan ezmeye başladı. Kan doldu gözlerime, yanaklarıma. Gözlerim kapanacak kadar kısıldı, dişlerim etlerimi acıtmaya başladı. En korkuncu, o kasvetli koyu kahve gözlerinin hiddetle sonuna kadar açılması ve burun deliklerinden çektiği soluğun, kaslarına güç olarak gittiğini görmemdi. "BENİ SEV!" diye gürledi. O kadar yüksek sesle bağırmıştı ki, hem de tam ışık söndüğünde. Korkudan yerimden zıpladım.

Siz geriye kaçmaya çalışıp kıpırdayamamanın ne olduğunu biliyor musunuz? Bunu da bilmeyin. Hiçbirini bilmeyin siz, ben yaşayıp anlatıyorum size ya daha ne olsun.

Başımı iki yandan öyle güçlü bastırıyordu ki kafam patlayacakmış gibi geldi. "Sen-" diye konuşmaya başladı ki tıkanarak sustu. Zalimlik ve isyan acımasız bir coşku halinde doluyordu damarlarına. Gözleri boşluğa takılı, saçları önüne düşmüş halde, bir an duraksadı. Bana döndü, öfkeyle bakıyordu bana, hayal kırıklığıyla. "Sen bana karşı hep dürüsttün! Şimdi?! Artık... Bana yalan da söylüyorsun! Eren! Yapma! YAPMA!" diye bağırdı.

Güçlü bir nefes çektim içime dudaklarımın arasından. Nefes almak zorlaşıyordu beni böyle sıktığında, rengim mora dönmeye başlıyordu yavaşça. Hayatta kalmaya çalışıyordum, hiç zorlanmıyordu başımı iki yandan püreye çevirme arzusuyla ezerken pezevenk.

Yüzümü iki yandan bastırmaya devam ederken, isyan edercesine, ciğerlerini kabarta kabarta bağırmaya devam etti. "Beni sev! Beni gör! Aptal mısın sen? Yalvarıyorum sana beni-" tüm gücümle çığlık atarak lafını kestim. Bu, hayatta kalmak için atılan hiddetli bir çığlıktı. Bırakın malikaneyi, bahçedekiler bile duymuştur sesimi. Sustu. Elleriyle kafamı iki yandan bastırmayı kestiğinde, ben onun yüzüne yumruk atmaya başlamıştım.

Ağlıyordum. Çığlık ata ata, öfkeyle haykıra haykıra ağlamaya başlamıştım. Hem korkudan hem sinirden hem hayal kırıklığından hem de... nefret ettiğimden. Her şeyden sebep işte.

Karşılık vermiyordu sinir krizime, çok uzun zamandır böyle ağlayıp kızmamıştım ona. İzliyordu. Yüzünü çizdim, tişörtünü yırtmaya çalıştım, saçlarını çektim; bazı teller elimde kaldı. Elimde kalan telleri de kopardım ortadan ikiye.

Belki de bir saat dövdüm onu bilmiyorum, tek izin vermediği şey üstünden kalkmaya çalışmam ya da tuşlara basıp asansörü çalıştırmaya çalışmam oldu. En sonunda yorgunluktan bitap düştüğümde, başımı göğsüne yaslamasına engel olmaya çalışmadım. Çalışsam ne fayda olacaktı ki? Okyanus esintisini içime çektiğimde göz pınarlarım daha kuruyamadan tekrar ıslandılar.

Nefret ediyorum denizlerden.

Hıçkırıklarımın arasında ona sık sık isyan ediyordum bölük pörçük laflarla. Aptal, piç, orospu çocuğu, git, ya bırak, nefret ediyorum senden gibi... Ama hiçbirine cevap vermemişti.

Bitmiştim. Tişörtünün yakası birkaç kere yırtmaya çalıştığım için epey esnemişti ve üstü de benim gözyaşlarımla kaplıydı.

Etrafa benim inlemelerim ve ağlamalarım hariç hiçbir ses hâkim değildi. Karan'ın yüzüne bakmadığımdan nasıl bir ifadesi olduğunu bilmiyordum. Sadece, uyluklarıma değen penisinin sertliği, buradan hemen gitmem gerektiğinin habercisiydi.

Tıkanmıştım ağlamaktan. Yutkundum ve kulaklarımı açacak kadar güçlü bir nefes alıp, soluklandım.

Titreyen, ince ve çatlak sesimle, "Bu seferlik... Gideceğim." Dedim, başımı yukarıya kaldırıp ona bakmaya çalışırken. Ama ben onun yüzünü göremeden, sağ eliyle başımı aşağı doğru bastırdı ve boğuk bir sesle "Hayır." Dedi. Hararetlenerek "Gitmek istiyorum-" diye bağırdığım sırada, kalçalarımı öyle hızlı kavrayıp yukarıya kaldırdı ve sonra penisini içine yerleştirdi ki sözlerim acı dolu bir çığlığa dönüştü. Ağzım sonuna kadar açılmıştı, boğazıma kadar gelen bir acılık vardı. Rahmim delinmişti sanki.

Kalkmaya çalıştım alelacele, çırpındım, tırnakladım ama o hiçbirini önemsemeden kalçamı yukarı kaldırıp indirmeye devam etti.

Genişletmeden girmişti ve... Bu kadar sert yapılabildiğini bilmiyordum. Ellerimle kafasını geriye ittirmeye çalışıp parmaklarımı gözlerine sokmak istediğimde sol elimi ısırdı. Bırakmıyordu köpek herif, sağ elimle yüzünü ittirmeye çalıştım.

Bir şey diyemiyordum çünkü durmadan boğazıma yükselen çığlıklarımı içime yutmakla meşguldüm. Aklımı kaybedecektim, o hiç hoşuma gitmeyen; tamamıyla fizyolojik olan bir haz bile söz konusu değildi. Sadece çok acıtıyordu. İşkencesi yüzünden kaslarım durmadan kasılıyordu. Parmaklarım kasılıp, bağımsız bir şekilde bükülüyorlardı.

Can çekişiyordum.

Karan sanki her defasında tüm gücünü kullanarak içime bir kılıç saplıyordu. İçim sürtünmeden dolayı sıcacık olmuştu. Yırtılacağından korkuyordum. Sağ elimin tırnaklarıyla yüzünü baştan aşağıya çizdim ve pat pat pat diye yüzünün tam ortasına üç kere vurdum. Ama hiçbir şey onu durduramadı.

Sadece dakikalar sonunda, yorgunluktan ellerim onunla mücadele devam edemeyecek hale geldiğinde sol elimi ısırmayı kesti. Sol elim kanlar içindeydi. Parmaklarımı kıpırdatamıyordum.

Çektiğim acıdan dolayı aklımı yitirmek üzereydim. Nefes almak bile yoruyordu artık. Ellerim serbest kaldıklarında, ellerimi omuzlarına koydum, onu ittirmek istedim ama hiç gücüm kalmamıştı. Sadece ellerimi kaldırıp indirdim üstünden. Arkamdaki duvara yaslanıp gözlerimi kapattım ve dayanmaya çalıştım. Sağ eli sırtıma gitti, beni geri kendine yasladı. Gözlerim kapalıydı. Damlalar süzülüyordu yanaklarımdan ama ben... hiçbirini, hiçbir şeyi hissedemeyecek kadar büyük bir acı çekiyordum.

İşini bitirene kadar devam etti. Kesik kesik nefesler alırken, başım göğsüne düşmüş öylece bekliyordum boşalmasını. Her bir inişinde nefesim kesiliyor ve çıkışında kısa bir "Ha," dökülüyordu dudaklarımdan. O ise giderek hızlanıyor olmasına karşın, nefes alışverişlerini kontrol etmekte daha da uzmanlaşıyordu.

...

Anne.

Anne, bana, bir şarkı söyle.

Var olan en acı gerçek şuydu ki: Şeytanların ninnisi, annemin şarkılarından samimiydi.

On beş dakikaya yakın bir süre sonunda boşaldı. Sırtını asansör kapısına yasladığında gövdemi geri çekmeye çalıştım ama izin vermedi. Sadece kalçamı yukarıya kaldırıp penisini benden çıkardı. Kollarıyla beni sımsıkı sardı. Kalbi çok hızlı atıyordu. Başım göğsüne yaslıyken kalp atışları zihnimin içinde yankılanıyordu. Kafamda çalan çok yüksek sesli, rahatsız edici bir davul misaliydi kalp atışları.

Başımı öptü. Tekrar sertleştiğini fark ettim o an. Şaşırdım, tekrar sertleştiğine bakılırsa; on dakika molası ne kadar çabuk geçmişti öyle? Hiçbir şey düşünecek vaktim bile olmamıştı. Sadece Karan'ın kalp atışlarının ne kadar rahatsız edici olduğunu fark edebilmiştim. Birkaç kez fark etmiş olmalıyım, tekrar tekrar. Sanırım hiçbir şeye odaklanamıyorum şu an.

Tekrar içime soktu, hareket etmeye başlamadan önce durdu. Ben ağlayıp çığlık atmaya başladıktan sonra yüzüme baktı ilk defa. Öpmek için dudaklarını araladı ama öpmedi. Gözlerini benden kaçırdı utanarak.

Geber.

Bir kere daha gözlerini bana çevirdi. Ciğerlerimde bir çeşit sorun meydana getirdiğinden -bunu o yapmıştı- beni çok sıktığında rengim morarmaya başlardı ve bir süre kendime gelemezdim. O evreye gelip gelmediğimi kontrol etti. Tenimin her bir yanı zorlamalarından dolayı kıpkırmızı olduğundan pek bir şey anlaşılmıyordu.

Aceleci bir tavırla, başımı siyah tişörtünün içine soktu. Terlemiş okyanus esintisi anında burnuma, gözlerime ve kulaklarıma hücum etti. Gözlerimi kapattım. "Acırsa kokuya odaklan, başka hiçbir şey düşünme." Dedi.

Nostaljinin olabilecek en korkunç versiyonu.

Acıyorsa mı? Tüm gücüyle bana saldırırken bunun olmama ihtimali var mı?

Bundan sonra üç kere daha başa sardı, tekrar tekrar yaptı. Asansöre boşluktan gelen hava ve klima yetmiyordu artık. Okyanus esintisi silinmişti.

Hiç açmadım gözlerimi, uyumaya çalıştım ama o da mümkün değildi. Karşı koyacak gücüm yoktu benden çıkan seslerime bile. En sonunda başımı tişörtten dışarıya kendi çıkardı. Yüzüne baktığımda, gözlerinin kızarık olduğunu gördüm. Ağlamıştı. İkimizin de gözleri kızarıktı. İkimiz de yorulmuştuk, uyuşmuştuk. İkimizde.

İkimizde diye düşünmeyi bırakmalıyım.

Karan gözlerini kapattı, alt dudağı büzüldü. Başını geriye yasladığında boynuna baktım. Küçük bir iz vardı boynunda. Çok önceden, bir kere kesebilmiştim o boğazını. Eğer o zaman işimi doğru yapabilseydim... Bugün canım bu kadar acımazdı.

İçimden penisini çıkarmak için en ufak bir uğraş bile göstermedim. Dakikalarca öylece durduk, boşalmış olmasına rağmen. En sonunda göz kapaklarını yavaşça açtı ve dalgın dalgın yüzüme baktı. Düz bir sesle "Hap alma." Dedi. Aptala dönmüştüm, gözlerimi boğazındaki kesik izinden ona çevirmedim bile konuşması üzerine.

"Doğum kontrol hapı, alma." Diye daha açıklayıcı olduğunda da tepki vermedim. Annemin bana doğum kontrol hapı verecek kadar orospu olduğunu bildiğini bilmiyordum, şimdi düşününce... niye bilmediğini varsaymıştım ki?

Tepki veremeyecek kadar yorgundum. "Bebeğimiz olsun istiyorum. Eğer olursa, onu seversin sen. Onun da beni sevmesini istersin. O beni sevsin diye, sen de beni seversin." Dediğinde, ölü gözlerimi ona çevirdim. Beni ne hale getirdiğine bakmış olacak ki, konuşmaya devam etmedi.

Donumu ve eşofmanımı yukarıya çekti. Sonra kendisininkileri de. Asansör kirlenmişti. Ayağa kalkıp elini uzattığında tepki vermedim. Tepki vermediğimde yüzünden bir korku geçti gitti ama bozuntuya vermeden beni belimden tutup havaya kaldırdı.

Asansör tuşunda üçüncü kata tıklayacakken, beş numaraya bastım. "Neresi?" dediğinde cevap vermedim. Cevabı biliyordu zaten. "Peki," diye mırıldandı ve boşta kalan kollarını dizlerimin altından geçirip beni kucağına aldı.

Beşinci katın en sonundaki odaya gittik. Sekiz gün önce tasmalandığım odaya. Beni yatağın kenarına yavaşça bıraktı. Sonra odanın banyosuna gitti. Suyu ayarlama sesini duyuyordum. Gözlerim cama takıldı. Akşam olmuştu çoktan.

Saatlerce orada oturup dışarıyı seyrettim, en sonunda Karan banyo kapısında gözüktü ve "Gel." Dedi.

"Gel."

Bu cümleyi bir yerden hatırlıyorum.

Ona baktığımda, yıkanmamış olduğunu gördüm. O kadar saat içeride ne yapmıştı ki? Ama bunu düşündüğüm gibi, zamanın yalnız benim için o kadar yavaşladığını da anladım. Ayağa kalktığımda bacaklarım zangır zangır titriyordu. Merhametsizce davranmıştı bana, yürümekte bile zorlanıyordum.

Elimden tutup küvetin yanına kadar getirdi. Üstümdeki her şeyi çıkardı, gövdemi küvete doğru döndürüp bacağımı kaldıracakken beni durdurdu. Ona döndüm. Önümde eğilmişti. Bana üzgün, ağlamaklı bir ifadeyle bakıyordu. Artık... neye üzüldüğünü bile anlayamıyorum.

"Önce temizleyelim seni." Dedi. Aşağıma baktım o an, ah... başka bir şeyin sıcaklığı da varmış bende. Yırtılmıştı. Kan akıyordu bacaklarımdan aşağıya. Acımıyordu ama, uyuşmuştu. Parmakları tekrar vajinamın dudaklarına vardığında bu sefer titreklerdi. Nefesini tuttu. Çok yavaş hareket ediyordu, inanılmaz yavaş. Dakikalarca uğraşması gerekti, kendi yaptığı pislikle baş edemiyordu. Bir ara, "Gözüktüğü kadar kötü değil, kan sızıyor sadece." diye mırıldandı. Bittiğinde ise "Girebilirsin." Dedi.

Niye böyle davrandığını anlayamıyordum. Sorun neydi? Yüzüne her baktığımda, daha da anlayamaz oluyordum. Ki, onu bilirdim ben. Sanırım anlamlandırmak istemediğim şey, nasıl hem öyle hem de böyle olduğuydu. Kişiliği, başlı başına bir işkenceydi. İçimde isyan etmeye dair en ufak bir istek kalmayana kadar sikmişti beni.

Hem kan akması o kadar kötü bir şey mi? Sol elimi de ısırarak kanattı, yüzük parmağımda da ısırık izi var kabuk tutmuş. Hep yapıyor.

Deli mi bu?

Sorduğum soru mu bu?

Kafiyeli oldu.

"Eren, küvete gir."

Asansör boşluğundan sesimi, çığlıklarımı dinlediler mi acaba? Ege kesin yapmıştır gibime geliyor, inlemelerimi dinlerken otuz bir bile çeker o. Annem... insanlar o kadar ağladığımı duydular ama hiçbir şey demediler. Ne yapmalıyım? Ne yapacağım? Öyle çaresizim ki, aklımdan tek bir ezber geçebiliyor. Önce Şahinleri bitireceğim, sonra Karan'ı öldürüp en son kendimi öldüreceğim. Evet. Bu kararımı gayet iyi hatırlıyorum. Ezber misali tekrar ediyorum ya kafamda SENELERDİR!

Evet.

Evet. Evet. Evet. Evet. Evet. Evet. Evet. Evet. Evet. Evet. Evet. Evet. Evet. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. EVET. EVET. EVET. EVET. EVET. EVET. EVET. EVET. EVET. EVET. EVET. EVET. EVET. EVET. EVET. EVET. EVET. EVET. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥√∑. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. ⊥εvε. Evet. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. ∑√ℓ†. EVET. EVET. EVET. EVET. EVET.

Evet.

Ama... Şimdi nasıl yapacağıma dair hiçbir şeyi hatırlayamıyorum. Halbuki birçok fikrim vardı.

Bir de başıma çocuk istemesi çıkmıştı, sorun yok, neyse ki annemden gizli gizli alıp kenara attığım doğum kontrol hapları var. Bir tanesi bu banyoda saklı hatta. Gözlerim hapı sakladığım yeri ararken Karan beni havaya kaldırıp küvetin için yerleştirdi.

Bir an şaşırsam da hiç ses etmedim. İrkilemeyecek kadar dağılmıştım da. Ayağa kalkmaya çalıştığımda oturttu beni, "Bana söyle ne istiyorsan." Dedi. Kanlı sol elimi sudan çıkarıp dolabı gösterdim. Dolaba döndü bakışları, ardından omuzlarımdan çekti ellerini ve gidip baktı dolabın içine. Eline mor hapı aldı, kaşları çatıldı ve "Ben ne dedim?" diye sordu bana dönerek.

Demek, annemin bana verdiği doğum kontrol hapının hangisi olduğunu bile biliyordu. Sanırım aptalın tekiyim. Çünkü bunca zaman boyunca annemin bana hap verdiğini öğrenirse ne kadar sinirleneceğini; bir annenin kızına nasıl böyle yaklaşabileceği ile alakalı delireceğini düşünmüştüm. Aynadaki yansımama gitti gözlerim.

Burada kala kala bende delirmişim. Manyağım lan... Ya da ezik mi?

AAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAĞ! SUS SUS SUS! KES KES KES KES KES SESİNİ!

İçimden attığım çığlıkları dışımdan atsaydım, belki birisi beni buradan çekip çıkarırdı.

Ha...

Hayır. Bunu sekiz gün önce, Karan beni kucaklayıp zorla malikaneye sokarken kutlama partisindekilere yalvardığımda öğrenmedim mi? Hiçbir bok yapmazlar.

"Eren!" diye yüksek ve kızgın bir sesle bana seslendiğinde, ona döndüm.

Yüzü yara bere içindeydi, saçları dağılmıştı, her yeri tırmalanmıştı. Tişörtünün yakası o kadar genişlemişti ki çıplak göğsü gözüküyordu. Bunu ona ben yapmıştım. Bu bile beni rahatsız ederken, ondan farklı olduğumu söylediğimde daha öncesinde hiç utanmamış mıydım? Benim eserim... Beni tatmin etmeye yetmiyordu.

Birden ona olan kızgınlığım, kendime olan dehşetim altında sönüp gitti. İkisini aynı anda yapmak çok yorucuydu.

Dudaklarımı yaladım, titrek ve ağlamaklı bir sesle "Hapı verir misin?" dediğimde bakışları yumuşadı, yavaşça başını iki yana salladı ve "Hayır. Sana dedim-" "Karan, çocuğum bugün mü olsun?" diye sorarak susturdum onu. Titremeye başladım, ağlamayacaktım. Bir daha asla. Dudaklarımı birbirine bastırıp kaşlarımı sonuna kadar çattım, kızarık gözlerimle onun kızarık gözlerine bakıyordum.

Konuşabilecek gücü kendimde bulduğumda "Asansör de sıkıştırıp babası beni kanatacak kadar sikerken mi?" diye devam ettiğimde sesim git gide yükselir sanmıştım ama çatlayıp kısıldı çaresiz, zavallı bir sesle. Bakışlarını benden kaçırdı. Kızamadı bu sefer. Yanıma geldi, hapı avuç içime bıraktı ve küvetin hemen başında diz çöktü. Hapı kuru kuru yuttuğum sırada beni izledi.

Birkaç dakika öylece durduk. "Su soğumaya başlayacak." Diye geveledi. Cevap vermedim. Gözlerim vajinamdan yayılan kanın suda nasıl dağıldığındaydı. "... Seni yıkayalım." Dedi, ayağa kalktı ve lifleri çıkarıp ıslattı. Lifi elinde evirip çevirip köpürtmesi, dakikalar aldı. Yüzüme bakmıyordu, "Yarın, halamlara albümleri gösteririz belki." Diye söze girmeye çalıştı. "Çocukluk albümlerimizi. Eminim beni sırtladığına çok güleceklerdir. Sence, Eren? Hangisini beğenecekler?"

Yanıma gelip yere ayaklarının üstünde çöktü. Lifi omzuma yaklaştırırken "Sen en çok, ağaç evi yapmaya çalıştığımız günün fotoğrafını severdin. Hikayesini anlattıkça anlatır-" diyordu ki eline sertçe vurdum. Fayanslarda yankılandı vurma sesi. Durdu. Daha önce hiçbir vuruşuma tepki vermemişti bugün, ancak buna şaşkın bir yüzle karşılık verdi.

Titriyordum, bu soğuktan değildi. Soğuk hariç her şey yüzündendi. Titrek, nefret dolu ve perişan bir öfkeye ait sesimle, gücüm çıktığı kadar söyledim.

"Sen. Beni. Temizleyemezsin." Dedim dişlerimin arasından. Bana aptal ve korkmuş bir yüzle baktı, ben ise öfkeyle daha da aydınlandım. "Çünkü. Sen. Beni. Kirletensin." Diye devam ettim. Bedenimdeki tüm fondöten sıcak suda eriyip gittiğinden; boğazımdaki iz de dahil olmak üzere bana yaptığı her şey açığa çıkmıştı.

Yüzündeki hiçbir mimiği oynatmadı, saniyeler saniyeleri kovaladı. Ben ona nefretle, sonuna kadar açılmış gözlerle bakarken o bana sakin bir yüzle bakmaya devam etti. Soğuktan titriyordum, dişlerimi birbirine bastırdıkça tak tuk sesleri duyuluyordu.

Bekledi, bekledi, bekledi... Sonra yabanıl bir hayvana ait bir hız ve gaddarlıkla; sağ eli saçlarımı kavrayıp başımı geri, küvetin kenarına vurdurdu. Beni bayıltacak kadar güçlü bir vuruş değildi ama acıtmıştı ve başımı kıpırdatamıyordum. Karşılık vermeye bile çalışamadım, verecek gücüm yoktu.

Ayağa kalktığında; küvetin içinde, haliyle epey aşağısında kaldığımdan boyu gözüme olduğundan da uzun; gövdesi ise daha geniş geldi. Çok çirkin gözüküyordu, bir canavarı andırıyor.

Omurlarını bükerek üstüme doğru eğildi. Sol elinin yüzük parmağını zorla ağzıma soktu, sonuna kadar. Parmakları damağıma değiyordu, öğürmeye başladım ama o parmağını geri çekmedi. Kasılmış, gergin yüzünü bana doğru eğdi biraz daha. Işık, her zamanki gibi başının arkasında kaldığından mecazi kasveti gerçek bir gölge olarak vurmuştu yüzüne. Soğuk, boğuk bir sesle "Isır. Tüm gücünle." Dedi. Isırdım. Hem de koparmak uğruna ısırdım. Öyle ki, ilk geri çekmeye çalıştığında parmağını benden kurtaramadı.

İkinci denemesinde kurtardığı elini sallarken "Yarın sabah uyandığında sana bir şey göstereceğim." Dedi. Dinlemedim onu. Kapıdan çıkarken "Merhem ve kıyafet bırakacağım odaya. Bir de sargı... elin için. Kimse girmeyecek, rahatsız etmeyecekler seni. Kapıya koruma dikeceğim. Yarın öğlene kadar toparlan." Dedi. Banyo kapısından çıkmıştı ki, geri döndü ve baskın bir sesle "Merhemi sür, sargıyı sar." Dedi.

Bir saat sonra küvetten çıktım, yatağın üstünde eşofman takımı ve merhem vardı. Bir de alyans. Olabildiğince zor ve karmaşık bir alyans istemiştim pazartesi gününde. Demek yine de bugüne yetiştirmişlerdi. Alyansı gidip tuvalete attım ve sifonu üstüne çektim.

Merhemi sürdükten sonra eşofmanları giyerken, burnuma okyanus esintisi geldi. Parfümünü sıkmadan getirmemişti eşyaları.

Merhemi cebime atıp, pencerenin kenarına geldim. Pervazın üstüne çıktım, ayaklarımı dışarıya sarkıttım. Bunların hepsini yapmak o kadar doğal ve normal gelmişti ki hiç tereddüt etmiyordum.

Artık balayına falan gitmeyiz. Sıvışıp kaçamam. Bana çocuk sahibi olmadan asla güvenmeyecek, işlere el atıp içeriden de bitiremem onu. İzin vermeyecek bebek olana kadar dışarı çıkmama. Sırf kaçmak için böyle birinden, çocuğum olmasına asla izin vermem.

Sanırım... Rahmimi keseceğim. Başka bir yol yok gibi duruyor. Buradan iki yüz yirmi dokuz kere kaçmaya çalıştım ve iki yüz yirmi dokuz kez buraya döndüm.

Bitti. Bitmediyse bile, umurumda değil. İki yüz otuzuncu kere başarısız olmaktansa ölmeyi tercih ederim.

Evet... Kendimi aşağıya atacağım.

En az Karan kadar sorunluyum. Olduğum kişi olarak yaşamak istemiyorum.

Ölümümü hayal ederken, içimde; size daha önce varlığından bahsettiğim kibirli cadı tekrar uyanmaya başladı. Kaşlarım çatıldı ve başımı içimdeki sesi anlamlandırmaya çalışarak hafifçe sola eğdim.

Ama...

Onlar ölmeden nasıl ölebilirim? Önce onlar ölecek, ardından ben. Ki cehennemde de yakalarına yapışabileyim.

Evet, kutlamadakilerden ne kadar öldürebilsem o kadarı; Şahinler, annem, Adil Vedat, Karan, ben. Hepsi. Bu benim için sadece intikam değil, hayatın anlamı! Neden böyle hissettiğimi bilmiyorum, ama bu hayatımın anlamı. Her şeyi yakmak, bir yangın! Karanlığı aydınlatacak bir yangın!

Belki de çok aşağılandığımdan.

Şeytan'da Âdem yüzünden aşağılandığını hissettiğinde kibir göstermedi mi?

Bu sözü size daha önce söylemiş miydim? Hatırlayamıyorum.

Ama... nasıl yapacaktım tüm bunları? HATIRLAMIYORUM!

Elimde olan her şeyi toplayıp bir şeyler yapabileceğime emindim. Burada onca yıl az şey katmamıştım kendime. Az şey de öğrenmemiştim. İnsanların özel hayatına gizlice epey burnumu da sokmuştum. Karan'ın bile telefonunun şifresini biliyordum. En önemlisi, evin geçitlerini benim kadar kim iyi bilebilirdi ki?

Basit bir geometriydi aslında. Ama herkes çözemeyecek kadar aptaldı ve Baykal'da bu bilgiyi satın almak istemeyecek tek bir adam yoktu. Tabi, ben işleri o şekilde ilerletmeyi düşünmüyorum ama.

Ayaklarımı sallamaya başlamıştım farkında olmadan, saçma sapan ve dağınık düşüncelerim birden ayaklarımın metrelerce yüksekte nasıl süzüldüğünü fark etmemle önemsizleşti. Belki de sadece... kuş olmalıydım. Şahin gibi mi?

Hayır hayır, ben bu malikaneyi küle çevireceğim.

Gözlerim, parmağımdaki Şahin ailesinin nesillerden nesle aktarılan yüzüğüne kaydı böylece. Karan öyle demişti en azından. Tek taş parasından kaçmış olamayacağına göre doğruydu. Altın bir şahin, kırmızı yakutu kolları arasına almıştı.

Saçlarımı okşarken, "Sana en çok koyu kırmızıyı yakıştırıyorum, biliyorsun. Ve bak, kırmızı bir yakut aile yadigarı olan yüzüğümüzün tek taşı. Seninleyken her şey yerli yerine oturuyor, kaderime yazılmış gibisin." Dedi.

Güldü sonra da "Gerçi, sen zaten benim kaderimsin." dedi kendinden emin bir sesle.

Orospu çocuğu, sen benim kaderimde yazılı mısın onu da sorsana.

Yüzüğü parmağımdan çıkarıp cıkladım. Kendi kendimi onaylayarak, yorgun argın bir sesle "Evlenmeyeceğim, ne yapıp edip. Evlenmeyeceğim." Diye geveledim. Yüzüğü eşofmanımın cebine attıktan sonra "Gerekirse-" diye söze başlamıştım ki "Aferin sana, akıllı kızsın." Diye bir ses duymamla yerimde aniden zıplamam ve pervazları korkuyla kavramam bir oldu.

Kaşlarım çatıldı. Başımı yukarıya çevirdim.

...

Tanrı mıydı lan bana seslenen? Mantıksız. Beni sevmez ki o. Başımı arkaya çevirip kapımdaki korumanın bana seslenip seslenmediğine baktım. Hayır, gerçekten de gökyüzünden gelmişti ses.

"İn şuradan." Dedi ses, ciddi bir tonda. Dediğini yapmadım. Ne cüretle intihar etme eylemime karışır? Ki, intihar etmiyorum aslında. Etmeyi umuyorum.

Bu sesi daha önce duymuştum ama tam olarak hatırlayamadım sahibini. Bir an düşündüm, sonra kaşlarım daha çok çatıldı. Kızmak istiyordum ama hiç gücüm yoktu ki, yorgun argın bir sesle "Mal Ege, sen akıllanmayacak mısın?" dediğimde bazı takırtılar oldu ve ses "Ege kim?" diye geveledi. Ama sorusunun önemsizliğini kendi kendine dile getirir gibi nefesini verdi ve "Eren, ben Arın." Dedi.

Ses etmedim.

Aklımın her bir köşesinde gezinen kırkayağım cisimleşmeye mi karar vermişti? Arın olarak mı? Ayşegül falan da olabilirdi yani... öyle olsa daha memnun olurdum.

...Sağ kulağımdan içeriye giren rüzgâr, sol kulağımdan aklımı da alarak çıkıyordu sanki. Gözlerimi kırptım. Tamamen delireceğimi biliyordum bir gün ama hiç böyle olacağını tahmin etmemiştim.

Kırkayak da mı planlarımı gerçekleştirmeden ölmemi istemiyor? O yüzden mi 'İn şuradan.' Dedi. Yoksa, 'atla' anlamında mı?

Endişesini bastırmaya çalışan, şefkatli bir sesle, "Cevap verir misin?" diye sordu.

Benim kafamda periler değil kırkayak var. Kırkayakla nasıl konuşulur? Öncesinde sık sık düşündüğüm oldu aslında. Bir gün aklımı bu kadar oynatacağımı tahmin ediyordum dediğim gibi.

"Ben hep..."

"...Hep?"

"Chris Evans'ı hayal edeceğimi düşünmüştüm."

Bir an sessiz kaldı, sonra neredeyse gülümseyen, yorgun bir sesle "Ne?" diye sordu.

Gözlerimi kırpıp açtım tekrardan, doğrusu Arın'ın sesini iyi hatırlıyormuşum. Yumuşak, derin ve erkeksi bir sesi vardı, hoş bir tınıya sahipti. Ahenkliydi, şiir okursa saatlerce dinlemek isterdi insan. Ama en önemlisi normal konuştuğunda bile tok, kendini dinlettirmek isteyen bir sesti onunki. Güven veriyordu, karşısına bir enayi çıkarsalar kolayca bir şeyler satabilirdi bence. İyi bir ticaretçi olur.

Bir sorudan çok şaşırma nidası gibi duran cevabını yanıtladım, "Evet." Diye mırıldandım.

Kırkayağa ne söylenir bilmiyordum. Belki de ona anlatırdım düşüncelerimi. Ama o, "Eren, karşı odanın balkonuna geç. Hava almak istediğini söyle." Dediğinde sormak istediklerimin hepsini yuttum.

İtaatkâr bir şekilde dediğini yaptım, kapıdan çıktığımda koruma karşıma dikildi. "Karşı odaya geçeceğim," diye açıklama yaptığımda "Neden?" diye sordu. Onu baştan aşağıya süzdüm kaşlarımı havaya kaldırarak.

Yüzüne bir tane yapıştırdıktan sonra, ölü bir sesle, "Hava alacağım." Dedim ve karşı odaya girip balkona çıktım. Etrafa bakınmadan önce duraksadım, karşıki dağlara sabitledim gözlerimi. Acaba nasıl gözükecekti. Arın gibi mi yoksa dev bir kırkayak mı? Siyah mı kırmızı mı? Tanıdık bir "Pişt," sesi duyduğumda başımı arkaya çevirip, tavanı açık balkonun biraz gerisinde biten çatıya baktım. Kenarındaydı. Bana bakıyordu, Gözlerim gözlerine değdiğinde yüzündeki acı ifadeyi sakin, hafif tebessüm eden bir yüzle değiştirdi.

İki dakikaya yakın, sessizce birbirimize baktık. Gözleri parlıyordu. İlk o konuştu. "Geç kaldım biraz ama," dedi şefkatli bir sesle.

Mimiklerimi oynatmadan ona bakmaya devam ettim. Kolumu çimdiklediğimde gözleri yüzümden bedenime kaydı. Üstümde bol bir tişört, eşofman ve hırka vardı ama boynum ile ellerim açıktaydı. Yüzüğümü cebime attığımdan dolayı sol yüzük parmağımdaki ısırık da açıktaydı.

Ve Karan'ın bugün, gözlerine tırnaklarımı sokamayayım diye köpek gibi kaptığı sol elimin yarısını boydan boya kaplayan kanlı ısırık hoş değildi. Boynumdaki izlerden bahsetmiyorum bile. İstismar ederken yaptıkları bir yana, Arın ile kaçmaya çalıştığımız gün boğazımı nasıl sıktıysa hala daha mosmordu.

Yüzünü üzüntüyle buruşturmamak için kendini tuttuğunu görebiliyordum. Tebessüm etmek için kendini zorluyordu. Vicdanı sızlıyordu, kendisiyle alakalı bile olmayan bir durumdan dolayı.

Onun gibisini görmedim. Siz belki çok gördünüz ama ben bir tane bile görmedim.

"Rüyada mıyım?" diye sordum kendi kendime.

Başını usulca iki yana salladı, "Sanmam. Chris Evans gibi gözükmüyorum." Dedi. Doğru gözükmüyordu, üstüne üstlük Karan'la dövüşürken patlayan ağzı burnundan belli belirsiz bazı izlerde vardı hala. Tıpkı Karan'da kaldığı gibi. Elini uzattı ve "Gidelim mi?" diye sordu.

Ona ifadesiz bir yüzle baktım.

Önce, onun hayatıma girip çıkmasıyla hayatın bir dönüm noktası olmadığına emin oldum. Sonra, dönüm noktası tekrar hayatıma girdi ve varlığını tanımamı teklif etti bana.

... Nasıl tepki verileceğini bilmiyorum. İnsan nasıl mutlu oluyor ya da minnet duyuyor unuttum galiba.

Başımı ondan aşağıya, odanın içerisine doğru çevirdim. Balkondan çıkıp içeriye döndüğümde "Hey," diye seslendi. Geri cevap vermek yerine balkona bir sandalye getirdim. Sandalyenin üstüne çıktım. Çatıya epey yaklaşmıştım. Bacağımı yukarıya atmaya çalıştığım sırada sağ eli, sol elimi tuttu ve sol eli de sırtıma yaklaştı ama dokunmadı. Durup bana baktı. "Yardım edeyim mi?" diye sordu.

Düz bir sesle, "Et." Dedim. Sesim nedense uysal bir çocuğa ait gibi çıkıyordu. Olaylar o kadar gerçek dışı geliyordu ki, ona karşı nasıl bir tavır takınmam gerektiğini bilemiyordum. Sadece... uysaldım işte. Ama Karan'a yaptığım gibi rolden değil. Uysaldım, çünkü uysaldım.

Beni kaldırıp yukarıya çıkarırken ihtiyaç duymuyor gibi dursa da ben yine de ona yardımcı oldum. Birkaç saniyeye ikimizde çatının kenarında oturuyorduk. İkimiz de birbirimizin ay ışığında aydınlanan suretlerine baktık. Yırtık, yorgun sesimle, "Kurşun?" diye sorduğumda gülümseyip "İzi bile kalmadı." Dedi. "Yalancı." Diye karşılık verdim. En iyi ihtimalle üç hafta ile bir ay arasında değişiyordu kurşun izinin geçme süresi. Okumuştum ansiklopedilerde, onu bırakın kaç defa Karan'ın kurşun yaralarını görmüştüm.

Omuz silkti ve "Yalan sayılmaz. Gelecekten haber verdim." Dedi. Yalan sayılırdı. Ama ne diyeceğini dinlemek için sustum bu seferliğine, geri cevap vermedim. Tebessüm etti, gözlerimden başka hiçbir şeye bakmıyordu bedenimde. Şefkatli, inanan bir sesle, "Nasılsa izleri bile kalmayacak." Dediğinde, benim yaralarımı kastettiğini anladım. O da saklamadı. Sessiz sessiz baktım ona, izlemek istiyordum.

Gördüğüm şey, elle tutulur bir şeyse şükürler olsun.

Sen, bu şehirde bana haksızmışım gibi davranmayan tek kişisin.

Yüzündeki gülümseme buruk bir tebessüme bıraktı yerini. "Özledin mi beni?" diye sordu.

Ben cevap vermeyince gözleri aya doğru kaydı benim üstümden, "Ben özledim. Elimden gelen en hızlı şekilde geldim buraya." Dedi. Bundan bahsetmeyi saçma bulur gibi dudaklarını birbirine bastırdı, konuşmasına devam etmedi.

Bana döndü, yara izlerime bakmamaya özen gösteriyordu ama kaçamak bakışları kendini ele veriyordu. Kollarını iki yana açtı, "Sarılalım mı?" dedi. Hala ona aynı ifadesiz yüzle bakıyordum.

Belki de kızgın olduğumu düşünüyordu. Geç kaldığını düşündüğümü. Bu kadar ağır bir vicdan azabını çekmesi tuhafıma gitti. Onu olgun ve vicdanlı biri olarak görüyordum. Öyleydi hala. Ancak, görünen o ki kalbi bir çocuğunki kadar hassastı.

İfadesiz yüzümden dolayı bu kadar mı acıyordu kalbi bilmiyorum. Ama ben onun varlığına şaşırmakla meşguldüm hala. Ondan böyleydim. Sadece geldi falan diye değildi bu şaşkınlığım. O.... anlıyordu beni. Ömrüm boyunca tanıdığım insanlar değil de bir saat bile birlikte vakit geçirmişliğim olmadığı bir adam tanıyordu acımı. Bana tamamen yabancı olması gereken kişi.

Yüzündeki tebessüm mahcubiyetle daha da büyürken kollarını indirerek "Tamam-" diyordu ki kollarına atıldım. Beklememişti, geriye sendeledi, hafifçe çatının yamacına yasladı sırtını. Sımsıkı sarılmıştım ona, darp edildikten sonra ne kadar gücüm kaldıysa işte. Teşekkür niyetine falan değil, minnettarlığımı bildirmek gibi bir düşünceden değil.

Sarılabileceğimden, bana haksız ya da şımarık olduğumu söylemeyeceğini bildiğimden sarılmıştım ona.

On saniye kadar bir süre hiçbir şey yapmadı. Sonra kaslı, geniş kolları sırtımın üstünü örtüp beni tüylerimi diken diken eden rüzgârdan korudu. Alnımı onun göğsüne yasladığım gibi, o da alnını omzuma bastırdı.

Okyanus esintisi; Arın'ın nane ve sigaranın karışımı olan bayat, nahoş kokusunun yanında etkisini kaybediyordu.

𓆨

 

 

Son an hakkında ne düşünüyorsunuz? İyice intihar moduna geçmiştiniz değil mi sizde?

 

Eren o pencerenin kenarına oturduğunda atlayacağını düşündünüz mü? Aslında ben bazen, sırf bu sahnede aslında Eren'in atladığını ve devamının tamamıyla bir hayal olduğunu bile düşünüyorum.

 

O kıza kimse elini uzatmazdı çünkü, bu gerçek hayat olsaydı. Herkesin sebepleri olurdu ve kimse kıza yardım etmezdi. Hele ki bir erkek asla. İnanmıyorum ben buna.

 

Peki, sevgili okurlarım, sizce, şimdi ne olacak?

 

İpucu: Arın'ın, Karan'la dövüştüğü sırada kendini zayıflattığından bahsettiği ilaçlar vardı? Bu ilaçların nedeni ne?

 

Arın'ın, Eren'e karşı gizli bir niyeti var mı? Gizli bir amacı? Unutmayın, kaçırdığı kişi Şahin ailesinin kızıdır. Evlatlık bile olsa.

 

Loading...
0%