@yazziyolcusu
|
Bense başımı cama yasladım ve hayatımın ikinci büyük dönüm noktasına gideceğimi bilmeden gözlerimi kapatıp kalbimdeki derin sessizliğe, çaresizliğe daldım.
———————————————————————
Gözlerimi araladığımda, kulağımda yankılanan o huzur verici ses tekrar duyuldu: "Asel... Asel..." Sesin sıcaklığı, derinliğini hissettirmeye başlamadan önce, zihnimi silkelememe yetti. Gözlerimi zorla açtım. Ata Uluöz, arabada ön koltuktan bana dönmüş, sakin bir şekilde "Geldik" dedi. Cümlesinin ardında bir rahatlama vardı ama ben henüz bu rahatlığı hissedemiyordum.
Kollarım hala birbirine kenetlenmişti, sanki biraz daha sımsıkı tutarak her şeyin üstesinden gelebileceğimi düşünüyordum. Arabadan inmeden önce, havanın yavaşça soğuduğunu fark ettim. Gözlerimi cama çevirdiğimde, o an tüm vücudumda bir değişiklik oldu.
O gün aklıma geldi. Bu malikaneye ilk adım attığımda, her şeyin nasıl değişeceğini bilmiyordum. O zaman da bilmemiştim, ama şimdi daha netti. Uluöz ismini duyduğum ilk an, içimde bir şeylerin kaybolduğunu hissetmiştim. Burada olmak, hayatımın en zor anlarının başlangıcıydı. İçimi bir korku sararken, belki de o gün hiç gelmeseydik, her şey farklı olacaktı. O davete katılmasaydık, belki de şu an bu yolda olmayacaktım.
Bu malikaneye ilk girdiğimde, Caner bana burada ki herkesin birer piyon olduğunu söylemişti ancak ben buna inanmamıştım. Ama Caneri kaybettiğimde fark ettim, aslında biz, gerçekten de bu oyunun kurucusunun ellerinde birer kukla, birer piyonduk. Şimdi ise, bu oyunda hangi taş olduğumu bilmiyordum. O yüzden hala, içimde belirsiz bir his vardı.
Yavaşça doğruldum, arabadan dışarıya adım attım. Ata Uluöz de yanı başımda, aynı hızla dışarıya çıktı ve bana doğru yürüdü. Üzerimdeki kısa kollu tişört ve şort yüzünden hafifçe üşüdüğümü fark edip kollarımı bedenime sardım, fakat o anda bir şey dikkatimi çekti. Ata, ceketi çıkarıp, omzuma atmak için hamle yaptı. O hareketi izlerken, içimdeki bir şey bana kenara çekilmemi söyledi. Çekildim ve gözlerime odaklanmış bir şekilde ona baktım.
"Üşüyorsun," dedi, kendine güvenen bir şekilde. Ceketini işaret etti. Ama ben, her kelimesine başka bir anlam yükleyerek, tüm vücudumu ona döndürdüm. Gözlerinin içine bakarken "İstemiyorum." dedim net bir şekilde. Oysa beni duymamazlıktan gelip ceketini omzuma attı. "İsteyip istemediğini sormadım," dedi keskin bir şekilde. Ona doğru göz devirip ilerlemeye başladığımda arkadan beni izlediğini hissettim.
Üstüme bol gelen ceketi neredeyse diz kapağıma kadar geldiği için biraz da olsa ısınmıştım.
Arkamdan gelen adım seslerini duyduğumda, onun da yürümeye başladığını anladım. Yanıma ulaştığında yüzüne bakmadan malikanenin etrafını incelemeye, etrafımda yeni şeyler fark etmeye başladım.
Bahçede, küçük bir kulübe ve biraz ilerisinde domates ekili bir alan vardı. Büyük bir malikanenin bu kadar küçük bir alanına domates ekilmesi bana çok saçma gelmişti.
Malikanenin önüne varınca gözüm tekrardan ULUÖZ yazılı kapıyı gördü. Bu kadar egoistlik gerçekten inanılır gibi değildi. Kapının önüne geldiğimizde, hizmetçiler kapıyı açtı. İçeriye doğru adım attım ve salonda tüm çalışanların toplandığını gördüm. Kaşlarım hafif çatık bir şekilde, Ata'ya baktım. Bana doğru ilerleyip bana aldırmadan omzuma attığı ceketi, yavaşça tekrardan geri alıp hizmetçiye verdi. Ardından, diğer çalışanlara doğru yürüdü. Ben, ne yapacağımı bilmeden, onunla aynı adımları atarak, durduğu yerde durdum. Ne yapacağına odaklanarak, gözlerimle izlemeye başladım.
Kalabalığın içinde gözlerim bir an durdu, dikkatim hizmetçilerin arasında tanıdık bir yüze kaydı. Bana doğru, dolan gözlerle bakan Necla teyzeydi o. Onu o anda görmek, yılların biriktirdiği bir özlem dalgasını ansızın içime doldurdu. Kalbim sızladı, boğazımda düğümlenen kelimelerle istemsizce gözlerim dolmuştu. Ne zaman harekete geçtiğimi bile anlamadan, kendimi onun kollarına atmıştım; bütün gücümle, bütün özlemimle sarıldım ona. O da aynı şekilde karşılık verdi; öylesine sıkı sarılıyordu ki, sanki geçmişte kaybolmuş anıları aniden geri çağırıyordu.
"Ah, kuzum," dedi o sıcacık, özlediğim sesiyle. Bu sesi duymak bile, yaralarımı sarmaya başlamıştı. Caner'i kaybettiğimden beri, o eve adım dahi atamamış, yıllardır Necla teyzenin yüzünü görememiştim. Bir yanım hep onun ne hâlde olduğunu, bu ağır kaybı nasıl karşıladığını merak ederdi. Şimdi ise yıllar boyu hayalini kurduğum bu anda ona sarılıyor, sanki onu bir daha hiç bırakmak istemiyordum.
Gözlerindeki yaşlarla bana bakıyordu, benim kadar o da ağlıyordu. "Seni çok özledim, Necla teyzem," dedim, gözyaşlarıma inat bir tebessümle. "Ben de seni, kuzum... ben de seni," diye yanıtladı. Kollarımızı yeniden birbirimize dolarken derin bir iç çekti. O an, eksikliğini hissettiğim her şey tamamlanmış gibi geldi.
Bir an kendimi toparlayıp ona baktım; yüreğimdeki sorular bir bir dökülüverdi dudaklarımdan. "Peki, sen buraya nasıl geldin? Caner'in evinde kalmıyor muydun?"
Necla teyze başını hafifçe eğip gülümsedi. "Ata oğlum beni buldu," dedi. Sesinde hem hüzün hem de bir sıcaklık vardı, beni biraz daha yanına çekip yüreğimin üzerindeki yükleri silkelemek ister gibiydi. "Seni buraya getireceğini, yanında olmam gerektiğini söyledi. Senin geleceğini duyduğum an, bana sunduğu iş teklifini kabul ettim."
Ata Uluöz'ün benim için Necla Teyze'yi bulması... Demek ki içimdeki o derin boşluğu anlamıştı. Belki de kaybetmenin ne demek olduğunu benden daha iyi biliyordu, özlemin yakıcı ağırlığını... Beni bu yükten biraz olsun kurtarmak, yüreğimdeki özlemi dindirmek istemişti.
Gözlerimi Necla Teyze'den ayıramıyordum. O ise gözlerime bakarken yanaklarımdan süzülen yaşları usulca siliyordu. Tarifi imkansız bir mutluluk içimi kaplarken, kalbimde aynı anda tuhaf bir sızı vardı. Hayatta bazen insanın sevincine bile hüzün eşlik ederdi, sanki geçmişle bugünün arasında ince bir çizgide yürüyordum.
Bakışlarımı arkada duran Ata'ya çevirdiğimde, onun bize hafif bir tebessümle baktığını fark ettim. Bakışlarımız buluşur buluşmaz hemen ciddileşti, boğazını hafifçe temizleyerek sesini yükseltti.
"Sarılmanız bittiyse..." dedi, ciddi ama yine de sıcak bir ifadeyle, sonra yanında duran çalışanlara dönüp beni işaret etti. "Asel Yiğiter," diye yavaşça ama güçlü bir sesle adımı söyledi. Sonra derin bir nefes aldı, sesinde hem otoriter hem de korumacı bir tını vardı.
"Bundan böyle benimle kalacak. Bana gösterdiğiniz saygı ve sevgiyi, ona da göstermenizi istiyorum,"
"Çünkü yarından itibaren karşınızdaki kişi Asel Yiğiter olmayacak. Asel Uluöz olacak," dedi Ata, soyadını özellikle vurgulayarak. Uluöz mü dedim içimden, bu yeni soyadı bana ne kadar da yabancıydı. Uluöz olmak istemiyordum, istemiyordum ama bunu burada söyleyemeyecek kadar şaşkındım. Necla Teyze'ye baktım; o da sanki olanları tam anlamamış gibiydi, sadece gözleriyle beni sorguluyordu. Ben ise ne diyeceğimi, nasıl bir tepki vermem gerektiğini bilemiyordum.
Düşüncelerim darmadağındı. Caner'i bırakıp başkasıyla evlenmek... Bu fikir içimde dalgalanan bir huzursuzluk yaratıyordu. Necla Teyze'nin bakışlarından kaçmak için başımı tekrar Ata'ya çevirdim. Söylediklerinden sonra ortalığı bir fısıltı kaplamıştı, hizmetçiler şaşkın bakışlarla bize bakıyordu. Ata ise, tepkimi ölçer gibi gözlerini benden ayırmadan bekliyordu. Olduğum yerde adeta donmuş, ne yapacağımı bilemeden kalakalmıştım. Sonunda cesaretimi toplayıp bir adım attım ve yanına giderek, "Özel olarak konuşabilir miyiz?" dedim. Başını hafifçe eğip merdivenleri işaret etti.
Merdivenlere doğru yönelirken, Ata arkamdaki hizmetçilere işaret edip onları sessizce gönderdi. Yukarı çıkarken ardımda hissettiğim el beni hafifçe ürpertti. Sakin, ama kendinden emin bir adımla beni boş bir odaya götürdü. Odaya girer girmez içimi serin bir rüzgar karşıladı. Bahçeye bakan geniş bir balkon, birkaç solgun bitki ve bir iki vazo dışında neredeyse boş bir odaydı burası. Ama güzeldi... içindeki sadelikte garip bir ferahlık saklıydı. Gözlerimi odadan Ata'ya çevirdim; kapının önünde kollarını göğsünde kavuşturmuş, beni bekliyordu.
Derin bir nefes alıp sessizliği bozdum: "Ata, bak... Tamam, bir şekilde beni buraya getirdin ama ben seninle evlenmek istemiyorum." Sesim titriyordu ama sözlerim kararlıydı. Bir an durakladım, düşüncelerimi toparlamak ister gibi, sonra tekrar konuştum: "Beni korumak için olduğunu söylüyorsun ama kimden, neden koruyacağını bile söylemiyorsun," dedim. "Üç yıl oldu, Ata..." Ona doğru bir adım daha attım. "Üç yıldır yoktun; sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi, hiçbir şey olmamış gibi... Ve ben üç yıldır, gerçekliğini bile unutmaya başladığım Caner'imin acısını içimde taşıdım. Senden bir kere bile bahsetmeyen sevgilim, o akşam beni sana emanet etti. Caner güvenmediği birine beni emanet etmez," dedim, zorla yutkunarak. Gözlerimin dolduğunu hissettim, ama akmasınlar diye inatla tuttuğum yaşlar, karşımdakine yüklediğim suçlulukla savaşıyor gibiydi. Bakışlarımı yeniden ona sabitledim.
"Sen ne yaptın? Yok oldun ortadan. Ben o günün gerçekliğini sorguladım... Gözümü açtığımda hastanede uyandım ve Caner'i aradım, ben." Sözlerim, dudaklarımdan yavaşça dökülürken acımı daha da hissediyordum. "Hiç değilse bedenini bulmak istedim. Hiç değilse sevgilimin bir mezarı olsun istedim..." Gözlerimden birkaç damla yaş süzüldü, hışımla silmeye çalıştım. "Sen bana söz vermiştin! Caner'i oradan çıkaracağını söylemiştin..." Sesimdeki öfke artık taşınamayacak kadar ağırlaşmıştı.
"Ama bir daha ne Caner'imi bulabildim ne de hesap sorabileceğim birisini," dedim. Son sözümde, onu suçlarcasına işaret ettim. Sonra istemsizce arkamı döndüm; ona güçsüz görünmek istemiyordum. Yüzümü ondan saklayarak devam ettim: "Hiçbir zaman bu kadar yalnız hissetmedim." Sözlerim, itiraf eder gibi bir titremeyle döküldü dudaklarımdan, sesim artık hıçkırıklara karışıyordu.
"Tam üç yıldır, hiçbir şey başıma gelmemişken, şimdi mi birdenbire tehlikedeyim?" Ata, söylediklerime bir karşılık vermeden bekliyordu. Beni dinliyordu ama yüzünde tek bir ifade değişikliği bile yoktu. Bu sessizlik beni daha da sinirlendirmişti. Gözlerimi ona dikerek konuşmaya devam ettim. "Bir anda ortaya çıkıp 'evleneceğiz' diyemezsin. Ben o masaya seninle oturmayacağım, bunu anla." İçimdeki öfkeyi bastırarak söylediklerimi daha da netleştirdim: "O yüzden senden tek bir şey istiyorum; beni bırak. Kendi evime döneyim. Üç yıldır kendi ayaklarımın üzerinde durdum, yine dururum."
Gözlerim kararlılıkla parlıyordu. "Benim korunmaya ihtiyacım yok," dedim, sesimdeki kararlılığı hissettirmeye çalışarak. "Hele ki kim olduğunu bile bilmediğim, bir kaç yıla kadar bir kere bile yüzünü görmediğim bir adamdan gelecekse, istemiyorum. Ben kendi başımın çaresine bakarım, kendimi korurum."
Bir süre daha sessizce baktı bana. Sözlerim bittikten sonra, yaslandığı kapıdan doğruldu, ifadesi hala aynı ciddiyetle doluydu. Sanki söylediklerim ulaşmamış gibiydi ona. Yavaşça yanıma doğru bir adım attı, gözlerini benden ayırmadan.
"Asel..." dedi, yavaşça bana doğru yaklaşarak, sanki söyleyeceği her kelimeyi özenle seçiyordu. Sesindeki kararlılıkla beraber, derin bir yorgunluk da hissediliyordu. "Sana bir seçenek sunmak isterdim," dedi, gözlerini bir an yere indirerek. "Ancak bunu yapamam. Eğer sana bir seçenek sunarsam..." Birden sustu, ellerini yüzüne götürüp uzun uzun ovuşturdu. Yüzündeki gerginlik, sessizliğinde saklı olan ağır yükü ele veriyordu.
"Yanlış seçeneği seçersen, eğer yanlış yola gidersen, bunun sebebi ben olurum," diye ekledi. Sesi, pişmanlıkla örülmüş bir itiraf gibi dökülüyordu dudaklarından. Gözlerini tekrar bana çevirdiğinde, o pişmanlığı, gizlemeye çalışsa da, gözlerinde gördüm. Üç yıl boyunca neyin peşinde olduğunu anlamaya çalışarak beklemiştim; şimdi, tam karşımdaydı ama sözleri daha da sinirlenmeme neden oluyordu. Ne yani, ortadan kaybolmuş, şimdi dönüp isteklerine karşılık vermemi mi bekliyordu?
"Ne anlatıyorsun Ata, ne çözmesi, ne yolu?" dedim sesimi yükselterek. Sabrım taşmıştı, öfkemi artık saklayamıyordum. "Dalgamı mı geçiyorsun benimle?" Sesim giderek daha yüksek çıkıyordu ve yüzündeki ifadenin bunu beklemediği açıktı.
"Sesini yükseltme," dedi sert bir tonda, kaşları çatılmıştı. Ama artık bu kontrolü kabul edecek durumda değildim.
"Sana mı soracağım sesimi yükseltip yükseltmeyeceğimi?" diye karşılık verdim hışımla. "Bir anda ortadan kaybol, sonra geri dön ve çözmem gereken şeyler vardı de! Bana ne, Ata, senin çözmen gereken şeylerden! Bana ne!" Son kelimeleri haykırarak söyledim, içimdeki öfke artık dışarı taşmıştı.
"Sana dedim ki, o sesini kıs!" diye bağırdı. Sesi yükseldikçe sertliği arttı ama beni durdurması imkansızdı.
"Hayır, bana emir veremezsin!" diyerek, bir adım daha yaklaştım ona, gözlerimde tüm birikmiş öfkeyi görmesi için. O da bana karşılık verircesine, aynı kararlılıkla bana doğru eğildi.
"Neyi çözmeye çalışıyordum biliyor musun!" dedi, sesi yükselmiş ve neredeyse bana meydan okur gibi bir hal almıştı. Sinirden gülerek, ellerimi saçlarıma geçirdim.
"Neyi çözüyordun Ata, neyi? Hadi anlat bakalım," dedim dalga geçerek.
"O çok sevdiğin Caner'in nereye kaybolduğunu!" dedi, sesi kükremişti. O an kelimelerinin içimde açtığı yarayı hissettim. Mideme saplanan bir bıçak gibi, söylediği şeyin ağırlığı beni sarsmıştı.
"Ne?" dedim, ne duyduğuma inanamayarak. "Ne saçmalıyorsun sen?" diye haykırdım, ama o hız kesmeden devam etti. Bir adım daha attı, artık yüzü neredeyse yüzüme değecekti.
"Aynen öyle, doğru duydun!" dedi, sesinde çelik gibi bir keskinlik vardı. "O depoda seni kurtardıktan sonra, o sevgilini de oradan çıkarmaya gittim," dedi, gözleri sertçe gözlerime kilitlenmişti. "Ama bil bakalım kim ortada yoktu?"
Duyduğum her şey bedenimi uyuşturuyor, anlamaya çalıştıkça içime yerleşen bir korku artıyordu. Caner... Yaşıyor olabilir miydi? Ya da bir şekilde bedenini birisi kaçırmış olabilir miydi? Yıllardır sildiğim o umudun, beklenmedik bir anda geri gelmesiyle yıkılıyordum.
"O çok sevdiğin sevgilin, vurulduğu yerde yoktu," diye ekledi Ata, yüzünde ifadesiz bir ciddiyet vardı. O an zihnim bulanıyor, tüm gerçekliğim sarsılıyordu.
"Yalan söylüyorsun!" dedim çığlık atarak. "Beni kendinle kalmaya zorlamak için yalan söylüyorsun!" Kelimelerim boğazımda düğümlenirken, öfke ve umutsuzluk arasında savruluyordum.
Bana doğru bir adım daha atınca, aramızda neredeyse hiç mesafe kalmamıştı. Gözlerindeki ciddiyet, sözlerindeki gerçekliği işaret ediyordu. "Bana yalan söylemem için bir sebep ver!" dedi, sesinde buz gibi bir öfke vardı.
Sorduğu soruya cevap veremedim; derinlerde bir yerlerde söylediği her şeyin gerçek olabileceğinden korkuyordum. Bir şey diyemedim, sesim yok oldu sanki.
"Caner... ölmüştü," diye fısıldadım, ama sesim titriyordu. Bunu söylerken bile kendimi ikna edememiş gibi hissettim.
"Nabzını kontrol ettin mi?" dedi, bakışlarını benden ayırmadan. Boğazımda düğümlenen acı beni hareketsiz bırakmıştı. Kafamı hayır anlamında yavaşça salladım. O da gözlerini kısarak, sanki uzun zamandır beklediği bir şeyi doğrulamış gibi başını salladı.
"Tahmin ettiğim gibi," dedi, soğuk bir ifadeyle. O an, yıllardır kalbime gömdüğüm tüm acı yeniden yüzeye çıkıyordu. Bu gerçeği kabul etmek, aynı anda hem umut dolu hem de yıkıcıydı.
Ata, arkasını dönüp yüzünü sıvazladı, parmaklarıyla sinirini yüzünden silmeye çalışır gibi. Ardından tekrar bana döndü. Gözlerinde alışık olmadığım bir yenilgi vardı, ama sesi hala kontrol altında, her kelimesini özenle seçiyordu.
"Yani, Asel," dedi, duraksayarak, "ya sevgilin Caner'in bedenini, ben seni oradan çıkarırken birisi aldı..." Sözcükler ağzından birer taş gibi düşüyordu, beni altına gömmeye hazır ağır taşlar. "Ya da... bir şekilde hayattaydı ve kaçırıldı."
Birden nefesim kesildi; kelimelerin ağırlığı tüm varlığıma çökerken kalbim ağrıyla attı. "Caner..." diye fısıldadım istemsizce. Ata'nın yüzünde bir an duraksama belirdi, ama hemen ardından ciddiyeti geri döndü.
"Yarası derindi, öyle kolay kolay oradan çıkamazdı," diye devam etti, cümleleri kasvetle yankılanıyordu odada. "Ben de, üç yıldır, Caner'in ya da onun bedeninin nereye kaybolduğunu bulmaya çalışıyordum."
Sözleri üzerime soğuk bir sis gibi çöktü; etrafımdaki her şey bir adım geri atmış gibiydi, sesler bulanıklaşıyor, duvarlar üzerime geliyordu. Ellerim istemsizce yan tarafımda yumruk olmuştu, tırnaklarım avucuma batıyordu ama hiçbir şey o acıyı hissettirmiyordu.
"Bu yüzden üç yıldır ortada yoktum." Yüzündeki ifade, devam etmeyi istemediğini haykırıyordu, sanki söylemek üzere olduğu şey onu da, beni de parçalara ayıracaktı.
"Ta ki..." dedi duraksayarak, bakışlarını benden kaçırdı. O an, sanki göğsümde bir fırtına kopacak gibiydi.
"Ta ki?" dedim, sesi boğazımda yankılanarak, onun cümlesini taklit etmeye çalışarak.
"Ta ki o gün bana gelen mektuba kadar." Ata, derin bir nefes alarak, "Bir tehdit mektubu, Asel. Senin canını tehdit eden bir mektup," dedi. Sözlerinin gerçeği içime saplanmıştı. Kalbim kafesinden çıkmaya çalışan bir kuş gibi çırpınıyordu.
"N-nasıl... nasıl olur?" dedim, kelimelerim zar zor çıkıyordu dudaklarımdan. "Beni... beni nereden biliyorlar?"
"Ben de bilmiyorum," dedi, öfkeyle başını önüne eğdi. Gözlerinde kendine duyduğu öfke parlıyordu. "Bir orospu çocuğu, bana emanet edileni tehdit ediyor ama ben bile kim olduğunu bulamıyorum!"
Bir anda sıktığı yumruğu duvarın kenarına geçirdi; yumruğunun duvara çarpışı, içimde yankılandı. Sarsıldım, olduğum yerde titriyordum. O an ne kadar öfkeli olduğunu, her şeyin ne kadar karmaşık olduğunu acı bir gerçeklikle anladım.
"Bu yüzden," dedi, nefesi düzensizleşmiş, gözlerindeki karanlık azalmamıştı, "her şeyi çözene kadar benimle kalacaksın. Evlilik konusuna gelirsek..." Derin bir nefes alarak devam etti, sanki beni ikna etmeye çalışıyordu. "Uluöz soyadı, sana bir kalkan olur. Kimse sana zarar vermeyi geç, yan gözle bile bakamaz."
Ardından bana hafif bir gülümsemeyle baktı, ilk defa ifadesinde sıcaklık vardı. "Ama merak etme," dedi usulca, gözlerini üzerimde gezdirerek, "Eminim soyadım sana çok yakışacak." Sözleri içimde yankılandıkça, kalbimin çarpıntısı hızlandı. Yüzümün alev alev yandığını hissediyordum ama hiçbir şey diyemiyordum.
Gözlerim hala ondaydı; öğrendiğim her şey bir yük gibi omuzlarıma binmişti. Hem Caner'in varlığı, hem de onun ardında yatan karanlık. Bu ağırlık omuzlarımı çökertecek kadar yoğundu.
Bir an, içimdeki sessiz ses yükseldi, onun bana söylediklerine direnerek umut doldu. Caner... Eğer yaşıyorsan, bu her şeyi değiştirir. Yaşadığını biliyor olsaydım, bana güç olurdu, bu yalnızlık katlanılır hale gelirdi. İçimden, tüm varlığımla dua ettim: Umarım yaşıyorsundur sevgilim...
Ama eğer hayatta değilse, hiç değilse bir mezar, bir uğurlama hakkı olmalıydı. Onu, bir an olsun uğurlayabilmeyi, yasını tutabilmeyi diledim. Sessizce, kendi kendime fısıldar gibi tekrarladım: Bir mezarı olsun, bir veda olsun... ama lütfen yaşıyorsa, bana geri dönsün. |
0% |