Yeni Üyelik
15.
Bölüm

15- ANNESİZDİR BALIKLAR

@yesilkutuphane61

Eksikler görür insan. Tam olmamıştır hiçbir gün. Yetmemiştir eline geçen. Daima azdır sunulan. Yakınların yabancılığına şahit olur. Kuş seslerini dost saymadıkça, gülümsemeler eksik kalır. Çünkü burası dünyadır. Bir imtihan tarlası, gelip geçer handır.

Tahta çubuğa bağladığı ipin ucuna kanca ve yem takarak suya bıraktı Mehmet. Sabah güneşi saçlarını okşarken, Azize de babasını seyrediyordu. Biraz heyecanlıydı, balık yakalayabilirlerse Latif'e bu güzel sabahı anlatabilecekti. Buraya gelmek için, büyümeyi beklemek zorunda değildi. Babası elinden tuttukça tehlikelerin ona zarar veremeyeceğine inanıyordu. Mehmet hava güzel olursa balığa gidebileceklerini söylediğinde sabahı zor etmişti Azize. Sonra bir torbaya yiyecek koymuşlar, yanlarına bir kova almışlar ve güzel günün tadını çıkartmak için dere kenarı boyunca yürüyüp, oturacakları bir yerde durmuşlardı. Boş kovayı taşıyan Azize uzun zaman sonra gerçekten mutlu hissediyordu. Yanlarına kimseyi almamışlardı. Mustafa'nın birazcık üzüldüğünü biliyordu ama bu babasıyla baş başa kalacağı özel bir andı. Eskiden olduğu gibi...

"Şimdi balıkların gelmesini beklememiz gerekiyor. Biraz sabırlı olmalıyız." Üstünde oturduğu büyük yassı taşta, tıpkı bir koltukta oturur gibi ayaklarını uzatıyordu Mehmet. Derenin sesini dinliyor, ağaç yapraklarından kokuları taşıyan rüzgârı tüm bedeninde hissediyordu. Kızı bir örtü açıp üstüne ekmek, peynir, salatalık ve haşlanmış yumurta koyarken onu seyretti. Yanaklarının içine batan iki dudak ucu, yüzü gülümseyen mor menekşeleri anımsatıyordu insana. Saçları yüzüne düşüyordu ara sıra. Bir elini kaldırıp düzeltiyor, bazen yüzüne üflüyor, bazen de kendini rüzgâra teslim ediyordu. İkram etmek için özenerek hazırladığı kahvaltıyı afiyetle yiyecekti Mehmet. Davet edilmeyi bekliyordu.

"Latif'in balıkları kovada yüzüyordu baba, bizimki de yüzecek mi?"

"Bir süre" dedi Mehmet. "Sonra onları yememiz gerekecek." Azize'nin hareketleri yavaşladı. Bu fikir, balığı yakalamak kadar heyecanlandırmıyordu onu.

"Sen seviyor musun balık yemeyi?"

"Severim tabi, üstüne limon sıkarız. Yanına salata yaparız. Sonra çay demleriz." Bu lezzetli hayale ortak olmayan Azize ufak alüminyum sahandaki peyniri, örtünün üzerine yerleştirip taşın üzerinde bağdaş kurdu. Kızılağaçların gölgesinde, babasıyla kahvaltı etmek eşsiz bir deneyimdi. Bir resimli kitabın içinde olduğunu hayal etti. Mutlu hikâyesinin okunduğunu, uyumak üzere olan bir çocuğun rüyalarını süslediğini düşündü.

"Yiyebiliriz artık." Mehmet hazırladığı oltayı bir kenara bıraktı ve üstüne ağır bir taş koydu. Ellerini birbirine sürtüp kızının hazırladığı sofraya bakındı.

"Her şey çok lezzetli gözüküyor. Kurt gibi acıkmıştım." Bu deyimi keyfi yerindeyken sık sık kullandığından, Azize babasının ne demek istediğini anladı. Böldüğü ekmeğe neşeyle baktı. "Al bakalım, doyuralım karnımızı." Azize'nin aile sofralarında açılan iştahı, Mehmet'in hoşuna gidiyordu. Temiz havanın da etkisiyle, al al olmuştu kızın yanakları. Taze süt içiyor, doğal peynir yiyor, ekmeğin üstüne tereyağı sürüp dışarıya oynamaya çıkıyordu. Vakit geçirmek için gittikleri, caddeden araba seslerinin geldiği bir kafe değildi burası. Azize halinden memnun gözüküyordu.

"Biliyor musun baba, okula gitmediğim zamanlarda yumurtaları kümesten ben alıyorum."

"Yakında ineklerden de süt alırsın sen."

"Halam kadar olduğumda alabilirim. Sütleri öyle lezzetli ki! Annemle Mary halanın evine gitmiştik ve bana yatmadan önce süt vermişti. Onun gibi değil, çok lezzetli."

"Çünkü o süt değildi" dedi Mehmet uzaktaki hiç tanımadığı kadına kızarak. Küçücük çocuğa, dünyada hiç inek kalmamış gibi süt tozu vermek akıllı insan işi değildi. Hazır gıdaların hızlıca yayıldığı ve sağlık sorunlarının arttığı dönemde, Mehmet'in Azize'yi koruması zordu. Doğal ürünleri her zaman bulamıyordu, paket gıdalar kullanmak zorundaydılar çoğu zaman ve annesinin yanına giden kız sağlıksız besleniyordu. Yerinden kalkıp bir çorba pişirmeyecek karakterde olan eski karısının yasal haklarının hepsini kullanmadığına şükretmek gerekirdi. "Buradaki her şey doğal Azize; hava, su, yiyecekler..."

"Ekmek de mi?"

"Ekmek de."

"Biliyor musun okullar tatil olunca babaannem bana hamur yoğurmayı öğretecek. Ben de ekmek yapabileceğim. O benim yaşımdayken yapabiliyormuş. Hatta yemek bile yapabiliyormuş." Ben senin zamanındayken, muhabbetinden mahrum kalmayan kıza güldü Mehmet. Dünyanın en eski ve en değişmez sözleriydi bunlar. Herkes bir sonraki nesil için bu cümleleri sarf edecekti.

"Öğrensen güzel olur, baban için ekmekler pişirirsin. Sonra da ben göbekli ve şişman bir adam olurum." Belki hâlâ ses tonuna o coşkun neşeyi yansıtamıyordu ama Azize babasının sözlerine gülüyor, eğleniyordu. Hiçbir zaman aşırı duygular gösterdiğine şahit olmamıştı. Tek düze ses tonu duygularına göre alçalır ya da yükselirdi. Hepsi bu. "Yaşlandığımda da yemeğimi senin hazırlaman gerekecek." Ekmeğin üzerine peynir koyup kocaman bir lokma attı ağzına. Açık havada insanın iştahı açılıyordu. Güneş sırtını yakacak kadar sert vuruyordu, sonra bir rüzgâr esip ferahlık getiriyordu.

"Zeynep abla da yemek yapacak sana." Yanlarında kimse olmasa da hayallerini iki kişilik yaşayamıyordu Azize. Ömrünün geri kalanında hayatlarına dâhil olacak birisi daha vardı ve neşesini kaybetmesine neden oluyordu onu düşünmek. Mehmet durup bir nefes çekti ciğerlerine. Küçük kızının eline uzandı sonra.

"O da yapar, babaannen de yapar, halan bile yapar ama ben en çok senin yaptığını severim."

"Sahi mi?"

"Sahi. Şu kahvaltının güzelliğine baksana, Almanya'dayken hiç böylesini yiyemiyordum. Yanımda sen olmadığın için kendimi yalnız hissediyordum. Ve işte şimdi, buradayız. Nihayet hayal ettiğim gibi birlikteyiz." Azize'yi öyle mutlu etti ki duydukları birkaç dakika ağzına lokma sürmedi. Demek babası onu unutmamıştı, onunla ilgili hayaller kurmuştu. "Zeynep ablana gelince, o kötü biri değil Azize. Biliyorum bir anda hayatımıza girmesini kabullenemedin. Her şey aniden oldu. Ama inan bana değişen her şeyin yerine daha güzellerini koymak için uğraşıyorum. Daha güzel bir hayat için." Zeynep konusunda tamamen ikna olduğunu söyleyemezdi Azize. Başını çevirip akan dereye baktı.

"Köye de bu yüzden mi geldik? Burası eski evimizden daha güzel diye mi?"

"Evet, bu yüzden seni buraya getirdim. Ben çocukken gelirdim buralara, sen de gör istedim. Seviyorsun burayı değil mi Azize?" Beklentiyle baktı kızın gözlerine. İstediği kadar olmasa da bir parıltı görünce rahatladı.

"Burayı sevdim, arkadaşlarım oldu. Latif, Mustafa, Yasemin... Halayı, babaanneyi, yengeyi ve dedeyi de sevdim. Ama bazen eski evimizi özlüyorum. Bir daha oraya dönemeyecekmişim gibi hissediyorum ve üzülüyorum. Arkadaşlarımla görüşemeyeceğim ve Bay Felix'in beni özleyeceğini bildiğim için gidip ona sarılmak istiyorum. Ya ben döndüğümde Bay Felix taşınmış olursa ya da..." O kötü ihtimali dillendiremedi ama gözleri doldu.

"Yakın zamanda..." Mehmet'in eski yaşamına bir özlemi yoktu ama Azize sürekli üzülecekse ufak bir ziyaret yapabilirlerdi. Zaten annesiyle görüşmek için bir gün belirlemeleri gerekiyordu. Kadının bu işin peşine düşeceğinden bile şüpheliydi. Yine de hiçbir yasayla uğraşmak istemiyordu. "Belki Bay Felix'i görmeye gideriz Azize. Fakat bana bir söz vermen gerekiyor." Küçük kızın omzuna yüklediği sorumlulukların farkına varamıyordu Mehmet. Onun uysal, söz dinleyen yapısını iyiliği için bir hamur gibi yoğurmaya çalışırken dillendirilmemiş duygularını göremiyordu. "Burada kaldığın süre içerisinde mutlu olmanı istiyorum. Bahar geldiğinde öyle güzel şeyler yaşayacaksın ki, hayal edince senin yerine heyecanlanıyorum." Azize söz vermek yerine birkaç saniye sonra hareketlenen oltayı göstererek bağırdı. Nihayet bir balık yakalamış olmalıydılar. Mehmet çabucak taşı kaldırdı ve oltayı çekmeye başladı. Akıntının getirdiği alabalıklardan bir tanesi çırpınarak havaya yükseliyordu.

"Yakaladık! Yakaladık!" Hemen yerinden kalkıp su dolu kovanın yanına koşturdu. Üstünde bulunduğu taş onları misafir edecek kadar düz olsa da kaygandı ve koşturan çocuğun sendeleyip düşmesine sebep oldu. "Ah!" diye bağırdı Azize. Akıp giden dereye o kadar yakındı ki düştüğü yer, birkaç santim ötede kaysaydı ayağı, suya düşerdi. Mehmet çırpınan balığı da, oltayı da, hatta fevri hareketiyle kovayı da fırlatıp kızıyla arasında duran azıcık mesafeyi kapattı.

"Azize, iyi misin? Gel şöyle, gel kucağıma, tamam... Bakayım, dizin mi acıdı? Peki tamam, ağlama." Korkuyla kızını sarıp göğsüne bastırdı. Mehmet küçüklüğünde ağaçlardan düşer, derelere atlar, koşturur, kayalardan yuvarlanırdı. Hiçbirinde şimdiki kadar korkmamıştı. Kızın giydiği kıyafet lekelenmişti. Taşa sert düşmenin verdiği etkiyle dizlerinde ufak kırmızı izler olmuştu. Can acısından daha şiddetli ağlıyordu sanki. Mehmet kollarının arasında titreyen ufak bedenin sırtını sıvazladı. "Azize çok mu acıyor kızım? Doktora götüreyim mi seni?"

"Hayır" diyebildi nihayet. "Benim yüzümden her şey bozuldu ona ağlıyorum." Kızının canı yanmıyor diye sevindi, böyle düşünmesine üzüldü.

"Hiçbir şey bozulmadı. Sanırım yavru bir balık yakaladım ve senin sayende annesinin yanına gitti. Artık ayrılmayacaklar, niye bu kadar ağlıyorsun? Hadi toparlan bakalım, yüzünü yıkayalım."

"Allah onu korumuş olmalı. Çünkü Davut hoca Allah'ın çocukları koruduğunu söyledi." Kızaran yanaklarına gözyaşı bulaşan Azize bir kez daha iç çekti.

"Doğru söylemiş, üzülme artık. Eve dönelim mi?" Mehmet kızını kenara bırakıp çabucak eşyaları topladı. Pikniğin biraz daha sürmesini isterdi ama yaşadıkları korku ikisinde de tat bırakmamıştı. "Haydi bakalım, yürüyebilecek misin? Yoksa seni sırtıma mı alayım?" Duyduğu küçük kızı güldürdü. "Niye gülüyorsun, seni taşıyamaz mıyım sanıyorsun? Gel bakalım!" Bir çırpıda kızı sırtına aldı. Azize acısını unutmuş, kahkahalarla gülüyordu. Göğüs kafesinde çırpınıyordu yüreği. Derenin sesine karışıyordu sesi. Böylesine saf bir sevinç uzun zaman sonra uğramış gibi köye, kuşlar yuvalarından çıkmış ötüyordu. Bir elinde torba, sırtında kızıyla yola koyuldu Mehmet. Taşıdığı mutluluktan başka bir şey değildi. Onun böylesine yakınında olmasını fark etmek zaman almıştı belki. Araya kilometreler girmiş, disiplinli bakışlar mesafe koymuştu. Artık değişmesi gerekiyordu düzenin. Evinde olduğu gibi davranması gerekiyordu herkesin.

***

"Çiçek, hayde hazırlan da çarşıya gidelum seninle" dediğinde babası, Çiçek hızla hazırlandı. Bu günü babalar kızlarına ayırıyordu anlaşılan. İkindi vaktine nikâh yapılacaktı, başka zaman seçememişlerdi sanki. Yola koyulup Trabzon'a gittiler. Çiçek Of'a ineceklerini zannediyordu. Rahime hanımın birkaç siparişi vardı, Hasan bey "anlamam" bahanesiyle kızını da yanına almıştı. Böylece Çiçek de hava almış olurdu, ihtiyacı olan neyse çıkar kendi alırdı. Bir de ufak bir mesele daha vardı. Birkaç dükkân gezdikten sonra elini cebine attı. "Bitti mi alacaklarun?"

"Bitti baba."

"Hayde gel, pide yiyelum." Çiçek yine takıldı babasının peşine. Güzel bir gündü. Özel anlamlar aramadan çarşı pazar dolaşmak iyi gelmişti. Trabzon meydanda, bir yere girip lezzetli pidelerini yediler. Çay içip sohbet ettiler. Azize'den bahsettiler. Ev halkından, düzenden konuştular. Mehmet'in evliliğinin değiştirdikleri hakkında Çiçek de fikirlerini paylaştı. Hasan bey elindeki tespihi çevirirken sessizlik içinde kızını dinledi. Dışarıya belli etmese de bu konu yorucuydu. Çocukları için endişelenen adamın içi rahat değildi. İlyas gibi bir adamla ölse dünür olmazdı. Mehmet'in başına buyruk hareketleri, büyük konuşmalarını getirip önüne koyuyordu.

Mesele son bulduktan sonra Hasan bey dilinin altındaki baklayı çıkartmaya karar verdi. "Ben sana bir şey daha diyecektum." Sanki gizli bir şey yapıyordu da duyulmaktan korkuyordu. Hafifçe öne yaklaşıp bıyıklarını düzeltti ufak bir hamleyle. "Ha bu Şevket dayın var ya, eline bir zımbırtı almış sabah akşam haber dinliyor. Ha böle" Ellerini açıp şeklini tarif etmeye çalıştı "kutu gibi, antenli mantenli."

"Ha radyo diyorsun."

"He ondan, radyo." Çiçek güldü sonra. "Bi tane de biz alalum deyirum. Haber dinlerum, bulunur mu buralarda?" Yeniliklere meraklı olan kızından destek almak fikri birkaç gündür Hasan beyin aklındaydı. Oğulları fabrikada, Mehmet kendi derdindeydi. Orada burada da o kadar çok söylenmişti ki radyo hakkında, arkadaşlarından da yardım isteyemiyordu. Radyoyu, boş iş olarak gördüğünü zannediyordu herkes. Tek başına gidip alsa, eline nasıl bir ürün vereceklerini de bilemiyordu. Bu saatten sonra da dolandırılmayı göze alamıyordu. Eve girip çıkan onca kitabın, derginin sahibi Çiçek'e sormak en iyisiydi.

"Fadime kaç zamandır anlatıp duruyordu babasının radyosunu. Desene bana da konuşma hakkı doğdu."

"Aman, sen bi şe dema kimseye. Alalum, bakalum, ondan sonra."

"Buralarda buluruz radyo ama Samsun'dan ya da İstanbul'dan alsak daha kaliteli olurlar." Çay tabağını evirip çevirmeye başlayan Çiçek'in azıcık hedef şaşırtmaya niyeti vardı.

"Kim kalkıp gidecek oralara? Hele da bi radyo için!"

"Bir ziyaret yaparız baba. Olmaz mı?"

"Yine mi aynı konu? Orada ev yok, kalacak yer yok, nereye ziyaret edeceksun? O huysuz halana mi gideceksun, cebinde akrep dolaşan emicene mi?"

"Ama baba... Her yaz, her kış buradayız. Şu dağın arkasını göremiyoruz. Abim gitti, gezdi, gördü. Ben de biraz nefes almak istiyorum."

"Abin gitti, arkasina baka baka geri döndi. Evden başka yerde insana huzur yok. Niye anlatamadum ben sana? Dışari evlat göndermem ben. Millet birbirini asayi, keseyi. Üniversitelerde siyaset kavgaları yüzünden her gün olay var. Daha geçen okudum, katliam yazaydi. Büyük şehir yutar insani. Giden bin pişman."

"Yazın köye dönenler öyle demiyor ama. Kurumlarından yanlarına yaklaşamıyoruz."

"Sene boyu fabrikalarda, tek göz odalarda yatup kalkup bana caka satacaklar he! Hepsi elime bakayi, kanma sen kimseye. En huzurlu yer babanın evidur."

"Ama baba..."

"O kadar! Bir ara abilerinle gezmeğe gidersun. İstanbul'u görürsun. Belki da bu yaz. Doğru, gezmek ve görmek senun da hakkun. Beğenduğun şeyleri alırsın. Ama orada yaşamayi isteme benden. Ata toprağı burasi, ne ben gelebilurum peşunden ne de uzaktan koruyabilurum seni. Bir başuna olmaz." Son sözler söylendi. Çiçek abileriyle gideceği tatilin ona yetmeyeceğini düşünüyordu hâlâ. Hem Mehmet'e hiç güvenmiyordu. Kaç sene olmuştu Almanya sözü vereli? Şeytan dürtüyordu artık ve Çiçek fısıldayan fikirlere kulak verip onları benimsiyordu.

***

"Mehmet abi ne kadar değişmiş böyle!" Bir saate nikâh vardı ve Emine ikramlık hazırlayan Selvi'nin ağzından laf almak için hafiften sokuluyordu. "O sert, suratsız adam gitmiş yerine başka biri gelmiş sanki." Selvi koşturup fırındaki yemeği kontrol ettikten sonra geri döndü.

"Abim söylediğin gibi ters bir adam değildi ki Emine. Evden uzakta dokuz sene neşesini kaçırmışsa o başka."

"Ben mi dedum gitsun diye? Sanki zorla gönderduk."

"Kendi rızasıyla gitti, sonra da geri geldi. Neyi konuşalım şimdi? Bize ancak Allah mesut etsun demek düşer." Tatlıyı tezgâha koydu o sıra. Tülbendini düzeltip başını Emine'den başka yöne çevirdi ki konu uzamasın.

"Ne istediyse onu yaptı. Şimdi da buldu güzel kızı. Oh!"

"Nasibinde varmış Emine. Hayde yardım et da bitirelum hazırlıkları." Emine memnuniyetsiz bir ifadeyle eline bez aldı. Üstüne kalan işleri yük olarak görüyordu.

"Zeynep da az yere bakan yürek yakan değilmiş ha! Daha dün anamın eteğinin dibine otururdu, bu gün gelini oluyor. Eltilik edecek bize, bak bak!" Selvi sesli bir of çekti. O, hayatlarının düzene gireceğine inanıyordu. Azize babasını gördüğünden beri mutluydu, büyükler gizli hüzünlerin esiri olmuyordu artık. Sevmekten, sevilmekten, aile kurmaktan güzeli yoktu Selvi için. Mehmet'in kararına da en çok sevinenlerden biri oydu. Gerçi Zeynep'in bu eve gelin gelmesi aklının ucundan bile geçmiyordu ama iki insan ailenin onayladığı bir evliliği yapıyorsa kim ne diyebilirdi ki? Azize için endişelenmiyor değildi. Kızın babasını tek varlığı olarak gördüğü aşikârdı. Zeynep'i istemediğini biliyordu. Bir şey daha vardı ki; Mehmet'in çekirdek ailesini toplayıp gitmesi ihtimaline üzülüyordu. Küçük Azize'ye alışmış, onun saçlarını taramayı ve kıyafetlerini hazırlamayı kendine görev bilmişti. İki oğlu vardı, kız annesi olmanın tadına Azize'yle varıyordu.

"Sen böyle konuşsan Emine, kim bilir köylü neler der?"

"Aman canum, ne dedum ki ben?" Selvi hazırlığın verdiği gerginlikle güldü istemsizce. Her bir odada bir telaşe vardı. Azize, Mehmet, Çiçek ve Hasan bey gittikleri yerlerden dönmüşlerdi. Herkes kendine lazım olanı alıp köşesine çekilmişti. Rahime hanım oğluna söyleniyordu yine. Dışarıda onları kovalayan atlılardan o kadar çok bahsetmişti ki Azize bunun gerçek olup olmadığını görmek için pencereden bakmaya başlamıştı. Halasıyla beraber güzel tozpembe renkli bir elbise seçmişti. Bir yandan törenin nasıl geçeceğini düşünüyor, bir yandan da babasının yanına oturacak başka birinin varlığını bilmenin huzursuzluğunu yaşıyordu.

Yeğeninin sıkıntısını anlayan Çiçek, elinden geldiğince güzel konuşuyor, kızın rahatlaması için uğraşıyordu. Sonra Trabzon'dan aldığı hediyeyi çantadan çıkartıp uzattı. Aslında akşam vermeyi düşünüyordu ama şimdi verse Azize belki mutlu olurdu. Kahverengi kese kâğıdına sarılmış kalın defterin paketini itinayla açtı küçük kız. Yeni ve güzel bir defter hoşuna gitmişti. Sevinçle yerinden kalkıp halasına teşekkür etti. "Günlük yazmaya devam edersin, baktıkça da beni hatırlarsın" dedi Çiçek.

"Diğer defter neredeyse bitmek üzereydi. Teşekkür ederim hala." Bu kocaman deftere yazabilecekleri onu gülümsetti. Halası tarafından unutulmamak da ayrı bir zevkti. Sonra diğer günlüğü hatırladı. Defter hâlâ babasındaydı ve alma vakti gelmişti artık. Evin telaşını umursamadan odadan çıktı Azize ve sobalı odaya koşturdu. Babasını beyaz bir gömleğin son düğmesini iliklerken görünce durdu. "Vay" dedi istemsiz.

"Beğendin mi?" Mehmet yakasını düzeltip kendisine hayran hayran bakan kızının yanına gitti. Farklı görünüyordu.

"Güzel olmuşsun" dedi Azize.

"Yakışıklı olmuşum yani." Gülüp başını salladı. Günlük kıyafetler ya da kazak giyerken gördüğü babasına bu bembeyaz gömlek çok yakışmıştı. "Ama bir problem var. Sen öyle güzel gözüküyorsun ki kimse beni beğenmeyecek." Azize bu iltifat karşısında kızarıp ellerini eteklerinde dolaştırdı. Sadece kıyafet değil, Mehmet'te değişmeye başlayan çok şey vardı. Güzel bulduğu şeyleri açıkça dillendirmeyeli uzun zaman olmuştu. İki yaşındaki kızın eline yüzüne salça bulaştırdığı gün olduğu gibi kocaman gülümsedi.

"Baba, günlüğümü okudun mu?" Her satırını dikkatlice okuduğu günlüğün henüz son birkaç sayfasına ulaşamadığından hemen cevap vermedi Mehmet. "Okuduysan verir misin? Kaç gündür sende ve onu kitaplarımın yanına koymak istiyorum. Okudun değil mi baba?" Beklentiyle bakan büyük, yuvarlak gözlere olumsuz cevap veremedi. Başını salladı okunmayan birkaç sayfanın vicdan azabıyla.

"Akşam vereyim olmaz mı?"

"Şimdi baba, şimdi!" Bu ısrara karşın çaresiz geriye dönüp duvara çivilenmiş ve içine Kur'an konulan tek göz raftan defteri aldı ve kızına verdi.

"Artık geldim ve yokluğumda yaşadığın her şeyi biliyorum. Bundan sonra yazmak yerine bana anlatabilirsin ve bunun için çok zamanın olacak." Küçük kız sevinçle defteri göğsüne bastırdı ve babasının vaadine karşın neşeyle gülümsedi. Nikâh korktuğu kadar kötü sonuçlara yol açmayacaktı belki de.

"Azize! Bir bakar mısın?" Halası seslenince sobalı odadan çıkıp koşturdu. "Geldin mi? Kırmızı mı istersin yoksa beyaz mı?" Saçına takılacak iki renk kurdele Çiçek'in elindeydi. Henüz küçükken dönemlerde babası hediye etmişti. Kulaklarına kadar sarkan kurdelelere köyün kızları da bayılırdı Çiçek de. Onca zamandır dolapta duruyorlardı. Bir hala olarak yeğeniyle paylaşmak istemişti ve bu kesinlikle Azize'ye özel bir incelikti.

"Beyaz, beyaz" dedi Azize. Sonra divana oturup saçına kurdele takılmasını bekledi. O sıra elindeki defteri karıştırıyor, bir şey arar gibi son sayfalarına bakıyordu. Evirdi, çevirdi ama aradığını bulamadı. Hayal kırıklığına uğramış bir halde divanın üstüne bıraktı defteri. Çiçek yeğeninin saçını yapmayı bitirdi. Kızın asılmış suratına bir anlam veremedi. Az önce neşeli gözüktüğüne emindi. Zeynep'ten dolayı mı küsmüştü yine? Derin bir soluk ayrıldı dudaklarının arasından.

"Haydi Azize" dedi "hazırız artık."

***

Davut hoca kapıda Hasan beyle sohbet ederken, önce İlyas geldi. Ev geniş olduğu için nikâh burada kıyılacaktı. Onlar içeri geçerken, Zeynep ve annesi göründü. Rahime hanım yine bir telaşla kızı içeriye aldı. Zaten sakin davranabilen yoktu. "Hayde hayde" diyerek salona geçtiler. Sobada kalan közler hafif bir sıcaklık yayıyordu odaya. Davut hoca pencerenin önündeki bir iskemleye oturmuş bekliyordu. Hemen yanındaki koltukta Mehmet vardı. Başını kaldırmaya çekinen Zeynep’i kontrol etti. Babasıyla göz göze gelene kadar da o halde bekledi.

Hoş, mavi bir basma elbise giymişti Zeynep. Narçiçeği bir tülbent bağlamıştı başına. Zeytin gibi gözleri yerden kalkmıyor olsa da, al al olmuş yanakları heyecanını belli ediyordu. Davut hoca söze girene dek telaşlı bir sessizlik oldu. Dünkü konuşmadan sonra Mehmet, Zeynep'e bırakmıştı kararı. Bu gün gelip olumlu cevap verirse aynı yoldan yürüyeceklerdi. Yan yana oturdukları için de diğer ihtimali düşünmek istemedi.

Davut hoca ufak bir konuşma yaptı, güzel sesiyle dua etti. Mehir belirlendi, en çok İlyas memnundu. Sonra nikâh için gençlere soruları sordu. Çiçek kapının yanında dualara âmin derken, göz göze geldiklerinde arkadaşını rahatlatmak için gülümsüyordu. Yine de Zeynep olumlu cevap verirken sesinin titremesini engelleyemedi. Davut hoca ellerini yüzüne sürdü. Mehmet bir kuşu özgür bırakmış gibi rahatladı. Onu evvelinden seven kızı bir zalimin elinden kurtardığına sevindi. Kalkıp büyüklerin ellerini öptüler. Hayır dualarını aldılar. Mehmet İlyas'a sarılmakla yetindi ve bunu fark eden kimse sesini çıkartmadı. Evde hazırlanan tatlılar misafirlere ikram edildi. Hanımlar odada kaldı, beyler bahçeye çıktı. Henüz yapılmamıştı ama etrafta düğün havası vardı.

"Mehmet, hayırlı olsun oğlum" dedi Davut hoca. Dakikalardır yalnız kalmak için fırsat kolluyordu. "İnşallah mesut olursunuz, Zeynep kızımla hürmetli davranırsınız birbirinize."

"Amin hocam."

"Senin kız nerede? Göremedim nikâhtan sonra." Mehmet öyle bir kalabalığın ve neşenin ortasına düşmüştü ki Azize'nin evden ayrıldığını fark etmemişti. Oysa biraz sakinlik olmasını ve kızına sarılabilmeyi isterdi. Böylece ona her şeyin daha güzel olduğuna dair güven vermiş olacaktı. "Kızın maşallahı var oğlum. Ahlaklı, akıllı, zeki. Kur'an'a geçti, yakında hızlanır güzelce okur. Ezberi de kuvvetli. Büyük insanlar bana öyle sorular sormuyor inan." Sakin sakin güldü. "Eğitiminin üstünde dur, onunla özel olarak ilgilen. Camiye gelip gittikçe ben elimden geldiği kadar sure ezberi yaptırırım ona. Belki ileride daha fazlasını ister. Daima konuş, ne istediğini sor." Mehmet hem sevindi hem gururlandı. Hocanın dediklerini dikkate alacaktı. Kızın ruhunda tesis edilen bir inanç vardı ve bunu samimiyetle sürdürmesini çok isterdi. Tabak çatal sesleri konuşmalarını bölmesin diye hafifçe öne eğilip, hocaya sorularını sormaya başladı.

***

Azize köprünün kenarında, babasını beklediği o yerdeydi yine. Donuk gözleriyle etrafı seyrediyor, bir gürültüden kaçmanın huzurunu yaşıyordu. İkindi güneşi, bir nebze olsun ısıtmıyordu insanı. Kızılağaçlar öylece duruyor sonra bir anda irkilmiş gibi aynı yöne savruluyordu. Yola inen birkaç küçük kuş zıplıyor, etrafa bakıp havalanıyordu. Yolun karşısındaki dağın üstündeki ağaçlar tüm heybetiyle gelip geçeni seyrediyor, imkân varmış gibi göğe yükselmek istiyorlardı.

Kendini hissettiren ufak sızıyı geçirmek için dizlerini ovaladı Azize. Ne garipti bu köy! Hem sessiz, hem gürültülü bir yerdi. Şu bir gerçekti ki bir ailesi olmuştu burada. Ve babası başkalarının elini tutacaktı artık. Kıvırcık saçlı Zeynep ablası da ailedendi. Güzel olmuştu bu gün. Herkesten daha güzeldi. Omuzlarını kaldırarak iç çekti. Küçük dikenli çalılıkları seyretti. "Azize sen misun?" Yolun sol tarafından çıkan tıraşlı başı görünce irkildi Azize. Bağıran Latif'ti. Ne zaman buraya gelse birisi onu buluyordu. Yalnızlık için seçilmiş bir mekânda daima yakalanıyordu. Yine de bu sefer şikâyet etmedi kalbi. Arkadaşı gelene kadar bekledi oturduğu ufak kayanın üstünde. "Niye evde değilsin? Anam da sizin evde." Omuz silkti çocuğun merakına karşın. "Eee! Elbisen hep çamur olmuş, yerlere sürünüyor. Toplasana."

Ayağa kalktı Azize. Oturduğu taşın çamurundan haberi vardı elbette. Ama bu elbiseyi sevmediğini ve ona değer vermemesi gerektiğini düşünüyordu artık. Bunun gibi bir sürü kıyafeti vardı ve biraz çamurdan zarar gelmezdi. "Senin de kıyafetin çamur olmuş."

"Benumki başka. Çayluğun ötesinden geldum ben. Ondan battı her yanım." Azize uzağa baktı düşünceli gözlerle.

"Beni de götürsene oraya."

"Olmaz."

"Bu sabah babamla balık tutmaya gittim ben. Götürebilirsin yani."

"Hakkat mi?" Bu kelime yabancı gelince hemen bir şey söyleyemedi Azize. "Mehmet emice balığa mı götürdü seni?" Başını salladı kendinden emin. "O zaman gelebilirsin benimle. Ama elbisen yırtılır. Eski kıyafetin olsaydı keşke."

"Bunu eskiteceğim." Latif elbiseyi korumak istedikçe Azize inat ediyordu. Pes etti çocuk, birlikte yürümeye başladılar.

"Saçlarun da güzel olmuş idi. Nenen kızar mı bana sana çayıra soktum diye?"

"Nein!" dedi artık yasak olmayan dili, Latif'in bu düşüncesine karşın şaşkınlıkla kullanarak. "Kimse sana bir şey demeyecek. Sen bana iyilik yapıyorsun. Benim en iyi arkadaşımsın. Bir de Yasemin var ve de Mustafa." Yolu kat edip çaylığın kenarına geldiler.

"Nerede balık tuttunuz?" Parmağını yol boyu, görünmeyen uzağa uzattı küçük kız.

"Ama sonra ben düştüm ve balık da dereye gitti. Babam hiç kızmadı ve yavru balık yakaladığını, aslında benim onu annesine gönderdiğimi söyledi." Latif buna güldü.

"Onların annesi yok ki" dedi.

"Var, babam söyledi!" Azize kaşlarını çatınca Latif üstelemedi daha fazla. Balıkların anneleriyle yüzmediklerine hatta bunu düşünmediklerine bile emindi. Ama kız sessizlik olunca durup düşündü. Bir akıntının içinde değilken bile annesinden ayrılabiliyordu insanlar. Balıklar niçin ayrılmayacaklardı ki? Sabah, tutulan bir balık oltadan kaçmıştı ve annesinin yanına gidip gitmediği meçhuldü. Belki de bir yabancının peşine takılacaktı. "Annesi uzaktadır, değil mi Latif?" dedi pes etmiş bir halde. "Babası var mıdır?" Latif'e göre tüm balıklar babasızdı. Bazı çocuklar da öyle. Bir gariplik çöktü kahverengi gözlerine. İkindi güneşinin son kızıllığıyla kendini gösterdiği çaylıkları seyretti. Çocuğun sessizliğinden sonra Azize de kanaat getirdi; tüm balıklar annesiz ve babasızdı.

Loading...
0%