Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7.KAÇIRIYOR BENİ!

@yazziyolcusu

"Bırakma beni, ne olur," dedim, titreyen sesimle Caner'in hareketsiz yüzüne bakarken. Kalbim, göğsümde çaresizce çırpınıyordu. "Yapma bana bunu, ne olursun," diye fısıldadım, ama o hâlâ sessizdi, o hâlâ uzak...

 

Kelimelerim havada asılı kaldı, bir yankı gibi yankılandı o soğuk boşlukta. Cevap gelmeyince, çaresizce başımı çevirdim, adını daha yeni öğrendiğim o mavi gözlerin sahibine baktım. Onun bakışlarında aradım umudu. "Bir şey yap," dedim, sesim çatlaklarla doluydu. Sonra daha yüksek sesle, neredeyse hıçkırarak: "Bir şey yap!"

 

Ama o da sadece Caner'e bakıyordu. Gözlerinde biriken hüzün, mavi denizlerin kıyısına vurup geri çekilen dalgalar gibi silinip gidiyordu. Gözleri doluyor, sonra yine bir inatla kuruyordu. Sanki üzülmeye bile hakkı yokmuş gibi. "KURTAR ONU!" diye haykırdım. Fakat o, beni duymuyordu

 

Yanımdaki yabancıya bağırarak, son bir umutla seslendim: "YARDIM ET!" Ama sanki duvarlara çarpıp geri dönen sesim, ona hiç ulaşmıyordu. O an her şeyin gerçekten bittiğini fark etmeye başladım ama kabullenemiyordum. Kabullenmek... en zor olanıydı.

 

Caner'in elini avuçlarımın içine aldım, o tanıdık sıcaklığı hissetmeye çalışarak. Parmakları soğuktu, ama ben hâlâ umut ediyordum. "Hadi sevgilim, dön bana," dedim, fısıldar gibi. Fakat hiçbir tepki yoktu. Biliyordum... içimde bir yerlerde biliyordum. Ama kalbim kabul etmeyi reddediyordu.

 

Sıkıca elini tutup bir öpücük kondurdum, tam o anda kolumda bir soğukluk hissettim. Başımı çevirdiğimde, Atanın endişeli bakışları gözlerime kilitlenmişti. "Asel" dedi sanki beni korkutmak istemiyordu "Çıkmamız lazım." Sesindeki telaş beni çekip çıkarmak istiyordu bu karanlıktan.

 

"Hayır!" dedim, sesim boğazımı yırtarcasına. "Burada, sevgilimin yanında kalacağım." Bir elimle hıçkırıklarımın arasından burnumu sildim.

 

"Asel, çıkmamız lazım," dedi bu kez daha keskin bir tonda. Onun gözlerine bakarken sesinin altında yatan dehşeti hissettim, ama hareket edemedim. Derken gözüm deponun yanına kaydı. Benzin şişelerinin devrildiğini gördüm. Kafamda bir şeyler çakmaya başladı ne olduğunu anlamak için Ata'ya döndüm. Tam o sırada, bir adam depoya doğru bir çakmak fırlattı. Gözlerim o minik alevin kıvılcımlarına kilitlenmişken, zaman yavaşlamış gibi geldi.

Gözüm havadaki çakmağı izlerken birden Ata'nın "Eğil!" diye bağıran sesini duydum

 

Beni korumak istercesine kollarının altına aldı.

 

Ve sonra o kıvılcımın, benzin dolu zemine dokunuşuyla birlikte bir patlama oldu.

 

Bir anda her şey ateşe döndü. Deponun içi dev alevlerle doldu, duvarlar ateşin pençesinde çıtırdıyor, çatılar üzerinde çatırdıyordu. Sıcaklık ansızın üzerimize çöktü, nefes almak zorlaştı. Ateş hızla büyüyor, dumanlar havayı boğuyordu.

 

Korkuyla kapattığım gözlerimi açtığımda, bakışlarım Ata Uluöz'ün gözleriyle buluştu. Üzerime kapanmış, beni alevlerden korumaya çalışıyordu. Gözlerimiz birbirine kilitlenmişti; nefeslerimiz birbirine karışıyordu, tıpkı o gün havuzun kenarında, düşmekten son anda kurtardığı andaki gibi... Çok yakındık.

 

Gözleri, dudaklarıma kaydı. Ben ise onun her hareketini, bakışlarındaki ciddiyeti izlemeye devam ediyordum. O anın içinde hapsolmuş gibiydik.

 

Bugün bu depoda çıkan yangının bizi bu kadar derin bir şekilde saracağını, her şeyin bu kadar hızla kontrolden çıkacağını bilmiyorduk. Buradaki alevlerin yalnızca etrafı değil, bizi de kavuracağını tahmin edemezdik.

 

Ata, gözlerini dudaklarımdan ayırmadı; sadece izledi. O bakışlarındaki yoğunluk, alevlerin sıcaklığından daha yakıcıydı sanki. Ben ise hızla başımı çevirdim, onun koruması altından sıyrıldım. O da bu hareketime ayak uydurdu, bir an için kalkan olmayı bıraktı.

 

Kafamı tekrar Caner'e doğru çevirdim. Alevler hızla her yere yayılıyordu.

 

Gözlerim çakmağı atan adama döndü, dehşet içindeki bakışlarımı umursamadan kapıyı kapatarak kaçtı. Dışarıdan yankılanan kapı sesiyle içeride kapana kısılmıştık.

 

Ne yapacağımı bilmez bir halde önce Caner'e, sonra yayılan ateşlere baktım. Yangın, sanki her şeyi yutmaya kararlıydı. Zaman daralıyor. Alevler, Caner'in cansız bedenine yaklaşıyordu, yavaşça onu yutmaya hazırlanıyordu. Caner'in elini hâlâ bırakmamıştım. Ama duman her yanı sarmaya başlamıştı, gözlerim yanıyordu. Ciğerlerim, her nefesle ateşi içime çekiyordu.

 

Bir anda, beklenmedik bir güçle kollarımdan çekilerek havaya kaldırıldım. Ne olduğunu anlayamadan kendimi Ata'nın geniş omuzlarında buldum. Dünyam altüst olmuştu. Caner'in ellerinden koparılmıştım, aramızdaki bağ o kadar ani ve sert bir şekilde kesilmişti ki içimdeki acı patlarcasına dışarı vurdu. Gözyaşları yanaklarımı yakarak süzülürken, Ata'nın geniş omuzlarına yumruklarla vurmaya başladım.

 

"BIRAK BENİ!" diye haykırdım, sesimde çaresizlikle karışık bir öfke vardı. "CANERİMİ ALMADAN GİTMEM!" dedim, bu kez daha şiddetle yumrukladım omuzlarını. Ama Ata durmadı, sarsılmadı bile.

Gözü sadece tek bir yerdeydi: kapı. Her adımında onu biraz daha uzakta bırakıyordum, her nefesimde biraz daha ondan kopuyordum. Caner'in hareketsiz bedeninden gözlerimi ayıramıyordum.

 

Yangının kavurucu sıcaklığı her yanımızı sararken, boğazıma dolan duman nefes almamı iyice zorlaştırıyordu. Ciğerlerim alev alev yanarken, gözlerim Caner'e kilitlenmişti. Onsuz gitmek, hayatta kalmak... bu düşünce bile boğucuydu. İçimdeki tüm kuvvetle yine bağırdım: "BIRAK BENİ!" Sesim kısık ve öksürüklerle boğuluyordu artık, ama Ata beni duymazdan geldi. Beni kurtarmaya çalışıyordu, ama Caner'i geride bırakmak fikri kalbimi paramparça ediyordu.

 

Duman dört bir yanımızı sardıkça gözlerim ağırlaşıyor, kollarım Ata'yı yumruklamaya devam etmek istiyordu ama gücüm tükenmişti. "Caner, kalk," diye fısıldadım, neredeyse kendi sesimi duyamayacak kadar bitkindim. "Kalk Caner..." dedim tekrar, gözlerim yaşlarla dolmuş, her nefeste ciğerlerime dolan duman daha da ağırlaşıyordu. Artık ağlayacak gücüm bile kalmamıştı. Boğazım düğümlenmiş, sözlerim hırıltılı bir fısıltıdan ibaretti.

 

Tam o anda, kulağıma Ata Uluöz'ün derin ve kararlı sesi çalındı: "Seni buradan çıkaracağım, dayan!" dedi, sanki sözleri dumanın boğucu ağırlığını hafifletmek istercesine yankılanıyordu. Sesi, çevremdeki kaosun ortasında güven verici bir fener gibiydi, ama ciğerlerim yanıyor, her nefes almak giderek zorlaşıyordu.

 

"Caner'i bırakamam..." diye inledim, neredeyse kendim bile duyamayacak kadar güçsüz bir sesle. Göz kapaklarım ağırlaşıyor, her saniye bilincim karanlığa doğru kayıyordu. "Onu almadan gitmem... bırak beni."

 

Ata, adımlarını hızlandırarak kapıya yöneldi, sesi daha da sertleşti. "Önce sen!" Sesi sertti ama içinde bir telaş ve öfke de vardı, sanki beni kaybetmekten korkuyor gibiydi.

 

Ben ise nefessiz kalmıştım. Gözlerim kapanmak üzereydi, her şey bulanıklaşıyordu. "Ama Caner..." dedim güçsüzce, ellerim artık bomboştu. Oysa onu tutmam gerekiyordu.

 

Ata daha sert bir sesle, "Tamam ulan!Canerini de çıkaracağım. Ama şimdi sırtımda çırpınmayı bırakta seni kurtarayım!" dedi. Gözlerim karanlığa doğru kapandıkça, Ata'nın kapıya attığı tekmenin yankısı kulaklarımda çınladı. Ardından yüzüme vuran soğuk rüzgar, içimde bir şeyleri uyandırmaya çalışıyordu. Ama o rüzgar bile yetmedi, her şey yavaşça karanlığa gömülüyordu.

 

"Caner... lütfen..." diye fısıldadım son kez, ama sesim duyulmaz olmuştu.

 

Nefesim iyice tıkanmış, ciğerlerim yanarken her soluk daha da acı veriyordu. Vücudumun her bir parçası ağırlaşıyor, direncim tükeniyordu. Nefes alamadıkça, kalbimin atışlarını zorlukla hisseder olmuştum. Gözlerim artık kapanmamak için direnemiyor, bilinçsizce karanlığa çekiliyordum.

 

3 GÜN SONRA

 

Hastane odasının steril kokusunu burnumun derinliklerinde hissediyordum, ağır ilaç kokusuna karışmış bir garip ferahlık. "Durumu nasıl?" diye yankılandı bir ses, sanki uzaklardan gelen ama içimde bir yerlere dokunan bir ses. Gözlerimi açmak istedim, ama göz kapaklarım o kadar ağırdı ki, sanki asırlardır kapanmış ve açılmayı unutmuşlardı. Sadece sesleri duyuyordum.

 

"Doktor iyi diyor abi, birkaç güne taburcu olur."

 

Bu konuşmaların ortasında bir an bir sessizlik oldu. Ardından tanıdık o ses "Beni yalnız bırak."

 

Bu sesin kime ait olduğunu bildiğim halde, zihnim oyunlar oynuyor gibiydi. Hafifçe gözlerimi araladım, bir anlığına sadece o mavi gözleri gördüm. Ama o kadar kısa sürdü ki, gözlerim hızla yeniden karanlığa kapandı.

 

Ancak sesler hâlâ durmuyordu. Her adımda bana yaklaştığını hissettim, sanki ayak sesleri içimde yankı buluyordu. Ve sonra... Sonra o dokunuş. Yüzüme yaklaşan nefesini hissettim, ellerinin saçlarıma nazikçe dokunduğunu.

 

İçimde bir şeyler titredi, tüm bedeni uyuşmuş halde yatarken bu kadar tanıdık bir temas... Gözlerimi yeniden açmak istedim, o an onun yüzüne bakmak, kim olduğunu net olarak görmek... Ama bedenim buna izin vermiyordu. Sanki bir rüyanın içinde sıkışıp kalmış gibiydim. Sesini duyuyordum, kokusu odanın içinde dolanıyordu, ama ben ona ne dokunabiliyordum ne de görebiliyordum.

 

Bir süre sessizce durdu; gözleri, sanki yüzümde gezinen ince bir rüzgâr gibi dolaşıyordu. Derin ve mavi gözleri, karanlığın içindeki parıltılara benziyordu. Kalbimde bir şeylerin kıpırdadığını hissediyordum.

Ellerini saçımdan çekmeden derin bir nefes aldı

 

"Bilmiyordum," dedi, derin bir nefes vererek. Sesi pişmanlıkla doluydu, her kelimesi adeta ağırlık taşıyordu. "Caner'in sevdiğinin sen olduğunu..." Sözcükler boğazında düğümlenmiş gibiydi, çıkmak istemiyor gibiydi. "Bilmiyordum..." dedi yeniden, daha yavaş, daha kederli.

 

Gözlerim kapalıydı ama yüzümde hissettiğim bakışları, sanki karanlığımı delip geçen bir ışık gibiydi. Parmakları saçlarımda gezinirken, dokunduğu her yer yavaşça ısınıyor, içimdeki soğukluk hafiflemeye başlıyordu. Sadece sessizlik ve onun varlığı kalmıştı.

 

3 YIL SONRA

 

Açık camdan esen rüzgarın yüzümü okşamasıyla yavaşça gözlerimi araladım. Güneş, sabahın ilk ışıklarıyla odama dolmuş, hafif esinti ise baharın habercisi olmuştu. Yatakta doğrulurken derin bir nefes aldım, içimdeki boşluğa sızan bahar havası bile biraz olsun rahatlatmıyordu.

Çekmecenin üstündeki sürahiye uzandım, bardağımı doldurdum ve her sabah yaptığım gibi içmem gereken bir iki ilacıda ağzıma atarak suyu aceleyle içtim. Bugün, o günün üçüncü yıldönümüydü.

 

Caner'i kaybedeli tam üç yıl olmuştu. Göğsüm hala aynı şekilde sıkışıyor, her hatırladığımda nefesim daralıyordu. Tam üç yıldır onun yokluğuyla baş başaydım. O depoda olanları artık zor hatırlıyordum, zihnimde yalnızca tek bir kare netti: Canerin vurulduğu an ile yangının başladığı an. Ondan sonrası bulanık, karanlık... Gözlerimi bir hastane odasında açtığımı hatırlıyorum, ama beni oraya kimin getirdiğini nasıl geldiğimi kimse söylememişti. Aklım ise Canerin vurulması ve yangın dışında hiçbir şey sunmuyordu bana.

 

Yangını ve Caner'i düşündüğümde polise gitmiştim, belki Caner'e ulaşırım diye. Ama polisin cevabı karşısında sarsılmıştım: Çevrede yangın çıkmış bir depo yoktu ve o gün herhangi bir çatışma yaşandığından bile habersizlerdi. Sanki o gün yaşananlar yalnızca benim zihnimde var olmuş, gerçek dünyada hiç olmamıştı.

 

O günden sonra ne Caner'in bedenini bulabildim ne de o gün yanımda olan Ata Uluöz'ün. Onların varlığı, o yangınla birlikte yitip gitmiş gibiydi; hatıraları bile küller arasında kaybolmuştu.

 

Ama içimdeki o derin acı... Asla geçmiyordu. Tam üç yıldır neredeyse evimden hiç çıkmadım, çıkmayı aklımdan bile geçirmedim. Caner'i kaybettiğim günden beri ne onun evinin önünden geçebildim ne de kendi dört duvarımın dışına adım atabildim. Kayıp, içimde açtığı boşlukla beni ilaçlara mahkûm etti; her biri belki acıyı bir nebze dindirdi ama nöbetler peşimi hiç bırakmadı.

 

O günün gerçekliğini bile yavaş yavaş unuttuğumu hissediyordum. Sanki bir yanılsama, bir kâbustu o yaşananlar. Fakat her şeyin gerçek olduğuna beni inandıran bir şey vardı, ya da biri... Üç yıldır, Caner'i kaybettiğim o tarihte kapım çalınıyor ve açtığımda, yerde aynı fotoğrafla beyaz bir gül buluyordum.

 

Her yıl kapımın önüne bırakılan aynı kare: Karlar yağarken çektiğimiz o fotoğraf. Soğuktan titrediğimde, Caner'in lacivert beresi ve atkısını bana verip sıkıca sarıldığı anı yakalayan o kare... İkimizin yüzünde, belki de hayatımızdaki en sıcak gülümsemenin izi... Ama bu fotoğrafı oraya bırakanın kim olduğunu hâlâ bilmiyordum

 

Üç yıl boyunca her ay, neredeyse aynı saatte, kapı yine çalıyor. Ve açtığımda orada, paspasın üstünde, her seferinde bir çanta dolusu para buluyordum. İlk başlarda bu sahne beynime mıh gibi çakılmış bir korku filminden farksızdı; Gönderen kimdi, nerden beni bulmuştu, ne istiyordu? Belki beni takıntı haline getirmiş bir sapık... Belki de o gün, Canerle birlikte o davete katıldığımda yeraltı dünyasının çarklarına bir yerden istemeden dokunmuştum, beni bulmuşlardı ve şimdiyse izleniyordum.

 

Ama her ay, hiç değişmeden o çanta kapımdaydı. Bir not, bir iz, bir işaret bile olmadan, öylesine...

 

Paraya tek bir kez bile dokunmadım. Çantaları açtım, evet. İçindeki destelere dokunup soğuk yüzeylerini hissettim. Ama sonra yine odamdaki kilitli bölmeye koydum hepsini. Sanki bu paraya elimi sürsem, görünmeyen bir ipten çekileceğim ve geri dönmeyecek bir yola girecekmişim gibi bir his vardı içimde. Annemin vefatından kalan birkaç mülk ve onların kirası bana yeter de artardı; hayatımı böyle bir yükle, bu bilinmezliğin içine sürükleyemezdim.

 

Terliklerimi ayağıma geçirip, odamdaki uzun boy aynasının karşısına geçtim. Masanın üzerindeki gözlüğümü elime alıp taktım. Kendime baktım. Dağınık bir topuzla tutturduğum saçlarım uyku mahmurluğundan yer yer çözülmüş, yüzümde uykusuzluğun ince çizgileri... Üzerimde kısa bir şort ve pijamayla, kırılgan ve dağınık bir suretim vardı aynada. "Merak etme," dedim kendime usulca, "atlatacaksın."

 

Bir derin nefes daha çekip bakışlarımı aynadan uzaklaştırarak mutfağa ilerledim. Acelece bir kahvaltı hazırladım; önümdeki gevrek kasesinden bir kaşık ağzıma götürmüşken, mutfakta aniden yankılanan o sesle irkildim: "Güzelim..." Caner'in sesiydi bu. Boğazıma dizilen lokmayı zorla yutarken gözlerim salon kapısına kaydı, bir umutla baktım ama... Yine kimse yoktu.

 

Kırgın bir ifadeyle kahvaltıya devam etmeye çalıştım. Caner'in artık olmadığını kabullenmek, yüreğimde kapanmayan bir yara gibiydi. Sanki kendimi buna alıştırmak istercesine tekrarladım: "O öldü, Asel. Caner artık yok." Ama gözlerim doldu, boğazımdaki düğüm bir türlü geçmiyordu. Önümdeki gevrekle oynamaya başladım, ama aklım geçmişe saplanmıştı. Caner'in vurulduğu o an, içimde patlayan çaresizlik dolu çığlıklarım... Yangın...

 

Kendi kendime mırıldandım, "Acaba kurtuldu mu?" Ona her ne kadar veda etmiş olsam da bir yerlerde yaşadığına inanmak istiyordum. Ama öldüğünü biliyordum. O anı her hatırladığımda içimden bir şeyler kopuyordu. Nabzını ölçmeye bile cesaret edememiştim; ama teninin soğukluğu, göğsünün sükuneti... Hepsi, hepsi çoktan onu kaybettiğimi haykırıyordu.

 

Elleri titreyen bir çocuğun çaresizliğiyle fısıldadım, "Seni özlüyorum, Caner." Belki gidebileceğim, acımı paylaşabileceğim bir mezar taşın bile olsaydı, dedim içimden. Ama sana toprak bile çok görülmüştü. Ya yangından çıkamamışsa? Ya bedenin o alevlerde kül olduysa? Akılma gelen bu korkunç düşünceler durmaksızın zihnime üşüşmeye başlamıştı.

 

Tam o sırada gözlerim karardı. Ellerime baktığımda, parmaklarımı sıktığımı fark ettim. Başımda bir ağrı, beynimi kemirircesine zonkluyor, tüm bedenimi kilitleyip bırakıyordu. Lanet olsun... Yine bir nöbet geçiriyordum! Gözlerimde her şey kararıyor, beynimde uğuldayan bir boşluk, ellerimde istemsiz bir titreme. Ritmik bir sarsılma aldı bedenimi, kontrolümden çıkmış gibiydim. Artık hiçbir şey göremez oldum, sadece yere düşerken duyduğum o tek, ağır sesi işitebildim.

 

Gözlerim kapandı. İçimden durmaksızın geçmesi için dualar ediyordum...

 

Gözlerimi yavaşça araladığımda bir kaç saniye bekledim ve derin bir nefes alarak olduğum yerde doğruldum, başım zonkluyordu. Elimi başıma götürüp kendimi toparlamak için bir an durakladım; sonra yavaşça ayağa kalkıp mutfağa, tezgâha doğru yürüdüm. Henüz başımın etrafında dolaşan uğultular sönmemişti ki, kapının zili keskin bir yankıyla çınladı. Bir an olduğum yerde kalakaldım, yutkunarak kapıya doğru yürüdüm. İçimde, bilmediğim bir beklentinin burukluğu ile hafifçe gülümsedim. "Fotoğrafımız geldi, sevgilim," diye fısıldadım, dudaklarımda silik bir gülümsemeyle. Kapının koluna uzanarak derin bir nefes alıp verdim. Sonra yavaşça kapıyı açtım.

 

Kapıyı açar açmaz gözlerim donup kaldı. Karşımda, üç yıldır yüzünü bile görmediğim o adam, Ata Uluöz duruyordu.

 

O an, vücudumda bir ürperti dalgası gezindi. Giydiği siyah takım elbise ile bana doğru bakıyor o donuk, ifadesiz bakışlarını üzerimde gezdiriyordu; gözleri beni baştan aşağı, dağınık saçlarımı, yorgun bakışlarımı, üstümdeki eski tişört ve pijamalarımı inceliyordu.

Bakışları altıma giydiğim şorta kayınca vücudunun gerildiğini hissettim baktığı yerde fazla oyalandığını anlayınca tekrar yüzüme bakmaya başladı benimse kanım çekildi sanki; orada, kapının önünde olduğum yere mıhlanmıştım. Sertçe yutkundum ve kendime gelir gelmez kapıyı kapatmak için ittim. Fakat kapı tam kapanacakken araya bir ayakkabı girdi; tüylerim diken diken olmuştu.

 

"İçeri davet etmeyecek misin?" dedi Ata, sesi soğuk ve keskin bir bıçak gibi kesiliyordu. O tanıdık ses, o ağır, keskin ton... Korku ve öfkeyle titreyecek gibi oldum, "Git buradan," dedim, tüm cesaretimi toplayarak. Kapıyı ayağını çekmesi için daha güçlü ittirdim, ama hiç umursamadı. Tek bir hamlede kapıyı kendine doğru itiverdi, ve ben dengesizce geriye sendeledim. Kapı, duvara çarpıp yankılandığında gözlerimi kapattım.

 

Derin bir nefes alıp yeniden gözlerimi açtığımda, hâlâ orada duruyordu, bakışları hâlâ üzerimde. Ellerini pantolonun cebine koymuş bir şekilde

içeriye doğru bir adım atınca ben de içgüdüsel olarak geriye çekildim.

 

"Defol buradan," dedim; sesimdeki öfkeyi bastırmaya çalışsam da, kelimeler keskin ve titrek çıkmıştı. Sonra bağırdım, "Defol git buradan!" Sesim dört bir yana yayılıp yankılanırken, o hâlâ ifadesiz, sessizdi.

 

Bir anlığına sessizlik çöktü, sonra Ata, gözlerimin içine bakarak sakince konuştu.

 

"Asel, uzatmayacağım," dedi Ata, hafifçe burnunu çekerek bir adım daha benimle aradaki mesafeyi kapatmaya çalıştı. Karanlık gözleri, içindeki tehdidi gizlemeden üzerime düşüyordu. "Benimle gelmen gerekiyor."

 

Bu cümle ne demekti? Ne olduğunu anlamaya çalıştım, zihnim karmaşık düşüncelerle doluydu. Bunu nasıl söyleyebilirdi? Tam 3 yıldır bir kere bile görmediğim o adam nasıl gelip böyle bir şey söyleyebilirdi.

"Ne saçmalıyorsun sen!" dedim, öfkeyle bağırarak. Sesim, odanın içinde yankılanarak sanki ona meydan okur gibiydi.

 

"Sesine dikkat et!" dedi, tehditkar bir havayla, "Benimle geleceksin," dedi, bu sefer kesin bir emir verir gibi.

 

"Seninle hiçbir yere gelmiyorum!" dedim, ama söylediklerimle kendi cesaretimi sorguladım. Ata bana bir adım daha yaklaştığında, sırtımın soğuk duvara yaslandığını hissettim ve içimde bir ürperti belirdi. Korkmamaya çalışarak dimdik durmaya çabalıyordum.

 

"Nefesini fazla tüketme, Asel," diye ekledi, soğuk bir alaycılıkla. "Sana ne diyorsam onu yapacaksın." Aramızdaki mesafe, ona karşı koymak için son bir cesaret bulduğum an bir adım daha azaldı. Şimdi aramızda sadece birkaç santim vardı; onun nefesini hissedebiliyordum, ağır ve tehditkar.

 

Bakışlarımı gözlerinden ayırmadan kararlı bir şekilde, "Evime gelip bana emir veremezsin, Ata Uluöz," dedim, sesimdeki titremeyi bastırarak. "Senin sözünün bende bir önemi yok. Ben senin kullanacağın kuklalarından değilim."

 

O an, söylediklerimle ona meydan okumak istedim. Gözlerinde beliren kıvılcım, bu meydan okumanın altında yatan savaşı açığa çıkarıyordu. Hafifçe, alaycı bir gülümsemeyle başını eğdi; bu bakışlar, beni test eder gibi bir tehdit taşıyordu.

 

"Öyle mi?" dedi, sesinde acımasız bir alay. "Peki, bak bakalım nasıl geliyorsun." Ne dediğini anlamaya çalışırken, bir anda güçlü ellerini bileğimde hissettim. Tek bir hareketle, ani ve kararlı bir hamleyle beni omzuna attığında neye uğradığımı şaşırdım. Dünya başımın üstünde ters dönmüştü.

 

"Ne yapıyorsun sen? Bırak beni!" diye bağırdım, yumruklarımı sıkarak sırtına vurdum. O ise sanki bu çaresiz isyanımı duymazdan geliyordu, adımlarını hiç hız kesmeden atmaya devam etti.

 

Omzumda yankılanan sesi soğuk ve sakin bir tokat gibi çarptı: "Ne yapayım, seni müstakbel eşim yapmaya götürüyorum," dedi. Söylediği sözlerin ağırlığı başımdan aşağıya kaynar su gibi döküldü. Gözlerim yuvalarından fırlayacak gibi oldu; omzuna hızla vurmaya başladım.

 

"Ne saçmalıyorsun! İndir beni aşağıya!" Çığlıklarım merdivenlerde yankılanıyordu. Ama onun aldırdığı yoktu; beni omzunda sımsıkı tutarak hızlı adımlarla apartmanın merdivenlerinden inmeye devam ediyordu. Kalbim deli gibi çarpıyordu, içimdeki korku öfkeye karışıyordu.

 

"YARDIM EDİN!" diye bağırdım çaresizce. "YARDIM EDİN, BİRİSİ YARDIM ETSİN! ADAM KAÇIRIYOR BENİ!" Bağırışlarım apartmanın soğuk duvarlarına çarpıp geri dönüyordu ama tek bir kimse bile çıkmıyordu. Bir an umutla etrafı dinledim ama Ata'nın sesi sert bir bıçak gibi bağırışlarımı kesti.

 

"Hiç boşuna bağırma," dedi soğuk bir alayla. "Eğer tek bir kişi bile çıkarsa, şuracıkta vururum."

 

Sesi, içime bir korku dalgası gibi yayıldı. Gözlerim yuvalarında dolarken, çaresizce omzuna vurmaya devam ettim. "İNDİR BENİ!" diye hiddetle bağırıyordum ama o hiç aldırmıyordu; apartmanın ön kapısından dışarı adım attığında artık kurtuluşumun kalmadığını hissettim.

 

Kısa bir süre sonra beni siyah bir araca sertçe yerleştirdi. Kendimi hemen dışarı atmak için kapıya doğru hamle yaptım, ama daha kapıyı açamadan o iri eliyle kapıyı hızla kapatıp yüzüme çarptı. Kapıyı kilitleyip direksiyonun başına geçti. Motorun sesi, sabahı yırtar gibi çalıştı. Arabayla birlikte iki araç daha hızla arkamızdan geliyordu, gözlerimde tükenen bir umudun kırıntıları kaldı.

 

"N-ne eşi? Ne saçmalıyorsun sen!" dedim titreyen sesimi toparlamaya çalışarak. Ata ise gözlerini yoldan ayırmıyor, sert ifadesini bozmadan arabayı sürüyordu.

 

Son bir çırpınışla ona bakıp içimde kalan son öfkeyle, "Caner," dedim, "Caner beni sana emanet etti. Onun sözü senin için hiçbir şey ifade etmiyor mu?"

 

O anda, yüzünde hafif bir değişim oldu. Gözlerinde donuk, anlık bir tereddüt belirdi ama hemen kayboldu. "Sevdiğim, son nefesini verirken sana emanet dedi," diye fısıldadım, gözlerimden süzülen yaşları silmeden. "SEN BÖYLE Mİ EMANETE SAHİP ÇIKIYORSUN?"

 

O anda, sözlerim sanki bardağı taşıran o son damlaymış gibi bir etki yaratmış olmalı ki, Ata aniden frene bastı. Arabanın sertçe sarsılmasıyla birlikte, yüzünü bana doğru döndü ve gözlerime dikti bakışlarını. Sesi keskin ve sert, bir o kadar da tehditkardı: "Ağzından çıkan sözlere dikkat et!" dedi, o soğuk ses tonu içime işledi.

 

Arka koltuğa iyice sindim, korkumu belli etmemek için çırpınarak. Güçsüz hissetmemek için derin bir nefes aldım ve sesimi olabildiğince sakinleştirerek, "Ne eşi, neden bahsediyorsun sen?" diye sordum. Ancak sorumun cevabı, zihnimde uğuldayan bir bomba gibi patladı.

 

"Doğru duydun Asel," dedi gözlerini üzerimden ayırmadan, "Bugün seninle evleneceğim."

 

Sözleri kafamın içinde yankılanırken bir an, ne dediğini kavrayamadım, sonra anladığımda tüm bedenimi bir öfke sardı. Çığlık atarcasına haykırdım, "NE DEMEK EVLENECEĞİZ? SAÇMALAMA ATA! Üç yıldır yoksun, ortadan kaybolmuşsun, sonra dönüp evleneceğiz mi diyorsun?"

 

Derin bir nefes almak istedim ama boğazıma oturan düğüm buna izin vermedi. Sözlerim boğuluyor, yüzümdeki hırs gözyaşlarıma karışıyordu. Elimi yumruk yapıp gözlerimden süzülen yaşları silmeye çalıştım. Ama o... O hâlâ ifadesiz bakıyordu bana. Bakışlarında duvarlar vardı sanki, beni görmesine, anlamasına engel olan kalın duvarlar...

 

"Üç yıl geçti," dedim, sesimin ince bir sızıyla kırıldığını bile bile. "Ben sevdiğim adamı kaybettim, anlıyor musun?" Hıçkırıklarımı bastırmaya çalışırken içimdeki boşluğun soğukluğu dışarı vurdu, "Sen sevdiğini kaybetmenin ne demek olduğunu biliyor musun? Son üç yıldır nasıl hayatta kaldığımı biliyor musun?"

 

Başımı ellerimle tuttum, saçlarımı kavrayarak acımı bastırmak istedim ama nafileydi. "Her gün Caner'in sesini duyuyorum, her gün tonlarca ilaç içiyorum, nöbetler geçiriyorum. SEN kaybetmenin ne demek olduğunu biliyor musun?" Sesim çatallandı, titredi; ama Ata, hiçbir şey demedi. Cevap veremedi, sadece bakışları değişti, yüzündeki o soğuk ifade dalgalandı.

 

"Ve sen şimdi buraya çıkmış, bana 'evleneceğiz' diyorsun," dedim, acı bir tebessümle karışık, yıpranmış bir hırsla. Cevap veremiyordu, gözlerini yola çevirip suskunlaştı. Belki de ne söyleyeceğini bilemiyordu.

 

Bir anda sessizliği bozarak, "Biliyorum," dedi. Gözleri yolun sonsuzluğuna dalmıştı. "Sevdiğini kaybetmek ne demek, biliyorum Asel. Ve emin ol, seni en iyi ben anlarım çünkü... ben de canımdan çok sevdiğim birini kaybettim. Ben kardeşimi kaybettim Asel." Bu itirafın ağırlığı sesiyle birlikte içime vurdu; kalbindeki acıyı yüzünde, sözlerinde, o anda tüm bedeniyle hissettirdi.

 

Bir an sustuk, kalplerimizin taşıdığı yük, ikimizin arasındaki havayı kapladı. Derin bir nefes aldıktan sonra, "Ama," dedi, gözlerinde kararlılıkla, "Bu olay kayıplarla alakalı değil, Asel." Başımı ona çevirdim, gözlerinden bir şeyler anlamaya çalışıyordum.

 

"Üç yıl sonra niye buradayım, biliyor musun?" dedi, bakışlarını benden kaçırmadan. Gözlerim bakışlarına kilitlenmişti, her kelimesi bir şeyleri çözmeye çalışıyordu sanki. "Bana emanet edilene sahip çıkmak için. Seni korumak için döndüm."

"Seni koruyabilmem için benim soyadımı taşıman gerekiyor."

 

Bir an şaşkınlık içinde baktım ona, söyledikleri aklımda dönerken hiçbir şey anlamıyordum. Korumak? Neyden? Kimden? Başımda bir beladan bahsediyordu, ama nasıl bir beladaydım ki beni sadece Ata koruyabilirdi?

 

"İşte bu yüzden benimle evlenmen gerekiyor, anladın mı?" dediğinde kelimelerden çok, gözlerindeki derin kararlılık beni bir an allak bullak etti. Bir cevap veremedim, belki de verecek bir şeyim kalmamıştı. Sustum. O ise hiç beklemeden gözlerini yola çevirip arabayı tekrar hareket ettirdi, her şey bitmişçesine...

 

Arabanın içinde tuhaf bir sessizlik oluştu, sessizlikle birlikte beni bir korku sardı. O kadar çaresiz ve yalnız hissettim ki başımı yana çevirdim, cama yasladım. Şortumun cebinden telefonumu çıkardım. Ekranda Caner'le sarıldığımız fotoğraf gözlerimin önüne geldi. Yutkunarak, sessizce mırıldandım: "Unutmadım seni, sevgilim..."

 

Tam bu duygularla doluyken, farkında olmadan bakışlarımı Ata'ya çevirdim. Dikiz aynasından göz göze geldik, ama gözlerini çabucak kaçırdı, yola odaklandı.

 

Bense başımı cama yasladım ve hayatımın ikinci büyük dönüm noktasına gideceğimi bilmeden gözlerimi kapatıp kalbimdeki derin sessizliğe daldım.

 

 

————————————————————————

Evet arkadaşlarr yeni bölmümüzüü umarım beğenmişsinizdiirrr

yorumlarınız benim için çoook değerliii

şimdiden teşekkür ediyoruum

seviliyorsunuzz🩶

Loading...
0%