
Gözlerim, nikah masasında yaşadığım o anı bir türlü kabullenemiyor, ruhum ise bu gerçeği içime sığdırmaya çalışıyordu. Ata Uluöz ile evlenmiştim. Gerçekten olmuştu. O uzun ve boğucu hafta boyunca tek umudum, bu evliliğin bir söylemden ibaret kalmasıydı. Ama kader, tüm inatçı gerçekliğiyle yanımdaydı. Her şey öyle hızlı gelişmişti ki, zihnim hâlâ olanları kavramaya direnirken, kendimi imzalanmış evrakların arasında bulmuştum. En çok da o fısıltıyı hatırlıyordum. Ata'nın, kelimeleri neredeyse bir mühür gibi zihnime kazınan o fısıltısını:
"Hayatıma hoş geldin, Asel Uluöz."
Zamanın akışı durmuş gibiydi. Ya da belki de öylesine hızlanmıştı ki, ruhum yetişemiyordu. Ne zaman bu masaya oturdum? Nasıl evet dedim? Aklım, bu soruların yanıtını vermemek için direniyordu. İçimde birbirine karışan hisler bir okyanus gibi dalgalanıyordu. Bir ses, "Kalk, git buradan," diye haykırıyordu. Diğeri ise, "Bunu sen istedin, kal," diye fısıldıyordu. Hangisine inanacağımı bilmiyordum. Kendi içimde bir savaş vardı; kalıp direnmekle kaçıp kurtulmak arasında sıkışıp kalmıştım.
Başımı yavaşça çevirdiğimde, Ata'nın bakışlarını üzerimde hissettim. Gözlerimiz buluştu. O an içimdeki tüm huzursuzluk, bir zehir gibi vücuduma yayıldı. Bakışları, beni çözmeye çalışıyordu, ama ne gördüğünü asla anlayamayacaktı. O, bu nikâhı bir başlangıç olarak görüyordu belki, ama benim için bu, bir sondu. O an bakışları titreyen ellerime kaydı. Masanın altında birbirine kenetlenmiş ellerim, içimdeki karmaşanın bir yansımasıydı. Ata'nın kaşları çatıldı. Bu kadar basit bir şeyin benim için bir kabusa dönüştüğünü bilmiyordu. Hayatım boyunca bu ana lanet edeceğimden, Caner'e ihanet etmekle kendimi suçlayacağımdan habersizdi.
"Sakin ol," dedi Ata, sesinde alaycı bir sakinlik vardı. Gözlerimi ona çevirmek yerine burnumdan soluyarak önüme döndüm. Ama tabii ki susmayacaktı.
"N'oldu, inatçı keçi? Daha iki saat önce bağırıp ortalığı yıkıyordun," dediğinde gözlerimi devirdim. Sinirle kafamı ona çevirip, lafı yapıştırdım:
"İstersen benimle inatlaşma, Laz hödüğü. Kalkar giderim!"
Bu lafım ona eğlenceli gelmiş olmalı ki, alaycı bir gülümsemeyle eğildi ve son darbeyi vurdu:
"Hı hı, iki saat önce de camdan 'Evlenmeyeceğim!' diye bağırıyordun."
Tek kaşımı kaldırıp ona baktım, "Bana bak, Laz hödüğü. Çenen fazla gevşemesin! Kalkar giderim dediysem, kalkar giderim." Sesimdeki tehdit o kadar netti ki.
Ama Ata... Ata bundan zevk alıyordu, belliydi. Gözlerindeki ışık, tam anlamıyla meydan okuma yayıyordu. Bir de alayla ekledi:
"Gidersin, gidersin."
Bu laf bardağı taşıran son damlaydı. Hışımla ayağa kalkmaya çalıştım, ama Ata anında elimi yakaladı ve hiç uğraşmadan beni yerine oturttu. O an durdum. Çünkü ellerime baktım. Ata'nın eli, ellerimin üzerindeydi. Sert ve güçlü, ama aynı zamanda nazik bir dokunuştu. Kalbim bir an için tekledi, nefesim sıkıştı. Gözlerimi kaldırıp ona bakmak istedim ama o, dikkatini nikâh memuruna çevirmişti. Sanki beni burada tutmaya çalışıyordu.
"Yemezler," diye düşündüm içimden. Sessizce giydiğim topukluyu hedefime kilitledim ve var gücümle Ata'nın ayağına bastım.
"Ah!" diye bir inleme kaçtı ağzından. Canının acısıyla neredeyse bağıracak gibiydi ama insanlara çaktırmamak için elini hemen ağzına götürdü. Gözlerindeki öfkeyi üzerime çevirdiğinde, sinir bozucu bir gülümsemeyle dişlerimi gösterdim.
"Ay, yoksa erken mi oldu kocacığım?" dedim, sesime alaylı bir tat katarak.
Ata'nın çatık kaşları, duyduğu "kocacığım" lafıyla bir anda düzeldi. O gözler... Sanki söylediklerime tutulmuş gibi dudaklarıma kaydı. Bu laf hoşuna gitmişti, biliyordum. Ama belli etmemek için yüzündeki o hafif gülümsemeyi hemen sildi. Kafasını toparlayıp boğazını temizledi, sonra gözlerini tekrar bana dikti:
"Hiç rahat durmayacaksın, değil mi, inatçı keçi?"
Ayağımı hafifçe kıpırdatıp tekrar bastım basacağım der gibi ona baktım. Hemen toparlandı, bakışlarını ayaklarımdan çekip boğazını temizledi.
"Neyse, katlanacağız bir şekilde," dedi, ama sesi bile gergindi.
Hemen öne eğildim, yüzümü onun yüzüne yaklaştırarak tatlı ama iğneleyici bir sesle cevap verdim:
"Bu daha başlangıç, Laz hödüğü. Sen bir de bundan sonrasını gör."
O an duyduğum şey beni duraklattı. Ata'nın gülüşü. İçten, hafif, ama duyduğunuzda hissedilen o gerçek gülüş. İçten içe bu atışmanın ona da, bana da eğlenceli geldiğini anlamıştım. Aslında, bu garip ve alaycı oyun, ikimizin de hoşuna gidiyordu.
Ata'nın, nikah memuruna onaylar şekilde başını sallamasıyla her şey yeniden hareketlenmeye başladı. Memur ayağa kalktı, biz de onunla birlikte kalktık. Formalite icabı tebriklerini sunarken ellerimizi sıktı. Ona zoraki bir gülümsemeyle karşılık verdim, ama o kadar yapmacıktı ki, dudaklarımda donmuş bir çizgi gibi kalmıştı.
Gözlerim, odadaki diğer insanlara kaydı. Altı kişi... Ama tanıdık hiçbir yüz yoktu. Hiçbiri sıcaklıkla bakmıyordu. Aileden bir destek, bir tebessüm beklerdim belki, ama onların bakışlarında yalnızca soğuk bir öfke vardı. İçlerinden biri, seyrek saçlı, kilolu bir adam, bana doğru ilerledi. Adımlarında bir ağırlık vardı. Sanki geçmişimden bir gölge gibi üzerime geliyordu.
Bir anlığına duraksadım. Yüzü tanıdık geliyordu. Sonra hatırladım. Bu adam, Caner'le Ata'nın evine ilk geldiğimizde oradaydı. Caner'in sohbet ettiği adamlardan biriydi. Şimdi ise alaycı bir gülümsemeyle masamıza doğru ilerliyordu.
Adam, Ata'nın önüne geldi ve elini uzattı. İkisi tokalaştı, ama bu tokalaşma sıradan bir selamlaşma değildi. Fazla uzun sürdü. Adamın bakışları kibirle parlıyordu, sanki Ata'yı küçük düşürmeye çalışıyordu. Ama Ata, ona aldırmadan, soğuk bakışlarıyla onu ezip geçti. Ardından, adamın kibirli gözleri bana çevrildi.
"Sizi de tebrik ederim, Asel Hanım," dedi Reşat, sesi zehirli bir alayla doluydu. Uzattığı el, bana meydan okur gibi havada asılı kaldı. "Ne de olsa, sözde sevgilinizin düşmanıyla evlendiniz..."
"Sözde sevgilinizin düşmanı." O cümle kurşun gibi ağır geldi. Sanki içimdeki tüm kemikleri kırmış gibi titredim. Bedenim, bu sözlerin yükünü taşıyamayacak kadar zayıftı. Aklımda yankılanan bir ses, "Hem Caner'e ihanet ettin hem kendine," diye beni yargılamaya başlamıştı. Yutkundum. Boğazımda bir düğüm oluşmuştu ve gözlerim dolmuş, bulanık bir boşluğa bakıyordu.
Tam o an, olan oldu.
Ata, hiçbir uyarı vermeden, tek bir hamleyle Reşat'ın uzattığı elini yakaladı ve var gücüyle masaya bastırdı. Kemiğin kırılırken çıkardığı o tok, keskin ses, odadaki herkesin yüreğini dondurdu. Kasvetli salon, o korkutucu sesle yankılandı. Sanki hava bile titredi.
O an, Ata'nın yüzünü görebiliyordum. Gözleri dönmüştü. Öfkesinin derinliği, o lacivert bakışlarında boğulmuş gibiydi. Elini yavaşça beline götürdü, soğuk metalin o tanıdık sesi duyuldu. Silahını çekip, Reşat'ın kırık bileğinin üzerine bastırdığında içimde bir şeyler yerle bir oldu. Bir korku, boğazıma oturmuştu. O an, Ata'nın kim olduğunu bir kez daha anlamıştım. Bu adam, benim tanıdığımı sandığım kişi değildi.
Ata, elini daha da bastırdı. Reşat'ı kendine doğru çektiğinde, sesi bir bıçak kadar keskin ve netti.
"Bana bak, Reşat." Ata'nın sesi odanın her köşesine çarpıp yankılanırken, fırtınanın habercisi gibi bir titreme bıraktı. Gözlerinde öfkenin kıvılcımları çakıyordu; kelimeleri bir bıçak gibi keskin ve tehdit doluydu. "Karşındaki kadın... Bir Uluöz."
O an salonda zaman adeta durdu. Nefes alışlar derinleşti, duvarlar bile bu sessizliğin yükünü taşıyamıyormuş gibi sıkıştı. Ata'nın yüzü taş kesilmiş, damarları bile öfkesinin ritminde atıyordu. Sesi, Reşat'ın inatla dimdik duran omuzlarına bir darbe gibi indi.
"Ve bu kadın..." Ata'nın sesi, boğazında titreyen ince bir bıçak gibiydi. "Benim karım."
Az önce atılan imzalar sanki bir saniye önce değil de yıllar önceydi. Ata'nın o kararlı, sahiplenici sözleri beni derin bir boşluğun içine çekiyordu. Kalbimde bir yerlerde, zorla bastırdığım bir mutluluk sızısı vardı. Korumak, sahip çıkmak... Bunlar bana uzun zamandır uzak kelimelerdi. Kabul etmek istemesem de, o an içimde bir şeyler ısınıyor, ne olduğunu tam çözemediğim bir huzurla doluyordu. Ama bu huzura eşlik eden suçluluk, gölgede bekleyen bir canavar gibi hemen ardından geliyordu.
Yüzümü hızla çevirip Reşat'a baktım. Güçlü kalmaya çalışıyordu, ama gözlerindeki korku, ihanete uğramış bir adamın korkusuydu. Yüzünden süzülen terler, masanın cilalı yüzeyinde damlalar bırakıyor, hırıltılı nefesleri sessizliği bıçak gibi kesiyordu. Sonunda, dişlerinin arasından bir fısıltı gibi zorla döküldü kelimeler.
"Bırak... beni, Ata."
Ama Ata'nın yüzü sanki mermerden oyulmuştu. Tek bir kası bile kıpırdamadı. Elindeki silahı Reşat'ın tenine biraz daha bastırarak, o acıyı derinleştirdi. Masanın üzerine düşen ter damlaları, odada yankılanan tek ses oldu. Kimse konuşmuyordu, kimse kıpırdamıyordu.
Bazıları bu gerginliği alışkanlıkla izliyor, yüzlerinde sıkılmış bir ifade taşıyordu. Ata'yı tanıyorlardı. Onun öfkesi, kararları, bunlar bu insanlara yabancı değildi. Salonda bir köşede duran Faruk'un yüzündeki o sırıtış ise midemi bulandırdı. Reşat'ın acısını izlemek, sanki onun için bir oyundu.
"Acı alışılacak bir şey değildir," diye düşündüm o an. Acıyı bilmeyen, onu sadece uzaktan izleyenler böyle rahat olabilirdi. Ama ben... ben acının ne demek olduğunu çok iyi biliyordum. Çocukluğum bana bunu öğretmişti. Kırık bir kemiğin sızısını, ateşin deriyi nasıl kavurduğunu, açlığın nasıl mideyi bıçak gibi deldiğini... Hepsini görmüştüm, yaşamıştım. Ve bu yüzden bilirdim: Acı çektirmek zorunda kalırsam, en sert yollarını seçerim. Ama bunun gerekliliği olmadan kimseye zarar vermezdim.
Ata bunu bilmiyordu. Az önce "karım" dediği kadının çocukluğunu, nasıl hayatta kaldığını, nelerden geçerek bugünlere geldiğini bilmiyordu. İçimde bir yanım, ona bu korumaya ihtiyacım olmadığını göstermek istiyordu. Ama diğer yarım, "Şimdi değil," diyordu. "Henüz zamanı gelmedi."
Düşüncelerim başımda sarmaşık gibi dolanmaya başladığında, derin bir nefes alıp kendimi topladım. Bakışlarımı kaldırıp salona tekrar göz gezdirdim. Gözlerim, Ata'da durdu. Herkes onun ne yapacağını izliyordu. Nefesler tutulmuş, salondaki hava sanki ağırlaşmıştı. Bazı insanların umursamazlığı, bu anı daha da tuhaf kılıyordu.
Ama ben bu anı, bu sessizliği kaydetmiştim. Reşat'ın çaresizliği, Ata'nın kararlılığı ve benim içimdeki çelişkiler... Hepsi birer yara izi gibi hafızama kazınıyordu.
Ve o kasvetli sessizliği, ansızın çalan bir telefon sesi böldü. Telefonun tiz yankısı, odadaki herkesin omuzlarından aşağı bir ürperti gibi süzüldü. Ata, silahı Reşat'ın bileğinden çekip masaya sertçe vurdu. Reşat'ın acı dolu nefesi duyuldu, hızla yanında duran adamlarına tutunarak kapıya doğru yöneldi. Arkasını dönüp giderken, ağzından fısıldadığı küfürleri duymasam da, yüzündeki nefret çok şey anlatıyordu.
Ata, arkasını dönüp telefonu cebinden çıkardı ve birkaç adım uzaklaştı. Telefonun kimden geldiğini bilmiyordum. yalnızca söylediği "Geliyorum," kelimesini duyabildim.
Telefonu kapattığında, salon yine ölüm sessizliğine büründü. Ata, başını kaldırıp önce bana, sonra salondaki diğer insanlara bakışlarını gezdirdi. Soğuk ve keskin gözleri, Faruk'ta durdu. Faruk, onun bakışlarından ne istediğini anlamış gibi başını hafifçe salladı. Yanındaki adamlara birkaç emir fısıldadı. Emirler yerine getirilirken, davetliler kapıya yönlendirilmeye başlandı. Herkes neler olduğunu anlamaya çalışıyor, ama kimse cesaret edip soru soramıyordu.
Ben... ben ise hâlâ o anın içinde donup kalmıştım. Nikâh elbisemin üzerimdeki ağırlığı artmış, bacaklarımın beni taşımak istemediğini hissediyordum. Yavaşça başımı kaldırıp Ata'ya doğru döndüm. O ise zaten bana bakıyordu. Gözlerimiz buluştuğu an, kalbimde bir şeyler hızla çarptı, ama o bakışlardan ne anladığımı ben bile bilmiyordum.
Ata, bir açıklama yapmadan salonun kapısına doğru yürümeye başladı. Onu gözlerimle takip ettim. O yürüdükçe, sanki hayatımın tüm soruları onun ayak izlerine kazınıyordu.
Faruk ve adamları, insanları dışarı çıkarmaya başladığında, odanın boşalmaya başladığını fark ettim. Ama benim içimdeki boşluk, salondan daha büyüktü. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum, ama anlayamıyordum.
Ata, tek kelime etmeden beni olduğum yerde bırakıp gitmişti. Bir açıklama, bir işaret... Hiçbiri yoktu. Yalnızca Faruk, gitmeden önce yanıma hızla gelmiş, sesi yumuşak ama telaşlı bir tonda, "Kusura bakma yenge, kocanın bir kaç işi var. Bir süreliğine kaçırıyorum kocanı, halledip hemen getireceğiz," demişti. Belli ki beni rahatlatmaya çalışıyordu. Fakat bu tuhaf gecede bir tek Faruk bana açıklama yapma gereği duymuştu. Ona karşılık sahte bir gülümsemeyle başımı sallamakla yetindim ve ağır adımlarla kendi odama doğru ilerlemeye başladım.
Nikah elbisem... Sanki üzerimde bir yük olmuştu. Kumaşı her adımda biraz daha ağırlaşıyor, nefesim daralıyordu. Merdivenlerin her basamağı sonsuz bir yola dönüşmüştü; ayaklarımı kaldırmak, göğsümdeki sıkışmayı biraz olsun hafifletmek için mücadele veriyordum. Sonunda merdivenleri bitirdiğimde, karşımdaki odaya doğru dönüp duraksadım. Kendi odamın kapısına gitmek üzereydim ama bir şey, derinlerdeki bir ses beni yandaki büyük odaya yönlendirdi.
O oda... Hep kilitli olan, kimsenin dokunmadığı, kapısının ardındaki sırları saklayan yer. Atanın çalışma odası olduğunu tahmin ediyordum. Ama bugün... Bugün diğer günlerden farklıydı. Kapı hafif aralık duruyordu. İçimdeki sese karşı koyamadan, yavaş adımlarla o tarafa yöneldim. Büyük, iki kanatlı kapıya elim uzandı. Bir yandan etrafı kontrol ediyordum, ama biliyordum... Faruk, çalışanları da götürmüştü; ev bomboştu.
Kapıyı usulca araladım. İçeri girdiğimde beni geniş ve görkemli bir oda karşıladı. Her şey kusursuzdu; kahverengi ahşapların hâkim olduğu otoriter bir atmosfer... Yüksek tavan, camın önünde duran büyük bir masa ve onun arkasındaki deri sandalye. Masanın iki yanında, duvara yaslanmış devasa kitaplıklar sıralanmıştı. Raflarda sayısız kitap, sayfalarının arasında geçmişin sırlarını saklıyormuş gibi duruyordu. Oda, hem şık hem de fazlasıyla otoriter görünüyordu. Adeta Atanın gücünü yansıtıyordu.
Ama o an... Gözlerim sandalye ile karşı duvar arasında kalmış büyük tabloya kaydı. Nefesim kesildi. Orada, duvarda asılı duran dev bir karakalem çizimi... Bir kadının resmi...
Yaklaştıkça içimde tarif edemediğim bir huzursuzluk yükseldi. Resimdeki kadın çok güzeldi; dalgalı saçları omuzlarına dökülüyor, yüzündeki gülümseme insana tuhaf bir sıcaklık yayıyordu. Ama o gülümsemenin altında bir şey vardı; tanımlayamadığım, beni tedirgin eden bir şey... Bu yüzü daha önce görmemiştim ama sanki bir yerlerden tanıyordum. Gölgelerle örülü anılar arasında kaybolurken, gözüm resmin altındaki yazıya takıldı.
"Elif..."
İçimde bir soğukluk yayıldı. Elif... Bu isim yabancı gelmiyordu. Caner'in her Kasım ayının 17'sinde adamlarına bir şeyler emrettiğini, bu ismi birkaç kez mırıldandığını hatırladım. O zamanlar önemsememiş, hatta beni aldattığını bile düşünmüştüm. Ama Caner her defasında beni geçiştirip bu ismin uzaktan bir tanıdığına ait olduğunu söylemişti. Şimdi ise belki de bu Elif, birden karşımdaki duvarda, Atanın odasında belirmişti.
Resme bir kez daha baktım ve sol alt köşedeki yazıyı fark ettim. "Ata'dan Elif'ime..."
Elif'ime... O iki kelime, beynimde yankılanıyordu. Ata'nın sevdiği kadın mıydı? Eğer öyleyse, neden benimle evlenmişti? Bu düşünce içimi bir kıskançlık ve öfke dalgasıyla doldurdu. Kalbimdeki kıskançlık, aklımda Caner'in varlığına çarpıp suçluluk duygusuna dönüşüyordu. İçimdeki savaş dayanılmaz hale gelince hızla odadan çıktım.
Adımlarım yankılanarak kendi odama geri döndüm. Kapıyı arkamdan kapatıp aynanın karşısına geçtiğimde, yüzümdeki ifadeyi tanıyamadım. Göğüs kafesim hızla inip kalkıyor, nefeslerim düzensizleşiyordu. Derin, kesik nefesler... Ellerime baktım; titremekten duramıyorlardı. Başımda saplanan ağrı şiddetleniyor, zihnimde yankılanan sesler gittikçe çoğalıyordu.
"Kendine gel..." diye fısıldadım kendi kendime, ama sesim odanın derin boşluğunda kaybolup gitti. Hiçbir şey işe yaramıyordu. Göğsümün sıkıştığını, nefesimin boğazıma düğümlendiğini hissediyordum. Gözlerimi sımsıkı yumdum, zihnimde yankılanan seslerden, kalbime saplanan bu ağır yükten bir an olsun kaçmak istercesine. Parmaklarım, avuçlarımda hissettiğim titremeyle istemsizce kıvrılıyordu. İçimdeki o tanıdık panik dalgası yükselmeye çalışırken, derin, düzensiz nefesler alıp vermeye başladım.
"Nefes al... Ver..." diye tekrarladım kendi kendime, kelimeler boğuk bir yankıyla kulaklarımda asılı kaldı. Göğsüm yavaş yavaş inip kalkmaya başladığında, titremelerim de hafifledi. Bu küçük zaferle kendimi yatağın üzerine bıraktım. Yatak, kocaman ve soğuktu; sanki içine düştüğüm boşluğun bir uzantısıydı. Elbisemin ağır kumaşı üzerime daha da çöktü, derimin her hücresini sıkan bir ağırlıkla... Gözlerim tavana dikilirken, ne bugün yaşananları ne de bu evin içinde taşıdığı sırları görmezden gelebiliyordum.
Bugün bana ağır gelmişti. Belki de sevdalı bir adamın karısı olmak... Belki de sevdiğim adamla bir türlü buluşamamak... Hangisi daha çok yıpratmıştı beni bilmiyordum. Yüreğimde, adını koyamadığım bir boşluk vardı. İnsan sevdiği adamla evlenemezse, sadece kalbi kırılmaz; hayatı da yavaş yavaş eksilir. Şimdi ise, bu evin soğuk duvarları arasına hapsolmuş gibiydim. Bir hikâyenin figüranı gibi, adım adım bir bilinmeze sürükleniyordum.
Yavaşça gözlerimi kapadım. Kafamın içindeki sessizliği dinlemeye çalışırken, o resimdeki kadının gülümsemesi gözümün önüne geldi. Elif... O isim, damarlarıma ince ince sızan bir zehir gibi içimde yankılanıyordu. Ata'nın o kadına duyduğu sevgi, resmin altına düşülen "Elif'ime" kelimesinde saklıydı. Belki de yüreğime batan kıskançlık bundandı; sevilmemiş olmanın ya da sevilmediğini bilmenin acısı... Ama o an düşünmekten yorulmuş bir ruh, karşısında ne varsa susmak ister.
Bugün beni yormuştu. Hem kalbimi hem bedenimi. Kapanan göz kapaklarımın ardında, bir süreliğine her şeyi unutmak istercesine, boşluğun kollarına teslim oldum.
———
Burnuma dolan huzur verici koku, istemesem de gözlerimi aralamama neden olmuştu. Ağır ağır açılan gözkapaklarımın ardından odama yayılan loş ışıkla buluştum. Yatağın kenarındaki sehpaya doğru elimle yoklandım; saatin kaç olduğunu öğrenmek için telefonuma uzandım. Ekrana düşen sayı beni duraksattı: 03.32. Saatin geçliğini hissetmek bir yana, bu tanıdık kokunun zihnimi kurcalaması içimde garip bir huzursuzluk yaratıyordu.
Bakışlarım pencereye döndü. Gece karanlığını delip odama sızan cılız ışık, odayı sessiz bir sahneye dönüştürmüştü. Başımı çevirdiğim her köşe bana bu kokunun sahibini hatırlatıyordu. Ata... Gelmiş olabilir miydi? Gözlerim odanın kapısına takıldı. Kapı aralıktı, oysa yatmadan önce kapattığıma emindim.
Kafamda beliren düşüncelerle yataktan doğruldum. Başım uykunun ağırlığından hafifçe zonkluyordu. Üzerimde hâlâ çıkarmayı unuttuğum elbise vardı, yüzümde ise uzun saatlerin ardından dağılan makyajın ağırlığını hissediyordum. Hızla üzerimi değiştirip rahat bir şeyler giymeliydim.
Kalktım, dolabı açıp lacivert eşofman takımımı seçtim. Kalın sweatshirt'ü üzerime geçirip altına eşofmanımı giydim. Rahatlık bedenime yayıldıkça biraz olsun sakinleştiğimi fark ettim. Sonra aynanın önüne geçtim, dağınık saçlarımı yukarıdan toparlayıp gevşek bir topuz yaptım. Yüzümü temizlemek için banyoya yöneldim ve aceleyle makyajımı sildim.
Her şey tamamlandığında bir bardak su içmek için aşağıya inmeye karar verdim. Merdivenleri ağır adımlarla indim, sessizliğin içinde yankılanan ayak seslerimi dinlerken, içimde bir şey beni huzursuz etmeye devam ediyordu. Koku... O koku hala burnumdaydı. Belki de zihnim bana bir oyun oynuyordu. "Gelmemiştir," diye fısıldadım kendi kendime. "Sadece hayal ediyorum."
Bir yanım Ata'nın gelmesini istememe ve onu düşünmeme kızıyordu. Bu his, içimde büyüyen bir azaba dönüşüyordu. Çünkü düşünmem gereken kişi Caner'di. Aklımdan çıkmaması gereken, beni sevdiğini söyleyen, hayatımı paylaştığım kişi oydu. Ama ne zaman bu gerçeği hatırlasam, başka bir gerçek daha zihnimin derinliklerinden fısıldıyordu: Ata.
Sadece bir ya da iki haftayı birlikte geçirdiğim bu adam, sanki geçmişimden bir parça gibi hissettiriyordu. Onun yanında, yıllardır tanıyormuşum gibi bir sıcaklık vardı; öyle ki, sadece birkaç bakış ve birkaç kelime bile bunu hissettirmeye yetmişti. Ama işin acı yanı buydu: Onu tanımıyordum. Gerçekten kimdi? Dost muydu, düşman mıydı? Her ne kadar bu soruların cevabını bulmak istesem de, o yanımda yokken bile zihnimde varlığını hissettiren bu adamın, beni nasıl etkilediğini anlayamıyordum.
Sabah Reşat'ın söyledikleri yankılandı aklımda: "Nede olsa sözde sevgilinizin düşmanıyla evlendiniz." Bu cümle ruhumun derinliklerine saplanan bir hançer gibi her şeyi sorgulatıyordu. Caner beni Ata'ya emanet etmişti Gerçekten beni, kendi düşmanına mı bırakmıştı? Eğer öyleyse, neden? Yoksa her şey, bilmediğim bir oyunun parçası mıydı?
Bu sorular zihnimi tüketirken, her biri içimde farklı yaralar açıyordu. Ata'nın yanındayken hissettiğim o garip sıcaklık, şimdi buz gibi bir gerçekliğe çarpıyordu. Ya Reşat haklıysa? Eğer Ata gerçekten Caner'in düşmanıysa, onun kokusunu özlemek, onun varlığını istemek beni nasıl bir yere sürüklüyordu?
Bütün bu karmaşa içinde bir gerçek vardı ki, zihnim Caner'le olması gerekirken, Ata'da kalakalmıştı. Ve bu düşünceler hem kafamı yoruyor hem de içimi kemiriyordu. Kendime kızarken, aynı anda bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordum. Ama sanki her düşünce beni aynı karanlık noktaya geri getiriyordu: Ata.
Mutfakta, tezgâhın üzerindeki bir bardağı aldım. Hızla doldurduğum suyu içerken, bir anlığına her şey sessizleşti. Ama sonra... O koku yeniden burnuma doldu. Huzurlu ama bir o kadar da baştan çıkarıcı bir yoğunlukla.
Bakışlarım mutfak masasındaki birkaç içki şişesine takıldı. Şişelerin gelişi güzel dizilişi dikkatimi çekmişti. Kafamı yavaşça salona çevirdim. Gözlerim oradaki karaltıya odaklanınca, kalbim bir an için duracak gibi oldu. Biri koltukta uyuyordu.
Yavaş adımlarla, olabildiğince sessizce salona doğru ilerledim. Her nefesimde daha da derinleşen bir merak vardı içimde. Ve salona adımımı attığımda gözlerim büyüdü, kalbim hızla çarpmaya başladı. Ata koltukta uyuyordu. Gömleğinin düğmeleri açılmış, kumaşına bulaşmış kan lekeleri gözlerimi acıyla kısıp yutkunmama neden olmuştu.
Birkaç saniye boyunca gözlerimle onu inceledim. Ata, sanki bir kabusun içinde sıkışıp kalmış gibiydi. Yüzü ter içindeydi, alnından aşağıya doğru süzülen damlalar omuzlarına ulaşıyordu. Dudakları hafifçe aralanmıştı, ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyordu. Kaşları çatılmıştı; sanki birini kurtarmaya çalışıyordu, ama yapamıyor gibiydi. Kafasını sağa sola sallıyor, bedenini hareketsizliğe rağmen kaçmak ister gibi geriyordu. Göğüs kafesi hızla inip kalkıyor, her nefesi kesik kesik duyuluyordu.
Hemen yan koltuktaki örtüyü alıp üzerine örttüm. Bir şeylerin yolunda gitmediği çok belliydi. Onu sakinleştirmek istiyordum ama nasıl yapacağımı bilmiyordum. "Her uykusu böyle mi geçiyor?" diye düşündüm. Daha çok acı çekiyor gibiydi, her nefesi sanki derin bir kederle doluydu.
Bir anda mırıldandığı kelimeleri net bir şekilde duydum: "Gitme..." dedi, sesi bir fısıltı kadar hafifti. Ne dediğini anlamak ister gibi kulak kesildim. Ardından o isim geldi: "Elif'im... gitme." Sanki hayatındaki bir kaybın gölgesi bu ismin içinde saklıydı. O an kalbim sıkıştı. Ne yapacağımı bilemez halde gözlerimi ondan ayıramıyordum. Ata'nın yüzündeki o acı... Bu hisse aşinaydım. Birini kaybetmenin ne demek olduğunu en ağır şekilde öğrenmiştim.
Dizlerimin üzerine çökerek onun yanına yaklaştım. "Ata..." dedim, onu bu kabusun pençesinden çekip çıkarmak ister gibi. "Ata, uyan." Sesimde hem bir sitem hem de bir şefkat vardı. Ama sanki beni duymuyor, tam aksine, kabusuna daha çok çekiliyordu. Vücudu gerginleşiyor, nefesi hızlanıyordu.
Ellerine bakınca, yumruk yaptığını fark ettim. Parmakları, sanki tuttuğu bir şeyi bırakmamak ister gibi sıkıca kapanmıştı. Onu sakinleştirmek için elini tuttum. "Ata, uyan..." dedim tekrar, belki sesim ona ulaşır diye. Ama hiçbir tepki vermiyordu. Hâlâ ter içinde, huzursuzca kıvranıyordu. Ayağa kalkmaya yeltenirken elimi Ata'nın elinden çekmek üzereydim ki, birden bire beklenmedik bir şey oldu.
Ata, elimi sıkıca kavrayıp beni kendine çekti. Ne yaptığının farkında değildi; ama bedenim, onun göğsüne yaslanmış haldeydi. Dudaklarımız arasında yalnızca bir nefes mesafesi vardı. Onu bu kadar yakından görmek, yüzündeki her detayı böylesine derin bir şekilde izlemek... İçimde tarifi zor bir sıcaklık oluşturuyordu.
"Gitme..." dedi yeniden, gözleri hâlâ kapalıydı ama sesi öylesine yalvarır gibiydi ki... Ardından başını bir anda boynumun boşluğuna yasladı. Sanki kokum ona huzur veriyor, onu kabusundan çekip çıkarıyordu. "Gitme..." diye tekrarladı, sesi bu kez daha kırılgandı. Her kimi kaybetmişse, o kaybı tekrar yaşamaktan korkuyor gibiydi.
Bu anın ağırlığı içimi burkarken, onun acısını tanıyordum. Belki de geçmişte benim gibi, kaybettiklerini geri getirmek istiyordu. Ama bu mümkün değildi.
Elimi onun elinden ayırmadım, hatta yanına doğru kıvrıldım. Artık tek bir koltukta, beraber uzanıyorduk. Ata, derin bir nefes aldı, sanki kabusundan çıkıyormuş gibi. Vücudu rahatlamaya başlamıştı ama beni bırakmadı. Kolunu sıkıca üzerime dolamış, beni adeta koruyormuş gibi kendine çekmişti. Buna ihtiyacı varmış gibiydi.
Ata'nın kokusu... Burnuma doldukça, içimde büyüyen garip bir huzuru fark ettim. Sanki taşıdığım bütün yüklerden beni arındırıyordu. Gözlerim ağırlaşmaya başladığında, başımı onun göğsüne yasladım. Orada, bir evin sıcaklığını bulmuştum. Uykunun beni yeniden kollarına aldığı son anda hissettiğim şey, Ata'nın beni daha sıkı sarması ve üzerine örttüğüm örtüyü benim üzerime de çekmesiydi. Bu gece, acılarımız biraz olsun dinmiş gibiydi.
Ata ile benziyor gibiydik. Belki de bizi birbirimize çeken şey, ikimizin de ortak acılar taşıyor oluşuydu. İkimizin de geçmişi, kayıplar ve yaralarla doluydu. Belki bu yüzden Ata'ya karşı bir yabancılık hissetmiyordum. Onda bir şekilde kendimi buluyordum; sanki onun acıları benimkilerin yankısı gibiydi.
Ata'nın bana olan davranışları, hiç tanımadığım bir adamın bana böylesine yakın, böylesine sahiplenici oluşu, düşündüğümden daha doğal geliyordu. Belki de o da aynı derin boşlukla savaşmıştı. Bu yüzden beni anlıyor, sanki yıllardır tanıyormuş gibi davranıyordu. Ve belki ben de bu yüzden, onun yanında geçmişimi unutmaya çalışıyor, kendimi ona güvenmekten alıkoyamıyordum.
O yabancılık hissetmediğim gözleri, sanki beni her şeyin ötesinde anlamak ister gibi bakıyordu. Ve o sahipleniş, belki sadece beni değil, kendisini de korumak istemesiydi. Bir şeyler bizi birbirimize bağlıyordu. Yaralarımızın şekli farklıydı ama bıraktığı izler aynıydı. Bu yüzden Ata, bana asla bir yabancı gibi gelmiyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |