Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12- KUPONLA MUTLULUK

@yesilkutuphane61

Hayaller boyar karatahtaları. Tebeşirlerin güçlü darbeleri savaşır koyu girdaplarla. Kelimelerin gücünü hisseden ruhlar, eğmez başlarını. Asırlarda yaşar hikâyeler. Hiç değişmeyen manzaraların ressamları, sıvasız duvarlarını göremeyecek kadar meşgulken aldılar ellerine fırçalarını.

Okul ve öğretmen Azize'nin hayal ettiği gibi değildi. Diğer köyde, yol hizasında, derenin yanındaydı. Eski bir çay evini, içine sıra ve yazı tahtası koyarak okula çevirmişlerdi. Üç grup vardı; birinci, ikinci ve üçüncü sınıflar. Öğleden sonra da dört ve beşinci sınıflar geliyordu. Azize ikinci sınıfların olduğu sıraya oturdu. Geçen yıl Paskalya için sınıfı rengârenk süslerle donattıklarını hatırladı. Sıva yapılmamış duvarın üstündeki, rengi sararmış haritaya acı acı baktı. O şimdilik bunu memnuniyetsizlik zannediyordu.

Öğretmen kısa boylu, esmer, çelimsiz gözüken bir kadındı. Buna rağmen sesi çok gür çıkıyordu. Uykusundan uyanmış, yüzünü bile yıkamamış çocukları yerinden sıçratacak sertlikte sıralara vuruyordu. Henüz harfleri öğrenen birinci sınıflar, zorlandıkları zaman sessizce ağlıyordu. Bir teneffüsün ardından sıra ikinci sınıflara geldi. Öğretmen aralarına yeni katılan ve kıyafetinden duruşuna diğerlerinden farklı olan Azize'yle tanışma fırsatını nihayet değerlendirebilecekti. Üstten bir bakış atıp adını sordu kıza. Nereden geldiğini öğrendi ve esmer kemikli yüzünden belli belirsiz ışıltılar geçti.

"Benim adım Behiye. Saygılı ve çalışkan olduğun sürece beni seversin. Aksi halde aramız pek iyi olmaz." Azize her şey olağan seyrinde ilerliyormuş gibi zorlanarak tebessüm etti. Bu kadını sevmemişti ve sevmeyecekti. Okula alışması çok zor olacaktı. Hele uyuklayan Mustafa'nın kulağına yapışan ve kuru çubuğa benzeyen parmakları görünce bu kanaatinden hiç vazgeçmeyeceğine emin oldu. Kadının kısa boynu yüzünden omuzlarının arasına gömülmüş gibi duran başı, yakasına kadar pelerini çekmiş vampirleri anımsatıyordu Azize'ye. Yutkunup elindeki kalemi sıktı. Üç kişinin yan yana oturduğu sırada kıpırdanıp, önüne eğdi bakışlarını.

Önce biraz okuma yaptılar. Elden ele dolaşan bir kitap vardı. Ülkenin dağlarından bahseden bir metni seçmişti öğretmen. Çocuklar sırayla ve ellerine cetvel darbesi almamak için dikkatlice kelimeleri telaffuz ettiler. Bir kız o kadar dikkatli ve yavaş okuyordu ki Azize'nin gülesi geldi. Ama kendini tuttu ve sırasını bekledi. Gülerse Behiye öğretmenin kötü bakışlarına maruz kalırdı ve ilk günden bunun olmasını hiç istemiyordu.

Sınıftakiler ve Azize bir takım terimlerin yabancılığından gözle görülür hatalar yaptılar. Neyse ki öğretmen bu gün biraz dalgındı ve sık sık pencerenin yanına gidip "ah ah" deyip duruyordu. Çocukların hatalarını fark etmedi. Yalnızca arada bir şive yapan çocukları uyarıyor, hecelerine ayırarak okumalarını söylüyordu. İkinci sınıf çocuğuna göre seviyeleri fena değildi ama daha fazla okumaları ve kendilerini geliştirmeleri gerekiyordu. O zaman konuştuklarından farklı yazılan paragraflar, dost canlısı görünecekti gözlerine.

Üçüncü sınıfların bitirmesini zor bekledi Azize. Normalde okulu severdi. Ona iyi davranan öğretmenleri, arkadaşları ve etkinlik yaptığı sınıfı varken evde yalnız oturmak pek hoşuna gitmezdi. Ama bu yeni dönemde yapılan değişiklikler yüzünden okulu bırakıp, ormanda bir yerlerde yaşamayı ve ömrünün sonuna kadar meyve ve yemişleri yiyerek hayatını devam ettirmeyi bile düşünmüştü. Neyse ki hayallerinde kaybolmadan önce ders bitmişti ve nihayet eve dönme zamanı gelmişti.

"Sevdun mi okulu?" Azize omuz silkip, olumsuz anlamda başını salladı ve soruyu soran Yasemin'in yanında sessizce yürümeye devam etti. "Üç senedur başumun etini yedi ha bu kadın! Sevmesen de normaldir. Kimse sevmiyor."

"Eve dönmek istiyorum Yasemin." Yasemin ona yardım edebilecek en son insan bile değildi ama sıkıntısından bahsetmek istiyordu fırsat buldukça.

"Gidiyoruz ya eve."

"Orası değil, Almanya'ya gitmek istiyorum. Evimiz vardı orada, okulum vardı benim. Böyle de değildi üstelik." Yasemin duraksadı. Ona anlatılan Almanya'da gâvurlar yaşardı, pek de iyi bir yer değildi. Bu kız ne diye gitmek istiyordu oraya? Destanları anlatılan, zaferleri anılan, bayrağına gururla bakılan bu ülke Yasemin için diğerleriyle kıyaslanamazdı bile. Neyi sevse bağlanır, toz kondurmak istemezdi. Biri laf söylediğinde de kabullenemezdi.

"Burası da güzel" dedi savunma ihtiyacı duyarak. "Şindi biraz hava soğuk. Sana içerisi karanlık gelmiştir. Baharda gör sen burayı. Her yer yemyeşil, sınıf aydınlık, çiçeklerden taçlar başumuzda." Yasemin'in şikâyetleri baskılamak isteyen hayallerini sessizce dinledi Azize. Cevap vermedi ya da tepki göstermedi. Aynı dili konuşmadıklarını hissediyordu. Küçük yaşıyla bunu bilmiş ama dillendirememişti.

***

O günü ahırda geçirdi. Hayvanların sırtını okşadı. Sularını verdi, önlerine biraz ot koydu. Yüzlerini inceledi. Kulaklarına, kuyruklarına, kalın derilerine dokundu. Tavukların peşinden adım adım yürüdü. Biraz güldü, bazılarını kovaladı. Yumurtalar sabah alındığı için kümes boştu, oraya yaklaşmadı. İneklerin taklidini yapmaya çalışırken epey keyif aldı. "Keşke koyun arkadaşlarınız da olsaydı" dedi. Konuşmayan, yemeklerini yiyen, nefes alış verişleri duyulan hayvanların çok kısa anlarda gözlerinden manalar geçtiğine inandı. Anlamlı bakıyorlardı, bir şey düşünüyorlardı sanki. İçlerinde bilge bir ruh taşıyor olabilirlerdi. Ya da Azize'nin görmediklerini görüyorlardı. Kendince düşlediği bu gizem onu epey oyaladı.

Sonra ahırdan çıktı. Yemyeşil çaylıktı ayaklarının altı. Halkını selamlayan bir kral gibi hissetti kendini. Ya da konser veren bir şarkıcı. Sırayla dizilmiş çaylar insanlardı ve onun ağzından çıkacak bir kelimeyi bekliyorlardı. Keyiflendi. İkindi güneşi kızıl ışıklarıyla sahneyi aydınlatıyordu. Çayların en dip noktasında bodur fındık ağaçları vardı. Oradan aşağısı da yoldu. Sol tarafında ve biraz uzağında çay evinin eski taş duvarları gözüküyordu. Sonra dere, sonra köprü, sonra arabaların geçip gittiği o yol... Köyün, diğerlerinden alçakta ilk evi olsa bile burası, yola nazır manzarasıyla insana her şeye hâkim olduğu hissi veriyordu.

Beton zeminde zıpladı bir iki kez. Çaylığa inmek için biraz ötede, incir ağacının altında patika bir yol vardı. Mustafa'nın onu götürdüğü çayıra, buradan da gidilebiliyordu. Ama henüz koca bir yeşillik kümesinin arasına dalmaya, ardından fındık ağaçlarının altındaki uçuruma benzeyen patikadan inmeye hazır değildi. Daima nem vardı bu coğrafyada. Ağaçları yüksek, toprağı ıslak ve kaygandı. Dikkatli atmak lazımdı adımları.

"Azize!" Babaannesinin sesini duyunca dönüp merdivenlere yöneldi küçük kız. "Hayde kızım sofra hazır!" Sol tarafına çürümüş otlardan oluşan yokuş yukarı bahçeyi aldı ve büyük basamaklı taş merdivenleri tırmandı. Cılız dallarıyla bahçede bir başına bekleyen bodur şeftali ağacının meyvelerini ancak yazın tadabilecekti. Karnı acıkmıştı. Ardında bir gün batımı bıraktı.

***

Selvi başını yastığa koyunca yatağın bedenini çekip içine almasına izin verdi. Rahatlamadan önce biraz ağrı ve yorgunluk iğneleri saplandı sırtına ve harıl harıl çalıştığı diğer uzuvlarına. Çocuklar da dahil herkes uyumuştu. Evde sessizlik hâkimdi, herkes odalarındaydı. Erken kalkmak ve erken yatmak köydeki her bireyin adetiydi. Sabahın bereketiyle güne başlar, yatsıyı kılıp uyurlardı. Böylece tadına varırlardı uykunun.

"Uyudun mu?" Arif namazdan sonra duasını edince kalkıp seccadesini topladı. Bu gün biraz geciktirmişti namazı.

"Yok" dedi Selvi mahmur bir sesle. Ama birkaç dakikaya uyumaya hazırdı. Ayakucunda bir baskı hissedince hafifçe başını kaldırdı. Arif yatağın dibine oturmuş, başı önde bekliyordu. "Ne oldu? Yatmayacak mısın?"

"Yatacağım da ondan önce biraz konuşsak mi?" Selvi yerinde doğrulup sırtını metal başlığa yasladı. Günler olmuştu yoğunluk içinde Arif'le oturup sohbet etmeyeli. Okul telaşesi, günlük ev işleri, Arif'in fabrikadaki mesaisi derken birbirlerine zaman ayıramamışlardı. "Çok yoruluyorsun son zamanlarda, görüyorum. Üzülüyorum haline, elimden bir şey gelse, yükünü hafifletsem diye düşünüyorum."

"Arif" dedi Selvi. "Yük bizim yükümüz, paylaşacağız. Herkes üstüne düşeni yapacak." Fısıltıyla konuşsa da sesindeki şefkat hissediliyordu. "Biraz yoruluyorum ama düzene koyacağız işleri. Öyle da?"

"Öyle... Her bahar konuşuyoruz, her kış yoruluyoruz. Bakalım bu işin sonu ne zaman gelir?" Arif evin durumunu, Emine'nin huyunu az çok bilirdi. Selvi için bir düzen kurmak istiyordu. Gün geçtikçe karısının zorlandığını görüyordu çünkü. Bir köy ötede ailesi yaşayan Emine çoğunlukla oraya giderdi. Evde iş çoktu. Hepsi karısına kalınca gönlü rahat etmiyordu. Üst katın miras paylaşımını da bir türlü yapamamışlardı zaten. Mehmet gelince bu konuyu yeniden konuşmak gerekecekti. Ev kalabalıktı, bir de eve yeni gelin gelecekti. Bir düzen kurmak lazımdı. Yeni odalar lazımdı. "Azize seni yoruyor mu? Bir de onunla ilgileniyorsun şimdi. Konuşurum annemle istersen, o alır himayesine."

"Yok, nereden çıkardın onu? Azize, maşallah öyle iyi yetişmiş bir çocuk ki. Kendi işini halletmeye çalışır hep. Akıllı, uslu, hatta bana yardımcı oluyor bile diyebilirim. Bizim yaramazla oynaması bana yetiyor." İkisi birlikte güldüler. Bu durum Arif'in hoşuna gitti. Azize taşkınlık yapacak bir çocuğa benzemiyordu zaten. "Ama üzülüyorum yavrucağın haline. Arif, yanında ne anası var ne babası. Mehmet abimi özlüyor çocuk. Yüzüne bakınca gözlerim doluyor." Sıkıntılı bir nefes verdi Selvi. "Yok mu bunun bir çaresi?"

"Vardır muhakkak. Vardır da ben bilmiyorum Selvi'm. Oy oy! Yarın ola hayrola. Sen sıkma canını. Tamam mı? Hayde yat." Arif ayaklanıp karanlıkta boşluğa gülümsedi. Aralarında yaşamaya başlayan küçük yeğeninin durumu nasıl düzelirdi bilemiyordu? Belki Mehmet gelse buraya alışırdı. Belki zamanla ısınırdı. Zamanla Almanya'yı unuturdu. On yaşında bile değildi bu çocuk, yeni meşgalelerle iyileşirdi.

***

Zeynep geleni görünce saklanacak yer aradı telaşla. Elindeki güğümü fırlatmak istedi ama ses çıkartıp dikkat çekeceğinden sıkıca tuttu. Henüz fark edilmemişti ve atlasa bir yerini incitmeyeceği bir basamağın yanına koşturdu. Adından başka bir şey bilmediği, birkaç günlük eski sözlüsü eve doğru yürüyordu. Sakinliğine bakılırsa, sözün bozulduğundan haberi yoktu. Mehmet'in evinden gören olmuş muydu acaba? Bir rezillik çıkma ihtimaline karşın korkuyordu Zeynep. Başına musallat ettiği belalar için babasına kızıyordu. Henüz parmağında bir yüzük olmasa da Mehmet'le evlenecekti. Yabancı birinin kapıya gelmesi hiç uygun değildi. Ve bu söz meselesini böylesine karmaşık hale getiren İlyas’ın ta kendisiydi.

Olduğu yere oturup sırtını betona yasladı. Burada kimse göremezdi onu. Fasulye sırıklarının arasında kayıp sayılırdı. Ama kapının önünde konuşulanları duyabiliyordu. "Basri, hoş geldun!" Babasının hiçbir şey olmamış gibi çıkan neşeli sesinden tiksindi. Ne düşündüğünü, nasıl planlar yaptığını kestirmek mümkün değildi. Zeynep ise sadece bekleyecek ve Basri'nin karşısına çıkmayacaktı. Tek bildiği buydu. Mehmet artık ulaşılmaz bir hayal değildi. Bu aşamaya nasıl geldikleri muammaydı. Verdiği söz hâlâ bir rüya sayılabilirdi. Uyanmak istemiyordu. Sabırsızca gün sayarken, hayatı bambaşka bir hal alacakken kimsenin onu görmesini istemiyordu. İçine geçecekmiş gibi sırtını duvara yasladı iyice. Bir süre daha oturdu.

"Ne deyisun emice! Böyle konuşmaduk! Gelduk isteduk, sen da kızı verdun!" Gelen yüksek sese bakılırsa Basri sözün bozulduğunu öğrenmişti. İstemsiz gülümsedi Zeynep. Bir prangadan kurtulmuş gibi hissetti. Sonra babası girdi araya, durumu izah etti. Kızı evlendirmek istemediklerini, vazgeçtiklerini ve buna hakları olduğunu söyledi. Hatta Zeynep hakkında öyle iyi ve kıymetli kelimeler kullandı ki, kız bunları babasının ağzından duyduğunda ağlamamak için zor tuttu kendini. Yalan olduklarını bile bile.

Basri epey yükseltti sesini. Tehditler savurdu. Sonra bir akrabalık daha sona erdi. "Bir daha buralara uğramazsınız inşallah" diye söylendi Zeynep. Yüreği ağzındaydı hâlâ. En az iki saat daha eve girmeyecekti. Babası sinirliydi ve herhangi birine çatabilirdi. İneklere baksa, önlerine ot yığsa, avluyu süpürse zaman geçerdi. Savrulan tehditleri, birbirlerinin şerefleri üzerine söyledikleri sözleri unutmak mümkün değildi. Ama Zeynep'in merak ettiği başka bir şey vardı. Babası canından da mı korkmamıştı bu kararı alırken? Nasıl bir anda Mehmet'e evet demişti?

***

Azize on dakikadır dedesinin biraz uzağında, onunla beraber gazete okuyordu. İlgisini çeken fotoğraflara uzun uzun bakıyor, neyden bahsettiklerini anlamak için başını yazılara biraz daha yaklaştırıyordu. Hasan bey torununun ilgisini elbette fark etmişti. Kâğıdı çarşaf gibi açıyor, kız görsün diye okuduğu haberi tekrar tekrar gözden geçiriyordu. Mustafa evde durmaz, Gülcan kimseye yaklaşmazdı. Bu kızın meraklı tavırları sevimli geliyordu adama. Bir süre daha gazete okudular sessizce. Sonra Hasan bey topladı gazete kağıtlarını ve koltuğun üstüne koydu. Amacı torununun rahat rahat bakmasıydı. Belki çekinir diye kalkıp gitmeye niyetlendi.

"Bunu alabilir miyim?" Alsın diye bırakmıştı zaten. Ama çocuğun izin istemesi hoşuna gitti. Başını salladı keyifle. Biraz sert dururdu. Gür kaşları, onu heybetli gösteren bıyığı yoluna çıktığı çocuğu hazır ola geçirirdi. Azize de saygılıydı fakat korkak değildi. Onun yaklaşımı, sofrada çekinmeden yanına oturuşu, sorulan sorulara içtenlikle cevap verişi insana kendini sevilir bir varlık gibi hissettiriyordu. En sert tabiat bile sevgiyle iltifat gördüğünde yumuşama meyli gösteriyordu.

Dedesinin ardından koltuktan yere indi Azize ve büyük gazeteyi halıya serdi. İlk sayfasından başladı detaylıca göz gezdirmeye. En üstte sol köşede küçük bir bilet görseli vardı. Üzerinde kupon yazıyordu. Başını biraz eğdi ve atkuyruğu topladığı saçları ensesinde toplandı. "An-sik-lo-pe-di hediye" Parmağıyla hecelediği kelimeyi okudu. "Bu nedir?" Yerinden kalkıp odasına gitti ve sözlüğü alıp kelimenin anlamını buldu. Öğrendikleri hoşuna gitmişti. Hatta öyle ki yeni bir dünya keşfetmiş gibi coşkuyla doldu göğüs kafesi. Sadece gazetedeki kuponu vererek ansiklopedi elde edilebiliyor muydu yani? Keşfettiği şeyle o kadar mutlu oldu ki sözlüğü yatağa fırlatıp sobalı odaya koşturdu tekrar. Tek yapması gereken kuponu almaktı. Ama bu gazeteye zarar verirdi ve dedesinin izin verip vermeyeceğini bilmiyordu. Eğer gazeteyi kendi parasıyla almış olsaydı ya da dedesi ona hediye etseydi, kuponu alabilirdi. Gidip izin istemeyi düşündü önce, sonra vazgeçti. Ayıp olabilirdi. Başkalarının eşyalarına zarar vermemeyi öğretmişti babası.

Aklı kupondayken sayfaları çevirdi. Oyalandı, farkında olmadan hayallere daldı. Daha önce hiç ansiklopedi sahibi olmamıştı, evlerinde de yoktu. Kalın kitapları yan yana düşününce gülümsedi, onları başkasının alacağını düşününce de asıldı yüzü. Kendi kendine yemeğe kadar oyalandı. Siyasetten anlamadığından, takım elbiseli çatık kaşlı adamların fotoğraflarına bakıp hızlıca sayfayı çevirmekle yetindi. Çocuk fotoğraflarına baktı uzun uzun. Permalı saçlarıyla, beyaz dişleriyle gülümseyen anneleri seyretti. Annesine burada rastlama ihtimali bile geçti aklından. Büyüyünce saçma gelecek bu fikir o an için mantıklıydı. Belki bir yerde fotoğrafını görürdü.

Akşam yemeğinde dedesinden uzakta oturdu. Başını kaldırıp adama bakıyor, içtiği çorbayı seyrediyordu. İçinden ona soru sormak geliyordu ama eşyasına zarar vereceği için müsaade alamayacağını düşünüyordu. Amcası okul hakkında birkaç şey sordu, onları cevapladı sadece. Sonra doyduğunu söyleyip kalktı ve odasına gitti. Ardından halası geldi, ağır hareketlerle karşısına oturdu. Yüzünde meraktan kaynaklanan bir gülümseme de vardı.

"Söyle bakayım, ne oldu sana?" Azize içinde büyüttüğü mevzunun fark edileceğini hiç düşünmemişti. Gözlerini kocaman açtı şaşkınlıkla. Çiçek güldü kızın ifadesine. "Anlat da, belki yardımım dokunur."

"Şey" dedi Azize gözünü komodinin üstündeki gazeteye çevirip. "Dedenin gazetesinde pukon var da..." Halasının kahkahasıyla sözü kesildi.

"Ne var ne var?" Bir kelimeyi yanlış söylediğini hemen anladı ve böyle gülünmesine kaşlarını çattı. "Tamam kızma küçüğüm, kupon diyeceksin. E anlat bakayım, ne olmuş kupona?"

"Kuponda kitaplar verecekler, bir sürü kalın kitap. Ama gazeteyi kesmem gerekiyor ve dede izin vermez diye kesemem."

"Niye izin vermesin ki?" Çiçek, Azize'nin gazeteler hakkında ne düşündüğünü merak ettiğinden sordu bu soruyu. Bir kere okunup sobaya ateş, raflara bez olan gazeteleri kütüphaneye konulan kitaplar mı zannediyordu?

"Onun ya, yırtmamı istemez belki." Öyle bir şey olmayacaktı, babasının gazetenin adını bile hatırlamadığından emindi Çiçek. Ama bunu yeğenine söylemedi. Cesaretini toplamasını, kendi problemini halletmesini istedi. Yanında annesi babası olmayan bir çocuktu Azize. Bu evdeki herkes onu seviyordu ama daima birilerinin yardım eli olmayacaktı üzerinde.

"Haydi kalk, deden kapının önünde. Git ve izin iste." Halasının desteğiyle kalkıp kapının önüne gitti Azize. Karanlıkta bir boşluğu seyreden dedesinin yanında durdu ve tuttuğu nefesini bırakıp, kısa cümlelerle aklındakileri anlattı. Hasan bey sessizce dinledi torununu. Kız bir devlet görevlisine problemini anlatır gibi saygıyla ellerini önünde bağlamıştı. Kültürünü henüz tanımaya başladığı şu coğrafyada büyüğe saygıyı görmüş ve bunu beden diliyle de göstermek istemişti.

"Ne yapacaksın o kitapları?"

"İçi bir sürü bilgiyle doluymuş ve çizimler de koymuşlar. Başka ülkeler, görmediğimiz yerler de varmış."

"Ama bir tane yetmez. Onları biriktirmen gerekiyor. Kuponlar istedikleri sayıya ulaşınca veriyorlar kitapları." Dedesi kupon kelimesini öyle değişik söylemişti ki, Azize tıpkı halası gibi gülmek istedi. Ama hayallerine giden uzun bir yol olduğunu öğrenince düşünce bulutları doldu gözlerine. Sürekli gazete almak gerekiyordu. Çarşıya inemezdi, parası yoktu. Dedesi hep yeni gazete alır mıydı?

"Tamam, alabilirsin kuponu. İzin verdum. Ama bir şartum var. Kitapları aldığında bana da okuyacaksun." Çiçek'in kulağı kapıdaydı. Azize'nin sevincini duydu. İstediklerini elde etmek için konuşmaya teşvik etmek ona yapabileceği en büyük yardımdı. Hiçbir ansiklopedide yazmazdı.

***

16 Şubat

Sevgili baba, ben kupon biriktirmeye başladım. Sen gelene kadar kitaplarımı almış olurum. Eğer her gün boyadığımız kutucukların gösterdiği günden erken gelmezsen kitaplarımı görebilirsin. İlk kez böyle bir şey yapıyorum ve gerçekten heyecanlıyım. Aslında herkes o ansiklopedilerin (yazımı ne zor bir kelime) benim yaşım için büyük olduğunu söylüyor. Ben de onlara diyorum ki "büyüyünce de okurum ve şimdi anlamadığım yerleri halama sorarım." Yasemin'in bile yok. Kuponları biriktirebileceğime pek inanmıyor.

Ama dede gazeteleri alınca önce bana veriyor, ben istediğimi alıyorum sonra okuyor. Bu benim için büyük bir iyilik. Bazen amcaya gazete getirmesini söylüyor. Akşamı beklemek zorunda kalıyoruz ikimiz de. Anlamadığım yazıları okuyor ve sport haberlerine bakıyor. Ben başka şeyleri seviyorum. Bana çay da veriyorlar. Tereyağlı ekmekle çay içmeye bayılıyorum. Bazen Latif geliyor ve sıcak ekmek varsa ona da götürüyorum. Babaanne bunu yapmama izin veriyor. Bazen de "günahtır" diyor. Ama günah kötü bir şey değil mi? Biz iyilik yapıyoruz. Anlayamıyorum.

Okuldan gelince camiye gidiyorum bazen. Davut hocayı bir öğretmenmiş gibi dinliyorum. Duaları ezberlettikten sonra dinimiz hakkında hikâyeler anlatıyor. Bu arada iki tane dua ezberledim ben. Sonra bize sorular soruyor. Cevap verene fındık hediye ediyor. Bazen de kuru üzüm veriyor. Ben çok fazla bilemiyorum ama öğreniyorum. Dün ben bir soru sormak istedim. Dedim ki, biz neden Allah'ı göremiyoruz? Aslında görüyoruz, dedi. Dünyadaki her şey Allah'ı gösterirmiş. Çiçekleri yaratması, derelerin akması, kuru çubuklu üzümlerde şekerli üzüm meyvelerinin olması görene O'nu hatırlatırmış. Davut hoca ne kadar çok şey biliyor baba. Hiç böyle bakmamıştım etrafımdakilere. Dünya fabrika gibiymiş ve her şeyin düzenle çalışması onu yöneten birinin olduğunu gösterirmiş.

Ama ben, Allah'ı neden gözümüzle göremiyoruz, bunu merak ediyordum. Yine sordum. Güneşe yaklaşamıyoruz ve uzunca bakamıyoruz ya. Bu dünyada da Allah'ı göremezmişiz. O çok büyükmüş ve bizim gözümüz onu görmeye hazır değilmiş. Dünyada O'nun sesini duyan bir dağ, büyüklüğüne dayanamamış ve parçalanmış. Cennete gidersek bizi yanına çağıracakmış. Öğrendiklerim şimdilik benim için yeterli baba. Gözlerimi kapatınca bunu düşünüyorum. Sana da anlatmak istedim. Sen büyüksün, belki biliyorsundur. Ama ben de söylemek istedim.

Loading...
0%