@yazziyolcusu
|
02.09.2016
"Abi vallahi ödeyeceğim parayı," dedim, sesimin titremesini engelleyemeyerek. Karşımda duran Nevzat'ın gözlerine bakmamaya çalışsam da başarılı olamadım. Bu soğuk, tehditkâr adamın bakışları içimde bir ürperti yarattı. Bir sene önce hayatını kaybeden üvey abim, saçma sapan işlere bulaşıp ardında devasa borçlar bıraktığından beri, hayatımız tam bir kâbusa dönmüştü. Onun gözü kara hareketlerinin bedelini şimdi biz ödüyorduk.
"Boş konuşma, Asel. Geçen hafta da aynı şeyi söyledin," diye homurdandı Nevzat, sesi karanlık bir tehdit gibi havada asılı kaldı. "ya abinin aldığı 500 bini ödersin ya da bu dükkanı senin de, o annen olacak nergisin de başına yıkarım!" Sesindeki keskin tehdit, tüylerimi diken diken etti ama esas canımı acıtan, annemin adını o cümlede geçirmiş olmasıydı. Kalbime bir bıçak gibi saplandı o an. Annemi de bu pisliğe bulaştırmak, benden alınabilecek en ağır şeydi.
"Annemi bu işe karıştırma, abi!" dedim, sesim yalvarır bir tonla çıkarken, gücümü toplamakta zorlandığımı hissediyordum. "Ben ödeyeceğim dedim ya..."
Nevzat, alaycı bir şekilde gülümsedi. Gözleri, yılların acımasızlığıyla donmuştu. "Anlamam ben onu bunu! Ya ödersin ya da seni de, ananı da o şerefsiz abinin yanına gömerim," dedi. Tehditler savururken adım adım bana yaklaşıyor, nefesiyle içimdeki korkuyu büyütüyordu. "Ya da seni gömmem, güzel kızsın sonuçta."
Bu iğrenç ima midemi bulandırdı. Kafamı çevirdim, ondan uzaklaşmak istercesine bir adım geri çekildim. Fakat Nevzat, zehirli sözlerine devam etti: "Ödeme yöntemini değiştirebilirsin," diyerek ne demek istediğini belli eden bakışlarla yaklaştı. Gözlerimi kaçırdım. Bedenim korkuyla titrerken, zihnim çok daha karanlık yerlere sürükleniyordu.
Geri adım attığımı fark eden Nevzat, pis bir şekilde güldü, suratındaki iğrenç gülümseme beni daha da tiksindirdi. "Sadece bir hafta, Asel," dedi, sözcükleri bir tokat gibi suratıma çarparken. Ardından, yanındaki adamlarla birlikte çıktı dükkandan. Kapının kapanışı, içimde koca bir boşluk ve karanlık bir korku bıraktı.
Ne yapacağımı bilmiyordum. Dizlerimin bağı çözülmüş gibi, yanımdaki sandalyeye tutundum. Midem kasılıyordu, başım dönüyordu. Nefes almakta zorlanıyordum.
"Belki dükkanı satsam?" diye düşündüm, ama bu düşünce içimde tarifsiz bir korku yarattı. Bu dükkan, sadece dört duvar ve birkaç masa değildi benim için. Bu yer, çocukluğumdu. Her köşesi, eski günlere, masumiyetime dair anılarla doluydu. Dükkana her adım attığımda burnuma gelen taze kahve kokusu, annemle burada geçirdiğimiz o güzel günleri hatırlatırdı. O zamanlar hayat basitti; içimde büyüttüğüm hayallerin gerçekleşeceğine inandığım o mutlu anlar...
Ama şimdi, her şey bir kabusa dönmüş gibiydi. Çocukluğum mahvolmadan önceki tek sığınağım bu dükkandı. Burayı satmak, sadece bir bina ya da iş yerini kaybetmek anlamına gelmiyordu; bu, hayallerimi, umutlarımı, geçmişimde kalan o güvenli yuvayı da kaybetmek demekti. Bir zamanlar güvenli ve huzurlu olan bu yer, artık bana yük gibi gelmeye başlamıştı. Korkunun, çaresizliğin ve kaybedeceğim her şeyin ağırlığı göğsüme çökmüştü.
Dükkanın raflarına gözüm ilişti; yıllar önce annemin elleriyle yerleştirdiği eski kahve fincanları oradaydı, her biri anılarla dolu. "Bu fincanları satmak mı?" diye düşündüm. Çocukken annemin kahve yaparken bana anlattığı hikayeleri hatırladım; güvende olduğum o zamanları. Şimdi ise, bu dört duvar arasında yalnız hissediyordum.
Dükkanı satmak, geçmişimi satmak gibiydi. Ve bu fikir, içimde bir şeyleri daha da derinden kırıyordu. Üvey abim yüzünden hayatımın mahvolduğunu hissediyordum. Yüzünü bile doğru dürüst hatırlamadığım, o sorumsuz adamın bıraktığı bu yük, hem beni hem de annemi derin bir çıkmaza sürüklemişti. Onun borçları yüzünden şimdi her şey tehlikedeydi. Bizimle ilgisi olmayan adamlar, hayatımızı paramparça etmek üzereydi ve ben elimden hiçbir şey gelmediğini hissediyordum.
1 hafta sonra
"Anne, ben geldim," dedim, elimdeki poşetleri kapının girişine bırakırken içimi tarifi zor bir heyecan kaplamıştı. "Ve bil bakalım sana ne aldım," diye ekledim, salona doğru yürürken içimdeki mutluluğu gizleyemiyordum. Annemin uzun zamandır istediği fincan takımı elimdeydi; sonunda ona sürpriz yapmanın heyecanıyla doluydum.
Fakat bir anda, adımlarım ağırlaştı. Salona girdiğimde her şey durdu. Kalbim göğsümde hızla çarparken, gözlerim korku dolu bir manzaraya takıldı. Salon darmadağındı. Koltuklar devrilmiş, sehpanın üzerindeki her şey yere savrulmuştu. Sanki burada bir boğuşma yaşanmıştı. Gözlerim hızla annemin her zaman oturduğu koltuğa kaydı; koltuk yana devrilmiş, boş bir şekilde yerde yatıyordu. Boğazım düğümlendi, ellerimde tuttuğum fincan takımını sıkıca kavradım ama o an ellerimden kayıp yere düştü. Fincanların parçalanma sesi odada yankılandı, o ses beni gerçeğe çekip, bir şeylerin korkunç derecede yanlış gittiğini hatırlattı.
Hızla odaları aramaya başladım. Her kapıyı açıyor, her köşeyi kontrol ediyordum, ama nafile. Annem yoktu.
"Anne!" diye bağırdım, sesim boş duvarlara çarpıp yankılandı ama hiçbir cevap gelmedi. Panikle tüm evi bir kez daha dolaştım, ama annem yoktu. Bu gerçek zihnime kazındığında kalbim yerinden fırlayacakmış gibi çarpmaya başladı.
Salona geri dönerken telefonum çalmaya başladı. Ekrana baktım, numara kayıtlı değildi. Elllerim titreyerek açtım telefonu. Karşı taraftan gelen ses, tüylerimi diken diken etti. Nevzat'ın sesiydi. O karanlık, tehditkâr tonla konuşuyordu.
"Anladığım kadarıyla annenin yokluğunu fark etmişsin," dedi gülerek. O gülüş kulaklarımda yankılandıkça sinirlerim daha da gerildi. "Yazık, annen adını çok sayıklıyordu."
Bu sözler, beynimin içinde patlayan bir kurşun gibiydi. Kanım dondu, vücudumun titrediğini hissettim. İçimdeki korku hızla yerini öfkeye bıraktı.
"SENİ ÖLDÜRÜRÜM NEVZAT!" diye haykırdım, sesim evin dört bir yanına yayılırken boğazım yırtılırcasına bağırıyordum. "ANNEM NEREDE? Eğer ona zarar verirsen seni gebertirim!"
Ama Nevzat, söylediklerimden sanki zevk alıyormuş gibi sakince cevap verdi. "Anneciğin yaşıyor, Asel... Ama çok vakti kalmadı." Sesi buz gibiydi, her kelimesi içimi ürpertti. "Hatta... sadece 43 dakikası kaldı."
"SEN NE SAÇMALIYORSUN!" diye bağırdım kontrolümü kaybederek. Ellerim o kadar sıkılıydı ki tırnaklarım avuçlarımı acıtıyordu. "ANNEM NEREDE?"
Nevzat, sözlerimi duymazdan gelerek devam etti, her kelimesi bir diğerinden daha ürperticiydi. "İstersen pazarlığa başlayalım, Asel."
"Ne pazarlığı? Saçmalamayı kes, Nevzat!" dedim hızla, öfkeyle. Ama o, buz gibi sakinliğini hiç bozmadan devam etti.
"Abinin şu borcu... artık 700 bin oldu."
Bir an sessizlik çöktü. Nefesim hızlandı, başım dönmeye başladı. Abim... O ölmüştü. Onun açtığı bu lanet borç, hâlâ peşimizi bırakmıyordu.
"Abim öldü, Nevzat. Artık bu saçmalığı bitir!" dedim öfkeyle, ama o yine gülmeye başladı, alaycı bir kahkaha attı.
"Nıç," dedi kısaca. "Ya 700 bini şehrin çıkışındaki depoya getirirsin, ya da annen... 38 dakika içinde tek bir kurşunla huzura kavuşur."
Söylediği her şey, sanki bir çekiç gibi kafama indi. Telefon elimden kayıp yere düştü. Dünya bir anda sessizleşti, etrafımda her şey silindi. Dizlerimin bağı çözüldü, yere düşmemek için duvara yaslandım ama dengemi kaybetmiş gibiydim.
Annem... O şu an tehlikedeydi, çaresizce yardım bekliyordu. Nevzat'ın tehditleri kulaklarımda çınlarken, kalbimdeki korku bir girdap gibi beni içine çekiyordu.
Hızla çantamı kaptım, kalbim göğsüme sığmıyordu. Ayaklarım beni taşıyamaz haldeydi ama kararlıydım. Kendi odama adeta uçarcasına girdim, kapıyı hızla kapatıp minderi kenara ittirdim. Yatağın altındaki silaha uzandım. Soğuk metalin elime değdiği an, içimde bir titreme hissettim ama bu titreme korkudan değildi.
Bu gece her şey değişecekti. Nevzat'ın son gecesi olacaktı. Annemi... benim tek ailemi tehdit etmenin ne demek olduğunu ona gösterecektim.
Silahı elime alırken dudaklarımdan yalnızca bir fısıltı çıktı, "Geç değil... Hâlâ vaktim var." Parmaklarım silahın kabzasını sıktı, gözlerim karanlığa odaklandı. "Halledeceksin," dedim kendi kendime. "Merak etme, her şeyi yoluna koyacaksın."
Kendime güvenmek zorundaydım, çünkü bu gece geri dönüş yoktu.
15 dakikalık bir yolculuğun ardından, şehrin karanlık sınırındaki o terkedilmiş depoya varmıştım. Kalbim hızla atıyordu, adımlarım sanki yerle temas etmiyormuş gibi koşarak içeri girdim. Havada metal ve tozun keskin kokusu vardı; karanlık duvarlar üzerime çöküyor gibiydi.
"Anne!" diye haykırdım, sesim depodaki boşluklarda yankılandı. "Anne, geldim!"
Hiçbir yanıt yoktu. Gözlerim karanlıkta dolaşırken, nefesimin hızlandığını hissettim. "Anne, ses ver!" diye bağırdım bir kez daha, içimdeki panik büyürken. Sonra, boğuk ve kesik bir inleme sesi duydum. Tüm dikkatimi o yöne verdim, sesin geldiği yere doğru koştum.
Ve işte oradaydı... Annem.
Gözlerim doldu. Benim kıymetlim, bir sandalyede elleri, ayakları ve ağzı bağlı bir halde oturuyordu. Saçları darmadağındı, yüzü solgun. O sevgi dolu, her zaman bana umut veren ela gözleri şimdi korkuyla dolmuş, yaşlarla bulanmıştı. İçimde bir fırtına koptu.
Hızla annemin yanına vardım, ellerim titrerken ağzındaki bağı çözmeye çalıştım. "Tamam anne, buradayım. Seni çıkaracağım buradan," diye fısıldadım. Parmaklarım çözmeye çalışırken, arkamda yankılanan bir alkış sesi duyuldu.
"Eee, para nerde Asel?" Nevzat'ın o tiksindirici sesi. Midem bulandı. Tek bir saniye bile düşünmeden belimdeki silahı çıkarıp ona doğrulttum. O anda annemin arkamdan korku dolu çığlığı yükseldi. O sesi... öyle duymak, içimi paramparça ediyordu.
Nevzat alaycı bir gülümsemeyle ellerini havaya kaldırdı, teslim oluyormuş gibi yapıyordu. "Ah be Asel, eline de silah hiç yakışmıyor," dedi, sanki eğleniyormuş gibi. Gülümsemesi bir anlığına kesildi, yüzüne bir ciddiyet çöktü. "Peki, paramı veriyor musun yoksa ikinizi de burada öldüreyim mi?"
Onunla göz göze geldim, avcının avını süzdüğü gibi. "Kim kimi öldürüyor, Nevzat?" dedim, alayla gülerek. "Ya bizi bırakırsın ve çıkarız, ya da buradan öyle ya da böyle seni öldürmeden gitmem." Sesimdeki soğukluk içimdeki korkuyu bastırmaya yetmiyordu ama bunu ona asla belli etmeyecektim.
Annemin arkamdan gelen çaresiz ağlamalarını duymamak için kendimi zorladım. Korktuğunu biliyordum, titrediğini hissediyordum ama onun başına burada hiçbir şey gelmeyecekti. Buna izin vermezdim. İkimiz de sağ salim çıkacaktık buradan, buna inanmak zorundaydım.
Nevzat, yüzüne bir gülümseme daha yerleştirerek, "Bu kadar cesaretli olduğunu bilmiyordum," dedi. "Ama merak etme Asel, ben de boş değilim."
Bir şeylerin ters gittiğini anlamaya başlamıştım. Depodaki karanlık ansızın yerini parlak ışıklara bıraktı. Gözlerim kısılırken, içeride bir sürü adamın belirdiğini gördüm. Her biri silahlıydı, bir adım geri çekildim ama silahı hâlâ sıkıca tutuyordum.
İçimdeki korku büyüyordu ama bu korkunun beni ele geçirmesine izin veremezdim. Gözlerimi Nevzat'a dikip alaycı bir tonda, "700 bin için mi bu kadar zahmete girdin?" dedim. Sözlerim onu rahatsız etmişti, yüzündeki gülümsemeyi bir anlığına kaybetti. Ama çabucak toparlandı.
"Ah, o paranın ne için olduğunu bilsen çok daha fazlasını yapardın Asel," dedi, gözlerinde o tanıdık tehdit parıltısıyla. "Şimdi parayı veriyor musun, yoksa ikinizi de burada öldüreyim mi?"
Annemin arkasındaki ağlamaları şiddetlenmişti. Nefesim kesilir gibi oldu ama belli etmemeye çalıştım. Titriyordum, ama ne yapmam gerektiğini biliyordum. Nevzat ağır adımlarla bana doğru ilerlemeye başlayınca, silahı daha sıkı kavradım.
"Gelme, sıkarım!" dedim, sesim titreyerek.
Bir adım daha attı. Silahın ucu artık onun göğsüne dayanmıştı. "Hadi sıksana Asel. Sık ki anneni ve seni öldüreyim," dedi soğukkanlılıkla. "Buradan canlı çıkma ihtimaliniz yok."
Gözlerim Nevzat'ınkilerle buluştu. Ellerim terliyordu, nefesim düzensizdi. Ama bu karanlık depoda, umudun en ufak ışığı bile elimdeydi. Bugün burada kaybetmek yoktu.
Derin bir nefes aldım, kalbimin atışlarını zorlukla sakinleştirmeye çalışarak. Elimdeki silahı daha sıkı kavradım, tetiğe bastırmaya hazırdım. O anda, deponun büyük kapıları bir gürültüyle açıldı. İçeri siyah saçları, keskin bakışlarıyla o adam girdi; Caner Yiğiter. Arkasında adamları vardı, ama depoyu dolduran sadece onun varlığıydı. Göz göze geldik. İlk önce bana baktı, sonra yutkunduğunu fark ettim. Gözleri elimdeki silaha, ardından silahı doğrulttuğum Nevzat'a kaydı. Kaşları çatıldı, yüzünde hem sorgulayan hem de kızgın bir ifade belirdi.
"Hayırdır Nevzat, ne bu halin?" diye sordu, sesi soğuk ve kontrol altında.
Bense bakışlarımı Nevzat'a çevirdim. Onun, Caner'den korktuğunu anlamak hiç zor değildi. Yüzündeki tereddüt, bakışlarındaki korku, sanki az önce bana tehditler savuran adam gitmişti.
"Yok bir şey, Caner Bey," diye kekeledi Nevzat, sesi titriyordu. "Bir işim vardı, bitiriyordum şimdi."
O an her şey bir anda gelişti. Nevzat hızla belindeki silahı çekti ve bana doğrulttu. Gözlerim büyüdü, ama tepki verecek kadar hızlı değildim. Silahın namlusu üzerime çevrilirken, bir el silah sesi yankılandı. Tüm vücudum olduğum yerde kaskatı kesilirken gözlerim olayı anlamaya çalışıyordu. Caner, soğukkanlı bir hareketle Nevzat'ı elinden vurmuştu.
Şokla bir iki adım geriye sendeledim. Korku midemi sıkıştırmıştı. Nevzat'ın çığlıkları depoyu doldurdu; sanki bir domuz gibi inliyordu. Elinin ortasında koca bir kurşun deliği vardı, kan avucundan akıyor, yere damlıyordu.
"Ne zamandan beri kadınlara silah çeker oldun, ha Nevzat?" dedi eğlenir bir biçimde Annemin önünde durdum, vücudumla onu bu dehşet dolu manzaradan korumaya çalışıyordum. Annem arkamda ağlıyor, feryat ediyordu, ama şimdi ona bakmak, onu sakinleştirmek için zamanım yoktu. Gözlerim tekrar Caner'e döndü. O da bana bakıyordu, yüzünde ifadesiz bir duruş vardı. Olan biteni sanki sadece bir formaliteymiş gibi izliyordu. Ardından tekrar Nevzat'a yöneldi.
"Benim işimi sormadın Nevzat," dedi soğuk bir tonla. "Oysa ki ben buraya seni almaya gelmiştim."
Nevzat acı içinde çırpınmaya devam ederken, bir an tereddüt etmeden adamlarına döndü. "Hepsini gebertin!" diye emir verdi.
O an deponun içi kaosa sürüklendi. Her yer silah sesleriyle doldu. Caner'in adamlarıyla Nevzat'ın adamları arasında bir çatışma patlak vermişti. Refleksle hemen annemin bağlı olduğu sandalyenin üstüne kapandım, vücudumu onun üstüne siper ettim. Kurşunlar her yandan vızıldayarak geçiyordu; başımızın üstünden mermiler uçuşurken, ipleri hızla çözmeye başladım. Ellerin titriyor olsa da, annemi özgür bırakmaktan başka çarem yoktu. Bir an bile zaman kaybedemezdim.
Başımızın üstünden kurşunlar geçiyor, her biri bir can alıyor gibiydi. Her şey çok hızlı ve kaotik ilerliyordu. Annemin bağlarını çözmeyi başardığım anda, onun elini tutup hızla bir tankın arkasına koştuk. Nefes nefese kalmıştım. Sırtımı soğuk metal duvara yasladım, başımızı aşağıda tutarak nefes almaya çalıştık.
"İyi misin anne?" diye sordum, hızla annemin yüzünü okşarken, onun da hayatta olduğundan emin olmak istiyordum.
"İyiyim, iyiyim kızım, ya sen? Senin bir şeyin yok değil mi?" dedi annem, sesi endişeli ve titriyordu.
Kafamı salladım, dudaklarımı sımsıkı kapatarak korkuyu bastırmaya çalıştım. Ama burada güvende değildik. Kafamızı bile kaldıracak cesaretimiz yoktu. Her yana çarpan kurşunlar, olduğumuz yeri cehenneme çevirmişti. Çıkış yolu aramaya çalışırken, her seferinde bir kurşun sesi bizi daha da aşağıya bastırıyordu. Dışarı çıkmak bir ölüm kalım savaşıydı. Ama buradan çıkmalıydık. Ne olursa olsun.
Annemi sıkıca tuttum. Bu depodan sağ çıkacaktık, başka bir seçenek yoktu.
Annemin eli titreyerek benimkini sıkıyordu, o an onun kalp atışlarını avcumda hissettim; hızlı, düzensiz, korkuyla atan bir kalp... Onu buradan sağ çıkarmak zorundaydım. Kaçınılmaz bir sorumluluk omuzlarıma çökmüştü.
Bir an için çatışmanın şiddeti azaldı, sanki her şey yavaşlamış gibiydi.
Annemin elini sıkıca kavradım ve birlikte deponun karanlık koridorunda koşmaya başladık. Kalbim göğsümde deli gibi çarpıyordu; çıkışın hemen önümüzde olduğunu biliyordum. Adımlarımız hızlandıkça, umut da büyüyordu içimde. Fakat birden bire, o an... Sanki zaman durmuştu. Önümüzde bir adam belirdi, karanlığın içinden çıkmış gibiydi. Silahını bize doğrulttuğunda gözleri, gecenin karanlığını delen tehditkâr bir ışıkla parladı. Her şey bir anda dondu. Gözüm adamın parmağına kaydı; tetiğe dokunduğu an tüm dünyamın karardığını hissettim.
Annemin sesi, bir çığlık değil, hafif bir fısıltı gibi kulağıma ulaştı: "Asel, dikkat et!" O saniyelik fısıltı beni gerçekliğe geri çekti. Refleksle geriye doğru adım attığımda, annem beni iterek vücudunu bana kalkan yaptı. Sanki o an, içgüdüsel bir şekilde beni korumak için son kez savaşan bir kahramandı. Ama kahramanlar her zaman hayatta kalmazlar...
Kurşun sesi havayı delip geçti. Gözlerim büyümüş, dehşetle anneme bakıyordum. Kurşun onu bulmuştu. Sanki her şey ağır çekimde gerçekleşiyordu. O an, çevremdeki her şey sessizliğe gömüldü. Dünya sessizleşti, tek duyduğum şey kendi kalp atışlarım ve annemin ağırlaşan nefesiydi. Gözlerim, annemin beyaz bluzuna odaklandı; küçük bir kırmızı leke, yavaşça büyüyerek göğsünü kaplamaya başladı. Zaman o an sonsuzluğa uzadı, hiç bitmeyecekmiş gibi. Her şey donmuştu. Gözlerimden yaşlar süzülürken sadece onun acısını izleyebiliyordum, ama ellerim bağlı gibiydi, çaresizdim.
"Anne..." Sesim titrek ve güçsüzdü. Kelimeler ağzımdan dökülürken, içimdeki korku derinleşti. Ona bir adım bile atamamıştım. Yalnızca bakıyordum, öylece duruyordum. Ellerimle onu yakalayıp düşmesini engellemeye çalıştım, ama kollarımda ağırlaşan bedeni, ölümün soğukluğuyla beni vurdu. "Hayır... hayır!" diye fısıldadım, ellerim titrerken. Annemin gözleri kısılmış, bana bakıyordu. O ela gözler, hala bir umut taşıyormuş gibi, bana bir şeyler söylemek istiyordu ama ben sadece o gözlerdeki acıyı görebiliyordum.
Dudakları hafifçe kıvrıldı, yüzüne zayıf bir gülümseme yayıldı. Sanki beni sakinleştirmeye çalışıyordu. "Ben bir yere gitmiyorum, Asel..." dedi. Sesi zayıf, ama hala şefkat doluydu. "Hep yanındayım... kalbindeyim..." Çocukluğumda bana söylediği o güven verici sözler, şimdi boğazımda düğümlenmiş bir veda gibi yankılandı. Ama bu kez sözler hiçbir şeyi düzeltmeyecekti. Bu kez, geri dönüş yoktu. Annem gidiyordu, hayatı yavaşça gözlerimin önünden çekiliyordu.
Nefesleri ağırlaştıkça, elimi daha sıkı tuttu. Ama o sıcak el yavaşça soğuyordu. Gözlerinden süzülen bir damla yaş yanaklarından akıp gitti, sonra göz kapakları yavaşça kapandı. "Hayır... hayır!" dedim, içimde yükselen çaresizlikle bağırarak. "Anne, uyan! Beni bırakma!" Sesim boşlukta yankılandı, kimse beni duymuyordu. "UYAN! ANNE, KALK!" diye haykırdım ama nafile. Bütün bağırışlarım, çırpınışlarım, her şey boşunaydı.
Annemin bedeni artık kollarımda ağırlaştı, soğudu. Oysa onun sıcaklığı, onun kokusu, her şey o kadar tanıdıktı ki. Ama şimdi bu tanıdık sıcaklık yavaş yavaş yok oluyordu. Kollarımda sadece derin bir boşluk ve tarifsiz bir acı kaldı.
Annemin bedeni kollarımda ağırlaşmıştı ama onu bırakamıyordum. "Anne, lütfen..." diye fısıldadım, sanki sadece daha yavaş konuşursam, onu kaybetmemiş olacaktım. Sanki hala bir yol vardı, onu geri getirebileceğim bir an. Ellerimle yüzünü okşadım, titreyen parmaklarım yanaklarına değdi. "Uyan... N'olur uyan..." Dudaklarım, titreyen sesiyle dualar mırıldanıyordu. Gözlerini yeniden açması için yalvarıyordum. Birazdan açılacak, bana bakacak ve her şeyin bir kâbus olduğunu söyleyecekti. Buna inanmak istiyordum. Bu gerçek olamazdı. Bu kadar basit bir şekilde bitmemeliydi.
"Sakın beni bırakma! Annem, gitme..." diye hıçkırıklarla içimden haykırdım. Zamanın dışına itilmiş gibiydim. Dünya durdu ama annem... O, hep yanımda olması gerekiyordu. Sesim tükenmişti, sadece boğuk fısıltılarla konuşabiliyordum. "Ben sensiz ne yaparım, anne?" Sanki ne kadar çok konuşursam, o kadar çok burada kalacaktı. Onu unutturmamak için cümlelerimle bağlanmaya çalışıyordum, ona sarıldıkça daha sıkı tutunuyordum. Kollarımda değil de, hala yaşıyormuş gibi.
Gözlerinden akan yaşları silmek için elimi uzattım. Ama dokunduğumda, o tanıdık sıcaklık yoktu. Annemin göz kapaklarına hafifçe vurdum. "Uyan... Hadi ama, bak bana." Her vuruşta, her fısıltıda, onu geri getireceğimi sanıyordum. "Beni bırakmazsın, sen hep güçlüydün... Sen hep yanımdaydın. Şimdi de yanımda kal, ne olur." Ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım, yanıt yoktu. Yalnızca sessizlik. Öyle derin bir sessizlik ki, içimde büyüyen o kara boşluğun her yerimi kapladığını hissettim.
Yüzünü ellerimin arasında tuttum, sanki ona biraz daha dokunursam geri dönecekmiş gibi. "Bu gerçek olamaz," diye fısıldadım. "Bana bunu yapmazsın... Gitmezsin. Her şey düzelecek, değil mi?" Zihnim, hala olanları kabullenmeyi reddediyordu. Onunla geçirdiğimiz anlar, bana anlattığı hikayeler, güldüğümüz o anlar gözümde canlanıp duruyordu. Bu, böyle bitemezdi. Böyle olmamalıydı.
Ama ne kadar haykırsam da, ne kadar seslenirsem de, annemden geriye kalan sadece o soğuyan bedeni, sessiz nefesleri ve gittikçe derinleşen bir boşluktu. Her nefes alışımda içime çektiğim hava bile farklıydı. Artık onsuz nefes almanın ne kadar zor olacağını o an anlamıştım.
"Gitme..." diye tekrar ettim, bu kez daha zayıf bir sesle. Gözlerimden akan yaşlar yanaklarımı yakarken, içimdeki her şeyin parçalandığını hissettim. Dünya, eski dünyam değildi artık. Annem gitmişti, ama ben hala onu uyandırmaya çalışıyordum.
O an gözlerim Nevzat'ı gördü. Yerde kanlar içinde annemi bırakıp kaçmaya çalışıyordu. Gözümün kenarındaki öfke sisinden onu seyrederken, yerde duran silahı fark ettim. Hiç düşünmeden silahı aldım ve Nevzat'ın bacağına doğrultup tetiği çektim. Silah patladığında Nevzat acı dolu bir çığlıkla yere yığıldı. Her şeyi unutmuş gibiydim, sadece nefret vardı içimde. Öfkem, kederim, acım gözlerimi kör etmişti.
Koşarak yanına gittim, elime geçen silahla onun üzerine doğrulttum. "Senin yüzünden!" diye bağırdım, sesim depoda yankılandı. Tetiği bir kez daha çektim. Bir el daha... Bir el daha... Silah patlamaya devam ettikçe Nevzat'ın yüzü tanınmaz hale geldi. Her patlama, içimdeki yangını biraz daha harlıyordu, ama sönmüyordu.
Dizlerimin üzerine çöktüm, içimdeki ağırlık beni yere yapıştırmıştı. Bağırıyordum, hıçkırıklarım deponun içinde yankılanıyordu. Sonra bir beden bana sarıldı, beni kavrayıp kucağına aldı. "Çıkmamız lazım, Asel," dedi yabancı ama bir o kadarda tanıdık bir ses, sert ama aynı zamanda sakin bir tonla.
Kafamı kaldırdım, o adam... Caner'di. Gözlerim yaşlarla doluyken, sarsak bir şekilde "Annem içerde..." diye fısıldayabildim. Sanki geri dönebileceğini umuyordum, sanki bir mucize olabilirdi. Ama annem geri dönmeyecekti. Caner beni hızlıca dışarı çıkarmaya çalışırken, içimdeki boşluk gitgide büyüyordu. Bu, onunla olan ilk karşılaşmamızdı. Ama son olmayacağını biliyordum.
2 Yıl Sonra (09.09.2018)
Tam iki yıl olmuştu. Ailemi toprağa verişimin, annemi kaybedişimin üzerinden geçen koskoca iki yıl. Zamanın nasıl geçtiğini bile anlamamıştım; acı hâlâ içimdeydi, ama artık eskisi kadar yakıcı değildi. İçimde derinlerde bir yerde saklıydı, tıpkı kapanmayan ama kanamayı bırakan bir yara gibi. Yavaş yavaş alışmaya başlamıştım, ama alışmak hiç unutmamak demekti.
O karanlık depodan çıktığımda, Caner yanımdaydı. Beni kurtaran o olmuştu. Yalnızca hayatımı değil, sanki ruhumu da kurtarmıştı. O gece beni evine götürdü, bana acımı yaşama alanı tanıdı. Hiç acele etmedi, sadece yanında olmama izin verdi. O gün içimde ona karşı derin bir bağlılık filizlenmeye başladı. Hayatımda hiç kimse bana böyle sahip çıkmamıştı. Caner, bunu yaparak sadece beni o cehennemden çekip çıkarmakla kalmamış, bana güvenin ve huzurun ne demek olduğunu öğretmişti.
Zamanla, onun bana her bakışında o güveni, o sıcaklığı hisseder olmuştum. Şimdi ise onunla iki aylık bir ilişkim vardı. İkimiz de yaralarımızı sarıyorduk; o benim içimdeki acıları iyileştiriyor, ben de onun karanlık geçmişindeki derin izleri hafifletmeye çalışıyordum. Beraber geçirdiğimiz her an, sanki birbirimizin eksik parçalarını tamamlıyorduk.
O gün, depoda, eski hayatımı geride bırakıp Caner'le yeni bir hayata adım atmıştım. Ama zamanla onun da sırları olduğunu fark ettim. Caner, yeraltı dünyasında adı saygıyla anılan biriydi; herkesin korktuğu, ama bir kişinin gölgesinde duran bir adam. O kişiyi bana asla söylememişti, ama biliyordum ki o isim, Caner'in de hayatındaki en büyük sırrıydı.
Şimdi ise Caner'in evindeydim, kahvaltı hazırlıyordum. Salatalığı doğradım ve tabağa yerleştirdim. Sessizlik, bir süreliğine huzurla dolmuştu. Elimdeki tabakla masaya doğru ilerlerken, Caner'in evin geniş merdivenlerinden aşağı doğru inmeye başladığını fark ettim. Siyah gömleği ve pantolonuyla her zamankinden daha çekici görünüyordu. Gömleğinin birkaç düğmesi açıktı; beni gördüğünde kolundaki düğmeleri iliklemeyi bıraktı ve o tanıdık, sıcak gülümsemesiyle bana baktı.
Ben ise dağınık bir topuzla, kısa şortum ve tişört pijamalarımla kahvaltı hazırlayan sıradan biri gibiydim. Oysa Caner'in gözünde her zaman farklı bir anlam taşıyordum.
"Nasıl her halinle bu kadar güzel olabiliyorsun?" diye sordu yumuşak bir sesle. Gülümseyerek başımı eğdim, "Abartma Caner, o kadar da değil," dedim. Ama o gülümsemeye devam ederek, "Hem güzel hem mütevazısınız yani," diye ekledi. Masaya yaklaşıp doğradığım salatalıklardan bir tanesini ağzına attı. Ben de onu taklit ederek aynısını yaptım, aramızdaki bu oyun kısa bir anlığına bile olsa beni güldürdü.
Sonra yanağıma bir öpücük kondurdu. O öpücüğün bıraktığı yerde, o an sadece Caner'den gelen huzuru ve güveni hissettim. Onu seviyor muydum? Evet, bunu her hücremde hissediyordum. Ama bu sevgi, yalnızca ona duyduğum minnetten mi, yoksa gerçek bir aşktan mı kaynaklanıyordu, bilmiyordum. Sadece bildiğim bir şey vardı: Caner, benim için kaybetmek istemeyeceğim tek insandı.
Arka planda Caner'in aldığı küçük radyodan bizim şarkımız çalmaya başladı. Sezen Aksu'nun "Git..." şarkısı. İlk defa bu şarkıyı duyduğumda Caner'le sahilde yürüyorduk. "Bizim şarkımız olsun," demiştim ona, o da bana gülümseyerek "Bizim şarkımız olsun," demişti. O günden sonra, ne zaman yalnız kalsak, ne zaman birbirimize destek olsak, bu şarkı bizi birleştirirdi. Yeraltı dünyasının korkulan adamı Caner Yiğiter, bana bu şarkıyla huzur verir, kendisinden bile beni korurdu.
Caner masaya oturduğunda, ben de karşısına geçtim. Kahvaltıya başladık, ama her lokmamızda, her bakışımızda o şarkının melodileri içimize işliyordu. Beraber, sessizce mırıldanıyorduk sözlerini. Geçmişte bıraktığımız acılar ve yaralar, bu anda, bu masada kaybolmuş gibiydi.
Belki de Caner'le o gün depoda yeni bir hayata başlamıştım, ama şimdi o hayatın beni nereye götüreceğini bilemezdim. Tek bildiğim, yanımda onun olmasıydı. Ve onunla olduğum her an, içimdeki eksik parçalar biraz daha tamamlanıyordu.
Şarkının en sevdiğimiz kısmı geldiğinde, gözlerimiz birbirine kilitlenmişti. Sanki sözler bizi birbirimize biraz daha yakınlaştırıyordu. Birlikte, sesli bir şekilde şarkının o dokunaklı sözlerini söylemeye başladık:
"Git... Git... Gitme, dur ne olursun Gitme, kal yalan söyledim, Doğru değil, ayrılığa daha hiç hazır değilim. Aramızda yaşanacak yarım kalan bir şeyler var... Gitme dur, daha şimdiden Deliler gibi özledim..."
Caner'in gözleri yine gözlerimin ta içine bakıyordu. O bakışlarda başka kimsenin anlamayacağı bir sıcaklık vardı. Sanki her bana baktığında, içimde derin bir huzur dalgası yayılıyordu. Onun gözleriyle buluştuğumda, bütün acılarım silinip gidiyordu. Beni o an, tam da olduğum yerden çekip çıkarıyor ve güvenli, korunaklı bir alana taşıyordu.
Şarkının son notaları havada yankılanırken, ben sessizce kahvaltı masasını toplamaya başladım. Caner de işe gitmek üzere ayağa kalktı. Ama gitmeden önce, her zamanki gibi sımsıkı sarıldı bana. Kollarını bedenime dolarken, o tanıdık güven ve sıcaklık bir kez daha içimi sardı. O kolların arasında, kaybettiğim tüm sevdiklerimin yokluğunu bir nebze olsun unutur gibi oluyordum. Artık ailemden kalan tek kişi oydu.
Ben de aynı şekilde ona sarıldım, içimden geçen bütün minnet duygusuyla. O, benim için sadece sevgili değildi. Caner, hayatta değer verdiğim tek insandı. Artık ailem dediğim tek kişiydi. |
0% |