@yazarus_1
|
Keyifli okumalar...
Ben sana mecburum bilemezsin Adını mıh gibi aklımda tutuyorum Büyüdükçe büyüyor gözlerin Ben sana mecburum bilemezsin İçimi seninle ısıtıyorum
Atilla İlhan Lisenin ilk yıllarında bütün sayfalarını yazdığım şiirlerle doldurduğum bir kitabım vardı. Son satırda hep aynı cümleyi kullanırdım. 'Karanlıkta yolumu aydınlatan o yıldız sensin...' İçim giderdi ona bakarken, göz göze geldiğimizde utanarak kafamı çevirirdim. Her teneffüs bir dakika olsun görebilmek için bütün okulda onu arardım. Berkay... İlk aşkım, lise aşkım... İlk aşklar unutulmaz derlerdi değil mi? O anılar aklıma geldiğinde beni gülümsetiyor lakin eskiden olduğu gibi birşey hissetmiyorum. Lise sonda gitmişti Berkay, taşınmışlardı Ordu'dan. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur diye bir söz var ya hani, işte öyle de olmuştu. O gidince hergün yazdığım şiirleri yazmaz oldum, günler, aylar hatta yıllar geçti ve ben onu unuttum. Paris'e gelmemin en büyük nedeni de Turgut'u unutmak içindi. Onunla geçirdiğimiz anıları zihnimden silmek istiyordum. Unutulsun istiyordum, gözden ırak olursak unutacaktım. İzin vermedi, izin vermediği yetmezmiş gibi aklımı karıştırmak istercesine beni öptü. Halbuki o dememiş miydi, benden uzak dur diye? Aklımdaki düşünceleri susturamıyordum, kalbim halaya durmuş gibi tepiniyordu, sakinleştiremiyordum. Artık herşey kontrol dışındaydı, bütün gece uyuyamamıştım bile. Hava yavaş yavaş aydınlanırken yataktan kalkıp banyoya doğru ilerledim. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra aynadaki yansımama baktım. Topuzumdan taşan iflah olmaz kıvırcık saçlarımı elimle sıvayarak banyodan çıktım. Pars'la Pelin gece geç saatte geldikleri için onları uyandırmamak adına olabildiğince sessiz hareket etmeye çalışıyordum. Mutfağa gidip kendime türk kahvesi yaptım, balkonda içmeye karar verince üzerime ince bir hırka alarak balkona çıktım. Türk kahvesinin kokusu burnuma çalınırken gözlerim dolmaya başlıyordu. Derin bir nefes aldığım sırada yan taraftan öksürük sesi duydum. Buradaki balkonları birbirinden ayıran demir parmaklıklar vardı, o yüzden yan dairelerinin balkonunu rahatlıkla görebiliyordun.
(Balkonu bu şekilde hayal edebilirsiniz) Turgut kollarını birleştimiş öylece karşıya bakıyordu, beni farketmemişti. Tekrar öksürdüğünde ona seslendim. Bana baktığında burukça gülümsedi. "Hasta mısın?" diye sordum, dün sabah birşeyi yoktu. "Bütün gece balkonda mı oturdun yoksa?!" diye serzenişte bulunurken bana cevap vermeyip elimdeki kahve fincanına bakmıştı. "Afiyet olsun," dedi sonunda. "Turgut, içeri gir, hava çok soğuk. Sıcak birşeyler iç iyi gelir. " Birşey olmaz der gibi omuz silkti. "Turgut!" dedim ikaz eder bir tonda. "İnatlaşma benimle." Burnundan güldüğünde, "Seninle inatlaşmayı özledim," demişti. "Ben hiç özlemedim Turgut," dedim. "Ben senin hiçbir şeyini özlemedim." Gözlerime acıyla baktı. "Gerçekten gitmemi mi istiyorsun?" diye sorduğunda evet anlamında kafamı salladım. "Hiçbir zaman affetmeyeceksin değil mi?" diye sordu. Dudakları mı titremişti? Yoksa bana mı öyle geliyordu. "Seni, ve ailemi affedersem kendime kötülük yapmış olmaz mıyım?" Yutkundu, gözlerindeki acı bir an olsun silinmemişti. "Ben olsam bende affetmezdim ama senin beni affetmeni istemek bencillik mi olur?" "Evet..." dedim fısıltıyla. Ayağa kalktı, ellerini pantolonunun cebine sokup bana kısa bir bakış attı, içer girdiğinde arkasından bakakalmıştım. Elimde tuttuğum kahve fincanına baktım, soğuyan kahvemden bir yudum alıp bende içeri geçtim. Kahveyi orta sehpaya bırakıp kendimi koltuğa attım. Vicdan azabı çeken kişi ben olmamalıydım, böyle hissedecek kişi ben olmamalıydım fakat acı çekiyordum. Ne zaman geçerdi? Ne zaman biterdi? Pars iceri gözlerini ovarak girerken onu izliyordum. "Günaydın," dedi uyku sersemi. "Günaydın, erken kalkmışsın?" diye sordum soru sorar bir tınıda. "Bugün sana Paris'i gezdireceğim için heyecendan çok uyku tutmadı," dedi yanıma oturduğu sırada. "Aslında pek keyfim yok, başka bir zaman mı gezsek?" diye sordum. "Keyfin yerine gelir belki gezerken. Buraya alışmalısın Berra, hatta sana dil konusunda da yardımcı olurum. Biz olmadığımız zamanlarda da dışarıya çıkarsın, ihtiyaçlarını kendin görebilirsin." Haklıydı, İngilizcem yeterli değildi, lisede öğrendiğim kadar biliyordum bu dili. O da pek yeterli gelmezdi. "Çok sevinirim," dediğimde kafasını salladı. "Kahvaltıyı dışarıda yapalım mı?" diye sorduğunda birkaç saniye düşündüm. "Bilemedim," dedim parmaklarımla oynarken. "Çok güzel olur, hadi hazırlan çıkalım." "Saat daha çok erken değil mi?" diye sordum. Saat sekize geliyordu. "Seninle bu günü dolu dolu geçirmek istiyorum, hadi hazırlan." İtiraz etmeden ayağa kalktım. Odama gidip pijamalarımı çıkartıp katlayarak yatağın üzerine bıraktım. Dolaptan çıkardığım pantalon ve boğazlı siyah kazağımı üzerime geçirdim. Saçlarımı hızlıca tarayarak at kuyruğu yaptım. Yüzüme hafif bir makyaj yaptığımda hazırdım. Odadan çıkıp salona ilerleyeceğim sırada Pars'ın odasının kapısı açılmıştı. "Hazırsan çıkalım," dedi. "Pelin'i çağırmayacak mıyız?" diye sordum. "Ona not bıraktım, uyanınca yanımıza gelir." Kaşlarım havalandı, bu kadar acele etmeye ne gerek vardı yahu? Evden çıkarken istemsizce Turgut'un dairesine baktım. İyi görünmüyordu, inşallah biraz toparlanmıştır. Pars'la apartmandan çıkacakken dış kapıdan içeri yaşlı bir teyze elinde bavuluyla girmişti. Pars'ı gördüğünde gülümseyip ingilizce birşeyler söyledi. Pars'ta ingilizce olarak cevap verirken aralarındaki muhabbete dahil olamıyordum. Yaşlı kadın bana bakıp Pars'a birşeyler söyledi. Pars gülümseyip bana baktı. "Berra," dediğinde yaşlı kadın kafasını sallayıp yüzüme bakarak birşeyler söyledi. Pars, kulağıma doğru eğilip, " Ben hemen geliyorum," dedi. Yaşlı kadının bavulunu alıp ona dairesine kadar eşlik edecekti. Apartmandan çıktım, onu dışarıda bekleyecektim. Yağmur çiseliyordu, üzerime değen damlacıklar ruhumu serinletiyordu adeta. Dış kapını açıldığında arkama dönmedim, Pars'ın geldiğini düşünerek, "yağmur bütün kötülükleri siler mi?" diye sordum. "Keşke..." diye bir ses duyduğumda irkilerek arkamı döndüm. Turgut, elinde küçük bir el çantasıyla bana bakıyordu. Ağzımı açıp birşey söyleyecekken Pars gelmişti. "Günaydın Turgut," dedi. "Bir yere mi gidiyorsun?" Pars, Turgut'un elindeki çantayı gösterdi. "Türkiye'ye dönüyorum." Türkiye'ye dönüyorum... Türkiye'ye dönüyorum... Türkiye'ye dönüyorum... Sesi kulaklarımda yankılanırken ne yapacağımı bilemez bir vaziyette kalakalmıştım. "Bu kadar çabuk mu?" diye sordu Pars. Turgut yandan bana baktı, "Öyle olması gerekti," derken yanağımın içini ısırdım. Gidiyordu... Öyle olmasını istemiyor muydun? Şu an seninle uğraşamam iç ses. "Uçağın saat kaçta?" diye sordu Pars. Ben ise kafamı öne eğmiş, ayağımla yerdeki taşlarla oynuyordum. "Akşam üzeri." "Daha baya vaktin var, neden bu kadar erken çıktın?" diye sordu Pars. Turgut derin bir nefes verdi, "Biraz hava almak istedim," dedi. "Bize katılmak ister misin? Kahvaltıya gidiyoruz." Pars'a şaşkınlıkla baktığımda, Turgut'un ne diyeceğini merak ediyordum. "Yok, rahatsızlık vermeyeyim," dedi Turgut. "Rahatsızlık vermezsin," diyerek söze girdim. Turgut şaşırdığını belli edercesine dudakları aralandı. Sonuçta gidecekti, birlikte kahvaltı yapmanın bir zararı olmazdı. Zaten bir daha onu hiç göremeyecektim. "Tamam o halde," dedi Turgut sesindeki tatlı heyecanı sezmiştim. "Çantayı hiç eve bırakma, benim arabada dursun," dedi Pars. Turgut kafasını sallamakla yetindi. Pars'ın arabasına doğru yürürken kalbimin atışını duyacaklar diye korkuyordum, çünkü kulaklarıma kadar geliyordu sesi. Ben Pars'ın yanına, ön koltuğa otururken, Turgut arkaya geçmişti. Bir zamanlar Pars'ın oturduğu koltukta Turgut olurdu. Dediğin gibi iç ses, bir zamanlar... "E Turgut? Burada işlerini halledebildin mi?" diye konuşmaya başladı Pars. "Sayılır," diye kısa bir cevap verdi Turgut. "Şirketin vardı değil mi senin?" diye sordu Pars. Yok, bu çocuk Turgut'u nüfusuna alacaktı kesin! "Evet, Duru diye bir arkadaşım var, aile dostumuz. Onunla birlikte bir şirketimiz vardı lakin ben hisselerimi satıp Ordu'ya yerleşmiştim." Demek Duru'yla aile dostuydu. "Neden?" diye sordu merakla Pars. "Öyle gerekti," Turgut yine kısa bir cevapla geçiştirdi. Pars daha fazla soru sormayarak radyonun sesini kısık olacak şekilde açtı. Gideceğimiz yere kadar radyodaki şarkılar dışında arabada başka ses çıkmamıştı. 'La Bossue' yazan şirin bir mekana gelmiştik. "Burası mı?" diye sordum. "Evet, çok severim burayı," dedi Pars. İçeri geçip boş bir yere oturduğumuz da Pars sipariş vermişti. "Dün akşam birşey yemedim, kurt gibi acıktım," dedi Pars karnını tutarken. "Beni uyandırsaydın keşke, sana yiyecek birşeyler hazırlardım," dediğimde Turgut boğazını temizledi. "Kıyamadım..." Turgut'a kısa bir bakış attığımda düşünceli bir halde masaya bakıyordu.
*** Pars'la Turgut havadan sudan konuşurken kahvaltı gelmişti. Tabağıma kahvaltılık alıp yemeğe başladım. Turgut hiçbir şey yemiyor, sadece portakal suyundan içiyordu. "Aç değil misin?" diye sordum. "İştahım yok," dedi yüzüme bakmadan. Burnu kızarmıştı hafiften, arada da burnunu çekiyordu zaten. "İlaç aldın mı? İyi görünmüyorsun?" diye sordum sesimdeki telaşı yansıtmamak için büyük bir uğraş sarf ederken. "Aldım aldım," dedi. Tekrar tabağımdakileri yemeğe devam ederken Pars'ın telefonu çalmıştı. "Pelin arıyor," dedi Pars gülerken. Aramayı cevapladığında Pelin'in dedikleri üzerine apar topar ayaklandı. "Tamam ben geliyorum," diyerek kapattı telefonu. "Ne oldu?" dedim panikle. " Pelin şifayı kapmış, onu hastaneye götüreceğim." Bende ayağa kalkacağım sırada beni durdurdu. "Turgut," dedi aniden. "Ben bugün Berra'yı Eyfel kulesine götürecektim. Senden rica etsem sen götürür müsün?" "Ne alaka?" diye araya girdim. "Berra, bugün Eyfel kulesini görmeni istiyorum, lütfen." "Daha sonra da görebilirim," dedim mızmızlanarak. Pars beni takmayarak koşar adım kafeden çıkmıştı. Turgut'la baş başa kalmak beni geriyordu. İkk günlerdeki gibi... Aynen iç ses, aynen... Sessizce kahvaltımı yapmaya devam ettim, kahvaltı boyunca ne ben konuşmuştum, ne de Turgut. Aramızda ölüm sessizliği vardı sanki. *** Taksiden indiğimizde Turgut tebessüm ederek bana bakıyordu. "Neden öyle bakıyorsun?" "Yüzünün her bir köşesini ezberlemek istiyorum çünkü. Yüzünü hafızama kazırsam ne kadar uzağa gidersem gideyim seni unutmam." Dilim damağıma yapışmıştı, bu kadar heyecan bünyeye iyi gelmiyordu yahu.. "Belki de unutmak senin için de iyi olur." Hayır dercesine kafasını salladı. "Unutmak istemiyorum." Umrumda değilmiş gibi omuz silktim. "Gidelim mi artık?" diye sorduğumda kafasını salladı. Eyfelin önüne geldiğimizde hayran hayran bakıyordum. "İstersen fotoğrafını çekebilirim," dedi Turgut. Cebinden telefonunu çıkarttığında, "Benim telefonumls çeksen daha iyi olur," diyerek telefonumu çantamdan çıkartıp ona uzattım. Omuzları düşerken telefonu aldı. Ben kameraya gülümserken birkaç kare çekti. "Bende seni çekebilirim," dediğimde dilini damağına vurdu. "Gereği yok." Umutsuz çıkan sesi üzerine sadece tamam demiştim. Orada öylece dikilirken onu bir daha görüp göremeyeceğimi düşünüyordum. Hani görmek istemiyordun? "İstemiyorum!" "Anlamadım?" diye sordu Turgut. "Ben onu dışımdan mı söyledim?" dedim mahçup bir tavırla. Kahkaha atarken yüzünü gülümsettiğim için mutluydum. Turgut bana ne yaşatırsa yaşatsın onunda mutlu olmasını istiyordum. "Gerçekten gidiyor musun?" diye sordum daha fazla bu soruyu içimde tutamayarak. "Senin mutluluğun için gidiyorum evet," dedi dümdüz. "Çünkü sen, burada mutlusun, arkadaşlarınla mutlusun," dedi tek solukta. "Mutluyum..."diye mırıldandım, sol gözümden bir damla yaş yanağıma doğru süzülürken Turgut bana döndü ve parmağıyla gözyaşımı sildi. "Bu gözler hep gülsün olur mu? Hep mutlu kal." Derince yutkundum, "Sende mutlu ol olur mu?" dediğimde dudaklarını yalayıp gözlerini kaçırdı. "Sensiz nasıl mutlu olunur ki?" Birşey diyemedim, tekrardan sessizliğe gömülmemize izin vermiştim. Eyfel kulesinden uzaklaşırken aramızdaki sessizlik sürüyordu. Bu bizim vedamızdı, birbirimize sessiz sedasız veda ediyorduk. Sessizliğimizi bozan telefon melodisi olmuştu. Turgut aramayı cevaplayıp kulağına götürürken bir anda durmuş, şok icinde bana bakmıştı. "Yaşıyor mu?" Son cümlesi bu olmuştu.
Ve bölüm sonu... Bölümü nasıl buldunuz?
|
0% |