Yeni Üyelik
16.
Bölüm

16- YOL HEYECANLARI

@yesilkutuphane61

Latif hava kararmadan evine götürdü Azize'yi. Ayakkabıları çamura bulanmış, elbisesi çay kafullarının sert dallarına takılarak yırtılmıştı. Yine de küçük kız halinden memnun gözüküyordu. Yol boyu sohbet etmiş, yarın daha fazla gezmek istediğini söylemişti. Latif, Azize'nin kelime telaffuzunu farklı buluyor ve çok da seviyordu. Kızı dinlemek, oğlan için büyük bir zevkti. Evdeki kalabalık dağılıyordu yavaş yavaş. Böyle bir günde Mehmet'in kızını çamurlara bulanmış görenlerden kimisi güldü, kimisi de fısır fısır konuştu. Azize hiçbirine dönüp bakmadı. Doğrudan eve girdi ve banyoya yöneldi. İnsanlar, gülüşmeler, kalabalık, saymadığı dakikalar boyunca sürdü ve sonra eve sakinlik çöktü. O sıra ellerini ve ayaklarını yıkamış olan Azize içeride daha fazla beklemeye gerek duymadan banyodan çıktı.

"Ay bu ne hal!" Emine yengesine yakalandı önce. Ellerinde tuttuğu tabakları mutfağa götürmesi gerekirken biraz süzdü Azize'yi. "Çamura mı yattın?" Dikkat çekmek için bilerek sesini yükseltti. "Şimdi bunca işin arasında nasıl yıkayacağız seni?" İstediği de olmuştu. Rahime hanım başta olmak üzere herkes bir iki saattir ortalıkta görünmeyen Azize'nin başına toplandı. Mustafa da kaybolup gitmişti bu kalabalığın arasında, Yasemin'le Gülcan da ortalıkta gözükmüyordu. Beraber olduklarını düşündüklerinden, yoğunluk arasında aramamışlardı kızı.

"Yıkanmak istemiyorum zaten" dedi Azize. Omuz silkip kendisine sorulan hiçbir soruya cevap vermedi sonra da. Babası gelmeden odasına geçti. Divanın altından selesini çekti ve sabah katlayıp koyduğu kıyafetlerini alıp giydi. Halası odaya girmemişti ve bundan memnundu. Raftan daha önce okuduğu bir kitabı alıp göz gezdirdi. Bir sayfayı zar zor okudu. Kapağını kapatıp yastığının altına koydu. Karanlık çökmüştü. Tavandaki lamba elektrik kesintisine uğramış gibi titrek bir ışık saçıyordu etrafa. Ampulün içindekini ateş sanan pervaneler dönüp duruyordu. İnceden tıkır tıkır bir ses geliyordu. İlk zamanlar korkardı Azize, lamba patlayacak zannederdi. Buradaydı günlerdir ve düzen hep olduğu gibi devam ediyordu.

Rüzgâr yiyen bedeni iyice yayılıyordu yatağa. Dağılan saçlarının arasından başını kaşıyıp ayaklarını salladı. Birkaç diken çalısı ince kırmızı izler hediye etmişti ona. Bu gün ne çok yara almıştı. İzleri kalır mıydı? Birkaç dakika sonra kapı açıldı. Babasını gördü. Beyaz gömleğiyle, eskisi kadar farklı ve yakışıklı gözükmüyordu. Yorgundu, gelip yatağa oturmadan önce de yine öksürdü. Azize babaannesinin yaptığı ıhlamurlara olan inancını kaybedeli birkaç gün oluyordu.

"Azize, neredeydin kızım?"

"Latif'le birlikteydik." Mehmet'in bakışları kızın yüzünde dolaştı. Farklı bir canlılık gördü. Gözlerinde çok sevgili bir evlat olan çocuk Azize'nin sıcaklığı yoktu. Bir süre konuşamadı adam. Oysa buraya kızıyla sohbet etmeye gelmişti. "Çayların arasına girdik ve Latif ağaca tırmandı. Bana da öğretecekmiş. Bu gün sadece biraz yükseğe çıkabildim. Hiç de korkmadım. Bak, elbisem de orada. Ama artık onu giyemem çünkü yırtıldı."

"Sorun... Sorun değil Azize. Ben sadece... Bu gün birlikte oluruz diye düşünmüştüm." Kızın kayıtsız davranışları karşısında normal konuşamıyordu Mehmet. Nikâhtan sonra baba kız ilişkilerinin aynı olduğunu göstermek için birlikte vakit geçirmek düşüncesindeydi. Fakat kırılma noktası yaşanacak o birkaç saatte ayrıydılar ve artık Azize babasının gözünün içine bakan kız değildi. "Seninle paylaşmam gereken şeyler vardı da." Azize ağzını kapatmaya gerek görmeden kocaman esnedi.

"Çok uykum var baba, yarın paylaşalım." Yatağın içine süzüldü ve yüzünü kapatan saçlarına müdahale etmeden yattı. Ne olduğunu sormadı, babasının ağzından çıkacak sözleri beklemedi.

"Tamam, hadi uyu sen. Erken kalktın zaten." Mehmet kalkıp kızın üstünü örttü. Elini saçlarına götürmüştü ki Azize izin vermek istemez gibi başını geriye çekti. "İyi uykular Azize" demeye fırsat bulabildi sadece.

"Schlaf gut." Odadan çıktı Mehmet. Aslında dönüp yeniden bakmak istedi. Orada yatan çocuk Azize miydi? Almanya'da bile "iyi geceler" derdi. Artık istediği dili konuşabilirdi, karışan yoktu ama bu baba kız arasında alışılmış bir durum değildi. Bir isyan seziliyordu sesinde. Sırtını duvara yaslayıp olduğu yerde kaldı. Bu evlilik yüzündendi. Verdiği sözler, iyi bir hayat vaadi Azize'ye tesir etmemişti demek. Bu tavırlarının başka açıklaması olamazdı.

"Ne oldu abi?" Çiçek aynı abisi gibi sırtını duvara yasladı.

"Azize'yi düşünüyordum."

"Senin dönmeni çok bekledi."

"Ben de döner dönmez evlendim, değil mi?" Çiçek'e bırakmadan söyledi herkesin aklındakileri. "Zeynep'i bu eve getirmesem...” Dönüp baktı kıza. “Birileri iyi olsun diye çabalamak istemiştim."

"Azize bunu hemen anlayamaz. O senin varlığını ve davranışlarını tanır. Kelimelerin üstündeki tesiri azdır."

"Yoğun bir süreç geçirdik ama bunu bahane etmeyeceğim. Yarından itibaren onunla daha fazla ilgileneceğim. Zaten..." Çocuk bakmanın; korumak, eğitimini sağlamak, barınma ihtiyacını karşılamak ve istekleriyle ilgilenmek olduğunu düşündüğü dönemler geldi aklına. Kucağında bir çocukla yapayalnız kalmıştı. Çok seviyordu kızını ama başkalarına kızgındı. Sustuğu, kendiyle kavga ettiği her an uzak dururdu küçük kızdan. Fakat şimdi engeller aşılmamış mıydı? Daha iyi biri olmak için çabalamıyor muydu? "Zamana ihtiyacımız var sanırım. Olmazsa bu yaz Almanya'ya gideriz. Ufak bir gezinti yaparız." Buraya geldiği için pişman değildi ama Azize çok zorlanacaksa eski çevresiyle görüşmenin ona bir faydası olurdu. Sonra sessizliğini koruyan Çiçek geldi aklına. Madem çevresine faydası dokunan bir adam olmak istiyordu. Kardeşine verdiği sözü de tutmalıydı. "Sen de gelir misin bizimle? Birlikte oluruz, Azize de çok sevinir."

Duyduğu teklif Çiçek'i şaşırttı. O abisinden umudu keseli çok olmuştu. "Ben... Bilmem ki..." Aklında dolanan fikirlerin karşısına bir engel gibi çıkan abisine net bir karar bildirmedi. Eskiden olsa bu vakitte valiz hazırlamaya bile başlayabilirdi. "Neyse sonra konuşuruz. Ben de üstümü değiştireyim." Abisini koridorda bırakıp odasına girdi. Yeğeni arkasını dönmüş yatıyordu. Uyuduğunu düşünüp sessizce kendini yatağa bıraktı. Artık geç olduğunu hissediyordu.

***

Geçen birkaç hafta sakin ve olaysızdı. Düğüne kadar evinde kalacaktı Zeynep. Ramazan gelmeden düğün yapma taraftarıydı herkes. Hazırlıklar kısa sürede tamamlanırdı, iki ay içerisinde mayıs çayı gelmeden evin önünde resmi olarak evlenirlerdi. Havalar biraz daha ısınır, şehirde olan birkaç akraba da köye gelirdi. Üst katta bir oda lazımdı ve Samsun'daki hala ve amcayla bu konuyu konuşmak gerekiyordu. Hasan beyi düşündükçe sıkıntıya sokan bu konunun sonunda büyük kavgalar olacağını düşünüyordu herkes.

Azize yaşıtlarıyla oynayan, okula ve camiye giden, kendi halinde vakit geçirip meraklarını gideren bir çocuk gibiydi günlerdir. Kahvaltı yapıyor, kendini dışarıya atıyordu. Mehmet dolaşmayı teklif etse, işi olduğunu söylüyordu. Yasemin'in evine gidiyor uzun saatler oynuyor ve eğleniyordu. Babaanneyle de tanışma fırsatı bulmuştu. Kadın yerinden kalkamayacak kadar yaşlıydı. Kısa boyluydu. Üşüdüğü için kat kat kıyafet giyerdi. Sürekli oturduğu tekli koltukta kaybolup gidecek kadar minyondu. Ama kuvvetli bir aklı vardı ve isabetli sözleriyle bilinirdi.

Azize'yle tanıştıkları andan itibaren birbirlerini sevmişlerdi. Biraz meraklıydı ve köyde yeni olan bu kızın hikâyesini zevkle dinlemişti. Ağzında yok denecek kadar az diş vardı. Kelimeleri ağzının içinde yuvarlayarak telaffuz ediyordu. Azize bazen kadını anlayamıyor, Meryem teyzeden ya da kocası Dursun enişteden yardım alıyordu. Yörede enişte hitabı pek yaygın değildi, bu yüzden adama Dursun amca diyordu. Meryem teyze kadar heyecanlı ve sesi yüksek çıkan birisi değildi ama iyi adamdı. Kızların yanından geçerken başlarını okşar, sonra da pencerenin yanındaki divana yatar dinlenirdi. Askerde bir oğlu vardı, evlenmiş de bir kızı.

Latif'in evinden çıkıp ileriye doğru dümdüz yürüdüklerinde "köyün sonu" dedikleri yer karşılarına çıkıyordu. Çay tarlalarının çevrelediği son ev, çocukları hayran bırakan bir manzaraya bakıyordu. Çaylıktan oluşan yeşil tepe, başka bir derenin kenarında son buluyordu. Karşıda, büyük dağın yamaçlarında da evler vardı. Güneş batarken, tüm renklerin üstüne hâkim bir kızıllık çöküyordu. Derenin sesi rüzgâra karışıyordu. Köyün girişindeki dere ile arkasındakinin adı farklıydı. Ön taraftakine Hayrat, arkadakine Hastikoz deresi diyorlardı. Latif'in söylediğine göre de ileride ikisi birleşiyor tek bir dere haline geliyordu.

Yine akşama yakın bir ikindi vaktinde aynı yere gidip manzarayı izlemeye başladıklarında Mustafa'nın ortaya attığı bir fikirle yarın sabah için sözleştiler. Karşı tepedeki eve gideceklerdi. Aslında son eve giden yoldan sola dönünce çocukların girmeye cesaret edemedikleri yeni ve biraz uzun bir yol vardı. Karşı köye geçen köprüden önce iki tane tek katlı ahşap ev inşa edilmişti. Köprüyü geçince de alabildiğine yokuş olan köyü dolaşabilirlerdi. Bu da heyecanlı sayılırdı ama Latif'in ufak yolculuğundan haberi olan Mustafa başka bir yolu tercih etmek istiyordu.

Eve döndüklerinde hemen sabah olmasını isteyerek yemek yediler, bir araya gelip plan yaptılar. Çantalarına koyacakları ekmekleri bile konuştular. Gülcan açıkça dışlanıyordu ve huysuzluk yaparak bunu dışarı vuruyordu. Ama onu aralarına alamazlardı. Büyüklerin izin vermeyeceği bu yolculuğu herkese yayardı. Azize ve Mustafa, evin içinde kaçıp durarak sabahı ettiler. Mehmet, kızıyla bir gün geçirmek istiyordu, peşinde dolaşıyordu ama bir türlü istediğini elde edemiyordu. Küçükler işleri olduğunu söyleyerek evden çıktılar. Elleri ceplerinde, kapının önünde kaldı genç adam. Küçük kızın köye bu kadar çabuk alışması mıydı garip hissettiren, babasını arkasında bırakıyor oluşu muydu?

Çocuklar buluşup elma ağacının yukarısındaki yokuşu çıktılar. Geceden yağmur yağmıştı. Yerler ıslaktı. Toprak kokusu tazeydi. Ağaç yapraklarından düşen damlacıklar kuşların kanatlarını ıslatıyor, ürküp uçmalarına neden oluyordu. Yine griydi bulutlar. Azize de alışmıştı buna. Sanki yeşilin tek bir tonu vardı, en koyusu da bu memleketteydi. Denizine verilen ismi de sonuna kadar hak ediyordu. Yokuş boyu yürümeleri gerekiyordu. İlk durakta tepedeki ev çıktı karşılarına. Burası Nuri dayı dedikleri, Rahime hanımın öz dayısının eviydi. Kapıları pencereleri kapalıydı. Henüz fasulye ya da mısır ekilmemiş, evin yanındaki bahçe boştu. Yabani hayvanlar gelmesin diye etrafına tahtadan çit yapmışlardı.

Evin önünde soluklanıp yola devam ettiler. "Patates soymak gibi" dedi Azize. Yokuş çıkıyorlardı ama dümdüz değildi yol, kabuğun patatesin etrafında dönüşü gibi dönüyorlardı. Biraz yürüyünce Latif durdu ve büyükçe bir çınar ağacı gösterdi. Sol taraf, aşağıya doğru bir uçurumdu. Dikenli çalılar, ifteri dedikleri bitkiler ve otlarla kaplıydı. "Bak Azize, buradaki patikadan aşağıya inince sizin evin kapısına varırsın." Çocuklar dağ keçileri gibi patika yollarda, kaya başlarında yürüdüklerinden köye hâkimlerdi. Öğrenme sırası Azize'deydi. Zaten dikkatli bakınca da evin çatısını gördü. Babasının küçükken sallandığı ağacı geride bırakmışlardı.

Bir müddet daha yürüdüler. En tepeye geldiklerini sandı Azize. Tüm köy ayaklar altındaydı. "Buradan dümdüz yürüyeceğiz. Yol biraz uzak ama yoruldum demek yok." Hepsi Latif'in dediğini yapmak için hazırda bekliyordu. Sanki bir komutandan emir alıyorlardı. İlerledikçe ağaçların kapattığı yollara vardılar. Sabah güneşi bulutların arkasındaydı. Perili bir ormanda yürümenin heyecanı dolaşıyordu Azize'nin damarlarında. Bir küçük kulübeye rast gelince durdular. "Çay kırmaktan yorulunca, gelur burda yatarlar" dedi Latif. Kırık küçük camı, yosun tutmuş duvarlarıyla hiç de sevimli gözükmüyordu. Yasemin ve Mustafa yolun bu kısmına, hatta biraz ilerideki yaşlı teyzenin evine kadar aileleriyle gelmişlerdi. Onların merak ettiği köyün karşısındaki evlerdi.

Tavuklar ayaklarına dolanmaya başlayınca, insan sesleri duydular. Kalabalık bir ailenin yaşadığı iki katlı görkemli evin bahçesinde konuşanlar vardı. "Hayde geçip gidelum" dedi Mustafa. Latif'in bir selam vereceğini anlamıştı. Yüzmeye gittiği abilerinden bazıları bu evde yaşıyordu ve onlara saygı duyardı. Çocuklar durup Latif'i beklemek zorunda kaldı. Tahta kapıyı iteleyip içeriye seslendi.

"Selamun aleyküm Çetin abi!" Selamı alındı ama bu saatte gelen çocuklar da merak edildi. İçerideki kadınlar, Azize, Mustafa ve Yasemin'i davet edip sıcak birer çay ikram ettiler ve avuçlarına kuru üzüm doldurup biraz sohbet ettikten sonra gönderdiler. Nikâha gelenler arasında bu aile de vardı ve Mehmet'in kızıyla tanışma fırsatı buldukları için hoşnuttular.

"Daha selam verme kimseye. Gidelum da!"

"Tamam Mustafa, yürü hayde." İki oğlan atışarak bir hayli daha yürüdüler ve nihayet karşı köyün tepesine vardılar. Pencereleri ikindi güneşiyle kırmızı bir göz gibi parlayan tek katlı eve ulaştıklarında, çölü aşmış seyyahlar kadar mutluydular.

"İşte bakın, aşağıda, tam karşıda oturuyorduk." Yasemin'in parmağını uzattığı yere bakınca sevinçle yerinde zıpladı Azize.

"Şurada da köprü var. Dümdüz insek aşağıya köprüye varırız. Ve köye döneriz." İki kız sevinçle birbirine sarıldı.

"Aşağıya patika yol yok, çayluklardan inmek lazım." Latif başını iki yana salladı. “Onu da beceremezsiniz. Geldiğimiz yerden dönelim.”

"Ben inerum, olmadı yuvarlanurum" diyerek güldü Mustafa.

“Burası uçurum. Ayağınız kayar, düşersunuz. Tehlikeli!” İki oğlan yine anlaşamayacaktı belli ki. Latif kızların bunu yapabileceğinden pek emin değildi. Bir de içine korku düşüyordu, Azize'ye bir şey olsa hem üzülürdü hem de babası arkadaşlık etmelerine izin vermezdi. Çok alışmıştı küçük kıza. Mustafa gibi aileden değildi. Yasemin gibi büyük teyzenin kızı da değildi. Köyün fakir ailelerinden, babası olmayan Latif'ti. Bir çırpıda silerlerdi ismini.

"Başka zaman inersin, şimdi olmaz."

"Buraya kadar geldik, bari inelim aşağıya." Yasemin de ısrar etti Mustafa gibi. Latif sıkıntıyla Azize'ye baktı. Yuvarlansa birisi, başına iş alacaktı. Kararlılıkla, olmaz anlamında başını salladı yine.

"Ben de çaylıkta yürümeyi öğrendim Latif. Buradan inelim, hadi." Üçe tek kalınca boyun eğmek zorunda kaldı. Ama önce getirdiklerini yemeyi teklif etti. Ev sahibinin tavukları ve köyün hiçbir yerinde olmayan düzlüğe koyunları saldığını görünceye dek oturup sohbet ettiler. Azize'nin evinde koyun yoktu. O yüzden bu beyaz yün yumağı hayvanları görünce hepsini ilgiyle seyretti. Tepede oturan çift bu yabancı çocuklardan ilk başta hoşlanmadıysa da ellerindeki üzümlerden ve çantalarındaki birkaç sarı kurabiyeden ikram ettiklerinde anlaştılar.

"Şimdi çok kaygan olur buranun toprağı. Gelduğunuz yoldan dönün" diyerek de tavsiye verdiler. Ama üç çocuğun merakı bu nasihatleri es geçti ve toprak zemine ayak basıp, çaylıkların arasındaki dik yamacı inmeye başladılar. Köprüye varma hayali, ayakları kayan, çalılıklara takılan, yağmur damlalarıyla ıslanan çocuklara cesaret veriyordu. Mustafa ayağını sağlam basmayıp sert bir şekilde düşene kadar macera devam etti. Sonra Latif'in beklediği an geldi ve oğlan yuvarlanmak benzeri düştü. Kafasını çarptı. Çalılar, yüzünü pençeleriyle saldıran bir aslan gibi çizip kanattı.

Ah vah ediyordu Mustafa, ayağa kalkabildiğinde çalılardan hıncını çıkartıyordu. Çaylıklara zarar verdiği için, kadın yukarıdan bağırıyordu. Yasemin ve Azize'nin yardım teklifleri hırçın çocuk tarafından reddediliyordu. Macera kaosa dönüştüğünde, henüz yolun yarısında bile değildiler. "Hayde, hayde yukarı" dedi Latif. Mustafa'nın kanayan yüzünü görünce kızlar da itiraz edemedi. Güç bela indikleri mesafeyi, yine zorlanarak çıktılar. Perişan görünüyorlardı. Eve döndüklerinde sıkı bir sorgu sual olacaktı. Korkup birbirine sokuldu iki kız. Neşeyle geldikleri yolu, korkuyla yeniden yürüdüler.

***

"Ha buna bak da sanki it daldi suratına! Ey gidi oğlum, ne işun var senun oralarda? Büyük adamun girmeduğu çaylukta sen ne ediyordun?" Rahime hanım söylenip dururken bir yandan da sobanın üstüne güğüm koymuştu. Selvi sessiz bir öfkeyle çocuğun yaralarını temizliyordu. Kayınvalidesinin yanında ses yükseltmek adeti değildi. Hem de kadın söylenecek ne varsa söylüyordu zaten. "Ha bu... Ha bu paçalara bak da! Çamur içindesun, her yanun çamur. Tövbe estağfirullah!"

"Azize!" Azize sessizce oturduğu koltukta, duyduğu otoriter sesle dikleşti. Babası gergin yüz hatlarıyla doğrudan ona bakıyordu. "Bana ne yapacağınızı söylememiştin." Sessizlik. "Gezip dolaşmana izin veriyorum, bir çocuk böyle büyümelidir. Ama belli sınırlar çizmeyi unuttuğunuzu görüyorum. Vukuatsız günlerin, bunu benim yapmama gerek olmadığına işaret olduğunu sanmıştım. Yanılmışım anlaşılan." Yine sessizlik. "Bir süre benim kontrolümde evden çıksan daha iyi olacak."

"Sadece Yasemin'in evine ve köyün sonuna gidiyordum baba" diyerek kendini açıklama ihtiyacı duydu. Mehmet kimseye haber vermeden çocukların peşinden gidiyor ve onları kontrol ediyordu çoğu zaman. Almanya'dan kalan bir alışkanlıkla Azize'yi kontrol etmek ihtiyacı duyuyordu. Köyde bu şekilde büyüyen çocuk yoktu. Azize ilk sayılırdı. Yine de bu sabah peşinden gitmeyi ihmal etmişti ve olan olmuştu. Merak ettiklerini, kanlarının kaynadığını biliyordu. Ama yaşlarından büyük maceraların sonu her zaman iyi bitmeyebilirdi. Köyün sonu ve derenin başı, sınırdı. Çocuklar bu gün, hududu geçmişlerdi. Yaşadıkları ve yaşattıkları korku, bu uyarıyı gerektiriyordu.

***

Elma ağacının başını çektiği yokuştaki bodur mandalina ağacının dibinde oturup bir sigara yaktı Mehmet. Kimsecikler yoktu etrafta, ayaklarını uzatmış yeşilin omuzladığı mavi gökyüzünü seyrediyordu. Kötü alışkanlıklarını tamamıyla bırakmış sayılmazdı. Annesinden azar işitiyordu, babasının karşısında saygıdan içmezdi ama yalnız kalınca dayanamıyordu. Bir dumanlı nefes verdi dışarıya.

"Zehirliyorsun kendini." Arkasından gelen sesle irkildi.

"Zeynep, ne zaman geldin?" Elindeki metal kovayı kenara koyup Mehmet'in biraz uzağına oturdu genç kız. Çekingendi biraz. Ama kasvetli zamanlarını, hayaliyle ışıklandıran adamın yanında olmaktan memnundu.

"Yukarıya süt götürmüştüm."

"Ben de hissetmiş gibi, gelip yolunun üstüne oturmuşum." Bu karşılaşma hoşuna gitmişti. Elindeki sigarayı toprağın üzerine bastırıp söndürdü. Havada asılı duran kirli kokuyu dağıtmak ister gibi ellerini salladı. "Nasibimizde buluşmak varmış demek ki." Sessizdi Zeynep. Hem dinleniyordu hem de gerçekleşen rüyasının tadını çıkartıyordu. "Baksana evlendik. Sanki çocukluğumuzun üstünden çok geçmemiş gibi." Yeterliymiş gibi bu kadarını söyledi.

"Sen hiç gitmemişsin gibi." Mehmet'in durgunluğundan sonra Zeynep girdi araya. Adam tam karşıya bakıyordu. Gözlerinin yanında ufak çizgiler vardı, saçları alnına dökülüyordu. Solgun renkli dudakları, uzamaya başlayan sakallarının arasında düz kalın bir çizgi gibiydi. Gülse yakışırdı, ağlasa hislerle dolardı. Ama durgun bir deniz kadar cansızlardı. Bir mutluluk görülmüyordu ufukta. "Canını sıkan bir şey var sanki." Zeynep'in sorgulayan bakışlarına çevirdi kahverengi gözlerini. Kızına ve aralarındaki ilişkiye canı sıkılıyordu. Düzeltmeye uğraşırken daha fazla bozduğunu hissediyordu. Cevap vermek yerine biraz daha seyretti Zeynep'in gözlerini. "Azize mi?"

"Bildin. Azize'nin iyiliği için gelmiştim ama... Of! Anneliği bilmem ama babalık sahiden zor."

"Sen biraz da analuk yapmış biri olarak, onun da zor olduğunu bilirsin. Hâlâ peşinden gidiyor musun?" Güldü Mehmet.

"Gitmeyince tehlikeli maceraların peşine düşüyorlar. Allah korumuş çocukları da birkaç çizikle atlatmışlar. Ya gözüne batsaymış bir çalı... Düşüncesi bile fena." Kenardan bir ot koparıp, parmaklarına doladı.

"O daha çocuk, tüm hayatını geride bırakup geldi. Senun gibi yirmisinde ülke değiştirmedi. Biraz zamana ihtiyacı var. Yavaş yavaş düzelecek. Hem da nenesini, halasını, yengesini çok seviyor. Gözümle gördum. Bir bana alışamadı..." derin bir nefes aldı. "Ama ben bile alışmış değilim bazı şeylere." Düşündükçe heyecanlandığı evlilik olayından söz ediyordu. Mehmet'in elini hissetti elinde. Burası kimsenin gelmediği bir pastane değildi ki. Elini çekmeye çalıştı etrafa bakıp. "Biri görür" dedi fısıltıyla.

"Görsün, evli değil miyiz? Hem, alışalım diye yapıyorum." Böyle, bir anda olmayacağını söylemek için bile vakit harcamadı Zeynep. Çevik bir hareketle ayaklandı. Kovasını da aldı.

"Hayde selametle. Anam bekler. Geç kal..." Bir feryat koptu o sıra. Sandılar ki biri ölmüş. Bayırdan düşmüş, evlat kaybolmuş. Mehmet fırladı yerinden. Bir kadın feryat ederek ağlıyordu. "Anam" dedi Zeynep. Ve koşturmaya başladı. Bir ölümün, kaybın ve acının feryadıydı bu. Eve vardıklarında kan ter içindeydiler. Duyan gelmişti. Çocuklar korkuyla bakıyor, kadınlar aralarında konuşuyordu. Erkekler ahıra girip çıkıyordu. Fakat köyü inleten ses hiç susmuyordu.

"Gitti, hepsi gitti! Ne istedunuz masumlarumdan? Allah'unuzdan bulun!" diye bağırıyordu. Ne kadınlar ne de Zeynep annesini sakinleştirebiliyordu. "Zehirlediler ineklerumi, kıydılar canlarına! Kepriyenun uşaklari!" Ahırda tek bir canlı hayvan kalmamıştı. Hepsi boylu boyunca yatıyordu yerde. Zeynep, sabah süt sağdığı hayvanların öldüğünü duyunca kaskatı kesildi. Dert ortağı sayardı onları. Birinin bebekliğini bilirdi. Yeni gelenlere de çabucak alışmıştı. Dönüp, öfkeli bakışlarını ahıra çevirmiş, sessizce duran Mehmet'e baktı. Bir düşmandı bunu yapan ve herkesin aklına tek bir isim geliyordu.

***

Hemen jandarmaya haber verdiler. Basri ve ailesini baş şüpheli olarak gösterdiler. Köylünün şahit olduğu bu canilik, havayı zehirleyen bir korku salmıştı her yana. Çocukların dışarıya çıkmasına izin verilmiyordu artık. Herkes ahırını kilitliyordu. Özellikle hasan beyin evinde bir telaş vardı. Rahime hanım önceden sezdiği fırtınanın geldiği günden beri rahat değildi. Bir bombadan korumak ister gibi torunlarını yamacına topluyor, sarılıyor ve başlarını öpüyordu. Gelinler ırmak kenarına gitmek yerine kapının önünde yıkıyorlardı çamaşırları.

Emine her zamanki gibi söyleniyor, Selvi ailesi için telaşlanmaktan ağzına lokma sürmeyi unutuyordu. Arif ve Kâmil kendilerini bir noktaya kadar tutabilmiş, en sonunda bu beladan dolayı Mehmet'e çatmışlardı. Düşman mertçe karşılarına çıksa, ağzının payını verip yollayacaklardı ama bu zehir işi tehditten başka bir şey değildi. Jandarma, Basri'nin sorgusunu tamamlayana kadar gergin bekleyiş devam etti. Delil yetersizliğinden tekrar serbest kalan adam hiçbir şey olmamış gibi yaylaya gitti ve uzun günler boyunca sesi soluğu çıkmadı.

Çocuklar kimi zaman okula gitmediler, kimi zaman oyunlarından tat almadan bir arada vakit geçirdiler. Büyüklerin, onları odadan göndererek konuştuğu konuları hisleriyle algılıyorlardı ve büyük huzursuzluklar ruhlarına yerleşiyordu. Azize halasına ineklere zarar gelip gelmeyeceği hakkında sorular soruyordu. "Ah Azize" diyordu Çiçek, o da diken üstünde bekliyordu. Bir hırs uğruna Zeynep'in peşine düşmüş adamların sessizliğine güvenmek hatasına düşmeden uyanıyordu her yeni güne. Öncesinde olan kavgalar, hır gür bile bu denli sindirmemişti kimseyi.

İlyas süt satarak geçinirdi. İnekler ölünce beş parasız kalmıştı. Öncekinden de huysuzdu. Mehmet'i görse utanmadan sıkılmadan ondan para alıyordu. Akşam yemeklerine sık sık Hasan beyin evine gidiyor, dünür olduklarını bahane ederek gereksiz samimiyetlerle kendini kabul ettirmeye çalışıyordu. Zeynep'in başı öndeydi daima. Utancı, duyduğu vicdan azabından bile çok oluyordu kimi zaman. Bu evlilikle başına bela olmuştu Mehmet'in. Fırsat bulsa bakıyordu gözlerine, acaba pişman olmuş mu diye. Öfkesini, durgunluğunu hatta kayınpederinden nefret ettiğini açıkça belli ediyordu ama karısına baksa hiç pişman olmadığını belli etmek ister gibi dimdik duruyordu.

Evde durdukları müddetçe Mehmet ve Azize baş başa vakit geçirebilmişlerdi. Eski günlerdeki gibi yan yana oturmuş, birbirlerine yaşadıklarını anlatmışlardı. Küçük kızın kaçacak yeri olmayınca, babasına yakalanıyordu. Sıcak süt sobanın üstünde kaynarken, fırına ikiye bölünmüş patatesleri atıyorlardı. Bu görev Mehmet'le Azize'ye verilmişti ve keyifle yerine getiriyorlardı. Fırından çıkınca patatesin içine tereyağı ve peynir koyulduğunda herkes afiyetle yiyordu. Küçük kız yine babasının yanına oturuyordu ve gördüğü ilgiyle yavaş yavaş yumuşuyordu.

Bir keresinde Mehmet, yanındaki çekyatı Azize için hazırladı ve birlikte uyumayı teklif etti. Emine bu manzara karşısında "abim ölecek heralde, niye böyle yapay?" diye söylendi hatta. Azize bir gece için farklı bir yerde uyumayı kabul etti. Babası horlasa, gece boyu öksürse de sesini çıkartmadı ve günler süren ayrılığın ardından aynı havayı solumanın mutluluğunu yaşadı. Bu köyde epey üzülmüş, kırgınlıklar yaşamıştı ama sanki kalbinin tedavi edilen bir yanı vardı. Yengesinden babaannesine, dedesinden amcasına kadar yanına gitse başı okşanıyordu. Çocuklarla oynuyor, yanaklarını tombullaştıran sağlıklı peynirler yiyordu. Korkularını örten oyunlar oynuyordu.

Ertesi sabah uyandığında gidip defterini aldı. Boş bıraktığı sayfalardan birini açıp tarih attı ve yazmaya başladı. Nihayet işi bitince yüzünde yaşından büyük bir gülümsemeyle odadan ayrıldı. O da tıpkı babası gibi bir gecede yeni kararlar almıştı.

Loading...
0%