
2004 Kasım
"Ulan, topumu atsana!" diye bağırdı Caner. Sesi, hafif esen rüzgarın arasında sahanın köşelerinde yankılandı. Bir elini beline koymuş, öbür yüzünü ovuşturarak sabırsızlığını dışa vuruyordu. On yaşındaki bir çocuğun sabırsız, çocuksu öfkesi yüzüne vurmuştu. Karşısında duran Ata ise keyifle topu sektiriyor, her sektirişte dudaklarında zafer dolu, sinsi bir gülümseme beliriyordu.
"Vermiyorum ula topu! Bu benim topum!" diye yanıtladı Ata, sesine biraz daha alaycı bir ton katarak. Topu her sektirdiğinde, sanki Caner'in sabrını biraz daha tüketiyordu. Canerden beş ay büyük olmanın verdiği gururla, üstünlük taslamayı seviyordu. Kendince, Caner'i sinirlendirerek "abilik" hakkını kanıtlıyordu.
Caner'in kaşları çatıldı. "Ata, ver şu topumu artık!" diyerek bir adım ileri attı. Sesi daha sert, biraz da tehditkar çıkmıştı. Ama Ata, onun bu çıkışını zerre kadar umursamıyordu.
Ata, gözlerini kısarak küçümseyici bir şekilde, "Ata abi diyeceksun bana," dedi ve bir an durup Caner'in sinirden kızarmış suratına baktı.
Caner derin bir nefes alıp, sinirle karşılık verdi: "Ne abi diyeyim sana ula! Ben da senunla yaşıdım, ha unutmayasın!"
"Sen benumle niye yaşıt olasun ula! Ben senden büyüğüm daa!" diye karşılık verdi Ata, sanki beş ay büyük olmak bir asırlık deneyime eşdeğerdi.
"İkimiz da on yaşindayuk daa, sallama boşuna!" dedi Caner. Ancak Ata'nın "Ben 10.5 yaşundayum, abi diyeceksun!" diye diretmesi, Caner'i daha da sinirlendirmişti.
Ata'nın yüzündeki alaycı gülümseme Caner'i iyice çıldırtıyordu. Ama tam o anda Ata'nın gözleri başka bir yere kaydı. Sahadaki bu didişmeyi bir kenara bırakarak, bakışları kardeşi Elif'e yöneldi.
Elif, Ata dan iki yaş küçük olan kardeşiydi sahanın köşesinde yere çömelmiş, küçük elleriyle papatyalardan bir taç yapmaya çalışıyordu. Güneşin yumuşak ışıkları, sarı saçlarına vuruyor ve onu adeta bir masal prensesine dönüştürüyordu. Ata, istemsizce gülümsedi. Elif, onun dünyasıydı. Anne ve babalarının yokluğunda, Ata'nın hayatındaki tek aile buydu. Elif, bir kardeşten çok daha fazlasıydı; koruması gereken bir hazine, bir emanet...
Ama o sırada Ata, Caner'in bakışlarını fark etti. Caner, Elif'e bakıyordu. Hayranlık dolu, kocaman açılmış gözlerle... Sanki Elif'e bakarken, başka bir dünyaya dalıyor gibiydi. Ata bu bakışı bir kere değil, belki onlarca kez görmüştü. Caner'in Elif'e olan bakışlarındaki o ışığı, o hayranlığı her zaman fark ediyordu. Ve bu, Ata'yı çıldırtıyordu.
"Ula, kardeşuma niye öyle bakayisun, düzgün bak daa!" diye patladı Ata. Gözlerini tehditkar bir şekilde kısarak Caner'e doğru bir adım attı. Sesi, sinirlenince daha kalın ve daha şiveli çıkıyordu.
Caner bir anda irkildi. Ne diyeceğini bilemediği için alelacele bir yalan uydurdu: "Kim ula senin kardeşine bakan Ben mi? ben ne bakacağum senun kardeşine? Ali Rıza'ya bakayrum!"
Ata, Caner'in bu beceriksiz yalanını anında çözmüştü. Kaşlarını kaldırıp yüzünde muzip bir gülümsemeyle, "Ali Rıza'ya mı bakayisun? Hayırdır, seviy misun Ali Rıza'yı?" dedi, alay ederek.
Bu sözler Caner'i çileden çıkardı. "Ula seni bir elime geçirayim da gör bak ozaman Ali Rıza'yı!" diye bağırarak Ata'nın peşine koşmaya başladı.
Ata çoktan kahkahalar atarak sahada koşmaya başlamıştı. Arada dönüp Caner'i daha da sinirlendirmek için bağırıyordu:
"Sen kim sun da benim gibi bir uşağu yakalayasın? Anca koşarsun, Caner Yiğiter!"
Caner, nefes nefese bağırıyordu: "Delikanlıysan kaçmazsun da! Dur da görelim, yakalayayrum mi yakalayamayrum mi!"
Diğer çocuklar bu kovalamacayı kahkahalarla izliyordu. Aralarındaki bu atışmalar, yıllardır süren bir alışkanlıktı. Rize'nin konuşma tarzı üzerlerine işlemişti; ne kadar farklı memleketlerden gelseler de doğup büyüdükleri yer farklı olsada artık bir Rizeli gibi konuşuyorlardı. Sinirlenince ağızlarından dökülen kelimeler bile Rize den izler taşıyordu.
Birbirlerine sataşmadan geçen bir günleri bile yoktu. Ama bu tatlı didişmelerin ardında, hiç kimsenin göremediği bir gerçek vardı: Caner ve Ata'nın hayatı göründüğü kadar basit değildi.
Caner ve Ata, dört yaşlarından beri aynı evin çatısı altında büyümüş, hayatın acımasız oyunlarıyla erken yaşta yüzleşmişlerdi. Onlar, iki farklı dünyanın çocuklarıydı: Biri, hak ettiği sevgiden yoksun bir çocukluk geçiren Caner; diğeri, kaybettiği annesi ve babasının ardından savunmasızca büyüyen Ata. Ancak hayat, onları beklemedikleri bir kardeşlik içinde birbirine bağlamıştı.
Ata'nın dünyasında ailesi dediği tek kişi, kız kardeşi Elif'ti. Elif, onun her şeyiydi; varlığını anlamlı kılan tek şey. Ama Caner'in Elif'e olan hayranlığı, Ata yı korkutuyordu Ata'nın en büyük korkusu, hayatta kalan tek bağını, Elif'i de kaybetmekti.
Caner, bu evin kan bağıyla bağlı olmayan üyesiydi. Ata'nın amcası Asaf'ın üvey oğlu olarak aileye katılmıştı. Ama bu "katılmak," kelimenin tam anlamıyla asla gerçekleşmemişti. Caner, aslında Asaf'ın eşi Nergis'in istenmeyen bir çocuğuydu. Nergis, Caner'i hiçbir zaman sevememişti; onun varlığı Nergis'in geçmişteki başarısız planlarının bir hatırlatıcısıydı. Bir zamanlar hayalini kurduğu zengin koca ve rahat bir hayat, Caner'in babası tarafından dolandırılınca suya düşmüş, Nergis'i hayal kırıklığı ve öfkeyle baş başa bırakmıştı. Caner, bu kırık hayalin sessiz ve masum tanığıydı, ama bu masumiyet Nergis'in gözünde bir yük olmaktan öteye geçememişti.
Asaf ise bambaşka bir hikâyenin karanlık kahramanıydı. Cevdet Uluöz'ün küçük kardeşi olarak, ağabeyinin zenginlik dolu mirasında hakkı olduğunu düşünüyordu. Ama Cevdet, hayattayken mirasını oğluna, Ata'ya bırakmış ve malların kontrolünü Ata reşit olana kadar sıkı bir vasiyetle kilitlemişti. Asaf, bu yüzden Ata'ya ve onun yanındaki herkesle savaş halindeydi.
Caner, bu çatışmalı dünyanın içinde yalnız bir çocuktu. Hayatta kimseden göremediği sevgiyi Ata ve Elif'te bulmuştu. Birlikte bir tür aile olmuşlardı; sevginin ve korumanın anlamını sadece birbirlerinden öğrenmişlerdi. Ama bu küçücük aileye bile gölgeler sızıyordu. Asaf ve Nergis, Elif üzerinden ikisine sürekli baskı yapıyor, onları köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu. Elif'e doğrudan zarar vermek vasiyet nedeniyle imkânsızdı, ama Asaf, onun adını kullanarak Caner ve Ata'nın hayatlarını cehenneme çevirmekte ustaydı.
Ata ve Caner'in ruhunda aynı izler vardı. Tenlerinde değil sadece; gözlerinin ardındaki o derin karanlıkta, sessizce çığlık atan anılarda saklıydı o izler. Onlar, daha çocuk yaşta acının ne demek olduğunu öğrenmişlerdi. Asaf, elindeki her fırsatı bu iki çocuğun omuzlarına daha fazla yük bindirmek için kullanıyor, onları kırarak, ezerek üstünlüğünü hissettirmeye çalışıyordu. Henüz 10 yaşında olmalarına rağmen Ata ve Caner, ateşin yakıcılığını, suyun boğuculuğunu ve bir kemerin deriyi nasıl kestiğini beraberce öğrenmişlerdi.
Asaf'ın gazabından kaçış yoktu. Onun o sert bakışları, bir kez hedef aldığında durmak bilmeyen öfkesi, çocukların her gün yeni bir yara ile yüzleşmesine neden oluyordu. Ama bu yaralar, onların yalnızca bedenlerinde değil, kalplerinde de derin çatlaklar açıyordu. Yine de bu çatlakların içinden güç filizleniyordu; onları birbirine daha sıkı bağlayan, kopmaz bir bağ.
Ata, her zaman gururlu bir çocuk olmuştu. Kimsenin önünde boyun eğmez, diz çökmezdi. Ancak Asaf'ın karşısında, kardeşleri için eğiliyordu. Yalvarıyordu. Ama bu, kendi acısını dindirmek için değildi; Asaf'ın her seferinde ona yaşattığı cehennemi Caner'e de yaşatmasını engellemek içindi. Ata, Asaf'ın her kırbaç darbesine kendi sırtını dönerken, bir gözünün hep Caner'de olması bundandı. Çünkü biliyordu; kendisi acıya dayanabilir, ama Caner'in acıyla kıvranmasına dayanamazdı.
Asaf'ın zalim elleri, nefretten besleniyordu. Kanın keskin kokusu, iki çocuğun bedenine yayılırken bile onun gözleri soğuktu. Oysa Ata ve Caner, o kanın kokusuna alışmaya başlamışlardı. Kırılan bir kemiğin sesi artık onları korkutmuyordu; çünkü bu sızıları paylaşmak, onları birbirine daha da bağlayan bir ritüel gibiydi.
Onlar, dışarıya hiçbir şey belli etmiyorlardı. Mahallede, okulda, kimse bu iki çocuğun neler yaşadığını bilmezdi. Caner, yüzündeki gülümsemeyi sakınmaz; Ata, her zamanki sert ve soğuk ifadesini korurdu. Ama kimse, o soğuk yüzün arkasında ne yattığını bilemezdi. Birbirlerine kan kardeşi olmuşlardı. O yemini ilk defa, ikisinin de elleri kana bulanmışken etmişlerdi. "Ne olursa olsun," demişti Ata, dişlerini sıkarak. "Beni de yaksan, seni korurum."
Caner, küçücük avucunu yumruk yapmış, başını sallamıştı. "Ben de seni."
O günden sonra hiçbir şey onları ayıramadı. Acıyı öğrenmişlerdi. Ama o acıyı, birbirlerinin yükünü hafifletmek için kullanmayı da öğrenmişlerdi. Onların düşmanları aynıydı, acıları aynıydı. Ve her şeyin ötesinde, aynı hayatta kalma yeminine bağlıydılar.
Her darbe, her sızı, onları daha da güçlendiriyordu. Çünkü o evin karanlığına rağmen, birbirlerini ışık gibi görüyorlardı.
Ata, hem kardeşi Elif hem de kan kardeşi Caner için tüm bu eziyete katlanıyordu. Hayatta boyun eğmediği tek şey, onların mutluluğuna zarar gelme ihtimaliydi. Caner ise Kan kardeşi Ata'nın canı için ve Elif'in tek bir saç teline bile zarar gelmemesi için her zaman Ata'nın yanında duruyordu. İkisinin de ortak bir yarası vardı: geçmişlerinin acısı ve şimdi karşılarında duran ortak düşmanları.
Her şeyin ötesinde, onların dünyasında bir kişi vardı ki her şeyi anlamlı kılıyordu: Elif. Onun gülüşü, onlara nefes, onun güvenliği, onlara bir neden veriyordu. Her şeylerine rağmen, iki çocuğun yolları bir yerde birleşiyordu: Elif'i korumak. Ve bu amaç, onları istemeseler de birbirlerine bağlayan en güçlü zincirdi.
Ata ve Caner için Elif, hayatlarının değişmeyen tek gerçeği ve en büyük kırmızı çizgisiydi. İkisi de bunu, o karanlık gece yarısında, kan kardeşi oldukları gün anlamışlardı. Ellerini kana bulamış, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak sessiz bir yemin etmişlerdi. Bu yemin, sadece kendi acılarına karşı bir koruma değil, Elif için bir duvar olma sözüydü. O günden sonra, her zorlukta birbirlerine yaslanmış, her darbede birlikte ayakta kalmışlardı.
Ata, ne olursa olsun, Elif'in güvenliği için her şeyi göze alırdı. Caner ise onun her adımında yanında olur, Elif'in gülüşünü kaybetmemesi için elinden geleni yapardı. Üçü, her şeyden bağımsız bir dünya kurmuşlardı. Bu dünya; acının karanlık, zorbalığın kol gezdiği bir ortamda, sevginin ve dayanışmanın küçük bir sığınağıydı.
Onlar birbirlerinin aileleriydi. Kan bağıyla değil, yaşanmışlıklarla ve yaralarla bir araya gelen bir aile. Ata, Elif için bir siper; Caner, bir koruyucu kalkan gibiydi. Elif'in gülüşü, her ikisinin de kalkanı delip geçen en güçlü silahıydı. Ne zaman Elif'in kahkahası yükselse, Ata'nın yüreğindeki öfke diner, Caner'in gözlerindeki karanlık dağılırdı.
Birbirlerine yalnızca sığınak değildiler; aynı zamanda her biri diğerinin ağlanacak omuzu, tutunacak dalı ve dayanacağı duvar olmuştu. Karanlıkta yalnız kalmış bu üç çocuk, birbirlerinin en mutlu günlerini inşa ediyorlardı. Küçük bir tebessüm, paylaşılan bir oyun ya da yalnızca birlikte geçirilen sessiz bir an... Bunlar, onların yaralı ruhlarına ilaç gibiydi.
Ata, Elif ve Caner; birbirlerine sadece destek değil, hayatta kalmanın anlamını hatırlatan varlıklardı. Ve onlar, bu dayanışmayı korumak için her şeyi göze almışlardı. Çünkü biliyorlardı: Bu dünyada kimseye güvenemezlerdi, ama birbirlerine yaslanabilirlerdi.
Ama hayat, bu küçük aileye kolay kolay huzur bırakmayacak kadar acımasızdı. Bu savaşın sonu yok gibiydi; gölgelerin arasındaki Elif, iki yüreğin de umudu ve zaafıydı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |