
O gece, Atâ'nın yanında, koltukta yanına kıvrılıp uyuya kaldığım anın üzerinden dört gün geçmişti. O sabah gözlerimi araladığımda, uzun zamandır böyle derin ve huzurlu bir uykuya dalmadığımı fark ettim. İçimde garip bir rahatlama vardı, sanki uykunun içinde bile kendimi güvende hissetmiştim. Ama bu huzur, etrafıma bakındığımda yerini belirsiz bir boşluğa bıraktı. Atâ gitmişti. Sessizce, beni uyandırmadan yanımdan kalkmıştı.
O gün hakkında hiç konuşmadık. Ne ben ona Elif'i sordum ne de o gördüğü kâbustan bahsetti. Sanki o gece hiç yaşanmamış gibi davranıyorduk. Ama içimde bir şey kemiriyordu beni; Elif'in kim olduğunu merak ediyordum. Atâ'nın zihninde böylesine derin bir iz bırakan bu ismin ardındaki hikâyeyi bilmek istiyordum.
Çalışma odasına girdiğimi bilmiyordu. Eğer konuyu açarsam, oraya gizlice girdiğimi anlayabilirdi. Bu yüzden hiçbir şey diyemiyordum. Oda, o geceye dair tek kanıtı saklıyordu belki de, ama ben sessizliğe mahkûm olmuştum. İçimde büyüyen bu bilinmezlik, her geçen gün biraz daha ağırlaşıyor, Atâ'nın bana anlatmadığı bir hikâyenin gölgesi gibi üzerime çöküyordu.
Bugün, nedenini bilmediğim bir şekilde Ata evde kalmıştı. Normalde sabahın erken saatlerinde çıkan o adam, bugün odasında sessizdi. Bu alışılmadık durum evin havasına garip bir sessizlik katmıştı. Onun neden evde kaldığını bilmiyordum, ama bu sabah benim için farklıydı. Necla Teyze'yle mutfakta kahvaltıyı hazırlıyorduk. Bugün içimden gelen bir istekle daha yöresel bir şeyler yapmak istemiş, Necla Teyze'nin elinden işi devralmıştım. O, masaya peynirleri, zeytinleri dizerken, ben kahvaltının asıl yıldızını hazırlıyordum.
Çocukken, henüz hayatın ağırlığı omuzlarıma çökmemişken, annemle bir Karadeniz turuna katılmıştık. O yolculuk, hafızamın en güzel köşesinde duruyordu. Sabahın erken saatlerinde bizi, oraya özgü bir lokantaya götürmüşlerdi. Masamızda çeşit çeşit yemekler vardı ama benim gözüm sadece birine takılmıştı: Kuymağa. O gün, belki de çocukluğumun en sevdiğim anısını kazandım. O günden beri ne zaman eskiye dönmek istesem, ne zaman içimde bir özlem kabarsa, mutfağa girer ve kuymak yapardım. Karadeniz'in sıcakkanlı ve bir o kadar da inatçı insanları o gün bana nasıl yapacağımı öğretmişti. Şimdi önümde, geçmişin kokusunu taşıyan kuymağa bakarken, derin bir nefes aldım.
Caner de severdi kuymağı. Ne zaman yapsam, gözleri dolu dolu yerdi. "Tıpkı çocukluğumdaki gibi," derdi her seferinde. O, Karadenizli değildi ama hayatının büyük bir kısmını Rize'de geçirmişti. Belki de o yüzden, benim yaptığım kuymağın tadında eski bir tanıdığın ellerini hissediyordu.
"Ve kuymağımız hazır!" dedim gülümseyerek. Necla Teyze bana bakıp içten bir gülümsemeyle, "Ellerine sağlık kızım," diye karşılık verdi.
Tam masaya geçecekken gözüm merdivenlere takıldı. Ata, sessizce yukarıdan aşağıya bakıyordu. Masadaki kuymağa gözlerini dikmişti. Kokusu ona kadar gitmiş olmalıydı. Bakışları, kuymak ile benim aramda gidip geldi. Sonra hafifçe öksürdü ve masaya doğru ilerlemeye başladı. Ama bu bir yürüyüşten çok, aç bir çocuğun sevdiği yemeğe koşuşunu andırıyordu. Masaya oturduğunda, gözlerinde kısa bir anlığına da olsa bir pırıltı belirdi. Mutluluk ve özlem birbirine karışmıştı.
"Necla Abla, sen mi yaptın?" diye sordu hızlıca, bir yandan da kuymak kâsesini kendine doğru çekti. O kadar heyecanlıydı ki, daha fazla beklemek istemiyordu.
"Ben yapmadım, Asel kızım yaptı," dedi Necla Teyze, beni işaret ederek.
Ata, elindeki ekmeği kuymağa batırmış, ilk lokmasını almıştı. O an, gözlerini kapattı. Sanki bu anın hiç bitmesini istemiyordu. Ama benim yaptığımı duyduğunda, aniden gözlerini açtı.
"Nasıl?" dedi şaşkınlıkla. "Sen nereden öğrendin yapmayı?"
Sonra kaşlarını kaldırarak sordu: "Karadenizli misin yoksa?"
Hafifçe gülümsedim, sandalyemi çekip oturdum. O sırada Necla Teyze, "Afiyet olsun çocuklar," diyerek mutfaktan çıktı.
"Karadeniz yemeklerini yapmak için illa oralı mı olmak gerekiyor?" dedim hafif alaycı bir sesle.
Ata bir anda ciddileşti, ama bu ciddiyetin altında oyunbaz bir hava vardı. Gözlerini devirdi ve aniden, Karadeniz şivesiyle konuşmaya başladı:
"Ula, kuymak sadece yemek midur? Kuymak bi yaşam tarzidur! Karadenizli olmayaanlar da kuymağı böle güzel yapamaz!"
Onun şiveli konuşmasını duyunca donakaldım. Ata Uluöz, yani ismi geçtiğinde insanların ürperdiği, ciddi ve mesafeli adam, şimdi burada karşımdaki kişi değildi sanki. Bambaşka biri olmuştu. Gözlerindeki soğuk ifade gitmiş, yerine sıcacık bir neşe oturmuştu. Karşımda, kuymağa gömülmüş, mutlu bir adam vardı.
Bir an ne yapacağımı bilemedim, sonra kahkahayı patlattım. Ata ise kaşlarını hafifçe çatarak, dolu ağzıyla mırıldandı:
"Ne güleysun ula? Çok mu komik?"
Ama ağzındaki lokmayı bile yutmadan bir kaşık daha aldı. Sanki yıllardır aç kalmış bir çocuk gibi aceleyle yiyordu. Onun bu halini izlerken daha da çok gülmeye başladım. O ise inatçı bir çocuk gibi, bana kızıyor ama aynı zamanda gülmemden keyif alıyordu.
Kahvaltı bittikten sonra sofrayı toparladım ve odama geçtim. Telefonumu elime alıp Instagram'da amaçsızca gezinmeye başladım. Parmağım ekranda kayıp giderken, odanın kapısı hafifçe tıklatıldı.
Kapının ardından gelen tok sesi hemen tanıdım.
"Asel, benim." Atanın sesi, kapının ince ahşabına çarpıp içeri süzüldü.
"Müsait misin, girebilir miyim?"
Telefonu yatağın kenarına bırakarak hafifçe doğruldum.
"Girebilirsin," dedim.
Kapı yavaşça açıldı. Ata içeri adım attığında, her zamanki gibi dik duruşunu bozmadan gözlerini üzerime dikti. Yüzünde her zamanki ifadesiz maskesi vardı ses tonu ciddiydi.
"Bu akşam kuzenimin düğünü var."
Kaşlarımı hafifçe çatarak ona döndüm.
"Kuzenin mi?" dedim, kelimeyi sorgular gibi tekrarlayarak.
"Senin akraban yok sanıyordum."
Sözlerim üzerine bir an duraksadı. Ardından omuz silkerek kayıtsız bir sesle yanıt verdi:
"Uzaktan kuzenim."
Belli ki konuyu fazla açmak istemiyordu. Ama ben hala neden bana bunu söylediğini anlayamamıştım. Ona bakarken kaşlarımı kaldırdım, devam etmesini bekliyordum. Ve beklediğim o cümle geldi.
"Düğüne seninle gideceğiz."
Bir an gözlerimi kırpıştırarak ona baktım.
"Ben neden geliyorum?" dedim, ilgisizliğimi belli eden bir ses tonuyla.
Ata, bakışlarını yüzüme dikerek hiç tereddütsüz cevapladı:
"Çünkü benim karımsın."
Sözleri odada yankılanırken sağ elini kaldırdı, avcunu açtı. Gözlerim eline takıldı. Boştu. Parmaklarında ne bir yüzük vardı ne de bir iz.
İnce bir gülümseme yerleştirdim yüzüme, ama bu gülümsemenin içinde alaydan başka bir şey yoktu.
"Yalnız... Ben bir yüzük göremiyorum," dedim elini işaret ederek.
Ata, dudaklarının kenarını belli belirsiz kaldırarak omuz silkti.
"Bu kadar istekliysen takarız yüzük," dedi, beni bozduğunu biliyormuş gibi
bense ona çok komiksin der gibi baktım
"çok istiyorsan git, ben gelemem," dedim. Sesimdeki kararlılık, hiç de hafife alınacak bir şey değildi.
Ama Ata, gözlerindeki ısrarla, beni ikna etmeye çalıştı.
"Geleceksin," dedi, sesindeki o sarsılmaz kararlılık, yerini bir meydan okumaya bırakmıştı.
"Gelmeyeceğim," dedim, gözlerimi ona dikerek. O an, içinde bulunduğum boşlukta, tek başıma kararımı vermiş gibiydim.
"Ben burada kalıp Necla Teyze'yle geri kalan hayatımı yaşarım, sen git nereye gidiyorsan," diye ekledim
Ata gözlerini kısarak, şaşkın bir bakışla bana baktı. Ardından kısa bir "nıç" sesiyle, bu kez daha sert bir tonla yineledi:
"Geleceksin."
Bende aynı inatla yanıtladım, gözlerimden ateş fışkırır gibiydi.
"Gelmeyeceğim."
"Geleceksin!" dedi, bir ısrarın peşinden, sözlerinde bir tür güç vardı.
"Gelmeyeceğim," diye tekrarladım, sanki bir kez daha kazanmış gibi.
Aramızdaki bu küçük çekişme, bir tür zevke dönüşüyordu. Ama bu kez gülümsemek zorunda kaldım, çünkü Ata bir anda şiveli bir şekilde konuşmaya başladı.
"Geliceksun dedum da!"
Hafifçe gülerek, bu sefer onu taklit ettim.
"Bende sana gelmeyeceğum dedum da!" dedim, gözlerimdeki gülümseme bir yandan ona meydan okur gibiydi.
Ata, taklidimi duyduğunda, gözleri dudaklarıma kaydı. O anda fark ettim ki, aslında bu taklit onu rahatsız etmekten çok hoşuna gitmişti. Hemen toparlandı ve daha ciddi bir şekilde tekrar söyledi:
"Geleceksin."
"Gelmeyeceğim," dedim, bu defa daha ciddi bir şekilde.
Sabırla eliyle yüzünü sıvazladı, ardından son kez, daha kararlı bir sesle dedi:
"Geliceksun dediysem geliceksun!"
"Gelmiyorum!" dedim, sesimi yükselterek.
Ama o sanki hiç duymamış gibi üstüme doğru yürümeye başladı. Gözleri kısıktı, siniri yüzünden okunuyordu.
"Ula keçi, hiç uslanmaycağsun demi?!" diye homurdandı.
Gözlerimi devirdim, ama içimde hafif bir panik de yükselmeye başlamıştı. O yaklaştıkça, ben de refleksle yataktan kalkıp odanın içinde dolanmaya başladım. Çemberler çizerek ondan kaçınıyor, bir yandan da laf yetiştirmeye çalışıyordum.
"Bana bak laz hödüğü, zaten seninle zorla evlendim! Kusura bakma, zorla da düğüne katılmam!"
Ata kaşlarını çatıp adımlarını hızlandırdı, ben hızlandıkça o da peşimden geliyordu. Kaçıyordum, ama o da bırakmaya niyetli değildi.
"Seni bi elima geçireyum da, gör bakayrum nası gelisun!"
Cümlesini bitirdiği anda elini uzatmaya çalıştı ama ben hızla yön değiştirip kaçtım. O ise peşimden dönmeye devam etti. Küçük bir çocuk gibi eğleniyormuş gibi görünse de gözlerindeki şeytanca ışıltı benim yerimde durmamam gerektiğini söylüyordu.
"Sen önce konuşmayı öğren laz hödüğü!" diye laf attım ona doğru.
Ata'nın yüzüne yaramaz bir gülümseme yayıldı. Kaçışımdan keyif alıyor gibiydi.
"Gostereceğum ben sana konuşmayi!" diye meydan okurken o da benimle birlikte çember çizmeye devam ediyordu.
Ama tam o anda, olan oldu.
Ayağım halının ucuna takıldı, dengesizce tökezledim ve tüm vücudumun kontrolünü kaybettim. Bir anlığına her şey havada asılı kaldı. İçimden bir çığlık yükseldi ama çıkarmaya bile fırsatım olmadı.
Tam düşecekken sert bir kol belime dolandı ve beni hızla kavradı. Dünyam aniden döndü ve kendimi bir anda yatağın üzerinde buldum.
Gözlerimi açtığımda Ata'nın yüzüyle burun buruna geldim.
Nefesim kesildi.
Aramızda sadece birkaç santim vardı. Gözleri gözlerimde kilitliydi, ama bu sefer dalga geçer gibi değil. Beni gerçekten inceliyormuş gibiydi. Gözleri yavaşça yüzümde dolaşıyor, sanki her detayımı ezberliyordu.
İçimde bir şey kıpırdadı.
Bu anı daha önce de yaşamıştım. Havuz kenarında düşmek üzereyken de böyle tutmuştu beni. Aynı yakınlık, aynı sıcaklık, aynı koku...
Nefesimi tuttum.
Her şey o anda başlamıştı. Ata'yı ilk gördüğüm o an, şimdi devam ediyordu.
Bunun yanlış olduğunu biliyordum. Kafamda Caner vardı. Ama şu an, tam karşımda, dudaklarımız arasında birkaç santim mesafe olan adam Caner değildi.
Yutkundum.
O anda nasıl durduğumuzu fark ettim. Ata, tam üzerimdeydi. Kokusu burnuma doluyordu, sıcak nefesi tenime çarpıyordu. Ve tıpkı o gün yaptığı gibi, yavaşça yaklaşıp başını boynuma doğru eğdi.
Sanki kokumu içine çekmek istiyormuş gibi...
İçimdeki ihanet duygusu daha da ağırlaştı. Ama durduramadım.
Aslında hareket bile edemiyordum.
Aklım durmamı, vücudum devam etmemi söylüyordu.
Tam o sırada...
Kapı bir anda tekmelenerek açıldı!
Ata irkilip hızla başını kaldırdı, ben de gözlerimi kapıya çevirdim.
Ve karşımızda Faruk'u görünce ikimiz de donduk.
Faruk, bir an durup sahneyi inceledi, sonra aniden eliyle gözlerini kapattı:
"Vay vay vay... Çok pardon be, bölüyorum ama!"
Sonra parmaklarının arasından sinsice göz kırparak ekledi:
"Neyse, devam edin siz... Şey etmeyin."
Birkaç saniyelik sessizlik oldu. Ata hızla üzerimden kalktı, ben de yanaklarımdaki sıcaklığı gizlemek için kafamı çevirdim. Camdan dışarı bakıyordum ama vücudum hâlâ gergindi.
Ata'nın ağzının içinden bir sürü küfür sıraladığını duydum. Faruk ise bunu umursamadan sırıtıyordu.
Ata sonunda dayanamayıp patladı:
"Ne işin var lan senin burada?!"
Faruk omuz silkip sinir bozucu bir gülümsemeyle, "Çok pardon Ata Bey, böldüm sizi de..." dedi.
Ata gözlerini devirip derin bir nefes aldı, ama Faruk hız kesmeden devam etti:
"Asel, iyi ki varsın be! Yoksa bu benim de üstüme atlardı Allah korusun!"
Ata'nın gözleri büyüdü. Kaşları çatıldı ve Faruk'a öyle bir baktı ki, eğer bakışlar öldürebilseydi, Faruk çoktan yok olmuştu.
Ben ise daha fazla tutamayıp kıkırdadım.
Ata hemen bana döndü, sinirle Faruk'a bir kez daha tısladı:
"Saçma sapan konuşma!"
Faruk, elini ağzına kapatıp başını salladı:
"Tamam tamam..."
Derin bir nefes alıp yüzündeki gülümsemeyi gizlemeye çalıştı. Ama başaramadı.
"Düğün için özel uçağını hazırlattım, onu söylemeye gelmiştim."
Ata sakinleşmeye çalışırken ben hâlâ olanları anlamaya çalışıyordum.
"Bir saat içerisinde çıkarsak düğüne yetişiyoruz" dedi Faruk, ama ben hangi uçaktan bahsettiğini anlayamamıştım.
"Ne uçağı?" diye sordum kaşlarımı çatıp.
Ata ve Faruk aynı anda bana döndüler. Üzerimdeki bakışlardan rahatsız olup kıpırdandım.
"Nereye gidiyorsunuz diye sorayım dedim?" dedim çekingen bir tavırla.
Faruk sabırla açıkladı:
"Yenge, hani evlisiniz ya? Düğün var. Düğüne gidiyoruz. Karı koca olarak beraber katılmanız lazım."
Bunu duyunca ağzımı açtım, tam "Gelmiyorum!" diyecekken Ata anında sözümü kesti:
"Yarım saate çıkıyoruz, hazırlan."
Tekrar itiraz etmek için nefes aldım ama bu sefer de sert bir şekilde ekledi:
"Ve evet, gelmek zorundasın. Ya kolay yolla ya zor yolla. Bu yüzden nefesini boşuna tüketme."
Son cümlesini söyledikten sonra Faruk'a bakıp kapıya yürüdü.
Çıkmadan önce başını çevirip ekledi:
"Ha, bir de unutmadan... Düğün Rize'de."
Gözlerim büyüdü. Ne?!
Şaşkınca arkalarından bakakaldım. Konuşmama bile izin vermemişti!
Sinirle yatağa attım kendimi. Ellerimi yüzüme kapatıp derin bir nefes aldım.
Sabır, Asel. Sabır.
Sonunda, mecburen ayağa kalktım ve eşyalarımı toparlamaya başladım ne de olsa Rize'de düğünümüz vardı...
——
Yaklaşık iki saatin sonunda, pilot sakin ama net bir sesle Rize'ye vardığımızı ve beş dakika içinde iniş yapacağımızı duyurdu. Camdan dışarı bakarken, aşağıda uzanan yemyeşil tepeleri ve Karadeniz'in uçsuz bucaksız maviliğini görebiliyordum.
Ata, giyeceğim elbiseyi bile önceden ayarlamıştı. Üzerimde siyah, uzun ve derin bacak yırtmacı olan bir elbise vardı. Kumaşı tenime hafifçe değiyor, her hareketimde zarifçe dalgalanıyordu. Açıkçası, Ata'nın zevkine bir kez daha hayran kalmıştım. Bunu asla dile getirmeyecektim ama içten içe onun seçimlerini beğendiğimi kendime bile itiraf etmekten kaçamıyordum.
Uçaktaki görevli kadınlar saçımı ve makyajımı özenle yapmıştı. Aynaya her baktığımda, karşımda kendimi tanımakta zorlandığım, ama kesinlikle güzel görünen bir kadın duruyordu. Ata ise henüz beni bu halde görmemişti. Uçağın içi özel olarak bölünmüştü; ben hazırlanırken diğer tarafta bekliyordu. Uçağın iniş yapacağını duyurduklarında, görevli kadınlar son dokunuşları yapıp yerlerine geçti.
Tekerlekler piste değdiğinde hafif bir sarsıntı hissettim. Uçağın diğer tarafında bekleyen Ata'nın hazır olduğuna dair bir hisse kapıldım. Perde açıldığında, göz göze geldik.
O an, zaman durdu sanki. Ata'nın üzerine giydiği siyah takım elbise, kusursuz bir şekilde vücuduna oturmuştu. Keskin hatları, güçlü duruşu ve o kendine has sert ama çekici bakışlarıyla olduğu yerde adeta bir heykel gibi duruyordu. Bakışlarım istemsizce onda takılı kalınca, kendimi toparlayarak doğrudan gözlerine odaklandım. Ama o da beni baştan aşağı süzüyordu.
Gözlerinde açıkça hayranlık vardı.
Bunu fark ettiğimde dudaklarımın kenarı hafifçe kıvrıldı, ama ona belli etmemek için kendimi tuttum. Aynı şekilde Ata da gözlerini gözlerime dikmişti, sanki bir kelime bile etmeden benimle konuşuyordu.
Derin bir nefes aldım. Tam önümde durup kolunu bana doğru uzattığında, bir an tereddüt ettim. Sonra gözlerimi yere indirmeden koluna girdim.
Ayaklarımız yere bastığında, Karadeniz'in keskin ve tuzlu kokusunu içime çektim.
Ve ardından, düğünün yapılacağı yere doğru ilerlemeye başladık.
Düğünün yapıldığı yer büyüleyiciydi. Devasa bir arazi, her köşesi özenle ışıklarla süslenmiş, doğanın o canlı yeşilliğiyle iç içe geçmişti. Hafif bir meltem esiyor, ağaçların yaprakları ışıkların altında usulca dans ediyordu. Gözlerim hayranlıkla etrafı tararken, Ata ile birlikte düğün salonunun girişinden içeri adım attık.
Sahneye doğru ilerlerken, çevredeki herkesin Ata'ya karşı özel bir saygı gösterdiğini fark ettim. İnsanlar, ister genç ister yaşlı olsun, onu gördüklerinde selam veriyor, elini sıkıyor, neredeyse bir bağlılık gösterisi sergiliyorlardı. Hatta, nikâhta kolunu kırdığı adam bile yüzündeki öfkeyi bastırmaya çalışarak Ata'ya selam vermek zorunda kalmıştı.
Tam ilerlemeye devam edecekken, önümüze çıkan iki kişi yolumuzu kesti. Sanki bilinçli olarak karşımıza dikilmişlerdi. Kadının bakışları buz gibi soğuktu, gözlerinde ise açık bir kin ve tiksinti vardı. Turuncuya boyanmış saçlarıyla fazlasıyla dikkat çekiyordu ama asıl ürpertici olan, yüzüne oturmuş o sahte kibir ifadesiydi. Yanındaki adam ise, kel kafasında seyrek birkaç tel saçı kalmış, göbeği çıkmış, gözleri açgözlülükle parlayan biri. Önce beni baştan aşağı süzdü, ardından bakışlarını Ata'ya çevirdi. Ama bu kez gözlerinde farklı bir şey vardı—açık ve net bir nefret.
İçimde, ortada bir şeylerin ters gittiğine dair bir his belirdi. Nefret dolu bakışlarının sebebini anlayamıyordum ama Ata'ya dönüp baktığımda, onun da gerildiğini fark ettim. Omuzları sertleşmiş, çenesini sıkmıştı. Daha da dik durarak karşısındaki çifti bakışlarıyla eziyordu sanki. Gözleri soğuk, ifadesizdi ama içinde barındırdığı nefreti saklayamıyordu.
Önümüzde duran adam, alaycı bir ifadeyle konuştu.
"Evlenmişsin." Ses tonu, küçümseme ve sinsilikle doluydu. Aynı anda beni baştan aşağı süzüyordu.
Ata dişlerini sıkarak, sesi tehditkâr bir tona bürünerek konuştu.
"Bakışlarına dikkat et, Asaf."
Demek adamın adı Asaf'tı.
"Neden bizi de çağırmadın, canım?" dediğinde, gözlerim ister istemez yanındaki kadına kaydı. Bir dakika önce bize nefretle bakan kadın, şimdi kirpiklerini kırpıştırarak sahte bir masumiyet sergiliyordu. Ses tonu yapmacık bir kırgınlık taşıyordu.
"Çok kırıldım, yengecim."
ardından bakışlarını bana çevirip aşağılayıcı bir gülüş attı
Yenge... O an dank etti. Bu kadın ve adam, Ata'nın amcası ve yengesi olmalıydı. Kadının adı Nergis'ti.
Ata, gözlerini Asaf'tan ayırmadan öylece dikiliyordu. Varlıklarını bile kabul etmiyormuş gibi Nergis'e bakmıyordu bile.
"Nergis'i duydun, Ata. Niye bizi çağırmadın?" Asaf'ın sesi, cevabını zaten bildiği ama yine de Ata'yı konuşturmaya çalıştığı bir meydan okuma taşıyordu.
Ama Ata cevap vermedi. Göz bile kırpmıyordu. Tüm vücudu gerilmiş, sanki içindeki vahşi bir avcıyı zor zapt ediyordu.
"Halbuki bizi ne çok severdin?"
Sözleri şüpheli bir masumiyet taşıyordu ama asıl niyeti ortadaydı. Elini, Ata'nın koluna hafifçe dokundurduğunda, nefes alışverişim istemsizce yavaşladı. Ata'nın gözleri anında ona değen eline kaydı ve o an yüzüne düşen tiksinti ifadesi, içimi garip bir tatminle doldurdu. Rahatsızlığı o kadar belliydi ki, kelimelere bile gerek duymadı.
Gözlerimi kısarak Nergis'e döndüm, dudaklarıma soğuk bir gülümseme yerleştirirken elini nazik ama küçümseyici bir hareketle tutup boşluğa bıraktım. Sanki üzerine sinecekmiş gibi elimi hafifçe silktim ve tatlı bir edayla konuştum:
"Ah, kusura bakma Nergis yengeciğim. Kocama başkalarının dokunmasından pek hoşlanmıyorum," dedim, sesime neredeyse sahte bir üzüntü katarak. "Malum, herkes kendi sınırlarını bilirse hayat daha nezih oluyor."
Sözlerim ipek gibi yumuşak ama keskin bir bıçak gibiydi. Nergis'in yüzüne düşen rahatsızlık dalgası içimde tarifsiz bir tatmin hissi uyandırdı. Ata'nın başımın üstünden bana gülümseyerek baktığını hissettim. Gözlerindeki hayranlık, durumu daha da anlamlı kılıyordu.
"Çok aradın mı bu kadını, yengeciğim? Söyleseydin, ben sana başka bir fahişe—"
Nergis'in ağzından çıkan kelime, keskin bir bıçak gibi havada asılı kalmıştı ki, Ata'nın sesi şimşek gibi çaktı ve o sözü acımasızca yarıda kesti.
"Haddini bil, Nergis! Senin geçmişini sana hatırlatmayayım istiyorsan!"
Sesi öyle keskindi ki, ortamın gerilimi bir anda tavan yaptı. Nergis'in yüzü kireç gibi olmuştu, dudakları hafifçe aralandı ama tek kelime edemedi. Asaf ise sadece izliyordu. Bir şey söylemek ister gibiydi ama dilini yutmuşçasına sessizdi. Ata'nın gözleri, ona çevrildiğinde bakışları buz gibi soğuk ve tehditkârdı.
"Karını da al ve çekil yolumdan, Asaf!"
Sesi, bir ferman gibi yankılandı. Son darbeyi vurmadan önce hafifçe duraksadı ve daha da alçak, ama içinde fırtınalar kopan bir sesle ekledi:
"Yoksa bilirsin... Bu düğünü senin başına yıkarım."
Asaf'ın bedeni hafifçe gerildi, ama karşılık vermedi. Sadece Ata'ya baktı. Sessizliği, yenilgisinin kanıtıydı. Nergis, Asaf'ın koluna yapıştı ve onu gitmeye zorladı, ama yüzündeki belli belirsiz tatmin olmuş ifade, beni delirtmeye yetti. Hiç kimse bana hakaret edemezdi. Hele ki daha yeni tanıştığım biri, asla!
Ata'nın bakışları, Nergis'i adeta delip geçerken ben hafifçe gülümsedim. Cevabımı burada değil, daha sonra açık ve net bir şekilde verecektim.
Ama Nergis, bundan cesaret almış olacak ki, kulağıma doğru eğilip yapmacık bir gülümsemeyle omzumu sıvazladı.
"Canım, alınmıyorsun değil mi?"
Sesi, iğne gibi kulaklarıma battı. O sırada gözlerim, Asaf'ın bakışlarıyla buluştu. Gözlerindeki öfke ve... o küçümseyen bakış. İşte bu, sınırı aşan kısımdı. İnsan kendini ne sanıyorsa, karşısındakini de öyle değerlendirirdi. Ama anladığım kadarıyla bu ikisi, beni hafife alabilecek son kişiler bile olamazdı.
Dudaklarımı hafifçe aralayarak ona döndüm. Sesim nazik, ama imalıydı.
"Konuşmalarınızdan anladığım kadarıyla, davet edilmeye değmeyecek insanlarmışsınız. Yoksa emin olun, Ata sizi çağırırdı. Gerçi düşündüm de..." diye duraksadım, yüzüne anlamlı bir bakış fırlatarak.
"Bazı insanları dışarıda bırakmak, ortamın kalitesini korumak için gerekli bir şey. Sonuçta her düğünde mecburi davetliler yerine, gerçekten görmek istediklerimizi ağırlamak daha keyifli oluyor."
Asaf'ın kaşları çatıldı. Yüzündeki şaşkınlık, kısa ama yeterince tatmin ediciydi. Ama en güzel an henüz gelmemişti.
Nergis hafifçe öne çıkıp yapmacık bir kahkaha attı.
"Ne kadar da tatlısın Asel'ciğim! Belli ki Ata sana bazı şeyleri anlatmamış. Beni tanısaydın, buraya ait olduğumu bilirdin."
Başımı yana eğerek ona baktım, gözlerimde alaycı bir pırıltı vardı.
"Beni yanlış anladın, Nergisciğim," dedim, onun ses tonunu taklit ederek hafif bir gülümsemeyle.
"Buraya ait olup olmamakla ilgilenmiyorum. Ama belli ki sen ilgileniyorsun. Gerçi bu kadar dikkat çekmeye çalışmanı da anlayabiliyorum."
Turuncu saçlarının bir tutamını elimle hafifçe kavradım, parmaklarımı iplik gibi arasından geçirirken sesimi biraz daha yumuşattım.
"Bir noktada, insan unutulmaya yüz tuttuğunu hissettiğinde ne yapacağını bilemez olur. Üzüldüm aslında..."
Sonra gözlerimi ikisine çevirdim ve sesime hafif bir meydan okuma ekleyerek devam ettim:
"Ama neyse... herkes kaderini yaşar sonuçta. Kimisi yanında gerçek bir adamla ışıldar, kimisi de gölgesinde ezildiği insanlara dil uzatmakla yetinir."
Sessizlik... Ama bu, kazanmanın sessizliğiydi.
Nergis'in yüzü bembeyaz oldu, dudaklarını açıp bir şey söylemeye çalıştı ama kelimeler boğazında düğümlendi. Asaf'ın çenesi kasıldı, gözleri neredeyse alev alacak gibi Ata'ya döndü. Ama tam konuşacakken Ata sesiyle sert bir duvar gibi önünü kesti:
"Orada dur, Asaf."
Sesi buyurgandı, katı ve netti. Çevredeki herkes, bir anda odak noktasının değiştiğini hisseder gibi hafifçe irkildi. Ata, gözlerini Asaf'tan ayırmadan devam etti:
"Hiç kimse benim karıma karşı tek kelime edemez."
İçimde dalga dalga yükselen memnuniyetle dudaklarımı ısırarak gülümsedim. Nergis ve Asaf, suratları düşmüş bir şekilde öylece kalakalmıştı. İşte bu, Ata'yı kimsenin karşısında ezemeyeceğini bilmeyenlerin sonuydu.
Tam o anda arkamızdan Faruk ve başka bir adam daha gelip önümüze geçti. Karşımızda kalan Asaf ve Nergis'in bakışlarındaki hiddet, gücün onlardan çoktan çekilip gittiğini gösteriyordu. Ata, beni kendine daha da yaklaştırdı ve hiç geriye bakmadan yürümeye devam ettik
"Demek yanında gerçek bir adamla ışıldıyorsun ha?" dedi Ata, dudaklarının kenarında beliren bir gülümsemeyle.
Aynı şekilde ben de ona gülümsedim.
"Yani, ilk defa seni savundum ve verdiğin tepki bu mu?" dedim kaşlarımı hafifçe kaldırarak.
Ata, başını yana eğip hafifçe güldü. O gülüş, kahkahaya dönüşmeden önce birkaç saniye boyunca yüzünde asılı kaldı. Sanki söylediğim sözleri düşünüyordu, tartıyordu. Sonunda kahkaha atarken gözleri parladı.
"Biz seni fazla hafife almışız," dedi gözlerinde tanıdık bir meydan okumayla.
Gözlerinin içine baktım. "Daha hiçbir şey görmedin sen," diye fısıldadım, kelimelerim havada asılı kaldı.
Ata'nın gülümsemesi derinleşti. Dudaklarının kıvrımı, yüzüne farklı bir anlam kazandırıyordu. İçindeki ateşin yansımaları gözlerinde dans ediyordu sanki.
Birlikte masaya yöneldik. Kalabalık arasında ilerlerken sanki zaman biraz daha yavaş akıyordu. Etrafımızdaki insanlar, düğünün uğultusu, yükselen kahkahalar... Hepsi fon gürültüsüne dönüşmüştü.
Salon ışıklarla aydınlanmış, insanların kahkahaları havaya karışmıştı. Gelin ve damat daha yarım saat önce gelmişti ve herkes pistte onların etrafında coşkuyla dans ediyordu. Neşeli, sıcak bir atmosferdi. Ama ben... sadece izliyordum. İnsanları, kahkahaları, dans eden bedenleri... Aralarına karışmak istemedim. Ata ise çevresindeki insanlarla kısa kısa konuşuyor, gelenlerle selamlaşıyordu. Sessizce gözlerimi ona çevirdim; güçlü, kendinden emin duruşu her zamanki gibiydi.
Sonra... Bir şey oldu.
Müzik bir anda değiştiğinde Ata yerinden kalktı. Ne yaptığını anlamaya çalışırken onu şaşkınlıkla izledim. Pistin ortasına yürüdü, birkaç adamla yan yana dizilip hiza aldılar. Ve aniden, yükselen müzikle beraber horon tepmeye başladılar.
Nefesim kesildi.
Ata'nın yüzünde, dansın ritmine kapılmış bir adamın ifadesi vardı. Ciddiyetle, kararlılıkla hareket ediyordu. Ne bir adımı eksik ne bir hareketi fazla... Müziğin ona hükmetmesine izin vermiyor, aksine müziği kendisi yönlendiriyordu sanki.
Ayakları hızla yere vurdukça, ritim sanki kalbime işliyordu. Ellerini havaya kaldırıp güçlü bir dönüş yaptığında, salonun içindeki herkes büyülenmiş gibi onu izliyordu. Ama benim için bu an, başkaydı.
Gömleğinin birkaç düğmesi açılmış, dansın hararetiyle saçları dağılmıştı. Gözlerinde ateş gibi yanan bir ışık vardı. O an... sadece dans etmiyordu. Ata, varlığını kanıtlıyordu. Karadeniz'in hırçın sularına meydan okuyan bir adam gibi, özgür ve dizginlenemezdi.
Onu izlerken içimde bir şeyler titredi. Belki hayranlık, belki çok daha fazlası... ama bildiğim tek şey, gözlerimi ondan alamadığımdı.
Sonra bir an için başını kaldırdı ve bana baktı.
Göz göze geldik.
Ve o an anladım... Ata Uluöz, herkesin korktuğu o soğuk adam, benim yanımda bambaşka biri oluyordu. İnsanlara karşı ifadesiz duran bakışları, bana döndüğünde yumuşuyordu. Bunu yalnızca ben görebiliyordum. Yalnızca ben hissedebiliyordum.
Dans bittiğinde yanıma geldi o sırada görüş alanıma nergis girdi tuvalete doğru ilerlediğini görünce sırıtarak ayağa kalktım
"Makyajımı tazelemem lazım." dedim.
Lavaboya doğru yöneldim. Önü yapay çim duvarlarla kaplıydı, içerisi loş bir ışıkla aydınlatılmıştı. Soğuk fayanslardan gelen hafif deterjan kokusu burnuma çalınırken aynanın karşısına geçtim. Çantamdan kırmızı rujumu çıkartıp yavaş hareketlerle dudaklarıma sürmeye başladım.
Tam o sırada kabin kapısı açıldı. Nergis içeriden çıkarken bakışlarımız aynada buluştu. Gözlerindeki kin dolu bakış, bana birazdan yapacaklarım için mükemmel bir sebep veriyordu.
"Güzel şov yaptın," dedi, sesi alayla doluydu.
Elini lavabonun kenarına dayayarak bana yaklaştı.
"Kocana güvenerek laf sokmalar... alttan alttan göndermeler..."
Yüzündeki o ukala gülümsemeye baktıkça içimdeki sabır ipleri bir bir kopuyordu.
"Ne o, Ata Uluöz'ün karısı olduğun için mi bu cesaret?" dedi, aynada kendi yansımasını süzerken.
Parmaklarını saçlarının arasından geçirdi, sonra çantasından rujunu çıkardı ve o da sürmeye başladı.
"Kocanın ismine çok güvenme, Asel," diye ekledi imalı bir şekilde.
Gözlerini bana çevirdi, sesi giderek daha da soğuklaşıyordu.
"Bu dünyada senin gibi insanları bizzat ben gömüyorum."
Bu cümleyi bitirdiğinde ben kahkahayı patlattım. Yüksek sesim, lavabonun dar duvarlarında yankılandı.
Nergis kaşlarını çatarak bana baktı, anlam veremediği belliydi.
Yavaşça rujumun kapağını kapattım, çantama koydum ve tüm vücudumla ona döndüm.
"Nıç," dedim alayla başımı sallayarak.
"Bildiğin çok şey olabilir ama bilmediğin de bir o kadar fazla, Nergis," diye ekledim.
İçimde sakince yanmaya devam eden öfkeyi kontrol altında tutarak ona doğru birkaç adım attım. O da farkında olmadan geriye çekildi.
"Mesela daha yeni tanıdığın biri hakkında 'fahişe' diye konuşmak büyük hata."
Sesi çıkmadı, sadece beni izledi.
"Kim bilir, belki de karşındaki kişi seni tek bir hareketiyle öldürebilecek güce sahiptir?"
Bedeninin hafifçe gerildiğini gördüm. Gözlerindeki korkuyu saklamaya çalışıyordu ama başarılı olamıyordu.
Yüzüne yaklaşıp sesimi biraz daha alçaltarak fısıldadım:
"Ve unutmadan, karşındaki kişi Asel Uluöz."
Gülümsedim, bu gülümseme onun kanını dondurmaya yetti.
"Ben soyadıma değil, kendi adıma güvenirim, Nergisciğim."
Bir adım daha attım, o da aynı hızla geri çekildi.
"Ve benim hakkımda bilmediğin bir şey daha var..."
Nefesini tuttu, boğazının yutkunurken hafifçe titrediğini gördüm.
"Bana hakaret edilmesinden hiç hoşlanmam."
Cümlemi bitirir bitirmez yumruğumu suratına indirdim. Sert darbenin etkisiyle bir çığlık savurdu. Tuvalette ikimizden başka kimse yoktu ve sesinin burada yankılanmasına bayıldım.
Yüzüne sıçrayan kanın sıcaklığı elime bulaşırken hiçbir şey hissetmedim. Umurumda bile değildi. Saçlarından kavradım ve yanmış uçlarını parmaklarımın arasına dolayıp bir kez daha kendime çektim.
Boğazını sıkarak onu sertçe duvara yasladım.
Bir eliyle saçını tutan elimi çekmeye çalışıyor, diğeriyle nefes almasını engelleyen elimden kurtulmaya çabalıyordu.
"Fazla cesaretlisin," dedim, yüzüne yaklaşarak.
Nefesi kesilmeye başladıkça gözleri büyüdü, vücudu panikle çırpınıyordu.
"Fazla özgüvenlisin."
Bedeninin titremesini hissettim, boğazı avcumun içinde atıyordu. Bu hâlini görmek... tuhaf bir tatmin duygusu veriyordu.
"Bir daha bana karşı en ufak bir hareketini görürsem..."
Sıkışan nefesinin çıkardığı hırıltıyı duydum.
"Seni öldürmem için bana yalvarırsın."
Kelime kelime, gözlerinin içine bakarak tısladım.
"Ben Ata gibi saygıdan söylenenleri yutmam, Nergis."
Sert bir gülüş savurdum.
"Vaktimi beklerim ve zamanı gelince... canımı yakanın canını alırım."
Son sözü söylediğimde ellerimi gevşetip onu bıraktım.
Bırakır bırakmaz, boğazını tutarak çırpınmaya başladı. Ciğerleri hava için kavruluyormuşçasına düzensiz nefesler alıyor, arada öksürüyordu.
Burnundan süzülen kan, lavabonun mermerine ağır damlalar hâlinde düşüyordu. Ben ise gayet sakindim.
Musluğu açtım, elime bulaşan kanı soğuk suyun altında temizledim. Çantamı aldım ve kapıya yöneldim.
Tam çıkarken aklıma geldi.
Başımı hafifçe çevirerek ona bir bakış attım.
"Ha, bu arada Nergis?"
Gözleri sulanmış, nefretle bana bakıyordu.
"Söylediğine alınmadım, canım."
Kapıyı açmadan önce yüzüme hafif bir gülümseme yerleştirdim.
"Eğer alınsaydım... şu an bu nefese bile sahip olamazdın."
Ve kapıyı ardımdan çekerek çıktım.
Ama o sırada beni bir el sertçe kolumdan yakaladı.
Donakaldım.
Başımı hızla çevirdiğimde gözlerim Asaf'la buluştu. Bunlar gerçekten de karı koca aynılardı her ikiside boylarından büyük kişilerle uğraşmaya çaılıyorlardı.
Parmakları bileğime sımsıkı kenetlenmişti. İstesem, her parmağını tek tek kırabileceğimden bir haberdi .
Yüzündeki ifade, içimi ürperten bir sessizlikle doluydu.
Ve kulağıma eğilip, soğuk bir fısıltıyla konuştu:
"Yanlış kişinin yanındasın, Asel."
Bileğimi hızla kurtarıp gözlerinin içine baktım.
"Ne saçmalıyorsun?" diye tısladım.
Asaf alaycı bir şekilde gülümsedi.
"Sence her şey tesadüf mü?" dedi. "İyi düşün."
Nefesimi tuttum.
"O gün..." diye devam etti. "O çok sevdiğin Caner'in öldüğü gün..."
Bütün dünya sustu. İçimde bir şeyler çatırdamaya başladı.
"Ata nasıl bir anda ortaya çıktı? Sonuçta yanınızda bile değildi."
Kalbim sıkıştı. Konuşmak istedim ama sanki boğazımı biri sıkıyordu.
"Ve hastanede neden özür diledi?"
Başım zonklamaya başladı. Bütün vücudumu saran bir ağırlıkla nefes almakta zorlanıyordum.
"'Caner'in sevdiğinin sen olduğunu bilmiyordum...'"
O gece... Hastanedeydim. İlaçların etkisindeydim. Ata'nın bana fısıldadığı o cümleyi hatırladım.
O an fark ettim.
Hatırlıyordum.
"Belki de o çok sevdiğin Caner'i Ata öldürmüştür, ha?"
Vücudum ürperdi.
"Ya da... Asıl öldürmek istediği kişi sendin ama yanlışlıkla Caner'i öldürdü."
Sustu.
Ve sonra son bir kez kulağıma fısıldadı:
"Yanlış kişinin yanındasın, Asel."
Ardından yürüyüp gitti.
Ben... Oracıkta kaldım.
Ayaklarımın altındaki zemin sarsılıyordu sanki. Midem bulandı. Ellerim titredi. Ve gözlerim, masada oturan Ata'yı aradı.
Ama...
Onu tanımıyordum.
Gerçekten tanıyor muydum?
Belki de Caner'in ölümüne neden olan kişi Ata'ydı.
Belki de benim canımı almak için buradaydı.
Belki de ben, celladımla yaşıyordum.
Onunla evlenmiştim.
Kendi celladıma kanım ısınmıştı...
Gözlerimden yaşlar süzüldü. O gece... O takip... O kaza...
Caner'in ölümü...
Hepsi planlı mıydı?
Gerçekler üzerime devriliyordu.
Ve ben...
Bu yükün altında eziliyordum.
———————————————————————
Merhaba arkadaşlar!!!
Uzun bir aradan sonra yeni bölümle tekrar sizlerleyim. Bildiğiniz gibi yeni bir kurguya daha başladım (İHTİZAR), bu yüzden iki kurguyu bir arada devam ettirmek biraz zor oluyor. 💕
Açıkçası bu nedenle bölümümüz biraz gecikti.
Umarım beğenmişsinizdir! 💖
Yorumlarınız benim için çok değerli. Kendinize iyi bakın, hoşça kalın!❤️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |