Yeni Üyelik
18.
Bölüm

Sen benim güvenlik anlayışımdan çıkamazsın.

@yazarjose

Ne sebeptir ki korkmuş insan kendinden,

ailesi bile anlayaşmamış onu.

Dökülememiş onun da dilinden: "Yalnız insanın, insanlığı müphemdir." diye.

25 Nisan 2024

"Tanrı zarı attıysa ve size bir geldiyse, buna katlanmak zorunda mısınızdır?

Ben değilim, siz de olmayabilirsiniz."

Sağ ayağım zeminde ritim tutturmuştu, tekerlekli sandalyemle üç köşeli çalışma masamın -evet, bu masayı kendime ait kıldım- her bir köşesine beş dakikada bir uğruyor ve güncel olan her şeyi aynı anda yönetmeye çalışıyordum. Tuhaf, insan masa başında mafyacılık oynarken kendini sokak serseri gibi hissetmiyor. Sanırım gangsterlerin da takım elbise giyerken ve pahalı saatler takarken yakalamaya çalıştığı his bu.

77. Kat olayının üstünden sekiz gün geçmişti. Ancak, sanırım sizinle en son güncel iletişimimiz 12 Mart civarındaydı. O zamandan bu yana yaptıklarımı baştan bir ele alalım, çünkü sonrasında sorularınızla uğraşmak istemiyorum.

Bundan kırk dört gün önce (Annemin saklı mal varlığına el koyup, Efe'yi öldürdüğüm ve Arın'la pubın aşağısındaki bodruma döndüğüm günden bahsediyorum.) başlattığım ve güncel olarak ilerlemeye devam ettirdiğim bir plan çizelgem var. Uzun soluklu bir plan. Size daha önce de söylemiştim; intikam almak istediğim insan sayısı epey fazla. Kaosun, şehri karanlık içinde bıraktığı bir finale sahipti planım. Asla mutlu sonu hedeflemiyorum.

Elbette, intikamın küçük bir misyon olduğunu ve şehrin dogmatik mafya algısını kırıp; halkın bilinçlenmesi sağlamak asıl amacımdı. Ama intikam, yani düşmanlarımı temizlemek, kesinlikle bu yolculuğa başlamak için iyi bir yoldu.

Hele de benim tarzımla yapacaksınız. Size dedim değil mi? Bir şehri değiştirmek için önce temizlemek gerekir.

Sırayla, size uğraştığım işleri aktaracağım. Beni iyi dinleyin, beni görün! Sizin bu siktiğimin şehrindeki insanlardan farkınız bu, gerçi, farklı olmak ister misiniz? … Benden size pek güvenmemi beklemeyin.

İlk olarak, Mete Zanlı’nın neler yaptığından bahsedelim. 77. Katta, İpek Erdem’in toksik eski erkek arkadaşından bahsettiğini anımsıyor musunuz? Bahsettiği o adamı tanıyordum, aslında Karan'ın arkadaşı; Orkun Soluk. Çetesi, bağımsız birer gangster çetesi gibi dursa da gerçekte gizliden gizliye Karan'a çalışıyorlar. Şahinlere değil, Karan'a. Karan o çeteye kimseye güvenemeyeceği işlerini verir. Ve hayır, bunları benim biliyor olmam sorun değil çünkü Karan telefonunun şifresini bildiğimi ve onun telefonundan her şeyi karıştırdığımı bilmiyor.

Salak herif, şifresi doğum günümdü. Demek istediğim, nasıl bu kadar aptal olabilir? Yanımda uyuyacak kadar. Gerçi, beni özenle kendini öldüremeyecek hale getirdi. Onu uyurken boğamayacağımı biliyor.

… Bilinçaltımdaki bu sorunu nasıl yeneceğime dair hala bir fikrim yok. Bende bıraktığı hiçbir etkiden, bilinçaltıma kazıdığı hiçbir öğretiden ya da kabuslarımdan nasıl arınacağımı bilmiyorum. Ve belki de bunu yapmama gerek yok. Kısa bir süre sonra bunların bir önemi kalmayacak nasılsa.

Gözlerini kısıp, yüzünü öyle bir büzüştürdü ki kendimi baskı altında hissettirdi bana. Kaşlarını çattı, burnundan soludu ve her bir kelimesini hançer misali doğrulttu bana. “İntihara meyilli bir kızı, kafası yerinde değilken nasıl kilitleyebilirim?” diye kesti sözümü.

Ölmeye uzun zaman önce karar verdim. Bunu bir intihar olarak değil, bir bitiş olarak görüyorum. Arın’ın bu ithamına hala katılmıyorum ve katılmayacağım.

Mete Zanlı neredeyse bir aydır Orkun Soluk’un yanında. Orkun’u bulmak başta hiç kolay olmamıştı, eşkâlini bile bilmiyordum ve adını sorarak hareket edersem dikkat çekerdim. Onu gizlice bulmaya çalıştığımın üçüncü gününde, pes edip puba geri dönmüştüm. Bir dedektif mi tutsam diye düşündüğüm sırada, elinde açık adresle birlikte Arın gelmişti. Arın, onu tesadüf eseri normalde birlikte dolaştığımız civarlarda görmüş. Biri ona Orkun soluk diye seslenince o olduğunu anlamış ve çok şaşırıp takip etmiş. Açık adresi elime bırakırken, bana anlattığı bu hikâyeye inanmam biraz zor olmuştu ama bana yalan söylemek için bir nedeni olmadığını söylediğinde inanmıştım. Doğrusu, Arın’ın bana yalan söylemek için elde avuçta herhangi bir nedeni yoktu.

Bir ay öncesinde Mete’ye o açık adresi verip, yapmasını istediğim şeyi söylemiştim. Mete, adresi nereden ve nasıl bulduğumu sorduğunda -Arın’ın arkamda dikildiğini bilmeden- havalı durmak için ‘gizli bağlantılarım var benim’ demiştim. Arın’ın arkamda olduğunu görünce epey utandım.

Neyse ki Mete’ye hiçbir şey söylemedi. Sadece çapraz bir sırıtış dudaklarında belirdi ve ortadan kayboldu.

Orkun Soluk’un peşine Mete’yi boşuna takmadım elbette. Belli bir süredir, Karan’ın onlara verdikleri görevleri dinliyorum. Şehirde birçok yerde, birçok kez aratmış beni. Eren İpek Şahin adımı vererek değil elbette, Karan kaçtığımın bilinmesini göze alamadığından sadece fotoğrafımla güvendiği birkaç elemana aratıyormuş beni.

Tuhaf bir biçimde… şimdiye kadar beni yakalamaya çalışan kimse ile karşılaşmadım. Arın, burasının çok güvenli olduğunu çünkü hiç göze batmadığını söyledi. Ona göre en ufak bir şüphe bile çekmeden rahat rahat burada kalabilmemin sebebi bu.

… Sık sık Arın’ın tuhaf ve aptal olduğunu düşüyorum, umarım bu doğrudur. O saf tuttuğu yüzünün altında başka bir yüz olduğu fikri hoşuma gitmiyor.

Mete’yi Orkun’un yanında tutma nedenim tabii ki de beni yakalamaya çalışanlardan ya da diğer şeylerden haber almak değildi esasen. Yine de Karan’ın şirket grup işlerinde yaptığı birkaç sinsiliği, arkasını temizlettiği mafyaların hangi kozlarını eline aldığını Mete’den duymak güzeldi tabi. Ama asıl amacım, gemilerin konumunu öğrenmekti. O gemiler batarsa… Ah, hayır. Batacak.

Dudaklarımda, dişlerimin açığa çıktığı zalim ve kana susamış bir sırıtış belirdi ister istemez. Gözlerim parladı büyük bir şevkle.

O gemiler battığında benim havai fişeklerim göğü süsleyecekti.

Bu işin tek kötü yanı, Mete’ye göre hayatının tehlike atılmış olması; bana göre ise pubın bir süre kapalı olacak olmasından dolayı zarara girecek olmasıydı.

Mete Zanlı’dan, şimdilik bu kadar haber yeter. Zaten hainin teki.

Benim neler yaptığıma dönelim. Bir site kurdum. Karan’dan duyduğum mekanları ve çetelerin konumlarını, etrafları ile oluşturdukları habitatları kavradım. İnsanlarını izledim, koordinatları işaretledim. Haberler buldum, bir gazeteci edasıyla onları yazmaya çalıştım. Kadir Vuslat’ın telefon numarasını da buldum. Siteme ilgi gösteren ve beni takip etmek isteyen insanlarla tanıştım. Süregelen bu işlerime hala da devam ediyorum. Gün geçtikçe daha da büyük bir alana hitap etmem oldukça hoşuma gidiyor.

Şimdilerde yoğunlaştığım iki şey var. Birincisi, 77. Katta tanıştığım şu iblis kadını yakalamak. İkincisi ise, Karan’ın telefonunu karıştırdığım son dönemlerde bir ihale görmüştüm: Belediye ile yüklü bir vergi karşılığında gizli bir anlaşma planlanmıştı. Eski bir fabrika; Karan Sezer Şahin tarafından birkaç zayıf ve bilinmeyen rakip şirketler karşısında, sözde bir rekabetle satın alınacaktı. Telefonda gördüğüm o ihaleyi kendi çocukluğumda açtığım ve üç yıldır kullanamadığım e mailime göndermiştim ve silmiştim Karan’dan gönderimi de. Buraya geldiğim günden beri, o Karan’ın bile bilmediği -Karan’ın yurt dışına gittiği dönemlerde açmıştım bu maili, lise vakti Ayşegül’le açmıştık- eski mailimin hesabına girmeye çalışmıştım. Elbette numaramı kullanmadan bunu yapmaya çalışmak kolay değildi. Yazılım bilgime rağmen bocaladığım oldu. Hesabımı tamamen kaybetmemeye çalıştıkça iyice batıyordum dibe.

Neyse ki sitemi kururken karşılaştığım zorlukların bir şekilde çözülebilmesi gibi(?), bu hesap işi de ansızın kolaylaşmıştı. Sonunda yanlış yaptığım bir yazılımı düzeltmiş olmalıydım ki iki olayda da sonradan halledebilmiştim işimi.

Şanslı olmak pek alışık olduğum bir şey değildir. Fazlasıyla şüpheci olmak ise pek alışık olduğum bir şeydi. Her defasında nasıl aniden bu kadar kolaylaştığını araştırmaya çalışıp durmuştum. Neyi yanlış yazıyordum ki değiştirip tekrar aynı şeyi yazdığımda birden olmuştu?

Genelde anlamadığı yazılımlarla uğraştığım sırada, Arın hemen ardıma çektiği bir sandalyede; sağımda kurulmuş olurdu ve sıkıla sıkıla ekranı izlerdi. Ona gitmesini söylesem de beni dinlemez ve ekranı sıkılmasına rağmen izlemeye devam ederdi. En sonunda yazılım sorunlarım ansızın çözüldüğünde, daha da sinirlendiğimi görünce şaşırırdı. Nedenini sorduğunda ‘bu ani çözümün mantıksız olduğunu ve kaynağını bulamadığımı’ söyleyerek iyice huylanırdım. Gülerdi ve belki göklerde beni kollayan bir itfaiyeci olduğundan bahsederdi. Bu itfaiyeci meselesini her dile getirdiğinde utançtan kendimi toprağın altına gömesim geliyordu.

Açıkçası belki de aralarında şimdilik en gereksiz duran, ama benim için en kıymetli olan şey sitem. Zarlık. İnsanları çekmesi pek kolay olmuyor, ama yavaş yavaş ordumu oluşturmaya başladım. On üç kişi buldum şimdiye, az duruyor biliyorum. Ancak böyle siteler geometrik olarak artar, sorun değil. Zarlık, bu şehirde daha önce kimsenin cesaret edemediği bir site sistemi. Baykal bir suç şehri, insanlar çok fazla acı çektiler. Çektikleri acıların dile döküldüğünü bile görmedikleri için uyuştular ve aptallaştılar bu acılara karşı. Şimdi, hissettiklerini yazılara dökülmüş gördüklerinde; unuttukları bir şeyi hatırlayacaklarına inanıyorum. Bu şehir Kara Prens’e ait değil, onlara ait.

Zarlık:

Tanrı zarı attıysa ve size bir geldiyse, buna katlanmak zorunda mısınızdır?

Ben değilim, siz de olmayabilirsiniz.

Girişin şu anlık pek havalı olmadığını biliyorum, ama inanın bana sitemin ruhunu anladığınızda havalı geliyor. Ya da ben kendim yaptım diye bana öyle geliyor.

Site, özellikle de mağdur olmuş insanların; eski tetikçilerin, kandırılmış maddecilerin, tefeci mağdurlarının ve gangster babasının öldürüldüğü insanların uğrak yeri. Her gün neredeyse elliye yakın insan ziyaret ediyor. Ancak şu an sadece yirmi beş kişiyle iletişim halindeyim. Toplamda siteye giren 4448 insandan 25’i ile daha en ufak bir haber yayınlamamışken iletişim de olmam ve 13’ünün de benim ordumda yer alacak olması iyi bir şey bence.

Hem artık, bugün haberlerde yayınlayacağım. Devlet erişim yasağı koymaya çalışacak olsa da dağıtık ağlar sistemim ve VPN bağlayıcıları sayesinde insanlarla erişmeye devam edeceğim. Devletin gerçekleştirdiği birkaç erişim yasağı sağ olsun, zaten çoğu insan VPN kullanmaya hâkim artık.

Bugün, Baykal medyasının korkudan hiçbir şekilde bahsedemediği birkaç trajik haber yayınlayacağım; kanıtlarıyla. Bazıları geçmişte kalmış şeyler ama… kanıtlarını Karan Sezer Şahin’in telefonundan gizli gizli kendi e mailine atan bir kız sayesinde -bendeniz- anca bugün çözülecekler.

Bu haberlerin tek kaynağı elbette Karan Sezer Şahin değil. Her şeyi Karan’dan kopyalamadım. Açıkçası o uyurken bile, telefonunu karıştırmaya cesaret etmek insanı kalpten getiriyordu ve o üç yıl boyunca kurtulup kurtulmayacağımı içten içe bilmiyordum. Haliyle birkaç haberin kaynağı Karan’ken, diğerleri kendi araştırmalarımdı.

İşe girişmek düşündüğümden kolay olmuştu. Dış dünya ve toplum biraz bocalatsa da Arın yanımda olduğundan bir şekilde toparlayabiliyordum. Girişken davranabilmiştim. Aklımda kalan birkaç haber vardı ve bunların üstüne düşmüştüm şehre gidebildiğimde. Malikanede hapisken, hayatla kalan tek bağım; günlük gazetelerdi. Kendimi bildim bileli, çok küçükken okumaya başlamıştım gazete okumaya. Küçük bir kızın görmemesi gereken her şeyi görmüştüm. En sevdiğim ünlü, gazeteci yazar Kadir Vuslat’tı küçükken.

… Malikane de hapsolduğum o günlerde de devam ediyordu Kadir Vuslat’a hayranlığım. En sevdiğim ünlü, malikaneye hapsolmamdan bir yıl sonra gazeteciliği bıraktı. Çocukluğumdan beri yazılarını okuduğum Kadir Vuslat’ın gazeteciliği bıraktığını, artık onun yazılarını görmeyeceğimi anladığımda; kendimi tamamen terk edilmiş hissetmiş ve ağlamıştım.

İşte böyle küçük şeyler bile…

……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..

Her neyse, yayınlayacağım haberlerden bahsedeyim size birazcık. Muhtemelen, çoğu tanıdık gelecektir.

Çünkü bunlar sizin şehrinizde gerçeği, değil mi? Sizin ülkenizin?

Birinci haberden başlayalım:

Timör Cihantimör ve annesi Aylem Açgöz’ün firarından bahsetmiştim birinci haberde.

Oh, öyle basit bir dille bahsettiğimi ve olaydan dolayı sadece yakındığımı düşünmeyin diğer haber kanalları gibi.

Zarlık bir özünde haber sitesi değil, Zarlık bir… kült.

Timör Cihantimör’ün olayı ile alakalı medyadan daha fazla bilgim Karan sayesinde vardı. Size kendi bildiklerimi de ekleyerek açıklayacağım.

Ağzında gümüş kaşıkla doğduğu için her şeyi yapabileceğinin düşünen, ebeveynlerinin onları eğitmek hakkında en ufak bir güdü bile göstermediğinden dolayı hayatı boyunca insan olmayı bırakın bir birey bile olmayı beceremeyen zavallılar vardır bu hayatta. Timör Cihantimör’de bunlardan biriydi ve saf kötü bir çocuktu. Evet, bir çocuk saf kötü olabilirdi ve o bunun kanıtıydı.

Ve yüzeysel bir iyilik arzusundan da Ozan Murta Ali’nin ölümüne sebebiyet verdiği gece sıyrılmıştı.

Timör CihanTimör birkaç arkadaşıyla birlikte 1 Mart 2023’te dışarıya çıkmıştı gecenin bir yarısı. On altı yaşında olmasına rağmen, bir Porsche ile yollara düştü arkadaşlarıyla birlikte. Dar ve kavisli Begrad Ormanlarında arabayı yüksek hızla sürüyordu. Kendinden başka bir canı düşünmek aklına gelmiyordu. Onu, saf kötülükle büyüten ebeveynleri nezaketi öğretemediler ve bu gerçek birilerini öldürdü. Bir aileyi yok etti.

Timör, tıpkı kendisi gibi olan arkadaşlarıyla güle eğlene, son gaz ilerlediği sırada, bozulan ATV’leri yüzünden kenara çekilmiş ve yardım bekleyen bir takım insana çattılar.

Ezilen insanlar yardım istedi, telefonlarını uzattı ve onlardan 112’yi aramalarını rica etti. Timör CihanTimör telefonu aldı ve cebine attı. İnsanları terk etti: Timör ve yanındaki, insanlıktan nasibini almamış, kendini ailesinin parasından dolayı bir halt zanneden, ergenler.

İnsanlar nesillerden bu yana, namuslu bir insan olmayı satın alamayacaklarını öğrenemediler mi?

Ozan Murta Ali öldü. Evde onu bir yaşındaki bebeği ve karısı beklerken. Murta’nın son sözlerinde babasının adını sayıkladığı, babasının onu bulacağına inandığını söyleniyor, hayatta kalan kazazedeler tarafından.

Murta’nın babası, oğluna hep ağlayacak. Bazı şeylere alışılmayacak. Duyulamayan bir fısıltının katiliydi: Timör CihanTimör, Aylem Açgöz ve Timör CihanTimör’ün yanındaki suçlular. Hepsi de katildi.

Ben, elbetteki diğer suçluların da adın vereceğim ve geleneksel medyadaki gibi mağdurun adını yayınlayıp suçlunun adını saklama politikasına uymayacağım. Bu da benim politikam. Yusufçuk İtveren, Ağlak Küçüktop, Lale Penyekafalı ve Osuruk BulOsuruk; Timör CihanTimör’e eşlik eden arkadaşlardı. Cinayette rol oynadılar.

Aylem Açgözlü oğlunu Amerika’ya kaçırdı. Bu konuda, Berlünt CihanTimör’ün bir bilgisi olmadığı iddia edildi. Ama bu doğru olabilir mi ki? Size sorarım. 16 yaşında reşit olmayan bir genç, babasının noter onaylı rızası olmadan sadece annesi ile yurt dışına çıkabilir mi?

Baykal’ın Begrad Ormanı’nda işleyen bu cinayetin faili, yaklaşık bir yıldır Amerika’da mutlu mesut yaşıyordu. Partiler yapıyor, annesi ve arkadaşlarıyla gülüp eğleniyordu.

Ta ki benim tuttuğum paralı bir asker, Zarlık adına Timör’ü kaçırıp; Amerika’da cezaların en ağır işlendiği eyaletin emniyeti önüne Timör’ü bırakana kadar.

O eyalet Türkiye’ye geri iade de bulunmazdı ve hukuk cezaları o kadar ağırdı ki Timör otuz yılla, onun peşinden yakalama kararı çıkartılan Aylem Açgöz ise on yılla yargılanacaktı. İsimlerini size bıraktığım diğer ergen katiller mi? Oh, onlarla Baykal halkı ilgilenecek.

Sizler, kamuoyu ergen katilleri hapse tıktıracaksınız. Çünkü bir dahakine sıra size gelecek. Yoksa şımarık bir çocuk canını alacak ve hiç kimse, geri de bıraktıklarınız için mahcubiyet hissetmeyecek.

Genel olarak yazım bu şekilde ama daha düzenli olacaktı işte. Sondaki ifadeyi değiştirmeyi düşünmüyorum. Timör CihanTimör’e eşlik eden arkadaşları, arabalar altında kalan insanlar acı içinde ölürken kendilerinden başka bir şeyi düşünmemişlerdi. Dolaylı yoldan, katil değiller miydi? Kendilerine uzatılan telefonları görmezden gelirken ne düşünüyorlardı? O insanlara yardım etselerdi, Timör’de dahil; bir şekilde çocuklar çocuk olarak düşünebilirdi.

Yaptıklarının bedelini ödemeyi öğrenmedikleri bedel ödememeyi öğrenmişlerdi. Şimdi, isimlerini halka açık ettiğim Timör’ün arkadaşlarına neler olacağını merak ediyordum. Baykal halkı kamuoyunda buna tepki gösterir miydi? İnsanları iyi anlamda değiştirmek mümkün değildir. İnsanlar kendileri isterse değişirler.

Baykal halkı değişmek istemeliydi.

… Her neyse, haberimi viral edecek fotoğrafta elimdeydi. Paralı askerden, baygın Timör’ü eyalet emniyetinin önüne bıraktığında; ağzını zarlarla doldurup fotoğrafı çekmesini istemiştim. Çekmişti ve bana göndermişti.

Elimdeki fotoğrafa bakarken, gerginlikle yandığımı hissettim. Açıkçası, benim gölgemi bile tehdit edemezdi Berlünt CihanTimör; oğlunu paralı bir askerle en ağır ceza verene eyaletlerden birinde hapse tıktırdım diye.

İronik değil mi? Sonuçta, kendi adı ve soyadını kullanarak oğlunu kurtardı. Şimdi benim adım ve soyadım yüzünden, bana boyun eğmek zorunda: Ben Eren İpek Şahin’im, Berlünt’ün olayların olduğu gece ağlayarak aradığı ve akıl istediği Adil Vedat’ın kızı. Gerçi Berlünt intikam için beni ararken Zarlık sitesinin Kurucusu olarak arayacaktı. Kurucu kimliğimle de gölgemi bile tehdit edemezdi, sorun değil.

Ederse alemlere ibret hale getiririm onu da.

Buna kim cüret edebilir?

Amerika’da sağlam bir paralı asker bulacak bağlantılarım yoktu tabi ki de. Karan böyle şeyleri araştırıp bulmama hayatta izin vermiyordu malikanedeyken, haliyle yurt dışı açısından zayıftım sahiden de. Ama Arın’a fikir danıştığımda, Arın birinin adını hatırladığını söylemişti. Tam olarak bağlarını sorduğumda, bir şeyler kem küm etmişti.

Geçmişten arkadaşıymış. Utanmasa ‘kuzenimin tanıdığı’ diyecek. Ama ona saygı duyuyorum, pis ve leş bir hayatı geride bırakmış; bu konularla bağlarını görmezden gelmeye çalışan bir adam o. Bu çok güzel.

… Öte yandan bazen yanılıyor olabilir miyim diye düşünüyorum. Arın sahiden de altı yıl boyunca aralıksız Baykal da mıydı? Bunun herhangi bir kanıtı var mıydı ki? Tamamen kendini kendi ailesinden sıyırıp atabildiğinin? İnandırıcı mıydı ya da bu düşünce?

Her neyse… Arın bu paralı asker işini kendisinin halledebileceğini söylediğinde onu şiddetle reddetmiştim. Kendisinin, ‘Arın Kor Aslan’ kimliği ile bana kuyruk olma hakkı yoktu. Arın olarak bir kuyruk olabilirdi yalnızca. Arın onu reddettiğimde kolayca ‘tamam’ deyip susmuş, ısrar etmemişti. Ama paralı bir askerin, onu aradığım gibi emirlerimi takip etmesi ve benden beklediğim fiyatın yarısı kadar para istemesinde Arın’ın bir parmağı olduğundan şüpheleniyordum.

Ya da göklerde sahiden de beni gözeten bir itfaiyeci vardı?

Geç kalmıştı.

Paralı askerin Timör ve annesini bulması zor olmamıştı. Çünkü ikisinin de kaldığı yeri biliyordum. Evlerini bizzat Karan servis etmişti onlara. Böylece Berlünt, Karan ve Adil’in ellerindeydi.

İnsanların yaklaşık bir yılda unutmaya başladığı böylesine güçlü bir adaletsizliği bitirmiş olmam sitenin çok fazla dikkat çekmesine neden olacaktı.

Ben de kendimden başka kimsenin gerçekleştiremeyeceği bir adaleti gerçekleştirmiş gibi gözüküyordum. Gibiler bu devirde insanlara yetiyor.

Muhtemelen kısa bir süre ünlü olacağım. Ergenlerin en çok bahsettiği sitelerden biri, Zarlık olacak.

Diğer tüm haberleri de burada açıklamayacağım sadece üstlerinden kısaca geçeceğim.

Öncelikle Efe’nin ablası, Yusuf Halit Peyami’nin eski ve üçüncü eşi Melek Peyami’nin cinayetini çözmüştüm ve kanıtlar sunmuştum hazırladığım videolar ve yazılarla birlikte. Muhtemelen çok büyük bir sansasyon yaratacaktı bu haber. Şehrin en zengin ve köklü ailelerinden biriyle alakalıydı.

Melek Peyami, kocasını aldatıp başka bir adamla kaçmamıştı. Tanıdığı bir arkadaşının yardımıyla kaçıp kurtulmaya çalışırken vahşice öldürülmüştü. Sırf kocasının arzusunu takip edip, Yusuf’un arkadaşlarıyla beraber olmayı kabul etmedi diye çatlamıştı evliliği.

İlk iki haberimize benzer bir haberle devam edelim. Aras Kırık’ın halasının oğlu Can Ucubeoğlu, Müzeyyen Akbulut adında bir genç kızı katletmişti ve 186 gündür teslim olmamıştı. Kızı öldürdükten sonra tecavüz de etmişti. Medya, bu dehşeti görünürde silmişti. Müzeyyen 29 kere bıçaklanmıştı, bu darbelerin 13’ü başına saplanmıştı. Testere ile parçalara ayrılıp, taksi de taşınmıştı zavallı; on yedi yaşındaki kızın cesedi.

Can Ucubeoğlu daha on yedi yaşında olduğundan, yakalansa bile ona çocuk olma indirimi yapılacağı düşünülüyordu. Ama… bunları yaptığı kızda çocuktu.

Can’ı korumaya çalışan insan müsveddelerini düşününce midem bulanıyordu.

Burası Baykal: Zenginin et yediği kadar fakir hafifler.

Bir diğer haberimiz Eseryurt’ta yaşanmıştı.

On beş yaşındaki bir çocuk, çocukluk arkadaşı olan on dört yaşındaki çocuk ona sigara vermedi diye çocuğu boğarak öldürmüştü. Katil olmuş çocuk, ağlayarak öldürdüğü çocuğun babasına gidip suçunu itiraf etmişti. “Oğlunu öldürdüm.” Demişti.

Eğitilmeyi reddeden, ergenliğini fazlaca ağır yaşayan kimi oğlan çocuğu; hayatın bir oyun olmadığı gerçeğine o kadar uzaktı ki… insan böylesine barbar olabildiklerine şaşırıyordu.

Ne kadar acı çektin ki sigaraya başladın? Arkadaşını boğazladın?

… Dizi, sosyal medya kültüründen nasıl etkilenmeleri gerektiğini seçemeyecek kadar bilinçsizler.

Muhtemelen bu tür çocuklar, büyüyüp de erkek olmaları gereken yaşlara geldiklerinde hala aynada kendi yüzlerine bakamıyor olacaklar.

Siktiğimin bir filminde yaşıyormuşuz gibi yapmanıza gerek yok, gerçek hayat yeteri kadar boktan çocuklar.

Unutmayın, kötülük ve serserilik; iyilik ve efendilikten her zaman daha kolay olmuştur.

Dünyanın en iyi insanı olmadığımdan, arkadaşını boğazlayarak öldüren on beş yaşındaki çocuğun adını açık etmiştim. Adı şuydu: Büyüyünce Mafya Babası Olacakmış!

Kendi kendime, bozulan sinirlerimden kaynaklı güldüm.

Diğer haberlerime gelirsek:

*Bir yavru kediyi sırf sinirinden dolayı tekmeleyerek öldüren bir adamı, öylece sokağa salmak halkı tehlikeye sokmaktır.

Hayvan katliamı her zaman daha büyük bir tehlikenin habercisidir.

*Tarikatların kız çocuklarını okutmamasına izin verme hakkı nasıl var? Müfettişler neden maaş alıyor?

*Üşümesin diye taksiye aldığı genç adam tarafından boğazı kesilerek öldürülen taksici. O genç adam şimdilerde nerede?

Psikopatın adını saklamadık! İşte taksiciyi öldüren şahsın adı ve kimliği için tıklayın.

*13 yaşındaki kıza 15 kişi tecavüz etti.

Bu haberde adı geçen on beş kişi, 13 yaşındaki genç kızın bir akrabası tarafından öldürüldü. Muhabirlerimize ulaşan ceset görüntüleri için tıklayın.

Aslında o on beş kişiyi ben öldürttüm. Arın’ın tavsiyesiyle bulduğum iki kiralık katil tutmam yetti bu iş için. Kiralık katil sistemini desteklemiyorum, ama insanlara birini öldürteceksem bunu yaptırmak için idealler. Tabi… başta niye birisi öldürttüm ki değil mi? Benim kötü bir insandan ne farkım kaldı?

?

Sizce ne?

Timör CihanTimör’ü ve annesini devlete teslim ettim ama o on beş kişiyi öldürdüm. Amacım, cinayet ve cinsel istismar arasında hangisi daha kötü onu belirlemek değil. Ama… on üç yaşındaki birini on beş canavar istismar ettiyse; o canavarlar on yıl sonra hapisten çıktığında bunu tekrar yapacaklardır. Daha da radikalleşecekler.

Korku, bastırır.

Küçükken hatırlar mısınız? Temizlik yapılmadan önce, evlerde çocuklar korkutulurdu. Odalarında, yataklarının üstünde beklenmeye zorlanırlardı. Korkutmadan temizliğe başlayamazsın. Ben de ilerleyen zamanlarda, Zarlık büyüdüğünde cahil cesaretiyle uğraşmamak için, acımasızlığımı koruyacağım. Çocukları değil, gangsterleri korkutuyoruz. Temizlik için.

Ah… kendimi sitemi anlatmaya kaptırmıştım. Neyden bahsediyorduk? Evet, 77. Katta tanıştığım iblis kadından ve ihaleden.

Mailimi sonunda açabildiğimde -göklerdeki itfaiyeci sayesinde- kendime üç yıl boyunca gizli gizli attığım e-postaları bulmuştum. Ve… arkadaşlarımın bana son kez gönderdikleri mailleri de görmüştüm. Arkadaşlarım demek yalan olur aslında. Ahsen’den bir e-posta yoktu, Kerem’den de. Yalnızca Ayşegül’den ve okuldayken bazen konuştuğum Melike, Batuhan ve Aycan’dan mesajlar vardı. Bahsettiğim son üçlü hastalandığımı zannettikleri için geçmiş olsun yazmışlardı ve bana gönderdikleri hediyeleri alıp almadığımı sormuşlardı.

Hangi hediyeler?

… Aptal gibi heyecanlanmıştım. Üç yıl öncesinde kalan ve asla bulamayacağım hediyeler için.

Ayşegül bir sürü e-posta atmıştı. Hiçbirinde bir geçmiş olsun yazmıyordu. Hasta olduğuma inanmamış gibi. Evime gelmeye çalıştığını, kapıma kadar gelebildiğini ve Karan’dan hiç hoşlanmadığı ile alakalı bir sürü e-posta vardı.

Rusya’ya gittiğinden ise asla bahsetmiyordu.

Sanırım Karan’ın sağladığı burs ile Rusya’ya gitmeden çok önce bırakmıştı e-posta atmayı. Öyledir.

… Ayşegül paranın satın alabileceği bir insan değildi. Muhtemelen çok hasta olduğuma sonunda inandırılmıştır. Attığı e-postaları göremeyecek kadar hasta olduğuma.

… Eski de kaldı.

Dediğim gibi Karan’ın ihalesi elimdeydi. Analiz edip, onun ihalesinden daha güçlü ama başka çatlaklara sahip zekice bir ihale hazırlamaya çalışıyordum. Eğitimim sayesinde bu konuda belli bir kapasitem vardı ama; gerçek bir ihale hazırlama vaktim geldiğinde bir ekibe ihtiyacım olacaktı.

Zira, benim hazırlayacağım ihale; esas zafer ihalesi olmayacaktı.

Zarlık sitesinden gelen bir bildirim sesini duymamla sağımdaki ekrana döndüm.

Gizlibahçe92_: Eminim sadece insanları işletmek isteyen hacker, ergen bir oğlan çocuğusun.

Kaşlarımı çattım, huzursuzca. Kızlarda ergen ve hacker olabiliyor.

Kurucu: Babanın intikamını almak istiyor musun? İstemiyor musun?

Geri cevap vermesi biraz sürerdi. Herhalde, onunla alakalı tüm kişisel bilgilere erişmiş olmamı beklemiyordu ve sindirmesi zaman alıyordu. Gizlibahçe92_, namı diğer Lara Rüyalı. On dokuz yaşında bir kız, babası gangsterdi. Babası öldü, muhtemelen çetenin başına geçmek için amcası öldürdü. Ki, annesinin şimdiden amcasıyla Instagram üzerinden gizli gizli durum attığını varsayarsak... Babası ciddi bok yoluna gitti. On dokuz yaşındaki ve üniversiteye giden bir kızın, bana mafyacılıkta faydası olamayacağını düşünebilirsiniz. Ama emin olun ki, olacak.

Gizlibahçe92_ epey hayal dünyasında yaşayan bir kızımız, yani, şu takma isme bakın. Çocuk kitabından bulmuş. Gerçek ismini bulduktan sonra hesaplarında biraz gezindim, öyle bir adamın kızı nasıl böyle olabiliyor emin değilim ama… Prenses olarak yetişmiş. Biraz hayalperest bir prenses. Bu iyi bir şey. Bir zihin gerçeğe ne kadar uzaksa o kadar kolay değiştirilebilir. Bunu aklınızda tutun, Lara ile işimiz sonra.

O geri cevap verene kadar, bilgisayardaki sekmeyi değiştirdim ve parmaklarımın klavye de el çabukluğuyla gezinmesine izin verdim. Yaklaşık iki saattir, kızın evinin adresini bulmaya çalışıyordum. Lara'yı kaybetmeyeceğim. Yüklemeler tamamlanmıştı, birkaç yazılım daha yazmam gerekiyordu ve sonra kısa bir yüklenme anı daha olacaktı. Lara’nın adresi elime geçmiş olacaktı.

On beş dakikaya kadar işim bitti, Zarlık sekmesine geçip Gizlibahçe92_'nin attığı mesajlara baktım.

Gizlibahçe92_: Bunu nereden biliyorsun ucube?

Gizlibahçe92_: Kimsin sen?

Gizlibahçe92_: Beni tanıyor musun?

Alt dudağımı büzdüm, senin gibi küçük bir insan için site oluşturacağımı mı zannediyorsun? Burası patlatacağım haberleri şehre duyurabilmek için var salak. Bir de kendime küçük bir ordu kurmak için. Kalabalıklar oluşturabilecek halim yok, ama güçsüzlükten kimliğini kaybetmiş, Tanrı'nın attığı zarda kazık yemiş az sayıdaki insan; büyük bir şeyin parçası olmaya açlar.

Ben sadece sizin kibrinizi ve çaresizliğini sömüreceğim.

Gizlibahçe92_: Bana cevap ver!

Gizlibahçe92_: Kim olduğumu biliyorsan korkman gerektiğini de biliyorsundur.

Gizlibahçe92_: Silahlı adamların kol gezdiği bir ortam gördün mü hiç? Aklın yok mu senin?

Gizlibahçe92_: Hey, ses ver!

Gizlibahçe92_: Bana yardımcı olabileceğini sana düşündüren ne?

Gizlibahçe92_: Seni tanımıyorum, ismimi nereden buldun?

Gizlibahçe92_: Kaç yaşındasın?

Gizlibahçe92_: Kimsin sen?

Gizlibahçe92_: Sormanın bir anlamı yok, söylemeyeceksin. Klavyenin arkasına saklanmış bir korkaksın sen!

Gizlibahçe92_: Söyle...

Gizlibahçe92_: İnsanlara yardımcı olabileceğini sana düşündüren neydi?

Gizlibahçe92_: Ne farkın var ki?

Ne farkım olduğunu bende bazen kestiremiyorum. Ama, gerçekten bir şey demek istersem... Yok. Hepimiz aynı şeyi istiyoruz. Kaderimizin zarını iki parmağımız arasında tutmak.

Liderliğe oturmayı kabul etmiş olmam farkımdır belki? Benim attığım adım etkiyi çekiyorsa; adımı atanın ben olduğum da ele alınmalı. Bu insanları, manyak işleri yapmaları için yönlendirebilirim sonuçta. Ya da şuna inanmamdır: Onların deliliğini yönetebilirim, ama onlar benimkini yönetemez.

Gizlibahçe92_: Benim... kaybedecek bir şeyim yok.

Ben bu kızın hayatını araştırdım. Tüm o arkadaşlarıyla olan iletişimini, sosyal medyalarını... Elbette yarısı göz boyama ama... Lara çok fazla şeye sahip olduğunun farkında değil. Arkadaşları var, sevdiği insanlar, sevildiği, güvendiği... Hala, var. Umursamaz bir ifadeyle ekrana bakıp omuz silktim.

Eh, sahip olduklarını ona benim gösterme zorunluluğum da yok ama değil mi?

Gizlibahçe92_: Seni takip edeceğim, gözlemleyeceğim.

Gizlibahçe92_: Eğer bana yardım edersen, ben de sana yardım ederim.

Gizlibahçe92_: Anladın mı beni?

Gizlibahçe92_: Cevap versene be!

Yazılımlarımın cevabı sonunda yüklenmişti. Diğer sekmeye geçtim ve kızın güncel konumunun koordinatlarına baktım. Buradan biraz uzak, güzel. Baykal'ın önemsiz görülen bölgelerinden birindeler. Bu iyi, çok iyi. Şehirde bağımsız çete sayısı neredeyse sıfıra yakın... Böyle bir cevherin elime gelmiş olması... Gülümsedim.

Lara, senden bir iblis yaratacağım. Hayatında yaptığın en büyük hatanın intikam almaya çalışmak olduğunu anladığında geç kalmış olacaksın. Sana zarar vereceğimden değil, sen seçimlerinle birer mafya lideri olduğunda; biteceksin. Hayır, geleceği göremiyorum. Ama babasının tek varisi oydu ve amcasının ipliği pazara çıktığında, Lara etrafındakilerin insanlığı ile tekrar yüzleşecek.

Hesaplara bakarsak, çetedekiler Lara'nın babasına epey bağlıymış. Bazılarının eşleri imalı yazılar yazıyor amca ve Lara’nın annesiyle alakalı, durumdan memnun değiller. Lara'yı seviyorlar da. Eğer kızın yapabileceğini görürlerse, benim beynim sayesinde, muhtemelen bu dediğim şeyi yapabilirim. Ve Lara bana duyduğu ihtiyaç yüzünden, devamlı bir talep durumunda kalınca benim askerim olmuş olur.

Ta ki bana hayal kırıklığı ile dolu gözlerle bana bakıp, daha fazla buna devam edemeyeceğini anladığı ana kadar geçerli anlattığım bu hikâye.

Evet, sitede yazdıklarıma tezat bir şekilde, zarların varlığına ya da zarın kontrol edilmesi gerektiğine inanmıyorum. Ama etmeye çalışacağım, çalışacağız. Ben onların deliliğine kefilim.

Elim mesaj yazmak için klavyeye gitti ama bundan hemen vazgeçtim. Önce, tam olarak ne düşündüğümü kestirmeliyim. Aynı anda birçok işi tek başıma yönetmeye çalıştığım için kafam karışmaya başladı. Durup, derin bir nefes aldım. Uykusuzluk da beni çok zorluyordu.

Kurucu: Evinize bir çiçekçi gelecek akşama doğru. Bahşiş için vereceğin paranın, altından annenin numarasını ver.

Anında geri cevap geldi.

Gizlibahçe92_: Ne? Neden? Ondan ne istiyorsun?

Kurucu: Amcanla yattıkları bir motel vardır diye düşünüyorum. Muhtemelen mesajları siliyordur ama adresi bulabilirim.

Geri cevap gelmedi. Söylediğim şeyin ağır olduğunun farkındaydım ama, umurumda değildi ki. Bu konuda onunla empati kurmakta başarısız da değilim. Benim annemi biliyorsunuz. … Belki de tamda bu yüzden Lara’ya özenli yaklaşmayıp ağır laflarımı çat diye söylüyorum. Annesine asla güvenemez. Bazı kızlar annelerine güvenmemeleri gerektiğini bilmeli. Ve bu kibar dille olacak bir şey değil. En büyük örneği de benim.

Kurucu: Seninle harcayacak zamanım yok, açıkçası sana ihtiyacım yok. Hızlı ol.

Aslında seni kaybetmek istemiyorum. Muhtaç değilim ama kolay gibisin, benimle kal Lara. Ya da kendi iyiliğin için kuyruğunu kıstırıp şehirden ayrıl.

Yazıyor emaresi çıktı, sonra gitti. En sonunda, dakikalarca bir şeyler yazdı. Sildi ve son bir şey yazdı.

Gizlibahçe92_: Beyaz orkideleri severim.

Başımı onaylayarak salladım ama geri cevap vermedim. Gidip, üç köşeli masamın birini tamamen kaplayan Baykal haritasında kızın evinin koordinatlarını işaretledim.

Zarlık ve yazılım işlerimle ilgilendiğim bilgisayarlarımı açık bıraktım. Tekerlekli sandalyemi geriye doğru ittim. Masanın diğer köşesine varıp, Olga Svetlana ile alakalı dergi sayfasını okumaya devam ettim.

Olga Svethlana kim mi? Bana sorarsanız, bu iblis kadını tanıyacaksınız.

'Yetimlerin Annesi Olga Svetlana, Supreme dergisinin ödüllerinden Şefkat Ödülü'ne layık görüldü!'

Olga Svetlana yine şaşırtmadı, ödülü almasının şerefine on çocuğu daha yurt dışına eğitime gönderdi! Tüm bunların, kendisini ekonomik olarak zora sokup sokmadığını sorduk! Güzelliğinin ve diriliğinin sırrını keşfettik! Kız arkadaşı olup olmadığı ile alakalı çıkan iddiaları yanıtladı! Oğlunun, skandal haberi ile ilgili bizlerle sırlar paylaştı! Hepsi ve daha fazlası için okumaya devam edin.

Tanıdınız mı bu iyilik meleğini? Çocuklarını yurt dışına eğitime gönderen(!) 77. Kattaki iblis kadının ta kendisiydi Olga Svethlana.

Laptopun kapağını elime alıp, ayağa kalktım. İlerideki geniş sehpanın yanına yürümeye başladım.

Mete ve Arın dışarıdalardı. Zara ise yukarıyı temizliyordu, onu yanımdan zorla göndermiştim. Resul'un komşusu olan küçük kızı sorarsanız, odasında ve uyuyor. Onu bir yere gönderirsek, Karan'ın bulup yerimizi öğreneceğini düşündüğümüzden şimdilik yanımızdan ayıramıyoruz. Neyse ki babası arayıp sormuyor ve yeni nesil, tabletini eline verdiniz mi sizi asla rahatsız etmiyor. Güvende olacağı bir yer ayarlıyorum, herkesten gizlice. Hazır olunduğunda gidecek.

Bir tek Arın ilgileniyor küçük kızla, bazen de Zara. Benden özellikle uzak duruyor, 14. Bölümde o olduğunu anlamayıp ona silah çektiğim için. Mete ise kızı umursamıyor.

Sehpanın başına çöktüğümde yüzüme maskeyi geçirip eldivenlerimi taktım. Pubın geniş bodrumu kare şeklindeydi ve ışıklandırmalar karanlık odanın her yanını aydınlatmıyordu. Karanlığa baktım bir şey var mı diye yakalamak için, aynı anda elime eldivenleri geçiriyordum.

Önümdeki şişenin kapağını açtım ilk, ardından zambak çiçeklerinin bulunduğu kabın içini açtım ve olabildiğince hızlıca zambakları şişenin içine attım. Üstüne bolca oksalar tozu ekleyip son olarak su koydum. Şişenin kapağını ve hala biraz zambağın kaldığı kabın kapağını hızla kapattım ardından.

Gözlerim hafiften yanmıştı, gözlerimi kırpıp açarak yaşlanmalarını sağladım. Kabı, görüp de çocuk eline almasın diye koltuğun altına sakladıktan sonra şişeyle birlikte ayağa dikildim ve sözde ‘gözlerimle okurum’ diye yanımda getirdiğim laptopla birlikte döndüm üç köşeli çalışma masama.

Şişedeki zehri blender ile sıvı hale getirecektim ama önce şu dergiyi okumak istiyordum. Olga Svetlana'nın oğlu... Liseye giden bu çocuk, daha on altı yaşında olmasına rağmen problemlerden problemlere koşuyordu. Olga'nın dikkatini dağıtmak istersem onu kullanmak en iyisi olurdu.

Olga Svetlana'nın çocuk pazarını muhakkak ortaya çıkarmalıyım. Kesin ve net olarak, halk mutlak gerçeği keskin bir tavırla bilmeli. Aksi takdirde tıpkı lEpstein'in olayı gibi davalar seneler sürer ve bu işe bulaşan her kimseler, yaptıklarının bedelini asla ödemezler. Böyle bir şeyin olmasına izin vermeyeceğim. Keskin bir zafer kazanacağım. Bu şehirde zengin ve aşağılık olan ne kadar insan varsa, ortaya çıkacak Olga'yı patlattığımda.

Zarlık'ı içten içe daha fazla önemsememe rağmen, Olga Svetlana'yı patlatmak benim için birinci öncelik. Üstelik, bu işi herkesten gizli yapmaya çalışmak -gerçi, teknikken hiçbir planımın neye göre olduğunu Arın da dahil kimse bilmiyor- benim için çok önemli. Patlatılacak olan o insanlar, şehirdeki tüm pedofili sosyete ve mafyalar; benim peşime düşecekler.

Kim, kendisinin en iğrenç gerçeğini açığa çıkaran bir kızın hayatta kalmasını ister ki?

Hele de o kız benim gibi, içlerinden birinin şımarık oğlunun rahatça işkence edebildiği bir avamsa? Gerçi Kurucu’nun Eren İpek Şahin olduğunu çözebilirler mi? Fark etmez.

Hepsi başıma ödül koyacak.

Neşeden yoksun bir kıkırdama döküldü dudaklarımın arasından. Hayır, ben, şeytan olacağım. Ve siz de dehşete uğrayacaksınız. Benimle alakalı akıllarında olan görüntü, boynumdaki zinciri kopuk tasma ile Karan'ın kucağında zorla malikaneye çekilmem; onlardan yardım dilemem olmayacak. Akıllarına düştüğüm anda, nasıl da mahvolduklarından başka bir şey anımsayamayacaklar. Ve... ve o zaman...

Bilmiyorum.

Hiç benim durumuma düştünüz mü? Bana çok bilmişlik yapmanıza izin vermem, ama, tüm bu sert tavırlarıma rağmen gerçek benim de hiçbir şey bilmediğim. Tek bildiğim, doğrunun peşinden gitme derdim olmadığı. Her şeyi, olması gerektiği gibi bitireceğim. Olması gerektiğine inandığım gibi.

Ve eğer hala anlamadıysanız, tıpkı Baykal'daki diğer herkes gibi diye, söyleyeyim: Bunu yapabilirim, tek başıma.

Buna bir tek Karan'ın inanıyor olması, aklımı gıdıklıyor. Kafamı patlatmak istiyorum. Gözlerim masanın kenarına takıldı.

Herkesin bana inanmasına ihtiyacım yok aslında.

Belki de...

Tüm bu hırçınlığım o inansın istediğimden.

Bodrumun kapağı açıldı ve aşağıya biri atladı. Ayaklandım hemen, laptopun kapağını kapattım ve girişe döndüm. O gelmişti.

Arın aşağıya atladı ve etrafa bakındı. Beni gördükten sonra başıyla hafifçe selam verdi ve içeriye adımladı. "Meliha nerede?" diye sordu. Meliha derken kimi kastettiğini ilk anlamadım, ardından küçük kızın isminin Meliha olduğunu hatırladım. "İçeride, uyuyor." dedim. Kızdan o kadar uzak durmaya çalışıyordum ki bir aydan fazladır beraber yaşıyor olmamıza rağmen ismini bile ısrarla öğrenmemiştim.

Hiçbir şey demeden Amerikan tarzı, küçük mutfağa ilerledi elinde poşetlerle. Arın nedense yemeğe gereğinden fazla önem veriyordu. Benim, Zara’nın ve Meliha'nın pizza ile bir ömür geçirmesine karşıydı-hoş, ben pizza yemiyorum. Zara ile Meliha'yı küçük gördüğünden ve abilik taslamaya tuhaf bir şekilde hevesi var gibi durduğundan onlara karşı hassasiyetini anlardım ama... Bana karşı olan bu tavrını hiç sevmiyorum.

Düşüncelerimi onaylarcasına, açtığı buzdolabına hoşnutsuzca bakıp belli belirsiz ofladı. Başını bana döndürdü ve "Kahvaltını niye yemedin?" diye sordu.

Ağzıma herhangi bir şey almaktan nefret ediyorum çünkü. Tiksiniyorum yemek yeme eyleminden. Bunu kimseye asla itiraf edemeyeceğim; bu iğrenmenin asla geçemeyeceği düşüncesiyle istemsizce sinirlendim, dilimi dişlerimin arasında ezmeye başladım.

Arın'ın kötü bir amacı yoktu, ama bana karşı olan nezaketi benim için fazlaydı. İnsan gibi muamele görmek istemiyorum, daha insanlara kıyacağım. Ve onun böyle bir amacı olmasa da… Arın'ın her davranışı; beni üç yıllık o işkence dolu yaşamımdan bir şeyler anımsamaya davet ediyordu. Eksikliklerim gözüme daha çok batıyordu.

"Kiviye alerjim var." diye düz bir sesle cevap verdim. Bu yalandı, artık onun yanındayken hep sürdürmem gereken bir yalan. Bıkkınlıkla nefesini verdi. Her türlü bahanelerim, birlikte geçirdiğimiz 44 günün sonunda onu yığılmalı bir şekilde yormuştu. "E söyleseydin ya Eren? Başka bir şey getirirdim sana." dedi. O konuşurken, umursamaz gibi bir tavırla ona arkamı dönmüş ve haritanın önüne eğilmiştim.

Bir de şey vardı, evet...

Arın, 77. Kat olayı sonrasında yaşanan geceyle alakalı herhangi bir soruna sahipmiş gibi gözükmüyordu ama ben oldukça rahatsızdım. Ona keskin bir rest çekmiştim evet ama… Kendimi kontrol edemezsem, aptal gibi kızarıyordum ona karşı. Bu yüzden olabildiğince uzak durmaya çalışıyordum ondan. Bana bu kadar karışmamalı, beni bu kadar merak etmemeliydi.

Lara'nın adresini bir kâğıda yazdım ve "Bir işin var mı?" diye sordum. Son bir haftadır onu hiç rahatsız etmemiştim. Bana, bir konuda yardımcı olup olamayacağını sorduğunda genelde bazı şeyleri almasını söylüyordum ya da bir yerlere bir şeyler getirip götürmesini.

"Yok. Yetmiş bin lirayı da dediğin aileye ulaştırdım." diye geri cevap verdi. Onu görmezden gelmeme biraz bozulmuş, sert bir sesle. Tabi, bu kızgın sesinde onu getir götür için kullanmamdan dolayı bir sinir olmuşlukta olabilirdi. Ama ne yapabilirim ki? Bir şeyler yapmak istediğini söylüyor, bende ona küçük küçük şeylerde getir götür işi veriyorum.

Arın'ı, özellikle uzak tutmak istiyordum her şeyden. Zarar görmesine izin vermek istemiyorum.

Ona acıdığımdan. Sebep bu. Sorgulamayın. Sorgulamaktan ne bana ne de size hayır gelmez.

Hemen arkamdan "Ne oldu?" sesi duyduğumda irkilerek arkama döndüm. Yamacıma kadar gelmişti, geriye doğru bir adım attığımda masaya yapıştı kalçam. Avuç içlerimi masanın kenarına dayadım biraz aceleci bir tavırla, birden arkamda belirdiği doğruydu ama aşırı tepki veriyordum.

İstemsizce birbirini bastırdığım dudaklarımı ve şaşkınlıkla açılan gözlerimi, çabucak ifadesiz bir yüze çevirdim. Bakışlarımı ondan başka bir köşeye çektim. Al işte, yanaklarım yine kızarıyor... Kaşlarımı çattım ve sert tutmaya çalıştığım ama öyle olmadığını seçebileceği bir sesle "Birine çiçek getirteceksin." dedim. Sesim fazlaca içeriye kaçtığında, boğazımda bir sorun varmış da ondan kaynaklı olmuş gibi öksürdüm. “Uzak biraz, istiyorsan yapma.” Diye devam ettim konuşmaya, her zamanki soğuk sesime kavuşarak.

Mimiklerimi takip edip kendince yorumlayan derin bakışları, hafifçe yerini ciddiyete bıraktı. Fazla yaklaşmış olduğunu o da anlamış olacak ki geriye doğru bir adım atıp, "Getirtecek?" diye sordu anlamayarak. "Bir kurye ayarla. Kız ona bir numara verecek, o numarayı almalısın sonra da."

Alt dudağını büzüp omzunu silkti ve "Direk kurye kılığına da girebilirim." dedi. Hafif çatık kaşlarım iyice çatıldı, bakışlarım anında keskinleşti ve sert bir tavırla, "Hayır, senin gitmeni istemiyorum." dedim. Benden epey uzundu, gözleri başımın üstünden ardımda kalan masayı görebiliyordu. Okumaması gerektiğini bildiği yazılara bakındı. Karnına hafifçe vurduğumda gözlerini çabucak planlarımdan ayırdı ve bir şeyler homurdandı. Bu konudaki tavrım net olduğundan umursamadım. Arkamı dönüp, göz attığı haritayı kapattım. "Boş versene, peşimize yanlışlıkla birini takabilirsin. Ben halledeceğim.” “Ben mi?” diyerek ciddiye almadığını ima etti.

Her şeyi hızlı hızlı kapattığım sırada, neredeyse şaşırarak "Görmemem için mi kapatıyorsun?" diye sordu. Geri cevap vermedim. Tüm eşyalarımı, defterimi kağıtlarımı kapatmaya başlıyordum ki -neredeyse tüm planlarım açıktaydı, masaya bir yarım saat baksa her şeyi yüzeysel olarak öğrenmiş olurdu- bileklerimden tuttu ve beni geriye, kendine doğru çekti. Niye yaptı ki şimdi bunu?

Bana dokunma.

Sırtım göğsüne çarptığında, omuriliğimde ılık bir gıdıklanma hissettim. Elinden bir çırpıda kurtuldum; zıplayıp, geriye doğru kafa atarak ve ayağına basarak. Elinden kurtulur kurtulmaz, ondan yöne döndüm ve yüzüne sert bir tokadı geçirdim. Hızımı alamayıp “Beyinsiz!” diye çığlık attım. Sevmiyorum bana arkadan yaklaşılmasını. İstemiyorum. Hele seni hiç istemiyorum Arın. İstemiyorum. İstemiyorum.

Geriye doğru attığım kafa çenesine gelmişti. Sol eliyle çenesini ovuştururken, soğukkanlı ve analizci gözlerle beni süzüyordu. 77. Kat olayından sonra belli belirsiz temaslarını görmezden gelmeye başlamıştım. Ama sarılmaya çalışmak aynı şey değildi ki, ne yapmamı bekliyordu yine görmezden gelmemi mi?

İstememe nedenimi biliyor.

Düz tuttuğu bir sesle “Seni bunca zamandır rahatsız mı ediyordum?” diye sorarak, daha birkaç saniye önce iç sesimin söylediklerini anlamsız çıkardı. Ha?Hayır, hayır öyle değil.

Afalladım. Dudaklarımı birbirine bastırıp, belli belirsiz şişirdim. Gözlerim sağ aşağıya kaydı düşünceli bir tavırla. Düşünceli bir sima; yüzümü bırakın, bedenimi tamamen esir aldı. En sonunda, gergin bir tınıda ona geri cevap verdim. “Hayır. Ama neden az önce bana sarılmaya çalıştığını anlamıyorum.”

Başını iki yana salladı, bana inanmamış gözüküyordu. “Sarılmaya çalışmıyordum. Seslendim, duymadın. Bileklerini tuttum. Sen geriye gidip bana yaslandın ve sonra da yaptıklarını yaptın işte.”

… Sanırım ben planlarımı hızlı hızlı kapatırken o bir şeyler daha söylemişti. En sonunda onu duymadığımda bileklerimi tutmuş olabilirdi sahiden de. Yanaklarım utançla kızarmaya başladı, gözlerinin içine bakmak her bir an daha da zor geliyordu şimdi. Olay anını tekrar düşündüğümde, sırtım göğsüne çarpana kadar bir iki adım geriye gidenin ben olduğunu ve ona boş yere saldırdığımı daha da iyi ayırt ediyordum.

Kaşlarımı çatıp, ifadesiz bir yüzle ona baktım ve “Bir daha söyle.” Dedim. Tavrımdan hiç memnun olmadığı sıkılmış bakışlarından okunabilse de Arın bozuntuya vermedi. Belki de travmalarım artık canını sıkıyordu, hatta kırk dört günün sonunda bana kuyruk olmaktan sıkılmış da olabilirdi. “Adresi verir misin demiştim.” Dedi. Neredeyse her kelimesinden, bastırdığı bir siniri sezebildiğim sesiyle. Başımı iki yana salladım, daha da sinir olacağını bilmeme rağmen. Çenemi yukarıya kaldırdım hafifçe. İnatçı bir sesle karşılık verdim. “Vazgeçtim dedim.” Tavrım karşısında kaşlarını hafifçe yukarıya kaldırdı, beni cüretkâr bulmuşçasına. O kaşlarını kaldırınca ben de başımı hafifçe sağa yatırıp gözlerimi kıstım.

Bu kadar kasmana gerek yok. Neden çoğu gece yaptığın gibi dışarı çıkmıyorsun bu gece de?

Birkaç saniye bakıştık. Kimse gözlerini geri çekmiyordu.

İçimizde biriktirdiklerimizin tartışmasına girecektik ki telefonu çalmaya başladı. Sanki kimin aradığını biliyormuş gibi, ekrana bakmadan suratını astı ve bıkkınla nefesini verip işaret parmağını 'bekle' der gibi havaya kaldırdı bana doğru. Tartışmayı istiyordu yani, bekle dediğine göre. Aramayı reddetti. "Kimdi o?" diye sordum merakla.

Başını iki yana salladı. "Konumuz bu değil. Konumuz sensin." Soğukkanlılığını geri kazanıyordu. Keskin bakışları yüzümde gezinirken, bu sefer laf cambazlığı yeteneğini hiç de benim yumuşamam için kullanacakmış gibi durmuyordu.

Evet, yine başlıyoruz. Tek bir günümüz tartışmadan geçemiyor.

… İyi. Tartışalım. Ama konuyu ben seçerim.

Sırtımı dikleştirip duruşumu düzeltim ve tek kaşımı yukarıya kaldırdım hafifçe. "Kimdi o?" diye tekrar sordum inat ederek. Derin bir nefes verdi sabrı taşar gibi, sinirle kıkırdadı ve "Şunları sürekli yapmaktan vazgeç." Dedi.

Hararetlenerek "Neyleri?" diye sordum yükselen bir sesle, sonuna kadar aptala yatacaktım. Ellerimi belime yerleştirdim ve gözlerimi kıstım eleştirir bir ifadeyle.

Dudaklarını birbirine bastırdı, görünen o ki, tartışmayı başlatan taraf olarak onu göstermeye çalıştığımın farkındaydı. Arın manipülatif olduğumun bilincindeydi. Gergin bir sessizlik oluştu yine aramızda, ikimiz de başlamak istemiyorduk tartışmaya. İlk parlayan kişi kaybeden olacaktı.

Telefonu bir daha çaldı. Cebine sıkıştırdığı telefonunu, o tekrar eline almadan önce yakalarım umuduyla ona yaklaştım hızla ama o telefonunu eline aldı ve havaya kaldırdı. Ona uzanıp alabileceğim yoktu, koluna ya da başka bir yerine vurup; zorla telefonu alabileceğim de. Denerim mi sanmıştı geri zekâlı? Hayır, kimin aradığına bakacaktım.

Başımı yukarıya kaldırıp benden epey yukarı da kalan ekrana baktım. Bilinmeyen numara arıyordu, numaranın başını bile daha göremeden Arın çağrıyı reddetti ve telefonunu sessize aldı. Gözlerini belertti, yüksek çıkan sesini iyice azaltarak “Sen iyice kafayı sıyırdın!” dedi şok içinde. Telefonunu cebine sıkıştırırken, daha sakince "Telefonu kapmaya çalışmak ne?" diye sordu.

Utanmak bir yana dursun ben iyice sinirlendim. Kendi başını belaya sokarsa, benim başımı da belaya sokardı. Karan'ın şehrin dört bir yanına dağıttığı adamları vardı kesin. Kırk dört gündür beni bulamadılarsa şu sonuca varırdım; her geçen gün bulma ihtimalleri artıyor. Ya Karan’ın adamlarından biri çoktan Arın'ı tuzağına çektiyse? İletişim de olduğu kişileri bana söylemesi gerekiyor, kuyruk olacaksa.

"Senin başını belaya sokup sokmadığını-" diye bilmiş bir sesle konuşmaya başlamıştım ki "ŞUNLARI YAPMAYI KES DEDİM!" diye bağırmasıyla sözüm kesildi. İrkildim. İlk defa bağırmıştı, gözlerim şok içinde açıldı. İstemsizce ıslandılar. Geriye doğru iki adım attım, masama çarpana kadar. Hayal kırıklığına uğramış bakışlarımı ifadesiz bir hale sokamıyordu.

O soktu.

Umursamadı.

Başını benden öte yana çevirdi ve uzaklara bakındı yorgun gözlerle, sabrının sonuna gelmiş gibi.

………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….

Ellerimi yavaşça yumruk haline getirdim. Dudaklarımı birbirine bastırıp, ona en sert yüz ifademle baktım. Bu tartışmayı her an bir kavgaya çevirebilirdim, buna bir ramak vardı ve bunun sonuçlarının farkındaydı. Bana ne cüretle bağırır? Kes de ne demek?

Neden yanından çekip gitmediğimi bile bilmediğim günlerdeyim. Onu tamamen, hayatımdan çıkarmam gerekiyordu. Bir soğuk bir sıcak yaklaşan, çoğu geceyi dışarıda takılarak geçiren dengesiz bir herifle daha fazla kalmanın mazereti yoktu. Dış dünyaya da alışmıştım yeteri kadar.

… Neden bilmiyorum ama kendimi kötü hissettirdi bana bu düşünce.

Serinkanlı bir tavra ve yüksek sese sahipti. İşaret parmağıyla beni gösterdi ve önümde salladı. Durmayacaktı. "Seni rahatsız eden şeyleri söyle! Ben müneccim miyim nereden anlayacağım hepsini? Endişelerini dile getirmezsen, kendi beynini yersin başka da bir bok yapmazsın. Anladın mı beni, ha? Her boku kafaya takan o aklın bunu da düşünsün bir.”

Küfreder gibi konuşuyordu.

İşaret parmağı kendine yöneldi. “Beni de sürekli korumaya çalışma. Benim korunmaya ihtiyacım mı var sence?” güldü kendi dediğini ciddiye alamıyormuş gibi. Öyle olsa, benim gibi bir adamı Baykal gibi bir şehirde bir başına bırakırlar mıydı, hm? Sen de tahmin ediyorsundur bazı şeyleri Eren, zeki kızsın ama o kör inadın engel oluyor sana.” Doğru, Arın Kor Aslan’ın kimliğindeki bir adam altı yıldır Baykal’da tek başına yaşayabiliyorsa, muhtemelen kendini koruyabileceğine inanıldığındandır. Hem de çok zengin bir ailenin tek varisi olmasına rağmen.

Yüzümdeki hayal kırıklığı, mideme vuran ağrıyla tarif edilemez bir hal aldı. Üzüntü, göz altlarımı doldurdu ve yanaklarım ben şişirmediğim halde keder ödemi yüklenmiş gibi şişti. Bakışlarımı o konuşurken, uğradığım hüsranla sola kaydırmıştım.

Sustu. Neredeyse iki dakika boyunca olduğu yerde bekledi. Sonra üstüme doğru iki adım atıp yanaklarımı avuçladı. Bakışlarımızı kenetlemek istedi ama gözlerinin içine bakmadım. Göz yuvarlarım yavaşça aşağıya kaydı ve boş gözlerle yanaklarımdaki ellere baktım.

Daha yumuşak, kalın bir sesle konuşmaya devam etti. “… Bana çocukmuşum gibi davranmayı bırak, tamam mı? Yapma. Çekinmesen, 'Her şey bitene kadar bodrumda saklanır mısın?' diye soracaksın bana. Farkında değil miyim sanıyorsun? Bak… Kaç zaman oldu birlikteyiz. Bazen nerede olduğunu bile bilmiyorum-" Bende senin, gecelerini nerede olduğunu bilmiyorum. Mete’nin tahminleri var ama, duymak ister misin?

……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

Soğukkanlı, alaycı bir kıkırdama dudaklarımdan döküldü. Yanaklarımdaki ellerini, bileklerinden tutup aşağıya indirdim. Tavrım karşısında kaşları hafifçe çatıldı ve gözlerini kıstı.

Kişiliğimin bir buçuk ayda tamamen değişmesi mümkün değil ya zaten, değil mi?

Malikane de takındığım alaycı tavrımı takındım.

Ruhsuz, acımasız ve alaycı bir sesle konuşmaya başladım. “Bana çocukmuşum gibi davranan sensin Arın. Her gün aptal aptal sorularınla rahatsız ediyorsun beni.”

Onun küfredermiş gibi tuttuğu sesine karşın, ben küçümseyen bir alay tınısını tercih etmiştim.

İşaret parmağımı tıpkı onun yaptığı gibi havaya kaldırdım. Parmağımı sağ omzuna hafifçe değdirdiğim birkaç kere: Her bir seferde; onun bana karşı kullandığı tüm soru kalıplarını söylüyordum alaycı sesimle. Yüzümde zalim bir tebessüm belirmişti az çok, sola doğru yükselen. “Niye yemek yemiyorsun, kıyafete ihtiyacın var mı, bana söylemek istediğin bir şey var mı, yardımcı olacağım bir şey var mı, dün gece uyumadın mı, uyku ilacı kullanmak ister misin, göz altların niye mor, iyi misin, neredeydin, niye sinirlisin, üzgün müsün, bir çeşit astımın olabilir mi, bugün birileriyle konuştun mu?...”

Bakışlarımla baştan aşağıya süzdüm onu. Elimi geriye çektim ve dudaklarımı büzdüm alaycı tavrımı sürdürerek. Başımı yukarıya kaldırdım gözlerine bakmak için.

“Seni kollamak? Bana sorun olmanı istemediğimden dikkat etmeye çalışıyorum. Ama her şekil sorun olacaksın değil mi? Egon, hiçbir şey yapmadan durmana izin vermiyor.”

Bunu söylemem üzerine yüzü tamamen gerildi. “Hiçbir şey yapmadım.” Dedi. Başımı bilmiş gibi salladım, alnım gerildi ve kaşlarım kavislendi. “Beni kandırabileceğini mi düşünüyorsun sen?” diye devam ettim konuşmaya. Üstüne doğru ufak bir adım attım. “Seninle alakalı iyi olan tek şey, dürüstlüğünken onu da yok ettin.”

Bunu söylediğimde iyice gerilir sanmıştım, ama gözleri parlasa da simasına bir ölünün ruhsuzluğunu oturttu ve sivri dilinin zehrini yutuyormuş gibi boğuk bir sesle, “Yüksek müsaadelerinize uymayan ne günahı işledim acaba?” diye sordu.

… Bu konuları açarsak bir iki gün sonra değil direk bugün yollarımız ayrılacak.

İyi.

Ellerimi belime yerleştirdim ve kızgın bir ifadeyle ona bakındım. Yakalamış gibi bir tını takındım. “Senin ailene bağlı tüm dükkanlarda, belli bir boykot var Arın. Marketler, AVM’ler, giyim mağazaları, teknoloji firmaları… Bundan ne düşünmeliyim, Arın? Ülke ekonomisi yeteri kadar kötüyken, şehrin ekonomisini daha fazla boka sardırmanın Karan’dan daha çok zarar verdiği insanlar var. Böyle bir şeyi sırf ego kavgasından başka ne olarak görebilirim ki? İğrenç.”

Yüzüme o dümdüz, ifadesiz yüzle bakmaya devam etti birkaç saniye. Ben de hesap sorar bakışlarımı sürdürdüm. En sonunda, dudağı sola doğru kıvrıldı ve sessizce kıkırdadı. “Ne?” diye sordu zevkle. Ne ne? Aptal mı sanıyor beni? Kandıramaz ki. Kahkahasını sonunda içinde tutamadı ve patlattı.

Şimdi gerçekten çok yanlış tahmin de bulunmuş gibi hissetmiştim.

Başını iki yana sallarken gözlerini kapattı, gülmesini durduramıyordu.

Utanıyorum ama ya. Dalga geçiyor benimle.

Ciddiye alamayarak, “Ne yapmışım?” diye sorduğunda iyice yerin dibine battım. Her şeyi kendimle alakalı görüyormuş gibi durmuştum şimdi. Ama… Vergiler ve anlaşmalar hep düzenli olarak yerine getiriliyorken neden Şahinlerin şehrine böyle bir yaptırım uyguladınız o zaman? Belki de daha uzun zaman önce uygulanmaya başladı ama benim bir bilgim yok? O halde, Arın’ın bana yardım etmesinin sebebi benim Şahin’in kızı olmam mı?

Az önce kesinlikle yenmek etmek üzere olduğumu zannettiğim Arın, gülmeyi sonunda kesebildiğinde, kazanan oldu. “Geceleri uyumayıp bu entrikaları mı kuruyorsun sen kafanda?” diye sordu bana, büyük bir keyifle. Geri zekalı herif tekrar gülmemek için zorluyordu kendini. Utançtan kendimi beton altına gömebilirim. Tenim yanmaya başlamıştı. Gözlerine bile bakamıyordum. Eğer kendimi uzaktan görebilsem, kendimi şöyle bir tokatlar ve kendine getirirdim.

‘Ben gidiyorum.’ Diye lafa başlayıp, ortadan kaybolacaktım ki tekrar kısa bir kıkırdama yaşaması ile yerime zank diye sabitlendiğimi hissettim. Keşke utanç duygumu kaybedebilseydim. Yeter ama, bu kadar gülünecek bir şey yok!

Başını hafifçe sola yatırdı ve bakışlarını aşağıya çevirip, gözlerime sabitledi. Boynun uzunluğunu, karizmasını bir kere daha hissettim. Gözlerimi kırpıştırıp, başımı öte yana çevirdim. “Başka entrikalar da düşünüyor musun, hm?” diye sordu. … Şu anda düşünüyorum: Bana yardım etme nedeninin, Şahin’in kızı olup olmamam mı olduğunu ona kırk dört gün içinde sekiz kere sormuştum zaten. Hala aynı şeye takılıyor durmak istemiyordum. Hem… Karan ve halasının çocukları ölmediği sürece, sahip olduklarından hiçbir şeyi bir evlatlığa bırakacaklarını zannetmem. Arın eğer ki Şahinlerin malını istiyorduysa, Karsu benden daha iyi bir seçenek olurdu. Karsu tıp da okuyor. 𓆨

Başımı iki yana salladım, bakışlarımı ona çevirmeden. Şahsen bir süre yüzünü görmek istemiyorum Arın. Utançtan tüm bodrumu sırtlayabilirim. Kendimi bir dolaba kapatıp uzun süre sessiz kalmayı düşünüyorum.

Utançtan bir çeşit transa geçmiş gibi bekliyordum. Arın burnundan kesik bir soluk bıraktı. Cazibesini ortaya koyarcasına sırıttı, yine ve yine ısrarla sınırlarımızı şeffaflaştırarak, baş parmağıyla sol gözümün aşağısına bastırdı. Kocaman ve sert elleri yüzüme her bir yaklaştığında, karşımda durmuş olurdu ve onun iriliğini tekrar fark ederdim.

“Ondan göz altların hep böyle, mor mor olmuş… Entrika düşünmekten-” sol eline vurup, neredeyse ciyaklayarak “Doğuştan öyle tamam mı?” diye bağırdım panikle. Hiç kendimden beklemeyeceğim bir paniklemeydi bu.

Tekrar güldü elini geriye çekerken. Bakışlarımı tedirgin olmama rağmen tekrar onun bakışlarına çevirdim. Benim yanımda olmaktan sahiden hoşlanıyordu, tuhaf herif. Bana öyle bir bakıyordu ki, kendimi tuhaf hissetmeme sebebiyet veriyordu.

Tartışmanın adam akıllı başlamadan bitmesi gibi tuhaf bir şey yaşanmak üzereydi şu anda aramızda. Ancak bazı konuşmaların ertelenmesi pek doğru değildi ve şu anda erteleme yapmamamız gereken bir andaydık. En anlayışlı ve dolandırıcı sesimle konuşmaya başladım.

“Bak, seni uzak tutuyorum doğru. Çünkü daha önceden de dediğim gibi, lekemi sana bulaştırmak istemiyorum. Senden bir şey istemiyorum. Vaktinde o malikaneden ayrılmış olmamı ve geçici bir güzergâhı bana sağlamış olman, zaten çok büyük iyiliklerdi. Aslında, yakında buradan gideceğim. Sadece burası şu an rahat geldiği için bekletiyorum gidişimi-” ciddi bir sesle, “Gidiyorsun?” diye sorarak sözümü kesti. Başımı onu onaylayarak salladım, ama yüzüne bakamadım bunu yaparken. Sesindeki bir tınıdan sebep, yüzüne bakamamıştım. Memnuniyetsiz görüntüsünde, insanı çekimser kılan bir sakinlik oluyordu.

Boğazım da kurumuştu. Yutkundum, ellerimle saçlarımı geriye attım. Daha sakin ama sert bir sesle, “Şehrin bölgelerini anlamamda bana yardımcı oldun. Şoförlüğün de nezaketli bir davranıştı. Kendi hayatından bunaldığın için bana yolculuklarımda eşlik etmiş olduğunu bilsem de-” diye devam ediyordum ki başını yavaşça iki yana sallayıp, aramızdaki mesafeyi kapattı. Gözlerimi kırpıştırdım. Bir git bir gel yapmaktan bunalmadı mı bu?

Sol eli belimin arkasına giderken, sağ eli yanağıma uzandı. Parmakları saçlarımdan içeriye girdi, başımın arkasına doğru yükseldiler. Kocaman ve sert eli istediği kadar alanı kaplamasına yetiyordu. … Sert elleri beni çok yumuşak bir şekilde tutuyor bir şekilde.

Yüzündeki gerginlik, onu ittirmediğimi ve sakince bekleyip, nefesimi tuttuğumu görmesiyle biraz gevşedi. Sağ eli, başımın arkasında saçlarımla çok hafifçe oynamaya başladı beni rahatlatmak istermişçesine. Bir an öylece kaldık, sanki ona alışmamı bekliyordu. Hafifçe eğilmişti bana doğru, yüzünü iyice görebileyim diye.

Kıpırdanmaya çalıştığım da durdurdu nazikçe. Gözlerini yavaşça kırpıp açtı, yapma der gibi. … Hata yaptığımı düşünüyorum. Niye bu kadar yatıştırıcı hissettiriyor ki?

Boyu epey uzundu, bir doksanı var mıdır acaba? Varsa, bu kütleyi kasla doldurmak hiç kolay olmamıştır diye düşünüyorum. Açıkçası öyle çok da spor yapacak biri gibi de durmuyor, tembelin teki. O halde onu, tam olarak ne için ve nasıl yetiştirdiler ki böyle güçlü ve yapılı oldu bilmiyorum. Açıkçası çok uzun ve geniş omuzlu, yapılı insanlardan hoşlanmam, gözüme korkutucu gelirler. Ama Arın öyle değil, kaba durmuyor. Nazik biri olduğunu, ona gerçekten bakarsanız görebilirsiniz.

Aaaa! Kahretsin! Hayır, hayır, hayır! Bunu istemiyorum. Onunla alakalı her şey, 77. Kattan; o aptal geceden sonra daha da fazla gözüme takılır olmuştu. Övülesi bir yanı yok tamam mı, bu tavrına nasıl izin veriyorum? Hem de Mete’den onun hakkında duyduklarımdan sonra!

Mete’nin dediğine göre Arın, daha bir yıl öncesine kadar bildiğin bir çapkınmış. Onun şu sıralar sabaha karşı geldiği tüm gecelerde Mete, yine eskisi gibi insanlarla takıldığını söylüyor. Bu elbette beni ilgilendirmez. Ama bu çapkınlığı üstümde kullanmaya çalışıyor olması beni ilgilendirir.

Keşke sadece geçmişiyle alakalı duyduğum tek şey isimsiz ve tek gecelik birliktelikleri olsaydı. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki: Evet bu benim gözümde bir insandan uzak durmak için büyük bir etken olurdu. İnsanların yaşam tarzlarına saygı duysam da nasıl insanları hayatıma alacağımı seçmeye hakkım var. Şahsen, isimsiz ve saatlik birliktelikler yaşayan insanları kendime yaklaştırmazdım. Kendini değiştirmemiş olduğu sürece. Arın değiştirmişti. Benle ya da benden sebep değil, kimse kimse için değişemez demiştim değil mi size? Benden çok önce değişmişti, hatta ben onu mahvediyordum.

Arın’ın, Baykal’daki geçmişini az çok biliyorum Mete’den öğrendiklerim sayesinde. Neredeyse altı yıldır Baykal’da. İlk üç senesi depresyon, alkol ve yalnızlıkla geçmiş. Ve Arın, Mete’nin anlattıklarına göre yaklaşık üç yıl önce depresyondan; gecelerini ya da gündüzlerini hatırlamadığı yaşam stilinden çıkmaya karar vermişti. Bu planı adam akıllı devreye koyacak gücü ise; iki buçuk yıl sonra anca bulmuştu. Bunu yaparken fazlasıyla bocalamış, ilaçlarının dozu arttırmışlar hatta. Neredeyse bir yıldır da düzenli bir hayatı varmış. Bazı geceler hariç genelde içmiyormuş bile. Benle tanıştığı ana kadar da düzelme evresinin sonlarındaymış. Rehabilitasyona bile gitmiş altı aylığına.

Arın hayatını iyice rayına oturtmaya çalışıyorken, benle karşılaşarak tek arkadaşını ve en büyük desteği Resul’u kaybetmişti.

Onu geri de bırakmak istediği yaşamına, mutsuz olduğu depresif dönemlerine geri dönmeye tetikleyen şey; benim varlığım olmuştu.

Belki de bu yüzden kırk dört gündür gitmedim yanından. Çünkü ona ilaçlarını alıp almadığını soracak arkadaşı benim yüzümden öldü.

… Hayır. Arın bebek değil. Yirmi dört yaşında değil mi? Benden beş yaş büyük! Kendi kendine bakmayı becerebilir. İki yıllık bir mücadeleden vazgeçemez ya. Ama tek arkadaşı öldü, kimsesi yok. Ugh, kes sesini iç sesim. Senin yüzünden de kırk dört gündür başım ağrıyor vicdanım!

Konuşmalıydık.

Düşüncelerimden sonunda kopabildiğimde, kaşlarımı çatıp; gözlerimi sağ omzunda kitlendiğim noktadan ona çevirdim. Dudaklarım aralanır gibi oldu ve çabucak geri kapandılar.

.

Tipe bak.

Nutkum tutulmadı ama biraz sussam fena olmaz.

… Aslında, insan iletişimi konusunda çok beceriksiz. Laf cambazlığında iyi ama, samimi ve arkadaş olarak yaklaşmak istediğinde tökezliyor. Biz ikimiz, bir şekilde arkadaş gibi iletişim kurmayı başarmıştık ama kolay olmamıştı. Muhtemelen, geçmişteki yaşam tarzında; dış görünüşü sayesinde kadınlar ona yaklaşıyordu. Depresyon dönemlerinde olduğu içinde, hiç kimseyle bir dikiş tutturamamış olmalıydı.

Bunları neden çözüyorsun kendi kafanda? Sana ne Eren?

Bence de. Ama iyi ki benle tanışmadan önce depresyondan çıkmış.

Keşke rehabilitasyondayken onu bekleyen insanlar olduğunu düşünebilseymiş, çok mu yalnızdı acaba?

Sus!

Gözlerimi kırpıp açarak başımı iki yana salladım hafifçe. Çok uzaklara yolladım kafamdaki tartışmaları.

………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….

Açık kahve, çekik badem gözleri vardı. Gözlerinin biçimi bir kalemle çizilmiş gibi öyle güzeldi ki; Tanrı'nın en iyi ressam olduğu şüphesiz gerçekti. Ayrık kirpikleri, yüzündeki benler, hafif kemerli burnu. Köşeli çene yapısı. Hem güzel hem de yakışıklı, erkeksi bir yüze sahip olmayı nasıl bu kadar iyi beceriyordu ki? Bazı eski güneş lekeleri hariç, bedenindeki yaraların benzeri yoktu yüzünde. Buğday teni parlaktı. Krem falan mı sürüyor bu? Yok, odasını karıştırmıştım-beni yargılamayın, o zamanlar ona şimdi güvenmediğimden daha fazla güvenmiyordum-. Krem sürmeli, ya bozulursa bu parlak cildi? Sesi de çok güzel, kalın, derin ve tok. Keşke biraz daha konuşsa. Hele o bakışları, bana kızdığında, kırıldığında, üzüldüğünde ve beni merak ettiğinde… bence oldukça sevimli.

Karizmatik ve yakışıklı. Dürüst, düşünceli. Onu bir daha görmeyeceğimi düşünmek hoşuma gitmiyor.

İç sesimin, kulağıma fısıldadıklarını zihnimde anlamlandırmamla afalladım. Yüzüm tamamen gerildi, kaşlarım hafifçe çatıldı. Dudaklarım, anlamamış olmanın getirdiği aptallıkla buruştu. Hayır!

Gözlerimin içine baktığında, zihnimde olanları görüyormuş gibi; sağ dudağı hafifçe yukarıya kıvrıldı. Derin ve fısıltıya yakın bir sesle, "Bu şehirde, benden sadece şoför olmamı isteyecek tek kişiye çattım." dedi. Sanki dediği şey başka bir şeymiş gibi, biraz daha şaşırdım.

Geriye doğru gitmek istedim ama beni belimden tutuyordu. O an, ellerimin tüm bu zaman boyunca onun omuzlarına asılı olduğunu fark ettim. Aayy! Kim bilir gözünde ne kadar utanç verici bir haldeydim. Sen gel burada onca lafı et, böbürlen, sert kızı oyna sonra da...

Sağ eli, saçlarımdan çeneme yöneldi. Yanaklarımı okşayıp geçti parmak uçlarıyla, çok yumuşaktı. Çenemi kavrayıp hafifçe sıktı. “Şoför, ha?” diye geveledi hırıltılı bir sesle. Evet, şoför. Bir iş yapmış oluyordun. Böylece Resul’un ölümüyle o kara deliğe tekrar çekilmenin önünde bir engel oluyordu diye düşünmüştüm. Ama… senle bu konu hakkında arkadaşınmışım gibi konuşmam gerekliydi değil mi? Çünkü sen, bu konuda pek başarılı olmasan da bana arkadaş gibi davranmakta da elinden geleni yapmıştın.

Bana arkadaş gibi davranmakta elinden geleni yaptığını söylediğim adamın, elini boğazıma götürdü. Boğazımı hafifçe kavradı ve yüzümü yukarıya kaldırdı, kendi yüzünü de biraz daha bana eğdi.

Ah, boyunun bu kadar uzun olması ve her defasında bana doğru eğildikten sonra, tekrar biraz daha eğilmesi yüreğimde alevlenmelere sebebiyet veriyordu. Benim, her daim Şeytan'ın aklına gelmeyecek hinliklerin peşinde olan aklım; onun yüzünden bir karış havaya yükseliyordu.

Erkeksi, olgun o tatlı sesiyle konuşmaya devam etti. "Seni çoğu şeye zorlamam, bebeğim. Buna, bana güvenmeye karar verip vermemende dahil. İşleri nasıl halletmek istiyorsan öyle hallet. Ama şunu anlamalısın ki, sen nasıl beni kollamak istiyorsan, ben de seni kollamak istiyorum. Yani o sorularıma kaçamak cevap vermek yerine adam akıllı cevap vermeye başlasan iyi olur, çünkü seni buna zorlarım."

Bir şey dememi bekleyerek bana baktı. Sanırım, kivilere alerjim olmadığını itiraf etmemi bekliyordu.

Çok bekler.

"Sadece, şunu aklına kazı Eren. Her şeyi, yalnız başına da olsan yapabilirsin evet, farkındayım. Kazanacağını biliyorum. Ama, ben de buradayım. Yalnızca sen, beni istediğin gibi kullanabilirsin. İste, her şeyi dümdüz edeyim. Bekle de emirlerini bekleyeyim. Arkamı kolla de, arkanı kollayayım."

Başımı yukarıya doğru kaldırdım, kendimi tekrar geri itmek için ellerimi göğsüne getirdiğim sırada biraz daha bana doğru eğilip, iyice kollarının arasına sıkıştırdı. Kızıl hareleri neredeyse sevecenlikle parlıyordu. Anlayamadığım bir gizem belirdi yüzünde. “Ve şunu unutma,” diye fısıldadı hırıltılı bir sesle. Beni tehdit mi ediyor, söz mü veriyor bilemedim konuşmaya devam ettiğinde: “Senin güvenlik anlayışın, benim güvenlik anlayışıma uymuyorsa…” Meraklı gözlerimle göz göze geldiğinde sustu. Devam ederse beni üzecekmiş gibi, kendince fedakârlık göstermişçesine susmuştu. Benim güvenlik anlayışıma, senin varlığın dahil değil.

Rahatsız edici bir gerginlikle ısınmaya başlamıştım. Dakikalardır beni kolları arasında tutuyordu. Sözleri de çok… İnanmadığım şeyler bunlar. Farazi.

Tartışmamız sona erdi böylece. Ama beni bırakmadı ve bende çekilmedim. O geceden beri tekrar yakınlık kurmaya ihtiyaç duyuyorduk belki de. Bilmiyorum. Gözlerine dakikalarca bakmak, kötü hissettirmiyor. Bu sıradan bir şey mi?

Bana bakışları o kadar nazikti ki... Kendimi iyice mahcup hissettim. Tartışmamızda kesinlikle hatalı olan bendim. Onun bana sorduğu şeyler insancıldı, ama ben gerçekten de onu kontrol etmeye; kapalı bir kutuya hapsetmeye çalışıyordum. Kabul edeceğini düşünsem, her şey bitene kadar bodrumda kilitli kalmasını rica ederdim gerçekten de.

Ama sana olan duvarlarımı indiremem. “Hiçbir yere gitme.” Dedi yumuşak, derin bir sesle.

Titrek bir nefes verdim ve geriye doğru çekildim. Bu sefer beni tutmadı. Kollarımı gövdemin önünde birleştirdim ve onu düz bir yüzle baktım. "Kişiliğin gereği, kontrol edilmek istiyorsun Arın. Kontrol edilmeye muhtaç değilsin, ama istiyorsun. İlaç saatlerini de Resul kontrol etmiyor muydu? O öldüğünden beri bunu yapan benim. Çocuk olmadığını, yapabileceğin şeyleri küçümsediğimi söylüyorsun ama sahiden de çocuk gibisin. Arkadaşı öldüğünden beri neredeyse her gece çıkan bir adama ne konuda güvenebilirim?"

Durdum. Söylediklerimin üstündeki tesirini anlamıyordum, sadece dinliyordu. "Depresyona nasıl sürüklendin bilmiyorum ama, ayrılmayı başarmıştın değil mi? Tek kalan sorunun öfke problemlerindi; bunun için de ilaçların vardı. Resul artık yok diye her şeyi geri salamazsın. Salacaksan da sana güvenmemi isteyemezsin. Ne diye birinin sana komutlar vermesine ihtiyaç duyuyorsun bilmiyorum ama… bunu yapmayı reddediyorum ve sen -sözde bana çaktırmadan(!)- sık sık öfkelenip içine kapanıyorsun. Bir çocuktan betersin, korkunç bir kibrin var; istediğini yapmamı kabullenemiyorsun. Benden komut almak istiyorsun; seni kullanmamı istiyorsun ama öte yandan beni asla kendinden aşağıda görmüyorsun. Tam olarak sorunun ne senin?"

Cevap vermedi, mimiksiz bir yüzle bana bakmayı sürdürdü. Başımı hafifçe, kendimi onaylayarak salladım. Önceden söylediklerinin cevabını verdim. "Dümdüz etmeni istemiyorum, şayet, eğer elim ayağım tutmasaydı ve intikamımı kendim alabilecek kadar zeki olmasaydım bile istemezdim. Bu benim zaferim olmaktan çıkardı çünkü. Bekle desem de... Bekleyemezsin. Kontrol edilmek istiyorsun, ama edilemezsin. Arkamı kollamaya gelirsek, benim için öyle biri asla olmayacak. Sen sadece kendini kolla. Bak, şuraya geldiğimizden beri kimse bana bulamadı değil mi? Ben güvendeyim. Sana ihtiyacım yok."

Bakışlarında hatırı sayılır bir acımasızlık belirip, dudakları belli belirsiz yukarıya kıvrılsa da hiçbir şey demedi.

?

Ne, yalan mı? Şimdiye kadar kimse beni bulmadı işte. Sırf yüzüne gerçekleri vuruyorum diye böyle bir sima takınıyor. Canını yaktığımı saklamak için.

Şimdi kapıyı çarpıp gidecekti. Eminim ki, onu kırmıştım. Öyle kalbini falan değil, kararlılığını kırmıştım. Bunu umursamaz tutmaya çalıştığı yüzünde görüyorum.

Omuz silkti, bir an ses etmedi. Ardından güldü, elini kaldırıp saçlarıma getirdiğinde saçlarımı çeker diye endişe etmedim ve başımı geriye çekmedim. Sanırım saçlarıma o dokunduğu sürece sorun değil, çekmeyeceğini biliyorum.

"Ben dramatik bir adamım, kadere inanıyorum." diye geveledi keyifli bir sesle, saçlarımdan bir tutamla oynarken. Anlamayarak alnımı gerdirdim. "Ne?" diye sordum, ama beni görmezden geldi beni. Az önceki sözlerimi hiç mi kale almamıştı? Yeteri kadar manipüle edici olamamış mıydım? Bu adamın bildiğim tüm yaralarına saldırıyorum, onları deşiyorum. Ama o onları deşmişim gibi değil de ‘geçtiye’ getirmişim gibi tavır takınıyor.

Benimle flört ediyor.

Elini geriye çektiğinde perçemlerimi düzelttim ve "Kader ne alaka?" diye sordum tekrardan. Cevap vermedi, onun yerine "Şu yetmiş bin lira ne alakaydı?" diye sordu.

"Daha yeni darlamayacağım dedin." diye geri cevap verdiğimde; iyi bir oyunculuk performansı sergileyerek dudaklarını hafifçe araladı, korkuyormuş gibi konuştu: "Beni bulaştırdınız ama, ya başıma bir iş gelirse? Sebebini bilmek istiyorum."

Gülmediğimi görünce, gülme isteğini bastırdı. Daha iki dakika önce tartışmaya hazırdık şimdi ise benle flört ediyordu. Ama bu ani hava değişimi nedense tuhafıma gitmiyordu.

"İyi bir adam olduğun için onlara para verdin." dedim.

Başını beni onaylamayarak iki yana salladı, "Senin parandı o." dedi.

Cevap vermediğimde, biraz daha keyiflendi ve "Ne? Kendin verdin bana parayı. Al bunu şu adresteki aileye ver dedin." diye sordu. Muzip bir tavır simasına işlemeye başlamıştı.

Bakışlarımı kaçırdım rahatsız olmuş gibi, ama dudağım benden izinsiz kıvrılmıştı. Muzipleşen sesimle "Centilmen bir zengin erkeğin yapacağı gibi kendin ödersin sanmıştım." dediğimde başını iki yana salladı. "Aldığım her şeyi senin paranla alıyorum Eren, ben fakir bir serseriyim. İşsizim en basitinden." dedi.

Gözlerim tezgahtaki yemeklere döndü. Her öğün için pahalı yerlerden bana, kendine, Zara ve Meliha'ya yemek alıyordu. Param çoktu evet ama... Yanağımdan makas almasıyla ona döndüm. O zaman, havamızın ne kadar da çabuk değiştiğini fark ederek garipsedim ortamı. Göz kırptı, "On katı olarak öderim sonra, cimri." dedi.

"Ödemelisin." diye geri cevap verdim.

Kısa bir sessizlik benden yaptıklarım hakkında gerçek bir cevap beklediğinin kanıtıydı. Derin bir nefes aldım, ona bir şey söylemek zordu.

"Bir sitem var." diye başladığımda "Biliyorum. Zarlık." dedi. Yani, gece gündüz yazılımla uğraştığımı varsayarsak bunu anlaması normaldi. Ben bir şey diyemeden, "Ünlü etmemi ister misin?" diye sordu. Ardından başını hafifçe sağa yatırıp kaldırdı ve "Camiada." dedi.

Kaşlarımı hafifçe çattım, "Camiadaymış gibi konuşma." dedim. Dürüstçe, "Benim gibi birine camiada olmadığını söylemek tuhaf." dediğinde kaşlarımı biraz daha çattım. O diğerleri gibi mafya değil, mafya olduğunu düşünmek bile istemiyorum. Bir zamanlar belki ailesinden dolayı o yoldaydı ama... Kaçmıştı değil mi? Bırakmıştı her şeyi geride.

"Tanıdıklarım olması normal Eren. Resul eskiden bu işlerdeydi. Arkadaşları var. Mağdurlar... Mağdur toplamıyor musun sende?"

Cevap vermedim. O böyle sorunca cesaretim kırılmıştı. "Öyle değil." diye geveledim.

"Onlarla toplanıp dertleşecek halim yok. Yani, ellerinde bildikleri bir şey olan insanları öğrenmek istiyorum. Kaybedecek bir şeyi olmayan insanlara değil, inançlı insanlara ihtiyacım var. Bana güvenip; adaleti kendilerince sağlamak için direnen insanlar bulacağım." Başını hafifçe, onaylayarak salladı ne demek istediğimi anlarmış gibi.

"Adaleti sağlamak? Bunun için inançlı olmak yeter mi zannediyorsun? Onlara kendilerini üstün hissettireceksin, istesen de istemesen de. Propagandan büyüdüğünde insanların şiddeti de artacak. Onları propagandanın temelinde; bir av yerine koydun. Kendilerini hayvan olarak benimsemelerini sağlıyorsun. Tıpkı kendine yaptığın gibi. Ama… unutuyorsun, Eren. Bir ava, kendini avcıymış gibi hissettirmek doğru değil. Basit tarikatların mantığını düşün. Tarikatın içinde kendini çok önemli hisseden bir insan, tarikattan ayrıldığında bir hiç olduğu gerçeğiyle yüzleşebilir. Aynı şekilde senin propagandan ya da sendikan(!) içindeki insanlar da zaman ilerledikçe savundukları ‘adaleti sağlama’ yetkinliğine sahip olmadıklarını görecekler. Bir av, avcı olarak mutlu hissetmez. Onları geri dönülemez bir pişmanlığa ve zirveye getirdin diyelim. Ne olacak? İnsanların, bir çeşit deliliğe kapılacaklar-” “Ben Şeyh miyim? Bu bir tarikat değil-” diye sözünü kesmeye çalıştığımda bana izin vermedi ve “Herhangi bir topluluktaki gibi olacak ama. Onları bir araya getirmeye başladığında, bu onları daha da güçlü kılacak. Göze çarpmayan tehlikelerden, göz önündeki tehlikelere dönüşecekler. Av olduklarını içten içe bilmek, korku ve isyanı içlerinde büyütecek. Daha da avcı olmaya çalışacaklar. Gidebildikleri lineer yolda kalacaklar. Muhtemelen bu deliliğe kefil olabileceğini düşünüyorsun."

O böyle söylediğinde, planladığım her şey daha delicesine geldi. Yalnızken insanlıktan çıkmak kolaydır; bende yalnızdım ve abartmıştım görünen o ki.

Birkaç saniye sonra, başımı hafifçe onaylayarak salladım. "Olabilirim, ama olamamakta umurumda değil. Hiçbir şey için zorlamadım ya da hiçbir şey için vaat vermedim. Yapmalarını söylediğimde yaparlarsa, bu onların tercihi olur."

Gözlerini kıstı, başını sağa doğru yatırdı hafifçe. Sert bir sesle, felaketleri anımsatırcasına konuştu: "Bu bir örgüt. Teröre dönerse ne yapacaksın, Eren?" diye sorduğunda, kanım dondu.

Evet. Ben... her zaman sadece kendimi düşünüyordum. Bu insanlar duramazlarsa, kendilerini kötüleri cezalandırmaktan sorumlu bir örgüt olarak görmeye başlarlarsa? Varlıklarını kanıtlamak için, olup olmadık yerlerde bomba patlatırlarsa? Hayır... En abartılı olanı düşünüyorum. Kurucu benim ve Zarlık kısa süreli bir örgüt. Bir yıl bile sürmeyecek.

"Hayır." dedim sert bir sesle. "Öyle olmayacak.”

Bana ifadesiz bir yüzle baktı ve üstüme doğru bir adım attı. "Korkmayacaklar." diye mırıldandı. Kalın bir sesle, emir veriyormuşçasına “Bu boku uzun süre devam ettiremezsin." diye devam etti. Gözleri parladı, burnundan derin bir nefes çekti ve tehdit etti beni. "Kurucunun sen olduğunu kimse bilmeyecek Eren, bana söz ver. Sırf, ne kadar güçlü olabileceğini göstermek için kimliğini ifşa etmeyeceksin. Anladın mı beni?"

Cevap vermedim. Ama beni cevap almadan bırakmayacak gibiydi. Çekilmiyordu karşımdan. Gözlerimi kaçırıp, içime kaçan bir sesle, "Bu işe seni karıştırmayacağım-" dediğimde kollarımı tuttu ve hırsla "Karıştırdın bile." dedi. "Şoförlük yapmış olman abartılacak bir şey değil-" diyordum ki dudaklarıma öperek beni susturdu. Kısaydı, çekimiyle benden ayrılırken dudaklarımı sürüklemiş olsa bile kısa bir öpücüktü. Dudakları benden hemencecik ayrılmıştı sanki yaptığı şeyden af diler gibi. Nefesimi tuttum. Göz kapaklarım sonuna kadar açıldı. Ona kızmalıydım ama… "Biliyorum." diye fısıldadı o baş döndüren sesiyle. Sol eliyle çenemi kavradı. Çok hafifçe yanaklarımı sıkıştırdı. Ciddiyetle yüzü aydınlandı, kararlı bakışları odağının açık olduğunu ifade ediyordu. Duruşu, geri adım atma çekincesi olmadığını haber ediyordu.

Onun, bildiğim tüm karanlıklardan bambaşka olması yüzünden; ne kadar güçlü olduğunu ve birini ne kadar çaresiz hale getirebileceğini sürekli unutuyordum. Magmalar patlıyordu irislerinde. Kalın ve hırıltılı sesi, bir yırtıcının sezgileriyle doluydu. "Söz ver, yoksa bırakmayacağım seni."

Bazen çok tutucu olabiliyor. Sürekli beni kendi gövdesiyle sarmak istiyor gibi etrafımda dolanıyor, sonra birden gidiyor. Bazen çok acımasızca şeyleri sohbet arasında o kadar düz bir sesle söylüyor ki acısı yüreğime sabitleniyor. Bana hissettirdiklerini kendi ne kadar içtenlikle hissediyor bilemiyorum. Ama… her şeye rağmen, kocaman bir yavru köpeği andıran bu adam; beni sık sık rahatlatıyor. Bir şekilde.

Yapmaman gerektiğini biliyordum ama hislerimde baskın değildi bu: iki elimle, yüzümün yarısını kaplayan sol elinin bileğini tuttum nazikçe. Ona hiç, bu kadar nazikçe tutunmamıştım.

"Tehdit altında verilen sözler gerçek olmaz Arın."

Başını iki yana salladı. Kaşları hafifçe çatıldı ve sesi boğuklaştı. “Tehdit etmiyorum. İstersen yalvarma de buna. Rica de söz isteme de. Söyle istediğim şeyi. Sen, benim güvenlik anlayışımdan dışarıya çıkamazsın."

‘Sana mı soracağım?’ Diye çemkirmekten beni ne alıkoyuyordu bilmiyorum gerçekten. Belki de yakında yollarımızın ayrılacak olmasından dolayı umursamıyordum bu durumu?

Bakışları yüzümde gezinmeye başlamıştı ve tekrar dudaklarıma sabitleniyordu. O geceden beri beni yine, pek çok kez öpmek istediğini biliyordum. Bazen, sadece dudaklarımı izlerken yakalardım onu. Aklından neler geçiyor bilmiyordum hiçbir ahlak yasasına pek dikkat eder miydi bilmiyorum. Arın… kuralsız değildi ama edepsizdi.

Başımı belaya sokabileceğinden korktuğum biriydi o.

"... Eğer böyle yapmayacağına söz verirsen, ben de söz veririm." Dediğimde, iyice rengi kızıla kaçmaya başlamış irisleriyle dudaklarımı seyretmeyi kesti. Birkaç saniye gözlerimin içine baktı. İfadesiz durmaya çalışıyordu ama öfkeyi mimiklerinden sezebiliyordum. Sonra geri çekildi, uzaklaştı benden.

Bu sözüydü işte, dile getirmese de. O geceden buna içinde gittikçe büyüyen arzularını bana açık etmemek için söz vermişti bana; beni öpmeye çalışmayacaktı bir daha asla.

Saçma bir hayal kırıklığı hissettim, belli belirsiz. Ama rahatlama hissim daha büyüktü. Başımı yavaşça, onaylayarak salladım. "Ben de söz veriyorum." dedim.

Bu an hakkında konuşmak ikimiz için de zordu. Arın, derin bir nefes aldı ve sert, temkinli bir sesle konuştu. "Kararlarını verirken iki kere değil on kere düşün. İnsanları kandırma. Onları koru. Kabul etmesen de korumayı seviyorsun. Onlara unutturma, hep bilsinler kim olduklarını ve neden farklı olduklarını. Bilsinler ki, kötüleri kötülerin yöntemiyle yenerlerse; artık bildikleri gibi iyi olamazlar. Kendileri de onlardan(kötülerden) olurlar.”

Sesinde öyle bir gizem vardı ki... Aslan ailesinin güncel varisi olarak -her ne kadar çekip gitmiş olsa da- geçmişinde pek de mutlu bir yaşantı yaşamadığını tahmin ediyordum ama böyle konuştuğunda düşündüğümden fazlası var mıdır diye kuşkulanıyordum. Bu kuşkum kısa sürede derinlere gömülüyordu ama, saf bir tipti çünkü; hareketlerinden tavırlarından belliydi bu.

Başımı onu onaylayarak, tekrar yavaşça salladım. Neden bilmiyorum ama birden içimdeki tedirginliklerden birini paylaşacak gibi oldum: "Eğer kafam karışırsa..." diye cümleye başladım. Ama devamını getiremedim. Yine de ne demek istediğimi anlamıştı o. Güven verircesine gülümsedi ve gözlerini kırpıp açtı. Böyle küçük küçük şeylerden mutlu olması, yüreğimi ısıtıyordu. Benim için küçük olmadıklarının farkındaydı, anlıyordu, biliyordu, görüyordu.

Dolgun dudaklarım hafifçe aralandı ve başımı hızla arkaya çevirdim. "Neyse," diye homurdandım kendi kendime. Elime adresin yazdığı kâğıdı aldım ve "Bunu getirmesi için bir kurye tutacak mısın? Yoksa ben kendim halledeceğim." diye sordum düz tutmaya çalıştığım, ama aptal bir heyecanla dolu sesimle. Ona bir şans daha vermiştim bu konuda.

Cıkladı, "Dışarı çıkma gece gece," dedi ve elimdeki kâğıdı alıp adrese baktı. Gözleri bana kaydı. Kaşlarını hafifçe çattı. "Sen buraya mı gidecektin ben hayır deseydim, bu saatte? Araba kullanmayı bilmeden." diye sordu ciddi bir sesle. Omuz silktim, "Bana bir şey olmaz." dedim.

Bunu söyleyen benim, Baykal şehri ile 44 gün önce tanıştığını unutmayalım: Dokuz yaşıma kadar köy gibi olan mahallemden pek çıkmadım, sonra liseye gidene kadar malikane çevresinden ayrılmama izin verilmedi. Annem beni bir yere götürmezdi ve Karan'la birlikte asla dağlardan ötesine gidememiştik. Getirmezlerdi beni, gezdirmezlerdi. Lisede de birkaç kere okul kırmam hariç, hayır, şehri bilmiyordum kırk dört gün öncesine kadar. Şaşkın ve kızmış bir ses tekrar konuştu: "Eren, ben yokken böyle yerlere gidiyor musun?" diye sormasıyla gözlerim anonim bir noktadan tekrar Arın’a döndü.

Başımı onu hafifçe onaylayarak salladım, omuz silktim "Seni mi bekleyeceğim?" diye sordum. Kaşları çoktan yukarıya kalkmıştı şaşkınlıkla, gözleri de kocaman açıldı tavrım ve sözlerim karşısında. "Dalga mı geçiyorsun benimle-" diye başlıyordu ki oflayıp "Git Arın hadi, amma uzattın." diyerek susturdum onu.

Daha da şaşırdı, daha önce hiç böyle tepki vermemiştim ona. Laf dinleme huyum olmadığını ve kendi bildiğimi hep okuyacağımı anımsamış gibi pes edercesine bir nefes bıraktı. Sinirle bir şeyler homurdanıp, başını iki yana salladı onaylamayarak. Sert ve keskin bir sesle, "Bir duş alıp çıkacağım, geldiğimde bunu konuşacağız.” Dedi. Yine omuz silktiğimde sinirlenerek burnundan soludu. Dudaklarını birbirine bastırdı. Aramızda aklı selim davranan kişi olması gerektiğini bildiğinden dolayı; arkasını dönüp şimdilik buna devam etmemeyi tercih etti. Ama arkasını döner dönmez, ağzının içinde öfkeyle bir şeyler gevelemekten kendini alıkoyamamıştı.

“Kıza bak ya, o nere diyorsa oraya gidiyorum. Gelmiş bana sen yoktun diyor." diye söylenerek benden uzaklaştı. Odasına gidiyordu. Yüzümü ekşitip, arkasından en sinir olmuş yüzümle baktım. Atacağım şimdi şu laptopu kafasına. Benim gittiğim her yere gelmiyordu bir kere. Neredeyse her gece çıkıp dışarıda sürtüyordu!

Sus Eren, sürtüyordu da ne demek? Ne zaman böyle insanların hayatlarına karışır ve haddine olmayan iğrenç ithamlarda bulunur oldun?

Ne hissedersen hisset buna hakkın olamaz.

… Yüzümdeki siniri bozulmuş, büzüşmüş ifadeyi gevşettim ve başka bir yere döndüm. İç sesim benden ahlaklıydı. Terbiyemi takınmalı ve başkalarının özel hayatları hakkında yorumda bulunmamalıydım. Yorum değli, hakarette bulunmamalıydım. Yan gözle odasına doğru giden Arın’a baktım… Bir kere dönüp arkasına bakmamıştı bile, sinir herif. Ugh, neyse. Bunları düşünmem anlamsız. Başımı iki yana sallayıp yüzüme ciddi bir sima oturttum.

O, bodrumda olsaydı bile tehlikeli yerlere bir başıma giderdim zaten. Ben 'sen yoktun' gibi bir şey derken o olmadığından tek başıma gittiğimi kastetmedim, ama kendi bilir. Ne düşünmek istiyorsa düşünsün. Böyle düşünmemin üstünden saniyeler geçti geçmedi ki "Belli benim dediğim yerlere gidip hemencecik geri geldiğin, o yüzden leş gibi alkol kokuyorsun değil mi geri zekalı?" diye peşinden bağırdığımda durdu. İlerideki odasının kapısına varmıştı. Aramızda on metreden fazla vardı. Arkasını dönüp bana baktı. Yüzü öfkeyle aydınlanmıştı, bakışları delici ve korkutucuydu. Dudaklarını birbirine bastırdı bozulmuş bir tavırla, sonra üste çıkmak için "Çocuk uyanacak!" diye kızdı. Yüzümü ekşiterek ona baktığımda dudakları aralandı. Birkaç saniyeye duyacağım kadar yükseklikte bir sesle, “Yoldayken içmiştim.” Dedi. Dişlerinin arasından, “Ne ima ettiğini anlamıyorum.” Diye devam etti fısıltılı bir sesle.

Yüzümü daha da ekşittim. Yoldayken içtim de ne demekti? ‘Birini ezersen hapse girmeyeceğini mi düşünüyorsun?’ çıkışıp yüzünün ortasına kusmak istesem de kendimi tuttum. “Yoldayken içiyorsun öyle mi? Arın,” kıkırdadım alaycı bir tavırla. Kaşlarım yukarıya kavislendi ve dudaklarım büzüldü. “Düşündüğümden de geri zekalısın.”

Bana hiçbir şey demeden odasına girdi ve eşyalarını alıp banyoya geçti. Söylediklerimin ağır olduğunu biliyordum, ama aptal tavırlarına müsaade etmeyecektim. Alkollüyken birine çarpsa bunun sorumluluğunu alacak mıydı? Salak herif.

Ona karşı kendimi sorumluluk sahibi hissetmekten kendimi alıkoyamıyorum.

Bu konu hakkında mantıklı bir açıklamam da var: Resul’un ölümüne sebebiyet vermiş olmam. Aklıma başka bir ihtimal gelmiyor. Kafama da yatmıyor.

Su sesini duymamla, yavaş ve sinsi adımlar atmaya başladım. Sonra, adımlarım hızlandı. Neredeyse koşarak Arın'ın odasına girdim. İlerideki odada uyuyan Meliha, hariç bodrumda kimsenin olmadığını biliyor olmama rağmen sürekli etrafı kontrol ediyordum. Devasa büyülükteki kare bodrumun aydınlık kısımlarında birileri yoktu. Arın’ın odasına girer girmez nane ve sigaranın karışımı olan o bayat, nahoş ama hoşuma giden koku yüzüme çarptı. Aktarda falan mı doğdu acaba?

Yatağın üstüne bıraktığı ceketinden telefonunu aldım ve kilit ekranındaki bilinmeyen numaraya baktım. Birkaç saniye numaraya bakınmam, ezberlememe yetti. Odadan çıkıyordum ki üstüme sinen yoğun kokusu yüzünden; odasına girdiğimi fark edeceğini düşündüm.

Pekâlâ...

Odaya geri dönüp derin bir nefes aldım. Yemin ediyorum ki, odayı toplamak için mazeret uydurmadım.

Odayı toplamak nostaljik hissettirdi. Üç senedir elimi eteğimi çekmiştim böyle şeylerden, malikanede pisse daha pis olsun kafasındaydım o zamanlar hep. Nasılsa, asla temizlenemeyecekti.

Ama şu son bir aydır, dağınıklıklar gözüme batar olmuştu yine.

İçime nahoş kokuyu çekerken, ıslak mendille komodinin üstünü sildim. Temizlikte kullandığım ıslak mendilleri çöpe attıktan sonra adam ettiğim odaya bir baktım. Şımarmasın? Bile isteye, kâğıt gibi serdiğim -tamam, öyle değildi ama öyle varsayın- yorganı ucundan tuttum ve aşağıya çektim. Bu ona şımarmaması gerektiği ile alakalı bir ders olurdu. Odasına neden girdiğimi sorarsa çok pis bulduğumdandı derim.

Evet...

Birkaç saniye öylece dikilip, konuştuklarımızı düşündüm. Yüzüm, bir çocuğun üzüntüsüyle düştü. Ona bir çocuktan beter olduğunu, Resul’un artık olmadığını, kontrol edilme ihtiyacı duyduğunu ve çok kibirli olduğunu söylemiştim.

Of...

Doğruları söyledim, kendine gelmesi için söylenmesi gerekenleri söyledim ona. Ne diye böyle aptal aptal şeyler yapmaya gereği duyuyorum? Ne diye topladım odasını? Hibir şeyi bahane etmeyip, numarayı alır almaz çıkmalıydım odadan. Arkamı döndüm. Dışarı çıkıp bir adım attım atmadım ki geri dönüp yatağı tekrar topladım. "Şımarmaz ya, daha yeni söz verdirdim benden uzak dursun diye." diye geveledim kendi kendime.

Kapıdan çıkarken gözlerim çalışma masama değdi. Değdi ki beynimden vurulmuşa döndüm. Zara masanın önündeydi. Üç köşeye de hâkim, ortada duruyordu. Elinde yazılım işlerimi hallettiğim bilgisayarım vardı.

Kaşlarım anında çatıldı, "Zara!" diye gürledim ve ona doğru hızlı hızlı yürümeye başladım. Bana döndü donuk gözleri. Hiçbir çekinme ya da gerilme emaresi yoktu simasında. Bu kız... Beni aşırı rahatsız ediyor. Ben yanına varana kadar, "Tüm bunları bu kadar kısa sürede yapabilmen büyük bir başarı." dedi. Başını hafifçe sola yatırıp imalı ve gizemli bir sesle ekledi: “Tabi, tüm bu işlerin tek taraflı halledildiyse. Birilerinin seni desteklemediğine emin misin?”

Onu duymazdan gelerek tüm defterlerimi, taslaklarımı, seçtiğim koordinatları ve Olga Svethlana ile alakalı dergiyi kapattım. Elinden yazılım işlerimi hallettiğim bilgisayarı da çektiğimde "Yüksek zekalısın değil mi?" diye sorarak tekrar iletişime geçmeye çalıştı benimle. Ona nefretle baktım ve çenemi sıkıştırdım. "Ama dahi değilsin," diye devam etti.

"Onca zaman boyunca yalnız üç bilgisayara sahip olmamana rağmen yazılımını bu denli geliştirmek... İyiydi. Gerçi şüpheli, tek başına yapmış olman mümkün mü? Arın’dan yardım istedin mi?-” “O ne yapabilir?” diye sorarak lafını kestiğimde belli belirsiz tebessüm etti.

O sadece bir kuyruk. Altı yıl önce eski yaşantısını geride bıraktı.

Ona öyle korkunç baktım ki, bu konu hakkında konuşursa yaşına bakılmadan tekme tokat dayak yiyeceğini anladı.

“İhale taslağının yarısına anca gelmişsin, bu da iyi. Yüksek zekalı biri için. Ezberin olağan dışı bir kuvvette değil mi? Sanırım... Senden hoşlandım. Beni bu konuda belki biraz olsun anlarsın. Anlayışlı bir insansın.”

Ne diyor bu ucube?

Konuşmaya, “Hiçbir şeyi örtmene gerek yok bu arada, yaptığın her şeyi ezberledim-" diye düz bir sesle dem ettiği sırada; anlamayarak, dehşet içinde ona döndüm ve yüksek bir sesle "Ne?" diye sordum. Bu hazırlamaya koyulduğum ihale taslağını daha önce görmediğine emindim ve diğer her şeyi de. Yirmi dakikadır anca yoktum, ne diyordu bu ucube? Bir dâhinin bile yirmi dakika da bunu yapamayacağını biliyorum. Ancak hiçbir şeyi unutmayan bir robot yapabilir bunu.

Ve neden, ben onun sözlerini bu kadar ciddiye aldım?

Kendini kanıtlamak için, "Hepsini sorabilirsin." dedi. Kaşlarım çatık, ona anlamayarak bakınıyordum gerginlikle. Başımı önce yavaşça, sonra hızlanarak salladım. "Soracağım." diye geveledim sinirli bir sesle.

Ben haritanın önüne gittiğim sırada, "Bu arada sitenin yazılımında açıklar var, benim için biraz acemi kalıyorsun. İzin verirsen onları gideririm. Kolay kolay siteni çalamazlar ama… sağlam bir ekip seni yakalar bu şekilde bırakırsan." dedi.

On altısındaki veledin bana bu sözlerini kısa bir süre daha dinleyeceğim. Sakinim... sakinim...

Her şeyden deneyeceğim onu. "Baykal, 23. sokak. Adı ne?"

"Karlı."

"42?"

"Mangır."

"9?"

"Cihan."

Nefesimi tuttum. "Bunu önceden yapmışsındır, siktiğimin psikopatı." diye geveledim ve hazırladığım ihale taslağımı elime almadım. "63. sayfa, 7. satırı oku."

"Küçük harfle başlıyor. Önceki satırın devamı ilk cümle-" "Söyle!" "derin bir çukurun zeminin altında var olduğu tespit edilmiştir. Bu yüzden parlak mühendislerimizin doğrul-" dediği yerde sustu. Orada alt satıra geçiliyordu kesme işaretiyle. Kesilen heceye kadar ezberindeydi.

.

Ona şok içine baktım. Gerçek miydi bu? Kelime satırın sonunda nasıl kesildiyse aynı o şekilde susmuştu bile!

"Arın’ın odasına gittiğinde telefonuna baktın değil mi? O bilinmeyen numara kime ait öğrenebilirim." Dedi, ben şaşkınlıkla bakarken.

Kuru bir sesle, "Ben de öğrenebilirim." dediğimde, gülümsedi. Bu beni daha da sinirlendirdi. Şu donuk gözlere bakın... Karan… bu kızı neden evde tutuyordu? Neden kilitlemişti onu? Zara, bana yaptıklarının herhangi birini Karan’ın ona yapmadığını söylemişti. Karan biliyor muydu kızın bu özelliğini?

"Aslında dahi değilim, engelliyim. Karan bilmiyordu." Dedi, sanki aklımı okuyormuş gibi.

Sessizce yüzüne baktım. O... Sırlarla dolu bir kız.

Benim. Çevremde. Olmasına. Bir. Üç. Yıl. Daha. Dayanamayacağım. En. Büyük. Şeylerle: SIRLARLA DOLU.

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….

Soğukkanlılığımı kazanmak için derin derin nefesler aldım. Kirli kafamı kaşıdım ve masanın kenarına yaslandım. Sert bakışlarım, yüzüne bir hedefmiş misali nişan aldılar. Düz, tok bir sesle konuşmaya başladım. "Karan. Ne diye seni evde tutuyordu? Kimsin sen?"

Gözlerime baktı ilgiyle. O benim hiç görmediğim tarzdan bir insan, başka bir tür gibi. Hep böyle hissettim, bu yüzden ondan hep uzak durdum. Neden benden hoşlandığını söyledi?

Ne kadar soğuk ve ciddi gözüktüğüm umurunda bile değildi. Hiçbir şekilde ifadesi değişmiyordu. Birkaç saniye boyunca bana sessizce bakındı.

……………….

Duyguları mı yok?

Cebimden çakımı çıkardım ve açıp, elimde sallamaya başladım. Gözlerimi gözlerinden bir an olsun ayırmıyordum. Saplarsam, öldürebileceğim bir mesafedeydi bana olan yakınlığı. Gözlerini kırptı, “Yapmayacağına inanıyorken, saplayacağını düşünmek zor olurdu.” Dedi o buz gibi sesiyle. Sonra, göz yuvarları aşağıya kaydı. Çakıma baktı ve bir adım geriye gitti. “Ama… ben Arın değilim. Saplayabileceğini biliyorum.” Dedi.

Hiçbir şey söylemedim. Saçmalıklarını dinlemeyecektim. Sağ elini karnının önüne getirdi. Yavaşça, avuç içini bana doğru açtı yaprakları açılan gonca misali. “Dikkatli bak,” dedi yavaşça.

Doğum lekesi vardı bir tane. Yonca şeklinde. … Bu… Göz kapaklarım kısıldı, çenem büzüştü ve göz yuvarlarım yukarıya doğru kaydı.

Ne düşünmeliyim?

Karan'ın sağ avuç içindeki doğum lekesiyle aynıydı doğum lekesi. Aynı yerde ve aynı leke. Gerçek mi diye kontrol ettim parmak ucumla. Gerçekti. Dövme misali değildi zaten kabarık, kızıl kahve bir yoncaydı.

"Babamızdan kalma." dediğinde, kaşlarımı çattım tamamen. Hızla ve titrek bir sesle, "Hayır." dedim. Yutkunup sert bir sesle "Adil Vedat'ın avuç içinde böyle bir şey yok." diye devam ettim. Elini ittirdim. "Beni herhalde kolayca kandırabileceğini sandın." Dedim nefretle. Böyle bir aksilik planlarımda yoktu. Bir Şahin daha mı var? Benim aksime… gerçekten Şahin’in kızı olan biri?

İfadesiz yüzüne olağanca soğuk baktım. Gözleri ve burnu, yüz hatları Karan'a benziyordu. Kapkara gözleri, tıpkı onun gibi kahvenin en koyu tonuydu aslında. Saçları dümdüz ve Karan’ın gibi açık renk olmasa da sarıydı. Koyu sarı, kumrala kaçan.

Bu yüzden mi başından beri ondan hazzetmemiştim acaba? Hayır. Zara aklıma girmeye çalışıyor. Büyük bir oyun var bu işin içinde.

Karan mı yaptı? Aklından ne geçiyor ki? Cık. Karan tüm akrabalarının kuyusunuz kazmış, geri de sadece halasını sağ bırakmış -Adil Vedat, Karan’ın kellesini alırdı- birisi. Kız kardeşini kesinlikle öldürürdü.

"Tekim, ortaklığım yok." dediğinde irkildi yüreğim. Aklımı mı okuyor bu kız? Şaşkın ifademi sert bir ifadeyle değiştirdim. Tek kaşımı kaldırıp "Öyle mi?" diye sordum öfkeli bir alayla. Mimiksizce, başını beni onaylayarak salladı. İmaları anlamıyor mu bu?

"Endişelenme, amacım yoluna çıkmak değil." Diye konuşmaya başlamıştı ki bunu zaten yapamayacağını söylememek için kendimi zor tutarak tebessüm ettim. Tebessümüm çabucak soldu yüzümden. "Karan'ın yerini mi istiyorsun, varis olmak?" diye sordum üsteleyerek. Başını iki yana salladı, birkaç saniye sessiz kalıp, sonra neredeyse kederli bir sesle konuştu. "Aptal değilsin. Neden inkâr ediyorsun ki anladığını?"

"Ben sadece, babama varlığımı hissettirmek için buradayım. Beni duyumsaması yeter.”

Duyumsaması? Adil Vedat’a istersen senin için bir mesaj bırakırım benim için zor değil-ah, hayır. Doğru söylüyordu. Anlamıştım çoktan. Ama kabullenemiyordum gerçeği. İnanılır gibi değildi, çok… iğrenç v korkunçtu.

"Babanın ilgisine bu kadar mı muhtaçsın?" diye sordum aşağılayarak.

"Kendin gibi olan birini daha önce hiç gördün mü?" diye sordu, bir an bekleyip. En ufak bir duygusallığı bile yoktu. Sorduğu soruya karşılık cevabım ise… Bilmiyorum. Karan benim gibi zannetmiştim ama... Artık bilmiyorum. Karan her şeyden vazgeçti, ben ise hala ondan vazgeçemediğim için kendimden vazgeçiyorum. Farklıyız.

"Adil Vedat'tan baba, Karan'dan abi olmaz. Siktir git bu şehirden." dedim soğuk bir sesle.

Başını hafifçe sola yatırdı. Gözlerini çok az kırptığını fark ettim. Ruh gibiydi. "Bu şehir senin hikayen, Eren." dedi Zara. “Bu şehirden gidip gitmemin anlamı yok.”

"Ve son kez söylüyorum ki... Çoktan, anladın Adil Vedat’ın babamız olmadığını. Sadece bir adamın; kendi öz oğlu bile olmayan Karan'a ettiği işkenceleri kaldıramıyorsun. Bu, tüm bunları baştan aşağıya tekrar sindirmeni tetikliyor gibi geliyor sana, değil mi?" diye sordu.

Cevap vermedim.

Evet, Karan...

Bir Şahin değildi.

O halde kimdi? Ve bu kızın, bu şehri yakıp yıktığımda yanımda olursa sadece varlığını duyumsatacağını varsaydığı o adam da kimdi?

"...Karan da sizin gibi mi?" diye sordum. Bu kız farklıydı ve hissediyordum.

Tebessüm etti, “Sen söyle, senin abin.” Dedi. Alay mı ediyor benimle?

… Seni öldürürüm.

Şu donuk yüze bak.

“Değil.” Dedim soğuk bir sesle.

Beni onayladı başıyla, "Bu dünyada benden başka babama benzeyen biri yok. Karan’ın bizim gibi olmadığını benden iyi biliyorsun. Ancak, Karan ne yazık ki delilikten de kendini alıkoyamadı. Ve o da bir çeşit canavar oldu. Duyguları hissetmek benim için çok zor, ama abim için utanç ve hüzün hissediyor gibiyim."

Durdu. Gözleri benden bir an olsun başka bir köşeye kaymıyordu. Göz teması kurmak ‘onun için hep çok kolay olmuştur’ diye düşündüm istemsizce.

Öğrendiğim şeyler oldukça şaşırtıcı olmasına rağmen, kendimi oldukça sakin hissediyordum. Tüm bu zaman boyunca bunu beklemişim gibi. Karan'ın, o adamın oğlu olduğuna asla inanmak istemezdim zaten.

"Karan biliyor mu seni, babanı?"

Başını iki yana salladı, "Ama beni görünce hissetti. Ancak ne o bunu dile getirir ne ben. Babası hakkında gerçeği bilmiyor, araştırmayacak. Adil Vedat'ın babası olmamasını, Baykal'ın Kara Prens'i olmamayı kaldıramaz. Onca şey yaşadıktan sonra, toparlayamaz." Onu onaylarcasına, "İntihar eder," diye mırıldandım. "Evet, sen bunu istemezsin ama." dediğinde gözlerim anonim bir noktadan ona döndü.

… Göz kapaklarımı kısıp, dudaklarımı nefretle birbirine bastırdım. Ne biliyor da konuşuyor bu on altısındaki velet

"O, intihar edecekse bu tamamen siz ve geçmişinizle alakalı olmalı değil mi?" diye konuşmaya devam etti Zara.

Evet. Öyle olmalı.

Sadece ve sadece benim için, bana yaptıklarından pişman olup ölmeli. Kendisinden nefret ederek, kendisinin dönüştüğü kişi yüzünden çok ama çok üzülerek.

Eğer herhangi birisi bizim hikayemizle oynarsa...

Onu öldürürüm.

"Ben yan karakterim." dedi, artık telepatik olduğundan şüphe ettiğim Zara.

Karan'ın kız kardeşi.

Ama artık en merak ettiğim şey, Karan'ın gerçekte kim olduğu.

Onu, kim Adil Vedat'ın eline verecek kadar zalimdi?

𓆨

Karan'ın gerçek babasının bir başkası olması ile alakalı ne düşünüyorsunuz?

Eren'in, Karan ile arasına girecek herhangi bir engeli yok edeceği ifade etmesi size nasıl geliyor?

Arın'ın, Eren'i gittikçe sahiplenmeye başlaması hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce Eren onu kabul edecek mi? Ya da Arın, Eren'i tam olarak ne kadar ve hangi manada istiyor?

Arın'ın, Eren'in işlerine gizliden gizliye el atan kişi; göklerde ki itfaiyecinin ta kendisi olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce Eren'e aslında çok iyi saklandığından değil de dış bir güç tarafından çok iyi kamufle edildiğinden daha yakalanmadığını söylememesi sizce kötü mü yoksa doğru mu? Eren tek başına olsaydı çoktan yakalanacağını bilseydi ne tepki verirdi? Arın'a minnettar olur muydu?

Zarlık hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu haberlerin hiçbiri kendim uydurmadım. Hepsi bir yerden alıntı, hepsi bizim ülkemizden alıntı.

Eren'in Efe diye bir çocuğu vurduğunu hatırlıyorsunuz. Bu bölümde ona karşı olan sözünü tuttuğunu, Efe'nin ablasının ölümünü aydınlattığını gördük. Sizce bu ileride nsaıl bir etki yaratacaktır?

Arın'ın siteyi mantıksız bulması ve aşırıya kaçırdığı için hatalı görmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Loading...
0%