@yazziyolcusu
|
Ata Uluöz'ün evinde geçirdiğim yedinci gündü. Geldiğim ilk günü ve o anı zihnimden çıkaramıyordum. Bana hayatımın en büyük şokunu yaşatmıştı. Caner'in hâlâ yaşama ihtimali olduğunu söylediğinde, Ne diyeceğimi bilememiş, sadece öylece kalakalmıştım. Ama Ata, bir şekilde her şeyi çözeceğini söyleyip beni odada yalnız bırakmıştı. Bu bana düşünmem için verdiği bir fırsat gibiydi; o ise bir sonraki gün benimle evleneceğini söylemişti. Ancak, ertesi gün hiçbir şey olmamıştı; ne bir nikâh ne de herhangi bir açıklama. Bense, fazla sorgulamamaya karar vermiştim. Zaten kalmam için hazırlattığı odada günlerimi geçiriyordum.
Ata, sabahları erkenden evden çıkıyor, akşam ise geç saatlerde dönüyordu. Gündüzleri birbirimizi hiç görmüyorduk. Ama artık sıkıntıdan patlama noktasına gelmiştim. Arada bir malikanenin alt katına iniyor, Necla Teyze'ye yardım ediyor ya da onunla bir kahve içerek zaman geçirmeye çalışıyordum. Bugün de yine aynı bunalmışlıkla aşağı indim. Mutfak koridorundan geçerken, geniş omuzlarıyla tezgâha dönük birini gördüm. Ata'ydı. Onu ilk kez takım elbisesi olmadan görüyordum. Üzerinde siyah bir balıkçı yaka kazak vardı ve tezgahta bir şeylerle meşguldü. İstemeden gözlerim üzerinde gezindi. Takım elbise olmadan bile nasıl bu kadar etkileyici görünebiliyordu? Kendime kızarak yutkundum ama gözlerimi ondan alamıyordum.
Birden duraksamadan, o soğukkanlı ve alaycı sesiyle konuştu: "Biraz daha orada durup beni izlemeye devam edersen, sapık olduğunu düşünmeye başlayacağım."
Söylediği şeyle yüzümün kızardığını hissettim. Utancımı gizlemek için boğazımı temizledim ve hızlıca bir adım atarak ona doğru ilerledim. Kendimi ele vermemeye çalışarak, "Ne münasebet, seni falan izlemiyordum," dedim. Ardından tezgâha yaklaşıp dolaba uzandım. Dolabın kapağını açıp bir bardak almak istedim ama bardaklar o kadar gerideydi ki, bir türlü uzanamıyordum. İşin kötüsü, arkamda duran Ata'nın bakışlarını sırtımda hissediyordum. Gözleri beni inceliyor, üzerimdeki omzu açık kazağıma ve dağınık toplamış olduğum saçlarıma takılıyordu.
Kendimi toparlamaya çalışarak ve sesimi ona duyuracak kadar yükselterek, taklit edercesine, "Biraz daha orada durup beni izlemeye devam edersen, sapık olduğunu düşünmeye başlayacağım," dedim. Kafamı çevirip ona baktığımda dudaklarının köşesinde beliren hafif gülümsemeyi yakaladım. Bu, kibirli ve keyifli bir tebessümden başka bir şey değildi. Ona sinir bozucu bir bakış atarak önüme döndüm ve tekrar uzanmayı denedim.
Tam o sırada, arkamda onun yavaş adımlarla yaklaştığını hissettim. Kafamı çevirip baktığımda, neredeyse burnumun dibindeydi. Bardağa uzandı ve hiçbir çaba harcamadan, kolayca alıp tezgâha koydu. O an, onun vücudu ve tezgâh arasında sıkışıp kaldığımı fark ettim. Şaşkın bir ifadeyle gözlerimi ona dikmiştim. Birkaç saniye boyunca bana hiç konuşmadan baktı. Yüzümün hafifçe kızardığını hissettim, o ise gözlerini benden hiç çekmiyordu. Kaşlarımı, gözlerimi ve sonunda dudaklarımı inceleyen bakışları, üzerimde dolanıyordu.
Bakışları yanağıma kaydığı anda yüzümün kızardığını fark etti ve hafifçe gülümsedi. Bu gülümseme, ne alaycı ne de kibirliydi. Ardından hiçbir şey olmamış gibi geri çekildi ve tezgâhta bıraktığı yerden domatesleri doğramaya devam etti. Ben ise hâlâ olduğum yerde donup kalmıştım. Ona bakıyordum; yaptığı hareket o kadar normal ve sıradanmış gibi görünüyordu ki, sanki biraz önce beni tamamen köşeye sıkıştıran o kişi o değilmiş gibiydi.
"Ne o bakışlar? Ben olmasam bardağı bile alamıyordun," dedi, gözlerini domateslerden ayırmadan. Sesi neşeli bir alayla doluydu. Bir an toparlanıp hızlıca, "N-ne bakışı ya? Ayrıca sen olmasan gayet de alırdım ben!" diye itiraz ettim.
Bana doğru dönmeden, sadece bir kaşını kaldırarak kısa bir "Hı hı," dedi. Dalga geçtiği o kadar belliydi ki, içimde ince bir öfke kıvılcımı yandı. Tezgâhın üzerine koyduğu bardağı alıp hızlıca su doldurdum. Su içerken bile göz ucuyla onu izliyordum ama bakışlarımı yakalamadığından emin olmak için dikkatliydim. Ardından, dolu su bardağını tezgâha bırakıp masaya doğru ilerledim.
Masada çeşit çeşit kahvaltılık hazırlanmıştı; peynirler, zeytinler, reçeller, taze ekmekler... Her şey muntazamdı ama masanın ortası bomboştu. Gözlerimle malikanedeki hizmetçileri aradım. Ama hiçbir yerde kimse yoktu. Düşünmeden, Acaba tüm bunları Ata mı yaptı? diye geçirdim içimden. Ama hemen kendime itiraz ettim: Sonuçta kahvaltı hazırlamakta ne var ki?
Tam bu sırada, "Kenara çekil," diyen tok sesini duydum. Başımı çevirip baktığımda, elinde büyük bir tava ile masaya doğru geldiğini gördüm. Tavadan mis gibi menemen kokuları yükseliyordu. Sessizce menemen tavasını masanın ortasına yerleştirdi. Sonra masanın başındaki sandalyeye oturdu, kollarını sıvazlayıp bana baktı.
"Ekmeği uzatır mısın?" dedi, gayet sakin bir tonla.
"Ha, tabii," diyerek hızlıca ekmeği alıp ona uzattım. O anda, tavırları bana hem rahatlatıcı hem de biraz sinir bozucu gelmişti. Bir yandan, her şeyin bu kadar sıradan ve normalmiş gibi devam etmesine şaşırıyordum; diğer yandan ise beni kolayca altüst eden bu adamın şimdiki sakin hâli, bir türlü kafamdan çıkmıyordu.
Verdiğim ekmeği hızlıca ikiye böldü ve elindeki çatalla yaptığı menemenden yemeye başladı. Ben ise hâlâ ayaktaydım, onu izliyordum. Çatalı bir an bırakıp başını kaldırdı ve şaşkın bir ifadeyle sordu:
"Yemeyecek misin?"
Sorusu üzerine kendime geldim. Kafamı hafifçe sallayıp masaya doğru ilerledim. Solundaki sandalyeyi çekip oturduğumda, hazırladığı menemeni sessizce yetişebilmem için önüme doğru itti.
"Çalışanlar nerede?" diye sordum, merakımı gizleyemeyerek.
"Bugün onlara izin verdim," dedi sakin bir sesle. Bu yüzden Necla Teyze'nin ortalıkta olmadığını düşündüm. Her zamanki telaşlı halinin yokluğu birden mantıklı gelmişti. Kendi düşüncelerimle meşgulken, önümdeki ekmeğe uzandım, bir parça koparıp menemene bandım ve ağzıma attım.
O an durdum. Lanet olsun, bir menemen nasıl bu kadar güzel olabilirdi? O sıcacık tat, domatesin hafif ekşisiyle biberin yumuşak acılığı, tam da olması gerektiği gibiydi. Kendimi durduramayıp bir lokma daha aldım. Gözlerim bir an Ata'ya kaydı, ama hemen menemene geri döndü. Sanki o tabakta bir sır saklıydı ve ben her lokmada ona daha çok yaklaşıyordum.
Son birkaç gündür iştahım yoktu. Pek bir şey yediğim de söylenemezdi ama bu menemen... Tek bir lokması bile beni tamamen doyurmuş gibiydi. Yine de duramadım. Son lokmamı da ağzıma attığımda, yanaklarımın iyice şiştiğini fark ettim. Başımı kaldırdığımda Ata'nın bakışlarını üzerimde buldum. Yüzündeki ifadeyi çözmek zordu: şaşkınlık mı, keyif mi, yoksa bir tür hayranlık mıydı? Ama gözlerinde hafif bir gülümseme belirmişti.
"Yavaş ye, boğulacaksın," dedi alaycı bir sesle. Sözleriyle birlikte dudaklarının kenarı hafif yukarı kıvrılmıştı. Ağzım dolu olduğundan konuşamadım. Sadece elimle "Bir dakika," anlamında bir işaret yaptım.
Son lokmayı da yutunca derin bir nefes aldım ve hafif bir rehavetle ona döndüm. O ise hâlâ bana bakıyordu. Bakışlarında bir sırıtmaya dönüşen o sıcaklık, bir an beni afallattı.
Normalde böyle bir adam olmasını beklemezdim. Daha soğuk, daha mesafeli, daha "yanlız" biri gibi düşünmüştüm hep. Ama bu hâli, sanki başka bir yönünü açığa çıkarıyordu. Garip bir şekilde hem rahat hem de bir o kadar etkileyiciydi.
Ata, beni izlemeyi bırakıp yeniden önüne döndü. Ekmeğini menemene bandırdı, yavaşça ağzına attı ve sanki hiçbir şey olmamış gibi sakince konuştu:
"Bugün herkesi eve göndermemin bir sebebi var."
Sözlerinin ardından lokmasını çiğnerken, gözlerimi ondan ayıramıyordum. Merakla devamını bekledim. Hiç acele etmiyor, keyifle yemeğini bitiriyordu.
"Bu akşam nikâhımız kıyılacak."
Söylediği şey, mideme yumruk yemişim gibi bir etki yarattı. Boğazım düğümlendi, menemenin ekşisi genzimi yaktı, bir yandan öksürüp bir yandan konuşmaya çalıştım:
"N-ne nikâhı?"
Bana döndü, yüzünde en ufak bir telaş yoktu. Rahatça çayını aldı, bir yudum içti. Elindeki fincanı masaya bırakırken, o sakin ama emin tavrını hiç bozmadan bakışlarını üzerimde gezdirdi.
"Bizim nikâhımız." dedi. Sesi öylesine kararlıydı ki
"Nikâha ne gerek var?" dedim, aceleyle ve engellemek istercesine. Sesimdeki tedirginliği saklayamıyordum. "Geçen hafta olacaktı, olmadı. Hani, demek ki gerek yok," diye ekledim, kelimeler ağzımda dolaşıp duruyordu, bir mantık arar gibi.
Ata, sakin bir şekilde çatalını masaya bıraktı ve bana döndü. Gözleri sanki her düşüncemi okumuş gibiydi. "Geçen hafta birkaç işim çıktı, Asel. O yüzden erteledim," dedi, sesinde ne kızgınlık ne de suçlama vardı, sadece netlik. Ardından, dudaklarının köşesi hafifçe kıvrıldı, alaycı bir tebessümle ekledi: "Bilseydim geçen hafta kıyardık nikâhı. Madem bu kadar istekliydin."
Cevap vermeye çalıştım ama ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Birkaç saniye boyunca boğazımdaki düğümü çözmeye uğraştım ve sonunda kekeleyerek, "Y-yok Ata, istemiyorum zaten. Bak, burada da kalıyorum. Nikâhı... boşverelim artık," dedim. Sesim gittikçe küçülüyordu.
Oysa beni duymuyormuş gibi, elindeki ekmeği yeniden menemene batırdı. Hareketlerinde öylesine bir rahatlık vardı ki, söylediği sözlerin ağırlığını sanki hiç hissetmiyordu.
"Bu konuyu konuştuk, Asel," dedi, ses tonu her zamanki gibi sakin ama buyurgandı. Gözlerini hafifçe kaldırıp bana baktığında, bakışlarındaki kararlılık yüzüme çarptı. "Bu konuda sana bir seçim şansı sunmuyorum."
Sözleri odanın sessizliğinde yankılanırken, içimde yükselen öfke ve çaresizlik birbirine karıştı. Tam itiraz etmek için ağzımı açmıştım ki, beni sözlerimle susturdu.
"Boşuna nefesini tüketme," dedi, bir sonraki lokmasını hazırlarken. "Zaten sadece bir imza atacaksın."
O an, onun bu kadar kolay ve sıradan bir şekilde konuşmasına inanamıyordum. Evlenmek... Nikâh... Bunlar bir kadın için hayatını değiştiren, büyük anlamlar yüklenen şeylerdi. Her kadın, doğru kişiyi bulduğunda, o ruh eşiyle hayatını birleştirme hayali kurardı. Ama ben... Daha Ata'yı tam anlamıyla tanıyamamışken, nasıl onunla aynı masaya oturacaktım? İmza atmak... Bu onun için ne kadar basit görünüyorsa, benim için o kadar karmaşık ve yıkıcıydı.
İçimde bir yer, çaresizlikle Caner'i düşündü. Eğer burada olsaydı, ne olurdu? İşler böyle mi gelişirdi? Ama hemen ardından gerçekler zihnime ağır bir tokat gibi indi. Caner'in varlığı artık geçmişin gölgesinden başka bir şey değildi. Ve bu gerçek, boynumda bir ağırlık gibi asılıydı. Kaçacak bir yerim yoktu.
Gözlerim masanın üzerindeki kahvaltıya kaydı. Çeşit çeşit peynir, sıcacık ekmekler, Ata'nın elleriyle hazırladığı menemen...Burada oturmuş, onunla kahvaltı yapıyordum. Bu duruma nasıl geldiğimi anlamıyordum. Kendime kızıyordum—neden ayağa kalkıp gitmiyordum? Neden ona boyun eğiyordum? Ama bir yandan da, kalbimin derinlerinde, bu malikaneye ve Ata'ya dair anlam veremediğim bir aidiyet hissi vardı.
Sanki Ata, bir şekilde beni tamamlayan bir parça taşıyordu. İçindeki karanlık mıydı, yoksa gözlerindeki o soğuk, ama anlamlı bakışlar mıydı beni buraya bağlayan? Bilmiyordum. Bildiğim tek şey, onun varlığının beni hem huzursuz hem de garip bir şekilde güvende hissettirdiğiydi.
Kendi düşüncelerimde kaybolurken, Ata bir an başını kaldırdı. Gözleri bir kez daha benimkilerle buluştu. İfadesinde bir değişiklik yoktu, ama o bakışlar... O bakışlar beni tamamen altüst etmeye yetiyordu.
"Doyduysan eğer, yukarıya bir paket bıraktırdım. Ona bakmanı istiyorum," dediğinde, içimde bir şeyler kıpırdansa da belli etmedim. Sessizce başımı sallayıp yerimden kalktım. Arkamdan bakışlarını hissediyordum. Bu his, tenime işleyen soğuk bir rüzgar gibi ürperti veriyordu. Yavaş adımlarla malikanenin geniş merdivenlerini tırmanmaya başladım. Benim kaldığım odaya açılan koridora girdiğimde, içten içe hissediyordum. Bu akşam benim için çok şey değişecekti
Odaya girdiğimde gözlerim hemen yatağımın üzerine bırakılmış, dikkatlice katlanmış beyaz bir nikah elbisesine takıldı. Gördüğüm anda nefesim bir an kesildi. Elbise öyle zarif, öyle parlaktı ki sanki karşımda bir sanat eseri duruyordu. Kumaşın inceliği ve ışığı nasıl yakaladığına hayran kaldım. Eğer bunu Ata aldırdıysa, gerçekten tarzının inceliğine hayran kalmak gerektiğini düşündüm. Omuzları açıkta bırakan ve bacağından ince bir zarafetle süzülen yırtmacı olan bu uzun beyaz elbise, en güzel düşlerde bile tasarlanamayacak kadar kusursuzdu. Gözlerim istemsizce yumuşadı, dudaklarımda hafif bir gülümsemenin belirdiğini fark ettim.
Ama ne kadar güzel olursa olsun, bu elbiseyi giymek içimde büyüyen kara bir gölge gibiydi. Bu gece bu beyaz elbiseyi büyük bir istekle giymeyeceğimi biliyordum. Çünkü bana göre bu elbise, sadece bir düğün kıyafeti değil, ruhumun kefeni gibi hissettiriyordu. İçimde kopan fırtınalar buna inandırmıştı beni. Yatağa doğru birkaç adım attım ve elbiseyi yavaşça elime aldım. Kumaşın dokusunu parmak uçlarımda hissetmek, bir anlık da olsa büyüsüne kapılmama neden oldu. Odaya hâkim sessizliğin içinde aynanın önüne geçtim. Elbiseyi üzerime tutarak, hayali bir görüntüyle karşılaştım. Onu giydiğimde nasıl görüneceğimi düşündüm. Güzel duracağını biliyordum. Ama bu güzellik benim içimdeki karanlığı örtemeyecekti.
Derin bir nefes alarak yatağa doğru tekrar ilerledim. Elbiseyi dikkatlice yerine bırakıp ellerimi hafifçe kumaşında gezdirdim. Gözlerimi kapattığımda, kendimi o anın içinde buldum. Kapı tıklatıldı ve tanıdık bir ses yankılandı zihnimde, kalbimin derinliklerinde.
"Asel, hazır mısın güzelim?"
Bu ses... bu cümle... her şeyi geri getirmişti. Kırmızı elbisemle aynanın karşısında durduğum o anı hatırlıyordum. Caner'in kapıdan girişi, yüzünde güven dolu bir gülümseme... O bakışları, sanki her şeyi düzeltmek için oradaymış gibi. Oysa şimdi, odanın sessizliğiyle yalnızdım. Gözüm cama kaydı. Hava hafifçe yağmurluydu, damlalar pencerede ince bir perde oluşturuyordu. Derin bir iç çekerek fısıldadım kendi kendime: "Bunu yapmayacağım."
Caner'e ihanet etmeyecektim. Eğer yaşıyorsa, bir şekilde onu bulmanın yolunu bulacaktım. Ama bugün, Ata ile o masaya oturmayacaktım. O masanın benim için tek bir sahibi vardı: Caner Yiğiter.
Ata beni buraya getirdikten sonra, eşyalarımı da odama getirtmişti. Odayı hafifçe tarayan gözlerim, çekmeceye yöneldi. Çantamın içinde sakladığım sigara paketini çıkardım. Elim biraz titrerken bir dalı dudaklarımın arasına yerleştirdim. Çakmağı alıp yaktığımda, küçük alevi izlerken gözlerimi istemsizce kapadım. Ateş... o günden beri ateşe bakmak bile zordu. İçimdeki kaybın alevlerini hatırlatıyordu. Belki de Caner'in o alevlerin arasında kaybolduğunu düşündüğümden, bu his üç yıldır peşimi bırakmamıştı.
Sigaramdan derin bir nefes çektim. Duman ciğerlerime dolarken, garip bir şekilde canlı olduğumu hissettim. Yaşadığımı... ama ne kadar yaşanır bir hayatım kaldığını sorgulayarak. O günden beri ne zaman bir şeylerin değişmesini, bir şeylerin bitmesini istesem bir sigara yakıyordum. Tıpkı şimdi olduğu gibi.
Ayağa kalkarak odanın içinde hafif adımlarla dolaştım. Cama yaklaştığımda dışarıya doğru baktım. Rüzgarın ve yağmurun hafif uğultusu ruhumu bir anlığına dondurdu. Yerden yüksekliği ölçer gibi aşağıya baktım ve soğuk bir düşünce zihnimi sardı: "Eğer buradan atlarsam, çok da bir şey olmaz."
Sonra gözüm başka bir şeye takıldı. Bahçedeki adamlar... Malikanenin arka tarafında tam altı kişiydiler. Ön tarafı göremiyordum ama eğer bu altı adamı geçebilirsem, telleri tırmanıp buradan dışarı çıkabileceğimi düşündüm. Plan kafamda hızla şekilleniyordu. Kafamı çevirdim ve çabucak bir çanta hazırlamaya başladım. Elime geçen gerekli ne varsa içine koydum. Hızlı ama dikkatli hareket ediyordum. Bu yerden, bu hayattan, bu boşluktan kaçmalıydım.
Ama her şeyin ötesinde bir şey çok netti. Benim yolculuğumun asıl amacı kaçmak değil, Caner'i bulmaktı. Nerede olursa olsun, onu bulacaktım. Çünkü içimdeki ateş sadece onunla sönerdi.
Hızlıca aldığım çantayı boynumdan geçirip omzuma attım. Adımlarım, içimde büyüyen korku ve kararlılıkla hızlanmıştı. Malikanenin soğuk taş zeminine sertçe basan ayakkabılarımın sesini bastırmaya çalışarak cama doğru ilerledim. Cama vardığımda, titreyen ellerimle pencereyi açtım. Yağmurun nemli kokusu yüzüme çarptı; dışarıdaki serin hava bir an için içimi ürpertti. Sigaramı malikanenin dış duvarına bastırarak söndürdüm. Ateş sönerken çıkan cızırtı, içimdeki karmaşayı daha da büyütüyordu.
Hızla pencerenin önündeki basamağın üzerine çıktım ve derin bir nefes alarak kendimi aşağıya bıraktım. Ayaklarım sertçe yere temas ettiğinde, istemsiz bir sarsıntıyla çömeldim. Etrafı kolaçan ederken, mümkün olduğunca sessiz olmaya çalıştım. Gölgelerin arasında sinsice ilerledim. İlk adam tam önümdeydi. Kalbim göğüs kafesime sığmıyor, nefesim hızlanıyordu. Adamı sessizce yere sermek için hareketlenmiştim ki bir anda arkasını döndü.
"Evet, burada efendim," dedi kulaklığa doğru konuşarak.
Ne olduğunu anlamaya fırsat bulamadan, arkamdan gelen ayak seslerini duydum. Hızla döndüğümde, gözlerim Ata Uluöz'le karşılaştı. Elleri cebinde, üzerime doğru yaklaşırken yüzündeki alaycı ifade gözlerime çarptı. Meydan okur gibi bakıyordu, adımları ağır ama kararlıydı.
"Kaçmaya mı çalışıyorsun?" diye sordu, sesi sakin ama alaycı bir tınıyla.
Sessizce yüzüne baktım, cevap vermedim. O an, yakalanmış bir çocuk gibi hissettim. Zayıf, savunmasız... ve öfkeli.
"Boşuna uğraşma, Asel. Bugün bu nikah kıyılacak," dedi, sözleri tüylerimi diken diken etti.
Ona doğru bir adım attım, bakışlarım öfkeyle donmuştu. Kendimden emin bir şekilde, keskin bir sesle cevap verdim:
"Kıyılmayacak."
Gözlerinin içindeki o anlık şaşkınlık, yerini aynı anda hem öfkeye hem de keyfe bıraktı. Sinir ve zaferin dansını izliyordum yüzünde.
"Seninle evlenmeyeceğim, Ata Uluöz," dedim, kelimeleri adeta kazırcasına. "O masaya seninle oturmayacağım."
Bir anlığına gözleri kısıldı, dudaklarında beliren sinsi bir gülümsemeyle bana doğru bir adım daha attı.
"Büyük konuşma, Asel Yakupoğlu," dedi. "Sonra benimle evlenmek için gün sayar hale gelirsin."
Bu sözleri alaycı bir kahkaha ile taçlandırdı. Sesi, soğuk taş duvarlardan yankılanırken içimdeki öfkeyi körüklüyordu.
"Tek bir imza atacaksın," dedi, sesi bu kez daha ciddi, daha tehditkârdı.
Bu kez ben de duraksamadan sordum, sorgulayan gözlerle ona doğru bir adım daha atarak:
"Bu nikah senin için neden bu kadar önemli?"
Bir anlığına yüzündeki ifade donuklaştı, bakışlarını benden kaçırmadı ama bir duvar örmüştü sanki aramızda.
"Caner'i bulmak için ya da beni korumak için deme bana," dedim, kelimelerim buz gibiydi. "İkimiz de biliyoruz ki bunlar bahane. Asıl sebep başka."
Bu sözlerimle yüzündeki sakin maske çatlamadı ama gözlerindeki parıltı değişti. Hiçbir şey söylemiyordu. Öylece duruyor, beni gözleriyle delip geçiyordu.
"Benim istemediğimi bildiğin halde bu kadar ısrarcı olman için bir sebep var," dedim. Sözlerim yankılanırken hafifçe güldü. Ama o gülüş... içimi ürperten bir zehir gibiydi. Sanki kurduğu oyunun ipleri hâlâ onun ellerindeydi ve bunu bana göstermekten garip bir zevk alıyordu.
Bahçede, rüzgâr ağaçların yapraklarını savururken, aramızdaki gerilim neredeyse havaya dokunulacak kadar yoğundu. Ata'nın yüzü sert bir kaya gibi, bakışları ise bana adeta meydan okuyordu. Sabrının sınırlarını çoktan zorluyordum ve bunu bilmek bana gizli bir zevk veriyordu. Adamlarına başıyla bir işaret ettiğinde, bahçede yalnızca ikimiz kaldık.
"Bu kadar yeter. İçeri geç, bir iki saate nikâh memuru gelir," dedi, sesi o kadar kararlıydı ki, rüzgâr bile bu emri ciddiye almış gibi aniden durdu.
Öfkemi bastıramadım. "Evlenmeyeceğim seninle diyorum!" diye bağırdım, sesim bahçenin duvarlarına çarparak geri döndü.
Ata, gözlerini kısıp beni süzdü. Sanki bir çocukmuşum da oyuncağımı elimden alacakmış gibi bir tavırdaydı. "Evleneceksin!" dedi, sesi bu kez daha sertti.
"Evlenmeyeceğim!" diye tekrar bağırdım, aramızdaki bu tuhaf güç savaşında geri adım atmıyordum.
"Evleneceksin dedim!" diye kükrediğinde, göğsünden yayılan titreşim neredeyse beni bile sarstı.
"Bağırma bana!" diye aynı şekilde karşılık verdim.
"Bağırırım!" dediğinde, ona doğru bir adım daha attım. Artık aramızda yalnızca birkaç santimetre kalmıştı. Seslerimiz birbirine karışıyordu, nefeslerimiz bile aynı ritimde hızlanmıştı.
"Bağıramazsın!"
"Ulan..." diye başlayıp elini yumruk yaparken, sabrını kaybetmiş gibi bir iç çekti. "Ulan inatçı keçi!" dedi.
Sözlerinin ciddiyeti bir anda dağıldı. Bir anlığına tüm öfkemi unutup gülmemek için kendimi zor tuttum. Dudaklarım istemsizce yukarı kıvrılırken, elimle ağzımı kapatmaya çalıştım.
"Sensin keçi!" dedim, bu kez gülüşümü tamamen saklayamadan.
Ata'nın yüzündeki sinir iyice belirginleşti, ama o alaycı kıvrım gözlerinde hâlâ dans ediyordu. Sinirlenmiş ama bir yandan da bu durumdan garip bir keyif alıyordu.
"Geç içeriye!" diye bağırdı, sesi sertleşmişti. Ama bu kez azarlayan bir babayı andırıyordu.
"Geçmiyorum!" dedim, dik başlılığımı ortaya koyarak.
İnatçılığımdan bıkmış gibi başını iki yana salladı. "İnatçı keçi!"
"Ayı!" dedim, bu kez içimdeki öfkeyi çocukça bir meydan okumaya dönüştürerek.
"Ayı mı?" diye tekrar etti, kaşlarını kaldırarak. "Benzetecek başka bir şey bulamadın mı?"
"AYI!" diye bağırdım, kelimenin etkisini artırmak ister gibi.
Ata, bir an sessiz kalıp gözlerini kıstı. "Demek ayı, ha?" dedi, ardından hızla üzerime doğru geldi. Ne olduğunu anlamadan beni bir çırpıda kolumdan yakaladı ve omzuna attı.
"Demek bana ayı dersin!" diye söylendi, omzumda asılı dururken.
"İndir beni aşağıya!" diye bağırdım, ellerimle sırtına vurup duruyordum.
"Yok, ben ayı olduğum için anlamıyorum ne dediğini," dedi, bu kez alaycı bir tonda.
"İndir diyorum!" diye bağırırken hâlâ sırtına vuruyordum. Ama onun umurunda bile değildi.
"Sen var ya... ayısın, hem de boz ayısı!" diye söylendiğimde, nihayet durdu ve beni hızla yere indirdi. Ancak ne ara malikanenin içine girdiğimizi ve o merdivenleri çıktığımızı fark etmemiştim.
"Demek boz ayı!" diyerek beni odama kadar taşıyıp yatağın üzerine bıraktı. Yumuşak yatakla sert bir şekilde buluşurken saçlarım gözlerime girmişti. Saçımı üfleyerek kenara çektim, ama o, sinirle üstüme eğilmiş, gözlerimin içine bakıyordu.
"Bugün benimle evlendiğinde, ayının ne olduğunu göreceksin," dedi, sesi tehditkâr bir fısıltıya dönüşmüştü.
Ben de ona yüzsüzce bakıp, "Hı hı, tabii," der gibi gözlerimi devirdim. Sinirim ve inadım, onun tavırlarıyla birleşince iyice tırmanıyordu.
Kapıya doğru yürüyüp hızla çıktı, ama ben arkasından koşamadan kapıyı üzerime kapatıp kilitledi.
"Aç şu kapıyı!" diye bağırdım, yumruklarım kapıya vuruyordu.
"Yok açmayacağım ulan!" diye cevap verdi alaycı bir tonda.
"Aç kapıyı!"
"Açmayacağım!"
"Kırarım bu kapıyı, aç diyorum!"
"Kır, kırabiliyorsan!" dedi, sesi beni daha da delirtmişti.
"Buradan bir çıkayım, göreceksin!" diye hırsla bağırırken, o sakin bir şekilde, "Keçi!" dedi kapının arkasından.
Sinirimden dişlerimi sıkarak kapıya bir kez daha vurup, "Ayı!" diye bağırdım.
Tam o sırada kapının arkasından, "O elbiseyi giy. İki saate nikâhımız olacak," diye seslendi ve ayak seslerinin uzaklaştığını duydum.
Derin bir nefes alarak pencereye doğru döndüm, ama içimdeki öfkeyle zihnim hâlâ kıpır kıpırdı. Bu savaş bitmeyecekti. Ata Uluöz'ün karşısında inatçı bir keçi olarak dimdik durmaya devam edecektim!
Onun ise benimle başa çıkabilmek için bir ömür boyu uğraşması gerekecekti.
Tekrar camdan çıkmak için bir adım attım, ama dışarıya bakarken gördüğüm şey, sinirimin arasına kocaman bir merak sıkıştırdı. Camın hemen aşağısında koyu kahve saçlı kahverengi gözlere sahip bir adam. Üstü başı korumalardan farklıydı siyah bir sweatshirt ve kot pantolon giymiş elleri cebinde direkt gözlerimin içine bakıyordu. Kahverengi gözlerinde yaramaz bir pırıltı vardı. Eliyle "Camı aç" der gibi bir işaret yaptı bense merakla camı açtım ve sorgulayan gözlerle adama bakmaya başladım.
Camı açar açmaz, sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir rahatlıkla, "Yenge, bak, şimdiden söylüyorum: Hiç uğraştırma. Gir içeriye, bir imza at, bitsin şu mesele," dedi. Gözlerim bir anda faltaşı gibi açıldı. Yenge mi? Ben mi? Kaşlarımı çatarak, hiç düşünmeden pat diye karşılık verdim: "Yok!" " O Ata bana 'inatçı keçi' demeden düşünecekti!" Adam, söylediklerime gülümseyerek karşılık verdi, merakıma yenik düşerek. "Sen kimsin?" diye sordun o ise Ellerini ceplerine sokup umursamaz bir tavırla, "Ben Faruk. Ayı dediğin adamın arkadaşıyım. Bir nevi sağ koluyum," dedi. Aklımdaki soru işareti geçince Faruk'a "O da bana 'inatçı keçi' demeseydi!" dedim.
Ama Faruk yine sakinliğini bozmadı. "Yenge, ama sende de biraz suç var. Bizimkini çok kızdırmışsın. Ne olurdu iki dakika durup şu kağıdı imzalayıverseydin?" dedi, bu kez neredeyse nazik bir ricayla.
Kendimi tutamadım, sesim bir oktav yükseldi: "Bana yenge deyip durma! Ben senin yengen falan değilim ve o ayıyla da asla evlenmeyeceğim!" dedim. Sinirden gözlerim ateş saçıyordu. Ama durur muyum? Camdan kafamı çıkardım ve tüm bahçeye ilan edercesine, "Duydun mu, Laz hödüğü?! EV-LEN-Mİ-YO-RUM!"" diye bağırdım.
Bahçeden yükselen bir ses, beni anında susturdu: "Odaya gir, inatçı keçi!"
Başımı hızla geri çektim. Yüzümde ufak bir utanç ama bir o kadar da inat vardı. Faruk ise kahkahalarını zor tutarak, başını iki yana salladı. "Yenge, kızma ama... çok yakışıyorsunuz. Vallahi hayatımın çifti oldunuz!" dedi.
Gözlerimi devirdim ve camı hızla kapattım. Yüzümde bir gülümseme belirmişti ama hemen toparladım kendimi.
İçimde Faruk'a, Ata'ya, hatta kendime saydırmadığım laf kalmadı. Öfkeyle parmaklarımı saçlarımın arasına geçirip odada dolaşmaya başladım. Ama gözlerim bir an için yatağın üzerine bırakılmış beyaz elbiseye takıldı. O elbise... Bunu giymemi bekliyordu. Şu an her şeyden daha fazla nefret ettiğim bir nesne varsa, işte karşımdaydı.
"Ben istemiyorum," diye mırıldandım kendi kendime. Evlenmek istemiyorum. O ayıyla hiç istemiyorum. Derin bir nefes alıp kararımı yeniden hatırladım: Kendi başımın çaresine bakardım. Caner'i de kendi yöntemlerimle bulurdum. Hiç kimseye ihtiyacım yoktu nasıl 3 yıldır kendi başımın çaresine bakıyorsam yine bakardım.
2 Saat Sonra
Necla Teyze'nin tatlı sert ısrarı ile hazırlanmıştım. Aynanın karşısında durup kendime bakarken, içimde bir boşluk vardı. Ata'nın seçtiği beyaz elbise üzerime tam oturmuştu, inkar edemem, yakışmıştı da. Ama hâlâ içimde bir yerlerde bu olanlara karşı koyan o inatçı ses susmuyordu. "Bu iş yanlış, ben yanlış bir yerdeyim," diyordu içimde bir köşe.
Ama bir imza... Sadece bir imza atacaktım ve her şey bitecekti, değil mi? Kendi kendimi bu yalana inandırmaya çalışıyordum.
Gözlerim aynadan Necla Teyze'ye kaydı. Bana bir annenin evladına baktığı o sıcaklıkla bakıyordu. Başını hafifçe eğmişti, dudaklarında ince bir tebessüm vardı ama gözleri dolmuştu. Onun bu hali içimde bir şeyleri kırdı. Gözlerim istemsizce doldu ve dayanamayarak hızla ona doğru yürüyüp sarıldım.
"Çok güzel olmuşsun, Aselim," dedi, sesi titriyordu.
"Çok güzel olmuşsun..." Bu sözleri tekrarlarken, o titreyen sesin kalbimde bıraktığı ağırlığı hissettim. Omuzlarımda sarıldığı elleri hafifçe titriyordu, tıpkı yüreği gibi. "Teşekkür ederim, Necla Teyzem," dedim, burnumu çekerek. Ondan ayrıldığımda hala yaşlarla dolu gözlerle bana bakıyordu.
"Ah, ama ağlamak yok!" dedim, hafif bir tebessümle yanaklarından akan yaşları silerek.
Bir an sessizlik oldu. Ardından o sessizliği bozan cümle geldi: "Keşke..." dedi, sesi şimdi daha da titrekti. "Keşke Caner oğlum da görseydi bu halini."
O an içimde bir şeylerin paramparça olduğunu hissettim. Kalbime dolan o acı, tarif edilemezdi. Caner'in adını duymak bile beni bir anda bambaşka bir yere çekmişti. Onu sevdiğimi, onu nasıl kaybettiğimi en iyi Necla Teyze bilirdi. Ve o, bugün burada, beyazlar içinde beni ilk görmesi gereken kişiydi.
Gözlerim istemsizce doldu, geçmişe dair bir sürü görüntü zihnimde belirdi. Necla Teyze, hislerimi anladığı için yanıma yaklaşıp yumuşak bir sesle konuştu: "Sen ağlayamazsın, kızım. Senin mutlu olman lazım," dedi, ellerimi tutarak.
"Sen kötü bir şey yapmıyorsun. Gerekli olanı yapıyorsun," diye devam etti, beni teselli etmek istercesine. Başımı hafifçe sallayıp ona bir kez daha sarıldım. Bu sarılma, söylenemeyenlerin bir özeti gibiydi.
Tam o sırada kapının tıklatıldığını duyduk. Necla Teyze ile birbirimize baktık ve hafifçe geri çekildik. Kapı açıldı ve içeriye Faruk girdi. O her zamanki rahat tavırlarıyla beni baştan aşağı süzüp sırıtıyordu.
"Yenge, çok iyi olmuşsun!" dedi.
Faruk'un bu rahat ve şakacı tavırları, üzerimdeki o ciddi havayı biraz dağıtıyordu. İstemsizce gülümseyip teşekkür ettim. "Aşağıda her şey hazır, inelim artık," dediğinde, istemeye istemeye kapıya yöneldim.
Ata Uluöz'ün beni beklediği nikah masasına gidiyordum. Necla Teyze ve Faruk arkamda konuşuyorlardı ama ben bir kelimesini bile duyamayacak kadar gergindim. Merdivenlere geldiğimde, aşağıya gözüm kaydı. Siyah bir takım elbise içinde Ata'yı gördüm.
Etrafta sadece altı kişi vardı. Hepsi sandalyelerinde oturuyordu ve bana Ata'nın ailesi olabilecek kadar tanıdık bir bağ taşıyor gibiydiler. Ama bu genç kalabalık, sanki bir düğün değil de farklı bir iş için buradaydı. Ata ise nikah masasında ayakta duruyordu.
Gözler, bir anda bana döndü. Ata da merdivenlere yöneldi ve beni gördüğü anda gözle görülür bir şekilde yutkundu. Üzerimdeki elbiseyi fark ettiğinde dudaklarından 'Siktir' dediğini okudum. Bana bakarak beni baştan aşağı süzdü. Sert bakışlarının yerini çok kısa bir süreliğine bir hayranlık ifadesi aldı, ama hemen toparlandı ve başını çevirerek tekrar önüne döndü.
Merdivenlerden aşağıya inerken onun bir an için önüne dönüp ağzının içinden bişeyler söylediğini gördüm. Kafasını tekrar bana çevirerek sandalyemi çekti. Sessizce oturdum. Tam o sırada, alçak bir sesle "Yakışmış," dedi.
Başımı kaldırıp ona baktım, gözleriyle elbisemi işaret ediyordu. Hiçbir şey söylemeden tekrar önüme döndüm. Yanıma geçtiğinde burnuma gelen kokusu garip bir ferahlık taşıyordu. Ama bu bile beni daha da gerginleştirmişti.
Nikah memuru geldiğinde hepimiz ayağa kalktık ve selam verdik. Sonra yerlerimize oturduk. Memur bir şeyler söylüyordu ama kulaklarım sanki kapalıydı. Sesler bulanıklaşıyor, sadece nefes alıp veren bir sessizlik içinde hissediyordum kendimi.
Derken, memurun sorusuna herkesin bakışları üzerime döndüğünde, sıra bende olduğunu fark ettim. Hiç düşünmeden, refleksle, "Evet," dedim. Sesim öylesine titrek çıkmıştı ki sanki kararlılığımdan eser yoktu.
İmza atmam için evlilik cüzdanı önüme konduğunda, düşünmeden hızla imzaladım. İşte olmuştu. O anın ağırlığına dair ne hissedeceğimi bile bilmiyordum.
Nikah bitmişti. Herkesin yüzü bir nebze rahatlamış gibiydi. Ama ben masada hâlâ aynı noktaya bakıyordum, gözlerim bir şey görmüyor gibiydi. O an beni gerçekliğe çeken şey, Ata'nın sesi oldu. Yanıma yaklaştı, eğildi ve kulağıma alçak bir sesle, "Hayatıma hoş geldin, Asel Uluöz," dedi.
Soyadını öyle bir bastırarak söyledi ki, derin bir anlam taşıdığı belliydi. Başımı çevirdiğimde yüzümüz neredeyse birbirine değecekti. Gözlerimle bir şey söylemek ister gibi ona baktım ama kelimeler boğazıma dizildi. Hiçbir şey demeden tekrar önüme döndüm.
Kendi kendime tekrar ettim: Asel Uluöz.
Bu isim içimde tuhaf bir duygu uyandırıyordu. Hem aitlik hissi hem de güçlü bir isteksizlik... Asel Yakupoğlu, bugün bu beyaz elbisenin içinde tarihe gömülmüştü.
Bu elbise, bir kefen gibi Asel Yakupoğlu'nu sonsuzluğa uğurlarken, aynı zamanda bir Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğan Asel Uluöz'ü ortaya çıkarmıştı. Şimdi önüme yepyeni bir yol açılıyordu. Ama bu yol, o küllerin içinde hangi duyguları barındırıyordu, onu zaman gösterecekti. ------------------------------------------------- Evet arkadaşlar wattpad uygulamasında yayınladığım tüm bölümleri buraya da yüklediim bölümleri ortalama 2 Hafta gibi bir sürede yayınlıyorum bu yüzden artık diğer bölümler 2 haftada bir gelecek şimdiden anlayışınız ve yorumlarınız için teşekkür ederiim🫶🏼 wattpad hesabım: yazziyolcusu kitap adım: ANKA wattpad hesabımdan da okursanız çok mutlu olurum. teşekkür ederiim❤️ |
0% |