@yesilkutuphane61
|
Mustafa önündeki büyük bardağı evirip çevirirken, Azize başını pencereye çevirmiş uzaktaki denizi seyrediyordu. Bulanık mavi rengin üstü, gri bulutlarla kaplıydı. Akşam değildi ama pastanenin üst katında ışıklar yanıyordu. Köylerde, dağlarda yağmur başlamıştı. Of semaları henüz intizardaydı. Mustafa meyve suyunu yudumladıkça, çıkardığı sesler sebebiyle Azize'nin dikkatini çekiyor sonra da masanın üstündeki peçete ve kâğıt parçalarıyla uğraşıyordu. Amcasının kızının durgun ve sessiz hali yüzünden, kıpır kıpır ruhu biraz daralıyordu. Bu yüzden de omzuna salınmış saçlarına, yuvarlayıp top haline getirdiği peçete parçalarını atıp gülüyordu. "Yapma Mustafa, babamın yanına gideceğim bak!" En sonunda tehdit edildi. Kızın kararlı bakışlarını görünce elindeki peçete topunu masaya bırakıp dudaklarını bardağına yaklaştırdı. Yine de eğlenmeye kararlıydı. "Emicem yavuklusuyla mutlu, almaz ki seni yanina." Bu yavuklu kelimesi her ne demekse, Zeynep için kullanılıyordu ve Azize'nin belirsizliğe sürüklenen duygularına hiç de iyi gelmiyordu. Almanya'dayken on beş günde bir Hallesche caddesindeki küçük dükkânın bahçesinde oturup gazoz içerken, bir anda yabancı bir kadını babasının masasında görmek hoşuna gitmiyordu. Sözde burada oturup denizi seyretmek, Mustafa'yla eğlenceli sohbetler etmek için yalnız bırakılmışlardı. Ama bu küçük kafenin kutu gibi kare şeklinde olan üst katında, Azize babasının kalbinden dışlandığını ve aralarına sırların girdiğini düşünüyordu. Babası başkasıyla mutlu olabilir miydi hakikaten? Başkası için yolculuk yapmıştı gerçi. Denizden çevirdi düşünceli gözlerini. Küçük kafenin bir ucundaki masaya baktı. Zeynep ablası ve babası birlikte oturuyordu. Önlerinde muhallebi kâseleri ve iki çay vardı. Çay eline dökülse ve ince sızılarla derisine işkence etse, Azize'nin çoğalmaya başlayan kederini unutturamazdı. Günler sonra babasıyla dışarıya çıktığı için sevinirken, bunun yalnızca Zeynep için olması hevesini kırmıştı. Amcasının davetini seve seve kabul eden Mustafa'nın henüz dillendirilmeyen dertleri anlama kabiliyeti yoktu. Şeker bulaşmış dudaklarını yalayıp, sandalyesini hareket ettirerek gürültü çıkartmakla meşguldü. Mehmet bu gün Zeynep'le konuşmak istiyordu. Çocukları gezdirmeyi bahane ettiği doğruydu. Olayları önem sırasına koyamayacak fevri planlarının, onları durgun bir sahil kenarına ulaştıracağı güne kadar bilmeden de olsa herkesten sabır bekliyordu. Basri'den haberi vardı. Bu tehlikeyi göze almıştı zaten. Bu yüzden net kararlar vermeli ve açık bir şekilde Zeynep'le konuşmalıydı. Tüm köyün gözü Mehmet'in üzerindeyken ve İlyas on dakika görüşmeye müsaade ederken kendini rahat hissetmiyordu. Çocuklarla çarşıya çıkarmak iyi bir fikirdi. Azize'ye de iyi geleceğini düşünüyordu. Uzun sayılan bir süre ayrıydılar ve kız yamacında dolaştıkça memnun oluyordu. "Beğenmedin mi?" dedi Zeynep'in önündeki bir iki kaşık yenmiş muhallebiyi göstererek. Beğenmişti Zeynep. Ama Mehmet'in karşısında eli ayağına dolaşıyor, lokmalar boğazına diziliyordu. Sonra, ömür boyu beraber olsalar ve heyecanı hiç dinmese... Ölürüm bir gün, muhakkak diye geçiriyordu aklından. Pastaneye oturmak lüks sayılırdı. Belki erkekler çarşıya indikçe bir çay içerlerdi buralarda. Ailelerini sevenlerse, çocuklarının ağızlarını tatlandırırlardı. İlyas gibiler, evde çalışan ve lokmayı hak edenin payıyla ceplerini doldururdu. Zeynep daha önce önünden geçtiği bu iki katlı küçük dükkâna girmiş değildi. İlk seferi Mehmet'leydi. "Beğendim" dedi başı önde, omuzları düşük. Ara sıra Azize'ye bakıyordu gizlice. Kızın düşünceli halini görüyordu ama en çok da duruşuna imreniyordu. Bir çocuğa göre sakin, gözü tok, önündeki içeceğin tadını bilen, sandalyesinde özgüvenle oturan hali ne de hoş geliyordu gözüne. O hem denize bakabilir, hem önündekileri yiyip içebilir hem de karşısındaki çocukla konuşabilirdi. Her ne düşünüyorsa, bunu gözlerinin ardında saklayabilirdi. Parmak uçları titriyordu Zeynep'in. Mehmet'in aklına bile gelmeyecek bir başarısızlıktan korkuyordu. O küçük kızın fıtri davranışlarını sergileyememekten çekiniyordu. "İyi oldu değil mi gelişimiz? Böyle sakin sakin oturma fırsatı bulduk." Zeynep ellerini çekti kucağına. Başını salladı. Madem her şey bu kadar gerçekti, sorulması gereken sorular da vardı. "Babam, nasi müsaade etti? Şaşırdum." "Yabancı değilim ya, bir çarşıya gidip gelmekten ne zarar çıkar? Hem eksikleri de alacağız bu bahaneyle. Hem konuşuruz da." "Anladum, sen kızına bir anne kendine de bir..." Doğru kelimeyi bulamadı siyah gözleri merak ateşiyle yanıp, Mehmet'in yüzünde dolaşırken. "Sen bir karar vermişsin. Ama aklımı kurcalıyor, babam nasıl fikrini değiştirdi? Çok kararlıydı beni Basri'ye vermek konusunda." Mehmet'in çatılan kaşlarını seyredip duraksadı. Tek bir anlam yüklemek zordu bu ifadeye. Öne doğru eğilip, kimse duymasın ister gibi fısıldadı sonra. "Hiç olmadi, canı gider diye korkardi." Karşısındaki adamın, canından korkan İlyas'ın boğazına yapıştığından haberi yoktu. "Ben..." İşin arka yüzü biraz karışıktı. Yine İlyas'ın menfaati, yine cebine dolan para konuşulacaktı. Ama Mehmet bu masada, geleceğe dair güzel planlar yapmak istiyordu. Zeynep'in hayallerinden, istediklerinden, sevdiklerinden konuşmak ve yakın zamanda başlanacak düğün hazırlıklarından söz etmek için can atıyordu. "Talip oldum seninle yuva kurmaya. O da izin verdi." Öksürdü sonra bir kaç kez. Yalanını örtmek için yapmadı bunu. Ciğerleri hareketleniyordu. "Bu kadar mı?" Babasını tanıyordu Zeynep. Mehmet gibi birini, onun ailesini kendine yakın etmekten hoşnut olurdu. Şüphe götürmez bir gerçekti ki bu sefer canının yanmasını da göze almıştı. Şimdi sorduğu soruyla üstü kapalı bir şekilde, teklif serüvenini anlatmasını istiyordu. Mehmet'in elleri masada gezindi. Bu süre içerisinde yakından, yüzünü seyredebildi. Sırtında sergi taşıyarak evin önünden geçip giden Mehmet'in, geriye döndüğünde bu kadar yakınında olacağını kim bilebilirdi ki? "İki taraf da razıyken olur bu işler. Yani ben... Teklif ettim, İlyas emice de olur dedi. Sana sordum, sen de tamam dedin. Aslında konu buraya gelmişken, yeniden konuşsak iyi olur seninle." Yutkunup tedirgin bakışlarını, şüpheye düşen kızın gözlerine dikti. Zeynep her an uyanmak üzere görüyordu rüyalarını. Kelimelerden çekinirdi yüreği. "Diyorum ki yakın zamanda yapalım düğünü. Uzatmaya gerek yok." Bir çırpıda söylenenler soğuk su içmiş kadar rahatlattı içini. "Köylü de sussun, o herif de kapına gidip gelmesin. Adını koyalım artık. Olur değil mi? Bu süre içerisinde hoşuna gitmeyen, uygun görmediğin ne varsa söyleyebilirsin bana. Ben... Elimden geleni yaparım. Seni tutsak etmiyorum Zeynep, çekinme ve kaçma benden." Beni tutsak ettin Mehmet, kaçsam da geliyorsun peşimden. Çocukların pencereden bakmasından istifade eden Mehmet, içine dolan bir cesaret ve yakınlıkla Zeynep'in eline uzandı. Amacı güven vermekti. O sıra fark etti bir evi çekip çeviren yıpranmış ellerin rüzgârda kalan yaprak gibi titrediğini. Ne gitmeye cesaretleri vardı, ne kalmaya. Geri çekilmiyorlardı ama sıkıca da kavramıyorlardı Mehmet'in parmaklarını. Yine de yapabileceğinin en iyisini yaptığını düşündü Zeynep. Gülümsedi yürekten. "Anamlar konuşur kendi aralarında. Adını koyarız kısa zamanda." Bir Azize'yi görünce böyle sevinmişti Mehmet, bir de yakınlık beklediği kızın ona adım attığını duyunca. "Tamam... Tamam, o zaman eve gidince ben konuşurum bizimkilerle. Büyükler konuşur bir de." Elini çekip ensesini kaşıdı. Çocuklara baktı. Azize'yle göz göze geldi, kızına gülümsedi. Bir karşılık alamadı o anda. Ama yeni ve güzel bir hayatın başlangıcında olduklarını ona anlatmak için yine elinden geleni yapmaya devam edecekti. Hiç bu kadar uğraştığını, hissettiğini, sevindiğini, endişelendiğini hatırlamıyordu. Hastanede kucağına verilen çocuğa bir zarar gelir endişesiyle korkmuştu hep. Azize'yi korunaklı addettiği köye getirince gevşedi içindeki halatların düğümleri. Sonra Zeynep'i kafesinden çıkartma fırsatı geçtiğinde eline, nefes alabildi. Yeniden attı kalbi. İyiye olan inancı dirildi. Bu sefer hırsla ve kendisi için değil, çevresindekiler için çabalıyordu. "Azize'yle konuştun mu sen?" Zeynep de dönüp küçük kıza baktı. "O istemiyor beni. Belki annesini özlüyordur." Mehmet, kızının bu evliliği istememesini anlayabilirdi, nitekim kız günlüklerinde de bundan açıkça söz etmişti. Ama annesini özlediği ihtimalini göz önünde bulundurmuyordu. Öyle vurdumduymaz bir kadını istemediğini, problemin de o olmadığını biliyordu. "Konuşacağım, o da alışacak zamanla" dedi net bir sesle. Sonra düşündü ki; Zeynep ikinci kez Azize'nin annesinden bahsediyordu. Zaman geçtikçe bu sayı artacaktı. Şimdi konuyu açmak ve kapatmak lazımdı. "Annesiyle senede bir, belki iki kez görüşürdü. Ben onunla yolumu ayıralı çok oldu. O ise daha fazla şansı varken, kızına ancak bu kadar zaman ayırırdı. Azize'nin de benim de öyle bir kadına ihtiyacımız yok." O sarı saçlı, mağrur ve bakımlı kadın geçti ikisinin de gözlerinin önünden. Mehmet heveslerini hatırladı, Zeynep Mehmet'in bakışlarını. Şimdiki gibi yumuşak ve yorgun değillerdi. Belki meydan okuyorlardı belki gururlulardı. Almanya'ya gittim, evlendim ve bir de torun getirdim. Göğsü kabarıyordu, eksikleri gün geçtikçe artarken. "Artık sevmiyor musun onu?" Adını bile anmıyordu Mehmet. Bu sorunun da amacı pek tabi başkaydı. "Zeynep" dedi. Sadece bunu söyledi ve sustu. Hani açık açık konuşacaklardı? Zeynep sakladıkça sevdasını, Mehmet konuşsun istiyordu. "Ben silip attım onu hayatımdan. Ha sadakatsiz ve vefasız olduğumu düşünme. Her şeye rağmen, kızım için elimden geleni yaptım ama o anneliği kaldıramayacak karakterde bir kadındı. Senin yaşlarındaydım karşılaştığımızda, yakınlık gösterdi bana. Benden bir iki yaş da büyüktü üstelik. Burada alışmışım ya aile olmaya, onda da bulurum sandım o sıcaklığı. İş buldu, ilgilendi, geride bıraktığım kavgaların aksine bana sevecen davrandı. Ev dediğimiz dört duvara girene dek..." Günahını itiraf ederken Zeynep'e, kızın dolan gözlerini görünce durdu. "Bilmen gerekiyordu Zeynep. Benim kim olduğumu ve hayatımı bilerek yanıma gelmen gerekiyor. Pişmanlık en fenasıdır, geç de olsa öğrendim ben." Dönüp yine kızına baktı. "Allah merhamet etti bana yine de" dedi mırıldanır gibi. "Temiz ve güzel bir evlat verdi. Onu, geride bıraktığım bu memlekette büyütmek istiyorum. Büyüklerinden sevmeyi, saygıyı ve mutluluğu öğrensin istiyorum. Ben beceriksizlik ettim, ne öğrendim ne öğrettim." "Sen bir konuda büyük bir beceriksizlik ediyorsun." Mehmet merakla baktı Zeynep'e. "Kendini bir türlü sevemiyorsun." "İşte bu yüzden söylüyorum sana, beni tanıman lazım diye. Uzaktan gördüğün komşu çocuğuyum ben. Tanısan, korkarım sen de sevmezsin beni." Kalbi bu ihtimalden titrediyse de dürüstlük etmek istedi. "Doğru, hep uzaktan gördum seni. Köyün dilindeki Mehmet'tin sen. Yaman delikanlı derlerdi, merak eder küçük başumi kaldırıp bakardum sana. Küçüklüğüme mi bilmem, gülerdun. Önce merhametini tanıdım. Bir anda gittin sonra, yaman delikanlı dediler yine. Dik başını tanıdım. Geri geldin defalarca, özlemini tanıdum. Yine senden büyüklerin elini öptün, yine gittun. Kızını getirdin. Senden bir parça gibi büyüttüğün çocukla babalığını tanıdım." Kızaran yanaklarıyla soluklandı Zeynep. Yanağını avucuna yaslayan ve sessizlik içinde dinleyen Mehmet'le uzunca konuşmak onu sakinleştirmişti. "Hatalar yaptun ama sevilmemene sebep değil bu. Annenin gözünden bak kendine, kızının sana hasretini, babanın gururunu gör. Öyle seversin ki kendini." "Azize beni çok seviyor mu dersin?" Zeynep öyle güzel anlatınca, çocukluğundan pay verince kendine hoşuna gitti Mehmet'in. Disiplinli olsa da çocuk haliyle Azize'ye de çok sevdirirdi kendini belki de. Çatık kaşlı, hataları olan bir adamdı. Yaşama becerilerini köreltmişti son birkaç yılda. Kelimeleri sayılı, zihni daima karmaşıktı. Yine de küçük kızı onu sever miydi? "Hem de nasıl! Beni da senden sebep sevmeyi! En çok o seveyi seni." Güldü kısa kısa. "Sen?" Anın büyüsüne kapılıp, bir an boş bulundu ve geriye alamayacağı bir soru sordu kıza. En çok Azize severdi, en gizli de Zeynep. Az önce yavaş yavaş anlatan kızın dudaklarına mühür vuruldu bir anda. Gözleri kaçacak yer aradı, camları kirli pencerelerden dışarıya baktı. Hava birkaç saate kararacaktı. Tavandaki sarı ampulün etrafında ufak birkaç karasinek uçuşuyordu. "Emice hayde da! Şiştuk yemin ederum!" Mustafa tiz sesiyle araya girince Zeynep'e bir kurtarıcı gibi göründü. Mehmet sorusunun cevabını alamadı. Burada da rahat yok diye düşünüp, bir yandan da yetiştirdiği kızın sabrını ve itaatini takdir etti. Mustafa gibi önemli bir konuşmayı bölmeme erdemini göstermişti. Artık kalkma zamanıydı. Bu keratayla bir daha yola çıkmayacaktı. "E hayde" dedi elini cebine atıp. Azize'nin içeceğinin sonunu da içmiş olan Mustafa, dar merdivenlerden koşarak indi. Arkasından babası ve Zeynep'in yanından sessizce geçip gitti Azize. Aşağıda, tezgâhta yuvarlak büyük kurabiyeler vardı. Huzursuzluğunu, kısa sürede arka plana atıp yanına gelen babasının elinden tuttu ve Latif'le Yasemin'e kurabiyelerden almak istediğini söyledi. Kızının isteğini ikiletmeden yerine getirdi Mehmet. Kuralları yumuşatmanın ve sevgiyi tatmanın zamanıydı. Şimdiye dek, korumak üzere davranmıştı. Şimdiden sonra ise annesinden, babasından hatta belki de Zeynep'ten ne görse küçük Azize'ye öyle muamele edecekti. İstiyordu ki Azize onu daha çok sevsin. O kötü Mehmet gitsin dağların arkasına, kızın küçük yüreğinde iyi kalsın. Gizli hataları telafi edilsin. Belediye otobüslerinin kalktığı durağa kadar sessizce yürüdüler. Bir şehri ikiye bölmüş gibi gözüken köprünün üzerindeydi otobüs. Yüklerini alan biniyor, pencereye başını yaslıyordu. Özel arabası olan kişi sayısı azdı. Saatlerini gözettikten sonra, en iyi araç belediye otobüsüydü. On beş dakikaya yakın bir sürede otobüs köylere doğru yol alacaktı. "Emice bobanem dedi ki un alsun." Mustafa otobüsün kapısında bunu söyleyince planlar kısa süreliğine değişti. "Oğlum niye daha önceden söylemiyorsun? Şimdi mi söylenur bu?" Mehmet sinirlenince gençliğinde olduğu gibi konuşuyordu ve Zeynep'in hoşuna gidiyordu bu durum. "E hayde düş önüme de çabucak alıp gelelim. Siz burada bekleyin, on dakikaya döneriz." Afacan yeğenini önüne katıp yakınlarda un alabileceği bir yer bakındı. Azize ve Zeynep kalmıştı geride. Durağın paslı tabelasının yanında bekliyorlardı. Küçük kızın elinde, arkadaşları için aldığı kurabiyeler vardı. Babasının aklına Gülcan da geldiği için ona da verecekti. Havada martılar dolaşıyordu. Gri bulutların altında, beyaz tüyleriyle süzülüyorlardı. Sesleri çarşıdaki uğultuya, kedi mırıltılarına, inekleri taşıyıp götüren küçük kasalı kamyonlara karışıyordu. Köydeki gibi gür olmasa da bir dere akıyordu aşağıda. Suyu kahverengi denecek kadar koyuydu. Çamur taşıyordu sanki. Uzaktaki sisli, buz mavisi denizi aratıyordu insana. İki yanındaki çakıl taşlarına değmeden, ona çizilmiş yolda ilerliyordu. Suyu çekilmiş nehirlerin, kurak görüntüsünü anımsatıyordu. Ve küçük kız, bu köprüyü köydekinden bile yüksek buldu. Uzun ve sonu şehrin diğer tarafındaki evlere çıkan yol. Yine de derin bir kasvet kaplamadı içini. Meydan gibi genişti burası. Tam karşısında başı dumanlı, koyu yeşile boyanmış dağlar duruyordu. Metrelerce ötesinde olsa da arkası denizdi. Üçer katlı binalar, fabrika duvarı kadar renksizdi. Arkalarına aldıkları gök olmasa, çirkinlerdi. "Beğendin mi buraları Azize?" Kızın, gözlerini etrafta dolaştırmasından istifade sohbet etmek istedi Zeynep. Zaman geçecek ve hep birlikte olacaklardı. Birbirlerine alışmaları gerekiyordu. Lazım olan sabırsa Zeynep'te bol bol vardı. "Köy daha güzel" dedi. "Ben da köyü daha çok severum." Azize ne gülümsüyor ne de yumuşak bir tepki veriyordu. Bu köy değil miydi onun hayatını tamamen değiştiren? Ama buradan daha güzeldi. Ve küçük kız zorlansa da orayı sevmeye başlamıştı. Peki ya hiç gelmemiş olsalardı? O zaman Zeynep girmezdi hayatlarına, babasıyla mutlu olurlardı. Bir daha hiç birlikte olamayacaklarmış gibi bir acı hissettiğinde, farkında olmadan gözleri doldu. "Ne oldu Azize?" diye atıldı Zeynep. Kızın durgun halinin bir anda kedere dönüşmesiyle endişelendi. "Babam en çok seni mi sevecek artık?" Bir çırpıda döküldü kelimeler dudaklarından. İçi yanıyordu ama metin olmaya çalıştığı her halinden belliydi. Alacağı cevap, evet olsa bile tutacaktı kendini. Zaten o, geride kalmayla tanışmıştı. Özlemeyi evvelinden biliyordu. Ne kadar üzülürse üzülsün babasının sevmediği şekilde ağlamayacaktı. Kimsenin görmediği yerlerde belki... "Yok..." Yine bir muammanın sıkıntısıyla hareketlendi Zeynep. "Baban senden çok sevemez kimseyi. Sen biricik kızısın onun. Ne yapsa senin için yapıyor. Sen mutlu ol diye uğraşıyor." Çaresizce ikna etmeye çalıştı kızı. Ama anladı ki gücü yetmeyecekti. Kalp kırdığını düşündüğü için özür dileyen Azize'nin yumuşacık bakan gözleri, şimdi koyu yeşille kaplanmış dağların sertliğindeydi. Kuvvetli kelimeler lazımdı belki. Yitirdiği güveni kazanıp, inanması lazımdı. Zeynep de öyle yaralıydı, bunca zaman sessizdi ki kızın kalbine giden yolun önündeki ufacık eşikten bile atlayamayacaktı. "Olmuyorum" dedi Azize. Net, soğuk ve mesafeli. Sonra babası elinde unla gelene ve köye gidene dek konuşmadı. Mustafa da bu gün ondan umudu kesmişti nihayet. Yolun kenarında indiklerinde akşam ezanı okunuyordu. Önlerindeki yokuşu seri adımlarla çıktı çocuklar. Zeynep bir sır gibi saklayacağı konuşma hakkında düşünürken, Mehmet biraz daha zaman kazanabilmek adına yavaş yürüyordu. Bu gün biraz geç bitse, tekrarı nasip olsa, Zeynep yanında yürüse... Azize eve uğramadan yokuşu çıkmaya devam etti. Pencerelerini kapatan birkaç köylünün selamına karşılık keyifsizce el salladı. İlyas amcanın evinin önünden geçti. Elma ağacını aydınlatan sokak lambasının altında biraz soluklandı. Sırada Meryem teyzenin evi vardı. İki katlı, asma yapraklarıyla kaplanmış ve çoğu zaman misafir ağırlamaya hazır olan büyük bir evdi. Aşağıya doğru eğimli bahçesi oyunları biraz zorlaştırıyordu ama köyde düz yer yoktu zaten. Dedesinin evinin bahçesi de aşağıya doğru eğimliydi. Top oynanmazdı burada. Eve yaklaştıkça içeriden Meryem teyzenin sesleri duyuluyordu. Yine birilerine bir şeyler anlatıyor olmalıydı. Gür bir ses, coşkulu sözler… Alışmıştı artık Azize. Sanki bu insanlar ona uzun zamandır tanıdıktı, fıtratına yakınlardı artık. Ne kadar mesafeli ve durgun olsa da yanlarında, onlardan kalbine gelen bir sıcaklık olduğunu hissediyor ve hiçbirinden çekinmiyordu. Dört basamaklı merdiveni çıkıp yarı açık kapıdan içeriye bağırdı. "Yasemin! Yasemin!" Arkadaşı onu bekliyor gibi hemen kapıya geldi. Birbirlerini görünce gülümsediler. "Sana kurabiye getirdim, sever misin?" Çıkartıp kese kâğıdını uzattı. Küçük avcunda büyük duruyordu. "Bilmem, severim heralda" dedi Yasemin sevinçle. Azize'nin çarşıya gideceğini biliyordu ve ona da bir şey getirmesi hoşuna gitmişti. Pastanelerde çeşit çeşit kurabiye vardı ve çoğunun tadını bilmiyordu. Bu elindeki de güzel kokuyordu ve tazeydi. "Latif'e gideceğim. İyi akşamlar." "İçeri gelseydun ya oynarduk." "Yoruldum da, yarın oynarız." Ayaküstü vedalaştılar ve Azize yoluna devam etti. Solunda kalan çaylıklara karanlık çöküyordu. Yola yakın derenin sesi uzaktan geliyordu. Almanya'da olsa bu saatte dışarı çıkamazdı. Hatta günün herhangi bir saati tek başına parka bile gidemezdi. Ama köyde buna izin vardı ve bu hoşuna gidiyordu. Perdelerin ardındaki sesler ve ışıklar sokağa taşıyordu. Oradaki aileler mutlu muydu? Annesi giden bir kadın olmasaydı, Almanya'daki evlerinde aynen böyle yaşayabilirler miydi? Ufak düşünceler, özlemler ve batıp giden güneşle Latif'in evine vardı. Yoldan sola sapıp, çelimsiz çay kafullarını geçince ufak bahçeli tek katlı bir eve varılıyordu. Ahırla yan yana yapılmış bu ahşap evde Latif ve annesi yaşıyordu. Çocuğun babası uzun bir hastalık döneminden sonra vefat etmişti. Amcalarının yanında kalan dedesi ve ninesi bazen gelirdi. Genel olarak tek başlarına, geçim derdindeydiler. Bu akşam kapılarını çalan küçük kızı görünce sevindiler. Öyle ki Latif de annesi gibi bütün dişlerini göstererek güldü. Kadının girdiği yastan hiç çıkmaması, olur olmadık yerlerde daima gülmemesi gerektiğini düşünenler vardı. Kimisi de onun bu kadar ince düşünemediğini, saf olduğunu söyler ilişilmemesi gerektiğini savunurdu. Üç yıldır yalnızdı. Hiç üzülmez gibi görünen yüzü, o günden sonra gülmez sanmışlardı ama aksine kadın tavrını bozmuyordu. Çocuklarla oynuyor, tavuklarla konuşuyor, geleni neşeyle evinde ağırlıyordu. Eşinin vefatı, ona bir kaç gün tesir etmiş gibi gözüküyordu. "Azize, hoş geldun!" "Hoş bulduk Latif, sana getirdim." Elindeki kese kâğıdını uzattı boyu kendinden uzun olan çocuğa. "Seversin değil mi?" Bu gün öyle soruyordu ki bu soruyu; sevgiyi özleyen ruhu bir ilaç arıyordu sanki. "Severum, severum" dedi Latif elindekinin ne olduğunu bilmeden. Bu saatte buraya kadar gelmişse bu kız, elindeki her neyse severdi. Fakirhanenin kapısını çalan değerli eller, davetin tüm ısrarına rağmen onlara veda etti. "Akşam oldu" diyordu Azize. "Geç oldu, dönmem lazım." *** Bin mark, iki inek. Nihayet öğrenmişti Zeynep. Babasının karşılıksız iş yapmayacağını biliyordu. Ne rıza ne de sevdaydı Mehmet'e verdiği izne sebep. Dakikalardır yürüyordu. Nefes nefeseydi ama umursamıyordu. Bir kuytu köşe bulmaktı niyeti. Kaçmaktı sevdasına biçilen değerden. Basri'yle evlenseydi ya da herhangi biri gelseydi bu kapıya, evlilik karşılığında yine menfaat gözetecekti babası. Ama Mehmet olunca konu, ağır geliyordu. Mehmet'e yakışmıyordu. Belki gizli olmasına belki de adamın niyetine içerliyordu, kızına anne arayan bir adam ile seven bir adamın elbette yüreği başka olurdu. Ne olursa olsun, yarın öğlen vakti kıyılacak imam nikâhına kadar bir karar vermesi gerektiğini biliyordu. Mehmet'e hayır dese, burada kalamazdı artık. Nereye gideceğini bilmeden, kundaktaki hisleriyle sersefil olurdu yollarda. Yola düşmese, onu koruyacak kimseyi bulamazdı. Evet dese, şartlar üzere kurulmuş bir hayatı olacaktı. Paralar, inekler, Azize'ye annelik, Mehmet'in bahsettiği özgürlük, aile... Peki ya Mehmet'in kalbi bunun neresinde? Bu yara her nasıl açıldıysa, Mehmet'in varlığı bile merhem olamamıştı. Rüyadan uyanıyordu, yarın evlilik vardı sonra düğün. Ama rüyadan uyanıyordu ve gerçekler iğne gibi batıyordu hayata. En tepede, boş bir yola çıkınca durdu. Çaylıkların kenarına oturdu. Tüm köy ayaklarının altındaydı şimdi. Çocukluğunun geçtiği, bayırlarında koşturduğu, otunu topladığı, meyvesini yediği bu yerlere artık sığamıyordu. "Allah'ım yardım et" dedi hayal kırıklığı içerisinde. Dün ahıra gelmişti iki inek. Bu sıralar pek keyifliydi babası. Sonra sabahın erken vakti annesiyle babası konuşurken duymuştu. “Kendi teklif etti” demişti İlyas. “Kızı bana ver ne istersen vereceğim” diye de eklemişti. "Sen beni sevmiyorsun Mehmet. Sen beni babamın elinden kurtarmak için evleniyorsun. Demiştim sana; merhametinle tanıdım seni. Ama dönüp dolaşıp bana acımakla eza ediyorsun körpecik yüreğime." "Ben seni seviyorum Zeynep." Bulut yüklü kara gözleri aşağıda bir ağaca sabitlendi Zeynep'in. Gaipten sesler mi duyuyordu şimdi de? Öyle olsa on senedir de duyardı. Arkasındaydı Mehmet, sahiden. Yaklaşmıyor, uzaklaşmıyordu. Toparlanıp kalktı, başı önde döndü geriye. "Sen bu hale gelme diye saklamıştım. Aramıza kötü düşünceler sokacak şeyleri bilme istemiştim. Bir mecburiyet sanmayasın sözümü." "Bunu yapmak zorunda değilsin. Senin bir hayatın var. Beni korumak için evlenmen gerekmiyor. Bizi büyük çocukların alaylarından korurdun eskiden. Artık yapmana gerek yok." "Benim kızımdan başka bir hayatım yok uzun senelerdir. Bir de sen gelsen, çiçeklense evimizin her yanı." Öyle merhametli, öyle sakin konuşuyordu ki ağlamaya başladı Zeynep. "Kızma bana, biliyorsun babanı. O aradan çekilsin diye, tüm dünyayı önüne serebilirdim. Bunun... Sandığın gibi acımakla bir alakası yok. Biz senelerdir sevdalı olsak seninle, yine baban aynısını yapmamı isteyecekti. O zaman arkanı mı dönecektin bana?" "Ama değildin." Bu ama kelimesine sinir olmaya başlamıştı Mehmet. "Artık öyleyim! Duymuyor musun sen beni? Görmüyor musun halimi? Ya da inadına yapıyorsun. O akıllı bakışlarının, peşinde dolaşıp durduğumdan haberi var elbette." "Bana diyene bak" diye çıkıştı Zeynep. "Sen biliyor musun başını kaldırıp bakmayı?" Bir anda laf işitince afalladı Mehmet. O kendini istenmeyen adam sınıfında görürdü çoğunlukla. Sevmeyi korumak, sahiplenmek ve alışmak olarak görürdü ilk aşamada. Ruhundan uzak tutardı tüm cömertliğini. "Ne demek bu?" "O demek!" "Zeynep!" "Köylünün delikanlı dediği Mehmet var ya! Ben onu kalbime aldım öyle büyüdüm. Gittiğini de gördüm evlendiğini de. Kızının saçını okşadım, yoluna çıkınca başımı eğdim. Katlandım, sevmeyi seçtim yine de! Ama bana acıdığın için yanına almanı istemiyorum. Gerekirse seni bir daha görmem, uzaklarda güzel hatırlarım. Bir mecburiyet gibi dolaşmam etrafında." Dili tutulmuş gibi susuyordu Mehmet. Sevilmişim ama hiç görmemişim. Küçücüktü bu kız, ne zaman büyümüş? Ne zaman gönlüne beni almış? İşte şimdi duaları kabul olmuş. Birkaç cümle tekrarlanıyordu aklında bunun gibi. Zeynep'in gözyaşları dinmişti. Hatta rahatlamış gözüküyordu. Niye daha önce yapmamıştı ki bunu? Hani yerinden oynayacak yer, hani üstüne düşüp onu ezecek gök? Hepsi yerli yerinde duruyordu. Mehmet bile. "Senin gibi güzel değil Zeynep, zaten beceremem ama ben de seni aldım yüreğime. Gel inan bana, gerçi ben şaşkınım hem de çok. Benim yerime de inan. Yanımda ol. İyi niyetim düşmüşse kötülerin eline, çek al oradan. Benden büyükmüşsün sen, sevmeyi öğret bana. Ben... Daha fazlasını söyleyemeyeceğim. Bilemem yanlış laf derim. Sen anla." |
0% |