@yesilkutuphane61
|
Kırk güne yakın bir zaman geçti. Su gibi aktı günler. Mayısın ilk haftası heybesinde kocaman bir bahar taşıyordu. Yeşilin rengi, uykudan uyanan gözler gibi açılmıştı. Ağaçlar canlanmış, yemişler dallara takılmıştı. Arılar, sinekler uçuşuyor, çocuklar kelebeklerin peşinden koşturuyordu. Hayvanların üstündeki uykulu hal bile gitmişti, ahıra giren güneşin sıcaklığıyla oldukları yerde tepişiyorlardı. Bir iki haftaya çay kırma faslı başlayacaktı. Ama hemen öncesinde yapılması gereken önemli bir merasim vardı. Kapısı kapalı salon uzun zamandır açıktı. Üç divanın koyulduğu odanın pencereleri doğrudan ön bahçeye bakıyordu. Sabah güneşi ışıl ışıl süzülüyordu içeriye. Azize çok sevmişti bu odayı. Hep açık olması gerektiğini söyleyip duruyordu. Gelen misafirler burada ağırlanıyordu. Düğün günü yaklaştıkça, sessiz kalan kara bulutlar da dağılıp gidiyordu. Son günlerde okula gelmeyen öğretmen sayesinde çocuklar, tatlı meltemlerin tadını bahçede kahvaltı ederken çıkartıyordu. Fasulyeler büyümeye başlamış, karalahanalar ekilmiş, mısırlar boy vermişti. Azize babasına hak verdi. Sahiden de baharda burası bambaşka bir yer oluyordu. Yemeğin tadından rüzgârın sertliğine kadar değişmişti her şey. Derenin rengi berrak, suyu ılıktı. Kayaları döver gibi çağlamıyordu artık. Kargalar ceviz ağacının tepesinde, henüz büyümemiş yiyeceklerini gözetliyordu. İncir dalları boştu, haziranı bekliyorlardı. Dere kenarındaki çalılıklardan sarkan böğürtlenlerle ağızlarını tatlandırıyordu çocuklar. Bütün pencereler açık, kıyafetler inceyken daha ferah hissediyorlardı. Henüz sıcacık değildi hava, yakıcı bir güneş, terleten nem yoktu. Soğuk kışa veda eden, güzel bahardı gelen. Tepsilerle tatlılar yapıldı, fırına verilip pişirildi. Kıyafetler, masalar hazırdı. Konuklar gelmişti. Samsun'daki hala ve amca da köydeydi. Üst katın kapısını açtıklarında Azize de yanlarındaydı ve içini kıpır kıpır eden bir merakla içeriyi görmeyi bekliyordu. Uzun zamandır kapalı olarak gördüğü bu evin neye benzediğini hayal ederdi hep. Güzel, tozpembe bir dünya mıydı yoksa bir cadının evi miydi? Kezban hala dışarıdan görüldüğünde, özellikle de bir çocuk tarafından cadıya benzetilebilirdi. Bedeni epey diriydi. Altmış yaşında olmasına rağmen simsiyah gür kaşlarının altındaki keskin gözleri, derin bir tecessüsle bakardı. Ağzından çıkan kelimelerden sonra muhakkak birinin yüzü düşerdi. Onu gören Emine ve Selvi yönünü değiştirir, aksi halde gün boyu morallerini toplayamayacaklarını bilirlerdi. Saygıda kusur edilmese de Kezban hala, bakışları bile istediği gibi yorumlayan biri olduğundan huzursuzluk çıkartmaya meyilliydi. Kıyafetlerinde koyu renk tercih eder, sık sık odasına girip gözden kaybolurdu. Çocuklar kendi aralarında oturur, sabah uykusu yüzünden azar işittikleri bu kadın hakkında konuşurlardı. Büyüklerin bile başa çıkmakta zorlandığı hala, oyunların katili olurdu. Mustafa'yı haylazlıkla suçlar, önce kibar bir hanım gibi nasihat ederdi. Sonra dayanamaz aklına gelen tüm kaba tabirleri sıralardı. Tabi çocuk bundan zevk alır, kahkaha atarak koşardı. Gülcan annesinin tembihiyle sessiz ve uslu dururdu. Ama Kezban halanın eleştirilerinden kurtulamazdı. Solgun duruşundan başlar, kızın saçlarının fırça gibi oluşuna kadar bahsederdi. Birkaç kez Gülcan'ı ağlatmıştı ama kimse bir şey diyememişti. Evin en büyüğüydü. Hasan bey evdekilere sabır konusunda sıkı tembihte bulunmuştu. Düğün vesilesiyle kısa süreliğine gelen kadına tahammül ederken, merasime sebep olan damat hakkında hiç de iyi şeyler düşünmüyorlardı. Mehmet her ne kadar ailesinin yanında neşelense de düşünceliyken üstüne çöken o sert hali, insanlarla arasına mesafe koyardı. Kezban hala, bu yüzden onunla pek uğraşmazdı. Yine söylerdi içindekileri ama arkasından. Gidişinden dönüşüne, Almanya'daki o kadına kadar olan hikâyeyi hem anlattırmış hem de yorumlamıştı. Bilge bir tavırla gençlerin cahilliklerinden, büyüdükçe akıllandıklarından yakındı. Zeynep'ten de epey bahsedildi. Kız haftada bir uğradığı eve o ay neredeyse hiç uğramadı. İğneleyici bir el öpme faslından sonra, kendi mutfağında bulaşık yıkamak daha tatlı gelmişti. Tüm bu karmaşa içinde Kezban hala bir tek Azize'ye sert davranmıyordu. Kızının yıpranacağını düşündüğü için onu uzak tutmaya çalışan Mehmet ise herkesten daha fazla şaşkındı. Hala, Azize'yi ilk kez görmüştü. Çocuklar hoş geldin demek için sırayla el öpüyordu ve en arkada bu karşılamaya yeni alışmaya başlayan Mehmet'in kızı vardı. Yumuşak, beyaz elini kadının esmer ve lekeli eline uzatıp çekingen bir tebessümle bekledi. Kadının sert bakışları bir anda yumuşadı. Kızın ipeğe benzeyen ve biraz dağılmış kestane rengi saçlarına baktı. Baharla elma gibi kızaran yanaklarını, yeşil yuvarlak gözlerini seyretti. Sonra elini teslim etti. Yirmi dört yaşından beri ilk kez itinayla bir çocuğa dokundu ve onu korkutmak istemedi. Azize de karşılamasını yapıp geriye çekildi ve büyük halayı gün boyu gizli kalmaya çalışarak seyretti. Bildiğine göre bu kadın üst katın anahtarlarını elinde tutuyordu. Samsun'dan geliyordu. Herkesin çekindiği, çocukların yanında konuşmak istemeseler de varlığından huzursuzluk duydukları biriydi. Ama Azize ilk görüşte sevmişti bu kadını. Farklı tarzını, kıyafetlerini, duruşunu ve bakışlarındaki hiç anlamlandıramadığı manaları merak etmişti. İşte aralarında olan bu hisler yüzünden bazen çekişme yaşasalar, fikirleri uyuşmasa, kendilerini tutsalar bile iyi anlaştılar ve neredeyse tüm köyü şaşırttılar. Karşılıklı ikramları, sohbetleri, hatta Azize'nin Kezban halanın odasına girebilmesi bile mucize gibiydi. Küçük kızın ters ve huysuz olmadığını bilirlerdi. Sorun Kezban halanın yanına gidenlerin sağlam sinirlerle geriye dönmüyor oluşuydu. Fakat Azize bunun üstesinden gelmişti. "Sen bizi kurtarıyorsun" demişti Çiçek. Azize nedenini sorunca da gülmüştü. Henüz yaptığı iyilikten haberi yoktu tabi. Rahime hanım "kaynanamdan çekmedum bu kadar" derdi. "Anam sana ne etti?" diye Hasan bey çıkışırdı. "Rahmetli... Melek idi melek!" Yukarıya bakınca da ikisi birden gülerdi. Bir de Hasan beyin küçük kardeşi Temel amca vardı. Bu adam öyle ketumdu ki yanında oturan huzursuz bir hayaletle baş başa kaldığını zanneder, karamsar bir ruh haline bürünürdü. Gerekmedikçe konuşmaz, Samsun'da işlettiği bakkalı aklından çıkartmaz, bir an önce eve dönmeyi düşünürdü. Karısının müşterileri kaçıracağı, birine veresiye mal vereceği korkusu kalbinin derinlerinde filizlenir ve geceleri uykusunu kaçırırdı. Çok hızlı yemek yerdi, önüne koyulanı bitirir hemen sofradan kalkardı. "Bulaşık yıkamak istemiyor diyeceğum ama..." "Yok, sofraya bir ekmek koyar diye korkuyor." Emine ve Kâmil gülerek aralarında fısıldaşıyorlardı amcanın hallerini. Bir cümbüş vardı evde. Her zaman mutlu ve huzurlu oldukları da söylenemezdi üstelik. Mesela hala Zeynep'i hiç beğenmediğinde, Mehmet sofraya sinir koymuştu. Çiçek'in pişirdiği yemek eleştirildiğinde, Hasan bey gerilmişti. Tatlı yapımına karışıldığında, Rahime hanım oklavayı elinden bırakmıştı. Ve yine de iş yapacağım diye en çok ezilen Selvi oluyordu. Arif'in bile yardımı dokunamıyordu artık. Kadının takatinin biteceğinden korkuyor ama kolunu kaptırdığı bu dereden ne kendini ne de karısını çekip alabiliyordu. Azize kendi saçlarını tarama kararı almıştı. Kıyafetlerini katlıyordu ve yumurtaları sepete koyup, getirebildiği kadar ufak odun getiriyordu. Yengesini seviyordu ama yorgun olduğunu görüp yanına gitmiyordu. Mustafa'yı da sıkıca tembihliyor, kardeşine bakmasını ve yaramazlık yapmamasını söylüyordu. "Davut hoca bize ne dedi hatırlamıyor musun? Anneyi üzmemelisin. Ayaklarının altında cennet var." Aklında kalanları söylüyor, ayağının altında cennet olan bir anne hayaliyle iç geçiriyordu. Mustafa yine omuz silkiyor, küçük arkadaşına pek de kulak asmıyordu. Geriye kalan zamanda, halinden memnundu Azize. Kışın bitmesiyle o kadar çok koşup eğleniyordu ki akşam erkenden yatıp uyuyordu. İçine dolan coşkuyla ailesini daha çok seviyor, özlemlerini çabucak unutup her gün yeni bir hareketliliğe uyanıyordu. Genelde evin etrafında vakit geçirse de babasından izin alınca dere kenarına gidiyordu. Basri tehlikesine karşı tamamen tedbirsiz değillerdi. Yine de akıllanıp kendi yoluna baktığı ihtimali, geçen süreyle birlikte daha yakın geliyordu aileye. Çocukları sıkboğaz etmeyi bırakmışlardı. Zaten düğün hazırlıklarını gören çocuklar da merakla büyüklerin etrafında dolaşıp duruyordu. Uzaklaşıp da detaylardan mahrum kalmak istemiyorlardı. Azize yalnızca yengesine değil, artan öksürükleri sebebiyle babasına da acıyordu. Su getiriyor, babaannesine ısrarla bitki çayı kaynatmasını, taze süt ısıtmasını söylüyordu. Hatta bir keresinde tek başına sobanın üstüne süt koydu ve dedesinin yanına gidip bir kaşık bal istedi. Adam torununun niyetini öğrenince başını okşadı ve sıkça dinlemeye başladığı radyosunun başından kalktı. Yayladan gelen hakiki bal, şifa niyetine rafta duruyordu. Kavanozun kapağını açıp kıza istediği miktarı verdi. Hasan bey evden eksik etmezdi şifalı gıdaları. Güvenilir esnaflardan temin ederdi lazım olan ne varsa. Azize'nin babasına ilaç olarak verdiği bir başka şey ise Zeynep'e karşı tavırları oldu. Karşılaştıklarında yumuşak davranmaya dikkat etti. Yüzünün sarı rengine rağmen gülümseyen babasını gördükçe mutlu oluyordu. Sanki burada başka bir güneş vardı, Almanya'dakinden farklı aydınlatıyordu yüzleri. Değer görmek, hayallerine erişmek ve sevilmek de Zeynep'e güzellik katmıştı. Siyah gözleri umutsuz bakmıyordu artık. Küçük kızın da onu kabullendiğini gördükten sonra içi rahattı. Mehmet sık sık aile olduklarını söylüyordu. Zeynep ailesini Mehmet ve Azize'den ibaret görürken, Azize Kâmil amcasını bile kocaman ailesinin bir parçası olarak kabul ediyordu ve bu köyde karşılaştığı herkesin tanıdık olması çok hoşuna gidiyordu. Neredeyse köylünün tamamıyla tanışmış, ayaküstü de olsa sohbet etmişti. Köye geldiğinde olduğu gibi çekingen değildi artık. Fakat o sakin ve vakur saygısından ödün vermiyordu. Henüz bunu nasıl yaptığını ya da büyüklerin onun bu özelliğini keşfettiğini de bilmiyordu. Düğün günü erkenden uyandı. Kaçışı olmayan bu merasimde artık tepkili olmaması gerektiğini, zamanın anneliğinden öğrenmişti. Önce ıslanıyordu Azize'nin dalları, sonra yaşken eğiliyordu. Büyüdüğünde bile unutamayacağı dersler alıyordu. Belki şimdi anlayamayacağı bir kural, henüz yeri belli olmamış bir yapboz parçası gibi öylesine yerleşiyordu zihnine. Ama zamanı geldiğinde ne yapacağını gösteren bir rehber gibi karşısına çıkacaktı. Ve Azize çabucak yıkılmayacaktı. Halasını kıyafetlerle meşgul olurken gördü. Oysa ikisinin elbisesi de kapının arkasında asılı duruyordu. Sabahın bu erken vaktinde, şahit olduğu telaş Azize'nin hoşuna gitmedi. "Hala, ne yapıyorsun?" Arkasından gelen yeni uyanmış sesi duyunca irkildi Çiçek. Sonra normal olmaya çalışarak gülümsedi. Yalan bile olsa, o an son kez gülümsedi. "Azize, uyanmışsın." Kız başını sallayıp yataktan kalktı. Pencereyi açtı önce. Temiz havayı içine çekti. Kollarını arkasında birleştirip esnedi. Sonra da halasının dağınık yatağının üstüne zıplayıp oturdu ve merakla yerdeki katlanmış kıyafetlere baktı. "Ben... Dağılmışlar da, katlıyordum." "Akşam katlardın, ben de yardım ederdim sana. Hem ben katlayabiliyorum kıyafetleri. Kendi kıyafetlerimi de katlıyorum." Çiçek tebessümle yerinden kalkıp yeğeninin yanına oturdu. "Aferin sana, kendine bakabilmeyi öğren. Küçük düzeninle ilgilen. Zevklerinde donat sana verilen alanı. Bak kitaplarına, ne güzel duruyorlar rafta. Baktıkça senin olduklarını bileceksin. Daha fazlası için çabalayacaksın. Ama yeri geldiğinde, eskiyenleri atmayı da bileceksin. Öyle değil mi küçüğüm? Yenilerini alman gerekebilir. Yer kalmadığında, yeni alanlar için fedakârlık yapman lazım. Çok sevdiğin şeylerden ayrılmak da buna dâhil. Çünkü yeni gelenler daha güzel olabilir. Değil mi Azize?" Bir iç çekti Çiçek. Azize'nin onay vermesini bekler gibi gözlerine bakıyordu. Birinin desteğine ihtiyacı vardı bu sabah. Yeni hikâyeler için yer açmak istiyordu. Kuvvetle itecekti geçmişi. Güne gözlerini yeni açmış, hayatı henüz çocukluğuyla gören küçük yeğeni ona destek olurdu belki. "Özlemeyecek miyiz hala? Attıklarımızı, geride bıraktıklarımızı özlemeyecek miyiz?" Azize derin bir keder hissetti yüreğinde. Onun raflarını da boşaltmıştı kuvvetli bir el. Yeni kitaplar koyuyordu. Ama Azize özlemiyor değildi. Alışkanlığından eli gidiyordu hayatına, sonra bir bakıyordu ki gözlerini açtığı yer bambaşka. "Özleyeceğiz ama... Öyle güzellikler göreceğiz ki sonra... Bilirsin işte, sevinçten kederleri unutacağız." "Doğru" dedi Azize köyde yaşadığı tüm güzellikleri hatırlayınca. Çiçek o gün erkenden Zeynep'in evine gitti. Gördüğü telaş karşısında tebessüm edip, arkadaşının odasına girdi. Kabarık bir gelinlik, duvağıyla birlikte kapının arkasında asılıydı. Birkaç saat sonra Zeynep gelin olacak ve evinden ayrılacaktı. "Demek bu gün düğün var. Artık arkadaşın değil, görümcen olacağım." Zeynep'in bakışlarını görünce kıkırdadı. "Korkma, şaka ettim. Sana olan bağlılığım ne eksilecek, ne de artacak." "Aynı evde, belki daha çok zaman geçireceğiz." Zeynep hevesle atıldığında, Çiçek onun kadar heyecanlı değildi. Arkadaşının elini tuttu. "Abim kötü biri değil. Aklına eseni yapar, kararlarının peşinden koşmak zordur ama seni sevmiş belli ki. Sen de onu sevdin. İnşallah mutlu olursunuz." Heyecanlı gelinin gönlüne su serpen bu gerçeğin biliniyor olmasıydı. Başını sallayıp gülümsedi Zeynep. Onu bekleyen büyük bir aile, Mehmet ve küçük kızı vardı. Mutluydu, yabancı ve kötü ellere düşmediği için rahattı. Hayalindeki adamı nasibine yazana şükrü vardı. "Hayde bakalım, sen hazırlan. Ben de gideyim." "Nereye?" Ayaklanıp gülümsedi Çiçek. Cevap vermedi ve dolan gözleriyle odadan çıktı. *** İmzalar atıldı. Her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu. Mehmet ve Zeynep artık resmi olarak da evliydi. Büyüklerle anlaşabilmişlerdi. İkinci kattaki odalardan birinde kalacaklardı. Bir ev huzuru tadacaklardı. Sırf bunun için bile düğün yapabilirlerdi. Tatlılar, sarmalar sofralara dağıtıldı. Köyün gençleri yerlerinde durmuyordu. Yardım etmek bahanesiyle bir boy gösterip dolaşıyorlardı. Kadınlar eğlence faslını doyasıya yaşıyorlardı. İş güç derken epey yorulmuşlardı ve çay zamanı gelmeden neşelenmek niyetindeydiler. Kezban hala salonda, başköşedeydi yine. Zeynep'e belki alışırdı da ailesini hiç sevmiyordu. Bir menfaat gözettikleri belliydi. Gelinin annesine de babasına da kardeşine de gördüğü yerde burun kıvırdı. Kızı vermişlerdi tabi yağlı kapıya, rahatlarını düşünüyordular! Kardeşine de kızdı. Emine'yi de böyle bir aileden gelin etmişlerdi. Karadeniz'de zengin aile kızı kalmamıştı sanki! Bir de güzel olsalar! Becerikli maharetli de değiller üstelik! O kadar çok şikâyet etti ki içinden, en sonunda nefesini tuttuğunu fark edebildi. Herkesin telaşı vardı, yanına da hayıflanabileceği kimse oturmamıştı. Hafifçe salınıp şalını omzuna attı yeniden. Kolundaki bilezikleri şıngırdadı. Kısa bir an tüm dikkatleri üzerine topladı ama hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi oturmaya devam etti. Kapının kenarında Azize göründü. Babasının başkasıyla evlendiğini gören bir çocuktu o. Ama haylazlığı ele almış koşturuyordu. Bu güne ait değildi tavırları. "Azize." Önce kibar olmaya çalıştı Kezban hala. Sesini duyuramayınca bu sefer sert bir tonda bağırdı "Azize!" Kız kendisine seslenildiğini duyunca dönüp halaya baktı ve gülümsedi. Yine koşturup kadının yanına oturdu. Bu bileziklerden daha fazla dikkat çekti. "Terleme, elbisen mahvolacak. Saçların dağılacak. Gençken ben de böyle yapardım saçlarımı. Örerdim, iki yana salardım." Tabi hoş bir hikâyeydi ama Azize yerinde durmak istemiyordu. "Yine yapalım mı sana?" Kadın dişlerini göstererek güldü. "Haylaz seni!" Sonra küçük kız kollarının arasından sıvışıp gitti. Kezban hala arkasından baktı. Derin bir iç geçirdi. Salondaki kadınlar kendi aralarında konuşmaya başladılar. Biri hariç hiçbirini duymadı. Rahime hanım görümcesine yaklaştı hafifçe. "Çok korktum anasuz çocuğa nasıl bakacağum diye. Ama Allah'um yardım etti. Azize da o kadar uysal ki, bazen kuzu farkı kalmayi." "Kuzu, peh!" Küçümseyerek baktı kadına. "Aslan o aslan! İsterse hepinizi pusuya düşürür, ruhunuz duymaz. Siz mi ona bakıyorsunuz o mu kendini idare ediyor? Bir düşün derim. Üç çocuk büyüttün ama..." Boşuna der gibi elini havada salladı. Annelik damarına basılan Rahime hanım da kendini tutamadı. "Sen bir taneye sahip çıkamadın abla" dedi birden. Üç çocuk annesi, torun sahibiydi. Bir yaşı ve ağırlığı vardı. Hakaret duymak istemiyordu hele de böyle bir günde. Normal zamanda olsa bu sözden sonra kanlı bıçaklı olurlardı. Kezban hala köyü dar ederdi Rahime hanıma. Ne yapar ne eder huzurunu kaçırırdı. Ama bu gün tek kelime edemedi. Başını önüne çevirdi. Tam karşısındaki koridorda diğer çocuklarla oynayan Azize'yi seyretti. Hiç anlamadı ama gözleri doldu. Sekiz yaşındaydı tek evladı. Böyle güzel saçları, yeşil gözleri, tatlı elmaya benzeyen kırmızı yanakları vardı. Dünyada dolan zamanına, talihsiz bir kaza kılıf olmuştu ve küçük kızı toprağın altına girmişti. Kezban halanın acısı onu bambaşka birine dönüştürdü. O artık yeniden anne olmaya da birilerini sevmeye de hazır değildi. Eşini kaybettikten sonra da şehirde, çocukların gürültüsünden rahatsız olan teyze olarak anılmaya başladı. Ve seneler sonra vefat eden küçük kızına benzeyen Azize çıktı karşısına. Ne de olsa akrabaydılar değil mi? Benzerlerdi. O tatlı tebessüm, o saygılı ve sevgili bakışlar Kezban halanın ruhuna işledi. Ağlamak huyunu bırakmıştı. Bunun yerine yeğeninin kızını yakınında tutmaya çalıştı. Zaman geçtikçe hem Azize'nin kişiliğini keşfetti hem de ruhundaki derin yaranın yanında ufak çiçekler açtı. Bir çocuk tarafından gerçekten sevilmek hoşuna gidiyordu. Öyle ki bu gelişinde, hakkındaki şikâyetler yarı yarıya inmişti. Huylu huyundan bir anda vazgeçemiyordu. "Abla... Öyle demek..." Görümcesi elini kaldırıp dur işareti yapınca susmak zorunda kaldı Rahime hanım. Pişman hissetti. Kendini tutamadığına üzüldü. Ama laf ağızdan çıkmıştı bir kere. Daha da bu konuda konuşmadılar. Salondan çıktı bir müddet sonra, Çiçek gözükmüyordu etrafta. Odasında yoktu, dışarıda da değildi. Meraklandı, çocuklara sordu. Onlar da görmemişti. Böyle bir günde komşuya da gitmezdi. "Of evladum of! Nereye gidersunuz anlamam ki!" Hayıflanıp gelininin elindeki tepsiye baktı. Arı gibi oradan oraya koşturan Selvi'nin yanına gidip tabaklardan birkaçını aldı ve kendisi de misafirlere ikram etmeye başladı. *** Mehmet dışarıda tebrikleri alırken bir kargaşa oldu. Dikkatli bakınca uzun zamandır uyuyan yılanın böyle güzel bir günde uyandığını anladılar. Basri mutluluklarını bozmak için tam karşılarında duruyordu. "Tüfek atmay misunuz? Ben da geturdum!" Dalga geçerek belinden silahını çıkarttı. Belli ki eğlence için atılan kurusıkılardan da değildi. "Oo İlyas emice, verdun kızi, hayde hayirli olsun!" Çevresindeki insanlar Basri'den bir bir uzaklaşırken ortada Mehmet, İlyas ve Zeynep kalmıştı. Bu gün birinden intikam alınacaktı. Engellenmezse beyazlar kırmızıya bulanacaktı. "Çek git burdan ula!" "Ne oldi damat, korktun mi?" Silahı savruk bir hamleyle havalandırdı. Kadınlardan ufak çığlıklar duyuldu. Çevreden bağırıyorlardı, mermi ateşlenecek olmasa müdahale edeceklerdi. Hatta biri sağlam bir odun almış, vurmak için hazırlanıyordu. Arif'in kaş göz işaretiyle durdu. Kaza çıkmasından korkuyorlardı. "Senin gibi bir yılandan korkacak adama mı benziyorum?" "Basri, bırak tabancayi!" İlyas can korkusundan titremeye başlamıştı. Zeynep tutamıyordu kendini. Gözyaşları akıyor, sürmesi yanaklarında lekeler bırakıyordu. Ölmek, böyle bir günde epey acı verici olurdu. Yine de Mehmet'in elini tutmak, gözlerine bakmak kısa süre için de olsa yetebilirdi kalbine. Peki buradan masum birinin cenazesi çıksa da düğüne kan bulaşsa! Nasıl affederdi sevdasını? Nasıl yaşardı belaya bulaşmış bir aileden geldiğini bilerek? "Yalvarma emice yalvarma! Sen büyük hata ettun, bana verduğun kızi geri aldun!" Davut hoca bu deli adama müdahale etmek istedi. "Evladım, bir sakin ol önce. Bu iki genç birbirlerini seviyorlar, evlendiler. Hayırlı olsun demek yerine, yakışır mı sana eline silah almak?" "Ha bunlara sözden dönmek yakıştı da bana tabanca mi yakışmadi? Yok öyle! Ha bak ne kadar güzel oldi! Herkes ayağını denk alacak ha bu saatten sonra! Beni kanduran..." Adam dayanamadı, elindeki odunu Basri'nin kafasına geçirdi. Fakat tetikte bir parmak vardı, mermi yerinden çıktı. Çocukların yüreğini hoplatan bir gürültüyle havada süzülmeye başladı. Birkaç saniyelik bir andı ama sanki zaman durmuştu. Mesela Mehmet, kızının burada olmayışını düşünüp sevindi. Sonra dönüp karısına baktı. Korkudan korktu. Bu kuşu kafesten çıkartmak istiyordu değil mi? Bembeyazdı, özgürdü. Yanakları ıslaktı ama boncuk gibi gözleri bir tek hayat arkadaşına bakıyordu. Mehmet'in sol yanındaki kafese girmek ve orada yaşamak heyecanıyla gülümsemeye çalışıyordu. Yaşamak... Nasıl bir kafesti, kalbe lazım olan gıda var mıydı orada? Balkondaki çiçek solar mıydı? Zeynep, gözlerini kapatır mıydı? Ah ne de çok inanmıştı Mehmet. Onlardan uzak olacak zararlara ve güzel yarınlara... Toprağından kopardığı çiçeklerin daha iyi yaşayacağına... Yine mi başaramamıştı? Yine mi birini mutsuz etmişti? Zeynep kavuşmaktan sonrasını hayal etmeyişine güldü. Esas olan yan yana olmaktı sanki. Ölümde bile... Düğün için güzel bir gün seçmişlerdi. Berraktı hava, maviydi gök. Tek tük geçiyordu bulutlar. Bir selam verip gidiyorlardı. Belki de kana bulanmaktan korkuyorlardı. Herkesin içinde, Mehmet'in elini tuttu. Ölmeden ayıplanmak pahasına. Yanındaki adamın kendini beceriksiz hissettiğini bilir gibi kavradı parmaklarını. Dünyanın en güzel işini yapmışçasına gururla baktı ona. Gözlerine gölge düştü. Kuşların cıvıltılarını bastıran çığlıklar duyuldu. Mermi bir bedende yolculuğunu bitirdi. Ayaklar sarsıldı. Azize Mustafa'yla birlikte halasının odasında, ceplerine doldurdukları kurabiyeleri yemeyi bıraktı. Bu duyduğu en gürültülü ama en sessiz kavgaydı. Baharın en soğuk günüydü. İrkilen küçük kalplerin, titreyen bedenlerin en kanlı hatırasıydı. Odalardan çıkmaya cesareti kıran, korkuyu yüreklere bir fidan gibi salan bir andı. Babaannelerinin feryadını duydu çocuklar. İnsan, evladına zarar gelse haykırırdı ancak bu kadar. Azize dili tutulmuş gibi amcasının oğluna baktı. Onun çocuk gözlerinde teselli aradı. Mustafa ise kısacık bir an da olsa ilk kez bu küçük kıza, anlayışla baktı. *** Azize, karnesiyle birlikte koşturdu. Diğer çocuklardan ayrı bir yöne gidiyordu. Eve uğramadı, nefes nefese kalsa da durmadı. Haziran sıcağı ve Karadeniz'in nemli havası insanı bunaltıyordu. Çocukların yanakları kıpkırmızıydı. Mustafa dereye girmek için sabırsızlanıyordu. Herkes evine dağılıp ellerindeki kâğıt parçalarını ailesine gösterirken, Azize el arabasına yüklenip çay evine götürülmek üzere hazırlanan dolu çay sergilerinin yanından geçti. Nihayet en tepeye, tüm köyü ve köprüyü ayaklarının altına alan o düz alana vardı. İlerideki kulübeyi, ağaçlı yolu, çay ikram eden kadınları ve Mustafa'nın yuvarlanışını hatırlatıyordu burası. Arkasında, yolun kenarındaki küçük patikada iki kişi defnedilmişti. Cuma günleri ziyaret yeri olurdu bu tepe. Sessiz, hüzünlü ve özlem kokardı genelde. Deniz gibi her yanı kaplamış yeşilin tadını, buna rağmen çıkartmak istiyordu Azize. Yolun kenarında durdu. Ayaklarının altında çaylıklar, patikalar ve yokuşlar vardı. Bütün evlerin çatıları gözüküyordu. Yol, dere, köprü ve küçülmüş çay sergileri süslüyordu manzarayı. Rengârenk ufak toplara benziyorlardı. Derin bir nefes çekti ciğerlerine. Güneşin hücum ettiği yeşil gözlerini kıstı. "Karne aldım!" diye bağırdı. Kimsecikler hatta gölge edecek bir ağaç bile yoktu çevrede. "Öğretmen aferin dedi!" Duyurmaya çalışıyordu ama uzaklara gitmiyordu sesi. "Dede bizi çarşıya götürecek ve ne istersek onu alacak! Mustafa top istedi, Yasemin de gelecek ve Gülcan da! Onlar elbise alacak!" Nefes nefese kalmıştı artık. Ve yanaklarını ağrıtan gülümseme yavaş yavaş kumun üstündeki bir iz gibi silinmeye başladı yüzünden. "Dedemden seni istiyorum baba!" Elindeki karneyi havaya kaldırıp savurdu. "Her şeyi çok iyi yaptım, notlarım... Hepsi on hepsi!" Dizlerinin üstüne çöktü. "Seni görmeyi hak ettim ben. Söz vermiştin ama bisiklet getirmemiştin. Kızmadım sana, büyüyünce kendi paramla alacağım. Ama şimdi çocuğum ben, hiçbir şeyim yok. Verdiğin diğer sözleri yerine getir. Geri gel…" Günler Azize'ye öğretmen oldu. Bir anne şefkatiyle, bilmediği ne varsa öğretildi. Odasında yalnızdı artık. Çiçek kopmuştu toprağından. Ama küçük kız, halasının yatağına gözünün ucuyla bile bakmadı. Bir gün bu soğuk yokluğu kovacağını düşündü. Bu sefer gidenler, ona dönmeyi vadetmemişti. Bir çocuk küskünlüğüyle veda edip, Azize'ye büyüklük görevi yüklemişlerdi. Kalbinin son damlasına kadar soğukkanlılığını korumaya çalışan kız, özlemin ateşiyle eriyordu. Ama madem yaşamaktı, yaşıyordu. Bir fert olacaktı, oluyordu. Bunların büyük emek isteyeceğini, içine düşene kadar bilmiyordu. |
0% |