@yesilkutuphane61
|
20 Şubat Dört tane kuponum var. Amca bu akşam bir tane daha getirecek. Ve bize kurabiye alacağını söyledi. Rengi sarı bir kurabiye var baba. Tadı biraz garip ama benim çok hoşuma gidiyor. Dilimizi sarı yapıyor ve Mustafa'yla halimize gülüyoruz. İçi süngere benziyor ama dışı çok sert. Süte batırınca yumuşak oluyor. Akşamları sobanın yanında oturuyoruz. Meryem teyze geliyor. O kadar gürültülü gülüyor ki biz de kendimizi tutamıyoruz. Böyle hah hah hah diye. Suratlarımız kıpkırmızı oluyor. Dede bizim gibi eğlenmiyor ama. Genelde dışarıya çıkıyor. Babaanne de rahatladık diyor. Çiçek hala hikâyeler anlatıyor. Bazen herkesi güldürecek şeyler söylüyor. Hepsini anlayamıyorum. Yasemin, büyüyünce bizim de güleceğimizi söylüyor. Bazen de durup üzücü şeyler konuşuyorlar, tanımadığım birilerinden bahsediyorlar. En çok Meryem teyze konuşuyor. Babaanne de onu dinliyor ve konuşacağı zaman elindeki danelli bırakıp başını iki yana sallıyor. Dantel yazmam gerekiyormuş. Şekilli küçük beyaz örtüler. Onları halanın kutusuna koyacakmış. Büyüyünce bana da verecekmiş. Hepsini yan yana koyup birleştirsek ve güzel bir halı yapsak ne iyi olur dedim. Güldüler ve olmaz dediler. Yatağımın başındaki perdenin sert desenli uçlarını da hala yapmış. Ona bunu yapmayı babaanne öğretmiş. Ama hala sevmiyor ve gerek olmadığını söylüyor. O çok farklı biri baba. Bu aileden ama bizim gibi dışarıdan gelmiş sanki. Odası herkesten farklı ve sürekli yemek ya da ev işi yapmanın insanı öldüreceğini söylüyor. Babaanne çok yaşlı ve Selvi yengenin ölmesini istemiyorum baba. Emine yenge ölmeyecek ve hala da hemen ölmeyecek. Çünkü hala biraz iş yapıyor. Hayvanlara bakıyor ve evi düzeltiyor. Ama Selvi yenge çamaşırları yıkıyor, katlıyor, mutfağı düzeltiyor, bulaşık yıkıyor ve çocuklarıyla ilgileniyor. Benimle de ilgileniyor. Ödevlerimi halayla yapıyorum. Saçlarımı yenge tarıyor, okula beni o gönderiyor. Çantama ekmek ya da elma koyuyor. Bir kere beni iki yanağımdan da öptü Mustafa'ya yaptığı gibi. Sonra içimde bir şeyler oluştu. Gürültülü kayalar mideme yuvarlanmış gibi hissettim. Gözlerime yaşlar geldi ve ona sarıldım. Kalbim hızlıca attı. Sonra da okula koştum. Her şey aynı giderken bir anda farklı hissetmek beni korkutuyor. Yanaklarımdaki öpücüğün sıcaklığı silinmesin diye ağlamamı durdurabilmek isterdim. 21 Şubat Bu gün sınıfta başka köyden gelen kızlarla birbirimize bağırdık. Bir tanesi benim defterimi yere düşürdü. Sonra özür dilemedi ve üstüne bastı. Bilerek yapmış oldu yani. Ben ona kızdım. O arkadaşlarını da yanına aldı ve kendini güçlü göstermeye çalıştı. Benim yanımda bir tek Yasemin vardı ama boyu hepsinden uzun ve bizden büyük olduğu için bize yaklaşamadılar. Ve bağırdık. Bana kötü şeyler söylediler. Buradan gitmemi ve beni istemediklerini söylediler. Hiç üzülmedim ve ağlamadım. Burası da benim evim oldu değil mi baba? Sen dönünce burada yaşayacaksak, bu köy de benim olur. Ama ben onlar gibi kimseyi kovmam. Yasemin de beni savundu. O daha çok şey biliyor. Ve onları susturdu. Sonra öğretmen olanları duydu ve bize ceza verdi. Daha önce hiç ceza almamıştım. İşte bu beni üzdü. Çünkü suçlu değildim. Defterimin beyaz sayfasında hala o pis ayak izi var. Ama öğretmen beni dinlemedi ve tahtanın önünde tek ayak üstünde bekledik. Ayağım çok ağrıdı. Dedeye ceza aldığımı söyleyemeyeceğimi düşündüm ve çok utandım. Çıkışta Mustafa dedi ki ben her gün ceza alıyorum, bir şey olmaz. Ve Yasemin de çok kibar olduğumu söyledi. Parmağıyla kolumu ittirdi ve “dokunsam ağlarsın” dedi. Bu beni bu gün olan her şeyden daha çok kızdırdı. “İstediğin kadar vur ama ağlamam” diye bağırdım. Eve gelene kadar da onunla konuşmadım. Bana öyle demeseydi onun dünyadaki en yakın arkadaşım olduğunu düşünürdüm. Aslında hâlâ öyle düşünüyorum ama ona söylemeyeceğim. Şimdilik sadece sen bil. 22 Şubat Sabah uyandığımda her yer bembeyazdı. Birkaç gündür sürekli yağmur yağıyor, fırtına çıkıyordu. Arada bir beyaz ama sulu karlar görüyorduk Mustafa'yla. Nihayet bu sabah yağmur dindi ve her yer karla kaplandı. Okula gidemedik. Amca kapının önünü kürekle açıyordu ama yeniden doluyordu. Kahvaltı bile yapmadan dışarıya çıktık. O kadar çok oynadık ki! Yanaklarımız kızardı soğuktan ve burnumuz aktı. Latif ve Yasemin de geldi ve küçük tahta parçalarının üstüne oturup yokuştan aşağıya kaydık. Benim kalın kıyafetlerim çok fazla olmadığı için Yasemin'in hırkalarından Meryem teyze yollamış. Gülcan'ın kıyafetleri bana olmazmış. Yenge vermedi. Ama Yasemin benimle kalın kazaklarını paylaştı. Büyüyünce çok param olursa ona güzel bir elbise alacağım. Aslında hâlâ Almanya'yı özlüyorum baba. Ama şimdi eve dönsem bu sefer de burayı özlerim gibi hissediyorum. Yasemin'i çok özlerim. Mustafa'yı ve yengeyi de. Babaanneyi de ve dedeyi de. Halayla aynı odada kalmak çok güzel, akşamları beni güldürüyor ya da masallar anlatıyor. Meryem teyze gibi kek yapamıyor buradaki kimse. Bana iyi davranıyorlar. Önceki kadar yalnız olmadığımı hissediyorum. Hans'ın kalabalık ailesi gibi bir ailem olmuş gibi sanki. Öyle mi baba? Aile böyle bir şey mi? Sen de gelsen tam olur. Çünkü tamamen mutlu değilim. Altı delik kovalara su doldurmaya çalışıyorum. Bunlar benim hislerim. Halanın sesli okuduğu kitapta bu cümleyi duydum ve buraya yazdım. Güzel, değil mi baba? 25 Şubat Bu gün eşyalar geldi. Kolileri salonun ortasına koyduk ve herkes başına toplandı. İçinden kitaplarım, defterlerim ve eşyalarım çıkan koliyi çekiştirip halanın odasına götürdüm. Gülcan benim olan her şeyi istiyor baba. Sonra da ya kırıyor ya yırtıyor. Vermek istemiyorum ona. Kıyafetlerim, montlarım ve sana ait olanlar da kolilerden çıkartıldı. Üst kata yerleştirmek hakkında konuşuyorlar. Üst katta ne olduğunu merak ediyorum. Niye kilitli olduğunu da merak ediyorum. Bir hala varmış bir de amca, onlarla konuşmaları gerekiyormuş. Benim olan kolileri halayla birlikte açtık. Ona kitaplarımı gösterdim. Almanca oldukları için bir şey anlamadı ama yine de baktı ve bu dili unutmamam gerektiğini söyledi. Bana kendi rafında biraz yer açtı. Kendimi büyük gibi hissettim ve kitaplarımı oraya koydum. Halanın odası biraz çocuk odasına benzedi. Ama o izin vermeden hiçbir şey yapmıyorum baba. İleride kendi odam olursa o zaman yaparım. Yengeyle kıyafetlerimi katladık. “Ne güzel, ne güzel” dedi. Hele eteğinde küçük renkli toplar olan elbisemi çok beğendi ve bana çok yakışacağını söyledi. Yeşil bir kutunun içine koyduk hepsini. Bir adı var ama... Hala burada değil, salona gidip babaanneye soracağım. Sele, evet adı sele ve onun içine kıyafetleri koyup yatağımın altına ittirdik. Bundan sonra onlarla ilgilenmek ve temiz tutmak benim görevimmiş. Yaşlı Kate gelip evimizi temizlemeyeceğine göre kendi işlerimi yapmaya alışmalıyım. Büyüyor muyum baba? Bilmem ki büyümek güzel mi? Burada kimseyi üzmemek için kurallara uyuyorum. Uslu duruyorum. Aslında evdeki gibi davranıyorum. Hani sen diyordun ya uslu dur diye. İşte öyleyim. Bazen canım koşmak istiyor ve dışarıya çıkıp koşuyorum. Yasemin'le gülüp eğleniyoruz ve Latif'in yanına gidip ona yardım etmeye çalışıyoruz. Ama evde bağırmadan konuşuyorum ve zıplamadan yürüyorum. Döndüğünde yaramazlık etmediğimi söylerler sana. 27 Şubat Herkese mektup göndermiştin ya, amca onu salonda okumuştu. Sonra ben kitaplarımın arasında iki tane kâğıt buldum. Bana ayrı mektup yazmadığın için üzülmüştüm ama onları görünce sevindim. Ve gizemli bir mesaj bulduğum için çok mutlu oldum. Bana ait olan kâğıdı hiç kimseye göstermeden okudum. İlk defa çok uzaktan bir mektup almıştım ve bu kâğıdı, bana olan sevgini ömür boyu saklayacağım. Beni özlediğini ve çok yakında geleceğini öğrendiğim için mutluyum. Sabırsızlıkla bekliyorum. Diğer kâğıdı götürüp Zeynep ablaya verdim ve yazdığın gibi kimseye göstermedim. Seninle sırdaş olmak çok keyifli. Yine de keşke sadece sen ve ben olsak. Başka kimse girmese aramıza. Acaba o da ilk defa mı mektup almıştır? Ama o büyük, belki daha çok mektup yazmışlardır ona. Uzakta yaşayan akrabaları var mıdır? Yakında birbirimizi daha iyi tanıyacağız. Evimize geldiğinde başındaki örtüyü çıkartır mı? Saçlarının ne kadar uzun olduğunu merak ediyorum. Benim saçlarım düz ve onunki gibi kıvırcık olmasını çok isterdim. Belki bir gün ona bundan bahsederim. Yazım güzelleşmiş değil mi baba? Okulda çok yazı yazıyoruz. Öğretmen hep yazma ödevi veriyor ve kalem parmağımda kırmızı izler çıkartana kadar yazıyorum. Ama kurallar Almancadaki gibi zor. Öğretmen büyüklere anlatırken ben de anlamaya çalışıyorum ve kafam karışıyor. Matematik dersinde iyiyim. Ceza almıyorum. Hatta Mustafa'ya yardım ettim birkaç defa. Bana teşekkür etti. Mustafa'yı da çok seviyorum baba. O benim kardeşim gibi. Hatta amcam, “siz kardeşsiniz” dedi. Bebek de kardeşimiz. Yasemin en yakın arkadaşım. 2 Mart Baba, baba! Kitaplarım geldi. Dedem getirdi. O kadar sevindim ki ona sarıldım ve Cuma günleri Mustafa'nın yaptığı gibi onun elini öptüm. Tam altı tane kocaman kitabım oldu. İçinde renksiz resimler de var. Denizler ve dağlar ilk kitapta anlatılmış. Hepsini okumak istiyorum, hepsini. Ve hala bana aferin dedi. Kitapları paylaşmayı teklif etti. Hemen kabul ettim. Dedeye gazete okuyacaktım ama bu günlerde birbirini öldüren insanların haberlerini yazıyorlar hep. “O insanlar buraya da gelirler mi” diye sordum. “Hayır” dedi ve gazeteyi kapattık. İnsanlar kavga ediyor baba. Uzaktaki insanlar birbirlerine bağırıyor. Keşke buraya hiç uğramasalar, kavgalarını da alıp gitseler. Zeynep ablanın akrabaları geliyor ve hep bağırıyorlar. Dede jandarma çağırmaktan bahsetti. Buradaki polislere jandarma diyorlar, doğru mu söyledim? Bunca zaman ne kadar çok konuştum değil mi baba? Sana her şeyi anlattım. Sanki yan yana gelsek bu kadar sohbet edemezdik. Defterde ben yazıyorum sen okuyorsun. Yani okuyacaksın. Yakında bu deftere baba diyeceğim. Ne komik olurdu değil mi? Deftere baba deseydim. Baba... Babaannedeki fotoğraflarına bakıyorum. Bir de sana yazıyorum. Bu beni rahatlatıyor. Gülesim geldi. Baba... 3 Mart Yasemin'i eve davet ettim ve halam da odada oynamamıza izin verdi. Ama hiçbir şeyi karıştırmayın dedi. Ben de sadece oyuncaklarımla oynayacağız dedim. Bebeklerimi ne kadar da çok özlemişim. Yasemin de çok beğendi hepsini. Bez bebeklerden bile güzel dedi. O kadar çok oynadık ki, havanın karardığını fark etmedik. Kıyafetlerini giydirdik, çıkarttık. Ben de anne oldum o da. Önce komşu olduk, sonra da kız kardeş olduk ve bebeklerimizin teyzeleri olduk. Mustafa'yı odaya almadık ve dışarıdan cama kar atıp durdu. Bizi rahatsız etmeye çalıştı. Biz de çok güldük ve Yasemin ona dil çıkardı. Ayıp olacağını düşündüğüm için ben yapmadım. Bana bir şey diyeceğini hissettim ama sustu. Geçen sefer kibar dediği için kavga etmiştik. Belki de yine aynısını diyecekti ama kavga etmeyelim diye demedi. Evine gidecekken ona bir bebek verdim. Benim dört tane vardı zaten. Tek başına oynamak eğlenceli olmuyor. Yarın yine uğrar bize ya da ben onun evine giderim. Babaannesi gelecekmiş, onunla da tanışacağım. Benim babaanneye benziyor mu merak ediyorum. Yakında göreceğim. Yarın camiye gideceğim ve cüzümün son sayfasını okuyacağım. Sonra ben de diğer çocuklar gibi Kur'an okuyabileceğim. Babaanne dedi ki ölünce onun arkasından da okumalıymışım. Ölünce beni duyabilecek mi babaanne? Babaanne şimdi ölmesin baba. Bir kere onunla uyumama izin verdi ve dede başka bir yere gitmişti. Kolları yumuşaktı ve ona sarılmama da bir şey demedi. Sabun gibi kokuyordu. Ama uyuduktan sonra yanından kaçtım çünkü çok ses çıkarttı. Burnundan gelen sesler... Sen başının altında yastık olmayınca yapıyorsun ya. Sie schnarcht andauernd. (O horluyordu.) *** Bu tarihten yirmi gün sonra Mehmet köye döndü. Temelli bir kalış düşüncesi bile paslanmaya yüz tutmuş yüreğini hop oturup hop kaldırıyordu. Kışın ortasında vakitsiz bir bayram yaşadı ev halkı. Azize'nin eve görüp babasını gördüğü ve ona sarıldığı anı gözleri dolmadan seyredebilen yoktu. Çocuktan pek de hoşlanmayan Emine bile etkilendiğini itiraf edebilirdi. Bu sene düzenler değişiyordu. Sürpriz kararların adamı, köydeki ailenin hayatlarına dokunuyordu ve herkes biliyordu ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Saçı sakalı tıraşlı, kıyafeti düzgündü Mehmet'in. Fakat yüzüne bakan gereğinden fazla kilo verdiğini, gözaltlarında oluşan ufak sarı halkaların ona pek de yakışmadığını söylerdi. Sigara içmek, diyecekti öksürüp durmasını soranlara. Esasında Trabzon'a gelen kış, Almanya'ya da gelmiş ve etten kemikten bir insanı elbette etkilemişti. Hiç yanından kalkmayan ve daima cesur hareketlerle olmasa da babasına sarılıp duran Azize fırsat verdiğinde, Rahime hanım oğluna sıcak ıhlamurlar kaynatır, lahana çorbaları yapar, nane limonlarla hastalığına şifaya sebep olacak unsurlara başvururdu. Azize, Mehmet'in bıraktığı gibi değildi. Esasında sevindi buna. O, kızın içine kapanacağından korkuyordu. Aksine, Azize dillenmiş gözlerindeki bir çocuğa yakışmayan derin kederlerin yerine kar tanesi gibi parıltılar yerleştirmişti. Pek sevmese de okuldan, daima vakit geçirdiği arkadaşlarından, göstermek için sabırsızlandığı kitaplarından bahsediyordu. Odasını anlatırken, halasının adının geçtiği yerde öyle saygılı bir ton kullanıyordu ki Mehmet hayret etmekten kendini alamadı. Karşı koltukta sessizce onları dinleyen kız kardeşine bakıp, biraz minnetle biraz gururla gülümsedi. Selvi yengesi gibi, babaannesi gibi, halası da küçük Azize'ye burayı sevdirecek kadar sahip çıkmışlardı. Eşyaları ve kıyafetleri önden yolladığından, iki valize de; hediye, çikolata, eve lazım olacak araç gereç koyup gelmişti Mehmet. Ev halkının bu adamdan sonra en sevdikleri şey bu valizlerdi. Dışarıdan gelen, orada üretilen ne varsa ilgi duyuyorlardı. Belki Trabzon merkezdeki mağazalarda bunlara benzer birkaç çikolata, kahve bulunurdu ama hiç de gidip bakmamışlardı. Ya bisküvi ya da sarı kurabiye alınırdı. Bu sebeple gelen çikolatalar, kahveler, şekerlemeler ve konserveler kıyafet hediyelerinden daha çok ilgi görürdü. Ve ev sahibi cimri değilse misafirler de epey hoşnut olurdu. Getirilen bıçaklar, kişisel bakım ürünleri, kremler ve küçük bebek için pudra büyükleri memnun ederdi. Valizler açıldı ve herkes kendine ait olanı aldı. Azize için yeterli büyüklükte bir kutu vardı. Odasına götürdü. Herkesin ona özel çocuk muamelesi yaptığı ve yapmaya da devam edeceği âşikardı. Koca bir valiz de onun için getirilmiş olsa ses etmezlerdi. Emine şimdilik içinde tutuyordu söyleyeceklerini. Ama kıskançlığa perde ettiği bakışlarını gizleyemiyordu. Onun kızının ne eksiği vardı? Kocası Almanya'ya gitse, geri dön diye yalvarmaz hatta peşinden o da giderdi. En kalitelisini yer, içer, giyerdi. Böyle, bir valizin başına toplanıp durmazlardı. Gelenekçiydi ya aile, dışarıya salmıyorlardı evlatlarını! Asi olmak gerekiyordu rahat yaşamak için. Kocası da ancak kendisine söz geçiriyor, fabrikadan çıkıp kahveye gidiyor, eve dönüp babasının elini öpüyordu. Yine saygıyı gören Mehmet'ti. Çocuğu sevilen, el üstünde tutulan da oydu. Gülcan kaç kere girmişti halasının odasına? Hepsi ukala, hepsi kendini beğenmiş. Bir olmuşlar Emine'yi ve kızını eziyorlar. Kocası olacak Kâmil de sesini çıkartmıyor. Son günlerde düşündükleri bunlardı ve Kâmil'e söylemekten çekinmiyordu. Adam hiç olmadığı kadar gergindi. Eve dönmek istemiyor, olabildiğince kahvede, çarşıda vakit geçiriyordu. Ona göre şükredilesi bir düzenleri vardı. Evde bolluk bereket içinde yaşıyorlar hatta durumu olmayanlara yardım ediyorlardı. Çocuklar bir aradaydı, akşam sofraları kalabalıktı. Hır gür yoktu. Mayıs ayında çay kesmeye başlarlar, bütün yaz hummalı çalışmanın neticesini alırlardı. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezken lezzetliydi. Yeğenlerini severdi. Kızının ve karısının ayak uyduramadığını gördükçe onlara elindekini verirdi. Bu kadını iki göz odalı küçük bir evden gelin aldıklarında, hep daha fazlasını isteyecek bir karakterde olduğunu düşünmemişti kimse. İyi kötü on seneye yaklaşmıştı evlilikleri. Ve Kâmil, elinde kalanın ruhu ve aklı olduğunu, karısının bunları da istediğini fark ettiğinde kaçmaya başlamıştı aslında. O gün Mehmet geldiğinde de evde değildi ve kardeşiyle geç buluşmayı göze alıp bu akşam da geç kalacaktı. Evde Hasan beyden başka erkek olmayışı Mehmet'in işini kolaylaştırıyordu aslında. Azize dakikalarca hasret giderdikten sonra babasının eline defter tutuşturup kutusunun başına dönmüştü. Günlerin, anıların büyük ve yamuk el yazısıyla yazıldığı deftere göz gezdirdi. Bunu okumak, ayrı kalıp birbirlerini özlediği süre içerisinde kızının ne yaptığını öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Ne de özlemişti şu küçük canı. Baba olmak aklının geride kalması mıydı? Evladının sıcaklığını aramak, köyden ayrılırken ilk kez ağlamak mıydı? Ayrı kalınca farkına varmıştı. Daha fazlasına dayanamazdı. Bunun her iki tarafa da iyilik olacağını düşünmek koca bir hataydı. Öksürüp, ağrıyan göğüs kafesini ovaladı. Defteri tahta dolaplardan birine koydu. Yerinden kalkıp koridora çıktı. Yasemin ve Azize’nin heyecanlı konuşmaları ilişti kulağına, gülümsedi. Bir müddet sonra da görüşmesi gereken birinin daha var olduğunu anımsayıp evden çıktı. Kış ama bu memleketin. Memleket esasında insanlar. Özlemle atan kalpler. Gülümsemelere değer katan bakışlar. Ne çok mana var! Ne çok anlam var! Geç kalmış gibi adımlarını hızlandırdı Mehmet. O artık gülebilen, gizli de olsa ağlayabilen, en çok da özleyen birisi. Tüm kalbini ona vermeye hazır bir ufak kızın gözlerinde görmüş kendisini. Sevgilerin uzakta kaldıkça gözde büyüdüğünü anlayan ve ailesine hak vermeyi öğrenmiş bir birey. Temiz hava biraz iyi gelse de ciğerlerine, boğazı acıyarak birkaç defa daha öksürdü. Nihayet vardı Zeynep'in kapısına. Bekliyor muydu acaba? Mektubuna cevap da yazmamıştı. Belki istemiyordu, bilerek uzak duruyordu, hâlâ abi görüyordu Mehmet'i. Bu ihtimaller güçleniyordu kafasında. Ama adamın ilk hedefi onu buradan kurtarmak ve rahata kavuşturmak değil miydi? Onu rahat ettirecek şekilde davranacaktı. Abi, baba, eş, dost... Bu kara gözlü kız neyi isterse. İlyas evde yoktu. Kapıyı hanımı açtı. Karşısında müstakbel damadı görünce sevindi. Köyde, Zeynep'i bırakıp kaçtığına dair dedikodular dolaşıyordu. Bir de şu belalı akrabalar iyice sorun olmaya başlamıştı. Bu kızın bir an evvel evlenip, evine yurduna yerleşmesi lazımdı. Mehmet'in dönüşü endişeleri gidermişti birden. Kadının eksik dişli ağzı açıldı ve gülse de yumuşamayan çatık kaşlarının altındaki gözleri ışıldadı. Yaşadığı baskılı hayattan, en fazla bu kadarını öğrenebilmişti. Evde on üç yaşında bir oğlan olmasına güvenip damadı içeriye buyur etti. İlyas'ın, göklere çıkardığı oğluna lafı olmazdı. Zeynep henüz odasındayken bile, kapının ardındaki kişinin Mehmet olduğunu anlamıştı. Sesindeki o ton, hemen içeriye girmeyişi, kapıyı açanı öyle birkaç dakika şaşkınca bekletişi gurbetçinin ayak sesleriydi. Genç kız hemen yerinden kalkamadı. Gelen vakitti, rüyalardı, çocukluğuydu, sesini kesen heyecandı. Ve hep unutmak istediği, gizli bir mukaveleydi. Annesinin kış sebebiyle kalınlaşan sesinden adını duyunca kalktı. Üstünü başını düzeltti. Camı kırık el aynasından baktı kendine. "Kıpkırmızı!" dedi böyle olmasını istemeyerek. Yanaklarını çekiştirmeye niyetlendi. Daha çok kızarırlardı. En iyisi olduğu gibi bırakmaktı. Olabildiğince habersiz davranmaktı. Derin bir nefes alıp odadan çıktı. Göz göze geldi gönderdiği gibi dönmeyen adamla. Hastaydı sanki, zayıftı, durup durup öksürüyordu. Gördüğüne sevineceği geliyordu, bu haline bakınca oturup ağlamak istiyordu. Yüzüne yansıyan bu çelişki, yine Mehmet'e istenmediğini hissettirdi. Ağır ağır gelip karşısındaki divana oturan kıza biraz da kırıldı. Sevmeyene gücenmek olmazdı tabi. Bu kalbin işiydi. İnsan zorlanır mıydı hiç? Hem sorumluluklar çöktürmemiş miydi omuzları? Niye yenisini yüklemekte ısrar edecekti ki? Yine de başını öne eğdi. Bahaneyle mutfağa giden annesini gözetleyen Zeynep konuşana kadar da tek kelime etmedi. Bir sobanın sesi, bir de tahta arabasıyla halının üstünde dönüp duran çocuğun tıkırtıları vardı odanın içinde. "Hoş geldun." Kısık sesini zapt edip gülümsedi Zeynep. "Bu gün mü geldun? Duymadık hiç haberini." Mehmet'in durgun halini hastalığına verdi. Ah gittiğinde böyle değildi! "Hastalandın mı sen?" Oturduğu divanda azıcık öne kaydı. "Önemli bir şey değil, azıcık üşüttüm sadece." Sonra öksürdü. Zeynep ayaklandı bir açıklama yapmadan ve mutfağa gitti. Mehmet iyice sıkıldı. Günler sonra sözlüsüyle konuştuğu konu hastalıktı. Oysa biraz kendilerinden söz edebileceklerini düşünmüştü. Elini dizine vurunca, halının üstündeki ince zayıf çocuk dönüp ona baktı. Elindeki tahtayı alıp camdan atası vardı da, durduk yere gelen gerginliğini kimseye açıklayamazdı. Ceplerini karıştırdı biraz. "Hah, bak burada ne var?" Küçük yuvarlak çikolataları çocuğa verip, odasına gönderdi. İlyas'a benzeyen bu oğlan sinirini bozuyordu. Zeynep içeriden elinde küçük bir kavanozla çıkıp geldi. Mehmet'in biraz uzağına, onunla aynı divana oturdu. Aslında heyecanlı olduğu titreyen ellerinden anlaşılıyordu. Fakat birbirlerini fark edemeyecek kadar çekingendiler. Zeynep kavanozun kapağını açıp, içindeki kahverengi macundan bir kaşık aldı. Odayı keskin, şekerli bir kozalak kokusu sardı. Öksürüğe iyi gelir diye, dağlardan topladıkları kozalaklardan yapmışlardı bu macunu. Allah'ın izniyle iki günde ayağa dikerdi adamı. Kaşığı uzattı Zeynep, Mehmet alsın diye. Alsın, bir kaşık yesin sonra da iyileşsin. Fakat kaşığın havada kaldığı süre uzadı. Genç kız biraz huzursuz oldu. "Kozalak macunu bu" diye açıklama ihtiyacı duydu. "Şifa koymuş Allah içine. İki günde ayağa kaldırır insanı. Öksürüğün de geçer, hastalığın da." Mehmet'in kaşığa doğru yaklaşan başını seyretti sonra. Adam kaşıktaki lokmayı ağzına aldı. Ağzında bir iki kere çevirdi, boğazını yakan keskin tadı yutkunarak geçirmek istedi. Sonra güldü ilgiden memnun bir halde. Zeynep telaşla ayaklanıp karşı divana geçti. Bir yandan da mutfağı kontrol ediyordu. Derdi neydi bu adamın? Yeseydi ya kendi eliyle! Pimpirikli bir ailenin evindeydi, tehlikeli, anlamadan dinlemeden konuları kestirip atacak insanların yanındaydı. Başkaları için ufacık mesele gibi görünen o an, İlyas için bahane olurdu. Hiç olmadığı kadar dingin geçen zamanların son bulmasını istemiyordu Zeynep. "Zeynep, verdun mi ilaci?" Annesi mutfaktan bağırınca toparlandı Zeynep. Ama Mehmet ondan önce cevap vermeye niyetliydi. "Verdi teyze, yedim. Şifa olsun!"
|
0% |