@yesilkutuphane61
|
Veda sonrası sessizliği iyi bilirdi dağlar. Yankıların dillerinden iyi anlarlardı. Başı sıkışana yaslanacak bir omuz olurlardı. Yine de insanın gözü, küçücük kırmızı renkli bir çiçeği arardı. Azize ineklerin çanlarını duyunca sofradan kalktı ve kapıya koştu. Arkasından bağıran babaannesini dinlemiyordu bile. Karanlık koridor, tahta kapının açılmasıyla ışık huzmelerini misafir etti. "Geldiniz!" diye bağırdı küçük kız. Ayağında çorap yoktu, kara lastikleri giyip ineklerin yanına gitti. Serin yayla havası insanın içine işliyordu. Hayvanlar başlarını eğmiş, taze otlardan ve çiçeklerden oluşan kahvaltılarını ediyordu. Her sabah buradan da geçiyorlardı ve Azize her sabah onları görmek istiyordu. Kahverengi, sarı, siyah, beyaz renklerde farklı desenleriyle yavaş yavaş otluyorlardı. "Cemal abi!" On beş yaşındaki Cemal, elindeki sopayı sallaya sallaya Azize'nin yanına geldi. Bu küçük misafir yayla evinin yeni sakiniydi. Azize çitlerin arkasındaki koyunları ziyaret ettiğinde görmüşlerdi birbirlerini. Sonra tanışıp, sohbet eder olmuşlardı. Sisin bir adım ötesini perdelediği günlerde bile Cemal hayvanları otlamaya çıkartıyordu. Azize'nin yanakları hem güneş hem de sis yüzünden kıpkırmızıydı. Dokundukça canı yanıyordu. Buna rağmen Cemal abisini kapıda karşılıyor, sobada sıcak ekmek pişmişse ikram ediyordu. Cemal'in bir de atı vardı. Temiz, gürbüz bir hayvandı. Azize ve Mustafa bin bir ısrarla ata binmeyi başarmışlardı. Ayakları yerden kesildiğinde hissettikleri heyecanı ömür boyu unutmayacaklardı. Cemal ve ailesi az insan görür, kışın köye inerlerdi. Yayla zamanı gelen iki küçük çocuk evlerine neşe getirmişti. Hayvanların sütünden, yoğurdundan ikram ediyor Mustafa ve Azize'ye yaylayı gezdiriyordu. Su kaynaklarını, yankılı kayaları, küçük hayvanları ve girilmesi yasak olan mağaraları gösteriyordu. Vahşi hayvan çıkabilirdi. Bundan daha tehlikeli olan şey ise; aniden ortalığı sis kaplamasıydı. İşte o zaman yollarını bulamaz, kaybolurlardı. Gece olduğunda ya donar ya da yem olurlardı. Bu ihtimaller sebebiyle, hatta Mustafa bile, büyüklerinin sözlerinden hiç çıkmadılar. Yalnızca yayla çayı topladılar. Bol bol koştular. Fakir halkın bir zamanlar yaşayıp sonrasında göç ettiği harabe evlere girip çıktılar. Efsaneler anlatıp, bulacaklarına inanarak hazine aradılar. Sis daima ıslattı, yaktı, üşüttü bazen de evlerin kapılarını kapattılar. En çok da bu dumanın uzaklara gittiği anlara sevindiler. Oturup ahşap pencereden bakınca sıra dağlar görünüyordu. Yemyeşil şeritler sıra sıra dizilmişti. Aşağılarda çam ağaçları vardı. Bir eteği süsleyen pileler gibi dizilmişlerdi. Azize'nin dedesinin evi yüksekte kalıyordu. Sert rüzgârı, çetin kışı sebebiyle bu yaylada ağaç bulunmuyordu. Akşama doğru kızıl güneş dağların arasından veda ediyordu. Sobaya atılan odunun sıcaklığı, yorgun bakışları üzerinde topluyordu. Susmuş dillerden hikâyeler anlatılmıyordu. Hasan bey ve Rahime hanım bağırlarına bastıkları taşla oturmaktan başka bir şey yapamıyordu. Önceden yalnızca Mehmet giderdi, nerede olduğu bilinirdi. Yine endişe bırakırdı arkasında ama döneceği kesindi. Çiçek öyle miydi? Habersiz kaçışının üstünden üç ay geçmesine rağmen ne ses vardı ne de seda. Önüne konulan çay bardağını aldı yaşlı adam. "Kapıyı kilitledunuz mi?" diye sordu. Gerçi o da bilmiyordu artık, yüreğini daha fazla yakacak neyi alabilirlerdi bu evden. Kural köşkü yıkılmış, doğruları ezilip geçilmişti. Nikâhtan sonra görmediği kızını, kargaşa bitince de gün akşama varınca da bulamamıştı. Öyle ya, bir şehir hayali tutturup çekip gitmişti. Gitmek, öyle alışılmadık şey değildi de Hasan bey kızına yakıştıramamıştı. Uzayan sakalları, hastalıklı soluk benizli yüzünü saklıyordu. Kaygısız, endişesiz oynayan torunlarını ifadesiz bakışlarla seyredip iç geçiriyordu. Bu kadar önemli miydi bu köyden ötesi? Ne vardı da çocukları kaçıp gidiyordu? Yanlış ettiği, eksik bıraktığı neydi ki bu asiliğe maruz kalıyordu? Gecelerce düşündü. Yanında susacaklarını bildiği köylüden uzak durdu. Koca Hasan bey! Evlatlarına söz geçiremiyordu işte. Oğlundan sonra kızı da kaçıp gitmişti, kim bilir kime, nereye? O da dönerdi ama abisi gibi. Bakalım kendini nasıl affettirecekti? Köyü bir merak almıştı. Bir de Mehmet vardı tabi. Ankara'daydı şimdi. Geçmek bilmeyen öksürüklerinin sebebi sıkıntılı bir hastalıktı ve tedavi edilmesi gerekiyordu. Ağzından kan gelene kadar gitmemekte direndi. Sonra apar topar Trabzon Devlet Hastanesine götürüldü. Ankara'ya gitmesi gerektiğine karar verildi. Azize'ye yine ayrılık yazıldı. Tedavi süresinin ne kadar uzayacağı bilinmiyordu. Okuluna devam eden çocuğun daha fazla yıpranmaması için köyde kalmasına karar verildi. Mehmet'e kalsa kızını da götürürdü. Ama kim çıksa karşısına, Zeynep'le gitmesini ve iyileşinceye dek kendine dikkat etmesini söyledi. İlk hafta otelde kaldılar. Sonra aylar geçeceğini anlayınca tek odalı bir ev tuttular. Zeynep için mekânın önemi yoktu. Yüreği ağzında uyanıyordu her gün. Uykularına Mehmet'in yokluğuna dair kâbuslar musallat oluyordu. Bir kurşun isabet etmemişti bedenlerine ama ciğere yerleşen hastalıklar vardı. Almanya soğuk emanet etmişti Mehmet'e. İlyas'ın hareket ettiremediği vücudu bir yatağa mahkûmdu. Akrabasının mermisinin izlerini taşıyacaktı. Zeynep'in gönlüyse, hasta bir adamın kafesine gireli çok olmuştu. Özlemden, korkudan başka sıkıntıları yoktu. Akşamları sohbet ediyorlardı. Zeynep anlatıyor, Mehmet dinliyordu. Pencereleri açıyor, sokağın gürültüsünde kayboluyorlardı. Birkaç çeşit çiçeği suluyorlardı. Sessiz yeniyordu akşam yemekleri. Mehmet sık sık Azize'den söz ediyor, ne yaptığını merak ettiğini söylüyordu. Aklı küçük kızındaydı. Bir zamanlar onu köyde bırakıp gitmeyi düşünmenin cezasını çektiğine inanıyordu. Nasıl yapacaktı böyle bir hatayı? Zeynep'in çırpınışlarıyla kendine gelmiş olmasaydı, bu gün babasından nefret eden bir evlada sahip olacaktı. Güzel sebepler, büyük yıkımları önlemişti. "Yine de uzaktayız be kızım!" "Ne dedin?" "Hiç..." "Yine Azize'yi düşünüyorsun değil mi? Onun da seni düşündüğüne eminim. Ama iyileşmeni beklemek zorundayız. Burada kalmamız gerekiyor, ilaçların... tedavin..." "Biliyorum" güldü Mehmet "ezber ettim bunları." Ama faydası olmadı. *** Yarım saate araba gelecekti. Kıyafetler bavula konulmuş, köye götürülecek ne varsa hazırlanmıştı. Azize elindeki sepette bir sürü çiçek ve yayla çayı tutuyordu. Babası gelince kaynatıp içirecekti. Gelmezse de kutuya koyup gönderecekti. Dedesine Ankara'ya gidip gidemeyeceklerini sorduğunda cevap alamamıştı. Zaten halası gittiğinden beri dedesine yaklaşmak için biraz cesaret toplaması gerekiyordu. Bu sert suskunluk da gücünü alıp götürmüştü. "Azize, gel aşağı mescide koşalum!" Mustafa'nın teklifini kabul eden kız, sepeti babaannesine bırakıp koşmaya başladı. Oğlan da amcasının kızının peşine düştü. Bu yüksek dağın yamaçlarında, kendilerine yol yapan arabaların izlerini takip ettiler. Kollarını açıp bir uçak gibi ses çıkartan Mustafa yüzünden kahkaha attılar. İki kişilik bu serüvenin sonuna gelirken bile eğlenmek istiyordular. Aşağıda inekler vardı. Mescit küçücük, kutu gibi bir kulübeydi. Yanındaki çeşmeden buz gibi bir su akıyordu. Bahçesine tahtadan yapılmış geniş bir bank yerleştirmişlerdi. Yoldan gelip geçeni misafir ediyordu. Dümdüz, yemyeşil ve çiçeklerle donatılmış araziye geldiklerinde nefes nefeseydiler. Dönüp yukarıya baktılar. Oyuncak maket gibi duruyordu iki haftanın geçtiği ahşap ev. "Nasi koştuk ama!" Mustafa daha fazla dayanamadı ve kendini çimenlerin üstüne bıraktı. "Öldüm yav, gitti nefesum!" "Mustafa, inekler seni yiyecek kalk." Azize gülmemek için ağzını kapattı. Onun da dizleri titriyordu. İlişip oturdu çocuğun yanına. Akşamdan ıslaktı çimenler. Menekşelerin, papatyaların, civanperçemlerinin süslediği toprakta bir cümbüş vardı sanki. Öylesine derin, öylesine huzurluydu ki insan bu mekânda bir çiçek olarak yaşamaya razı olurdu. "Ben ot miyim?" Mustafa biraz kızdı ama Azize güldü. "Biraz daha kalsayduk keşke." "Güzel olurdu ama köye gitmemiz gerekiyor. Belki babam eve döner. Onu görmek için sabırsızlanıyorum." Amcasının hasta olduğunu bilen Mustafa bir şey diyemedi ama fikri de değişmedi. Yine de burada kalmak ve yaylanın tadını çıkartmak istiyordu. Köy sıcak olurdu şimdilerde. Ev de kalabalıktı. Gülcan'ı da yengesini de çay vakti çıkan karmaşayı da özlediğini söyleyemezdi. Azize için her şey yeniydi. Koca bir çiçek bahçesine düşmüş arı gibiydi. Her gördüğü yeni mekânı keşfetmek istiyordu. Yayla kadar yolculuğu da sevmişti. Babaannesi ve dedesiyle Uzungöl'e gitmiş tesiste balık yemişlerdi. Unutulmaz anılarını halasının verdiği deftere yazmak için sabırsızlanıyordu. Kelime hatası yaptığında danışıp yardım alacağı kimsesi yoktu artık. Uzaktaydı babası ama ona da mektup yazamazdı. Önemli bir nedenle almıştı bu kararı. Arkasında duracaktı. Büyüyüp serpilen bir genç kız olduğunda, çocukluğunun özlediği anlarını okumak için kendine yazacaktı. Uzak zamana taşıyacaktı küçüklük hislerini. Balık tesisini, yaylayı, rengi maviden yeşile çalan gölü, hediyelik eşya dükkânlarını, dedesinin ona aldığı kapağı işlemeli el aynasını... Her şeyi yazmak istiyordu. Yazmak ve babasının yokluğunda bile yaşadığını hatırlamak iyi gelecekti. *** Köy sıcaktı, nemli bir havası vardı. Yayladan gelen kırmızı yanaklı insanlar bir süre alışmakta zorlanıyordu. Selvi, yolcuları kapıda karşılayıp haylaz oğlunu kollarına aldı. Azize kenarda bekliyordu, uzun tutmayıp küçük kızı da yanına çekti ve sarıldı. Özlemişti ikisini de. "Yanmişsunuz siz!" Bir değişik olmuşlardı. Azize'ye yakışmıştı bu ten rengi. O da artık köy çocuğu gibi görünüyordu. Ayağında kara lastikleri de vardı. Bir ocak günü Almanya'dan geldiğine inanmak zordu. Hemen içeriye geçtiler. Yağlar peynirler mutfağa alındı. Çocukları yıkamak için güğüme su dolduruldu. Gülcan, Azize'nin heyecanlı bir şekilde anlattığı maceraları dinlemek istemiyordu ama aynı odadaydılar ve ne yazık ki Selvi yengesi bu kızı seviyordu. Babaannesi sadece Mustafa ve Azize'yi götürmüştü yaylaya. Annesinin mırın kırın edip huzursuzluk çıkarttığını bilmediğinden, dışlandığını zannediyordu Gülcan da. Aksi halde Rahime hanım Gülcan'ı da yanında götürürdü. Ama gelininin çıkarttığı huzursuzluğu duymuştu ve zaten bunalmışken bir de yeni bir problemle uğraşmak istememişti. Köyden uzaklaşmak, nefes almak ve sıkıntıları bir süreliğine de olsa geride bırakmak için çıkmışlardı yaylaya. Bunu olabildiğince sessiz yapmışlardı. Evlatları yapıyorsa, onlar da yapabilirlerdi elbette! "Biliyor musun yenge, ata bindik! Cemal abi bindirdi, havaya yükseldik bir anda. Mustafa da bindi. Hiç korkmadık ama çok güldük. Koyunları da gördük. Bir de kırmızı şeylerden topladık. Adı neydi babaanne?" "Likarba." "Evet likarba. Evin olduğu dağ var ya..." Gözünün önüne getirdiği yolları tarif etmeye başladı. "O dağdan indik, çok yol yürüdük ama. Sonra diğer dağa geçtik. Mustafa'yla ben zıpladık ama dede zıplamadı. Bir adımda karşı tarafa geçti. Sonra tekrar yukarıya çıkmaya başladık. Keçiler yol yapmış, o yolu takip ettik ve hiç düşmedik. Kıyafetlerimizi..." Paçalarını gösterdi "çorapların içine soktuk ve ayağımıza dikenler batmadı. Biraz daha gittik ve sıra sıra dizilmiş küçük çalılardan meyve topladık. Yuvarlak, küçücük mor meyveler. Tatları biraz ekşi. Keçiler de onları yiyormuş. Dedem çok yemeyin dedi. Kutulara doldururken, onu dinlemedik ve çok yedik. Parmaklarımız mora boyandı. Böğürtlen toplarken oluyordu ya, işte öyle. Sonra dönme vakti geldi. Aynı yolu takip ettik. Ama bir anda karnımız ağrımaya başladı ve midemiz bulandı. Dede bizi uyardığını söyledi. Gerçekten de bizi uyarmıştı. Mustafa'nın tuvalete gitmesi gerekiyordu..." "Hayde kıyafetleruni getur Azize." Hikâyenin devamını babaannesinin direktifiyle anlatmayı bıraktı ve arkasında tebessüm eden insanlar bırakarak odasına gitti. Kapıyı açtı hevesle. Gözüne halasının yatağı çarptı. Öyle alışmıştı ki onu orada görmeye, yokluğu ilk kezmişçesine canını acıttı. Hareketleri yavaşladı. Çiçek kız birazdan çıkıp gelecekti sanki. Azize'ye hal hatır soracaktı. Duvardaki çiçek işlemeli çerçevelere bir yenisini ekleyecekti. Bir çocuğun anlamayacağı kadar hayattan konuşacaktı. Sonra gülecek, başındaki örtüyü çekip alacaktı. Belki saçlarını tarayacak, belki biraz dinlenmek için uzanacaktı. Bir silüet dolaştı odada. Azize tüm yalnızlığıyla onu seyretti. Dedesinin de babaannesinin de bu odada, bir zamanlar kızı yaşıyordu. Ne yazık ki şimdi zorunda olmadıkça giremiyorlar, bozulmamış yatak örtüsünü kaldıramıyorlardı. Kıyafetler, eşyalar, sahipleri yokken bir mevta soğukluğundaydı. Azize kendine verilen görevi unutup pencerenin ardındaki manzarayı seyre daldı. Yoldan kamyonlar geçiyordu. Tek tük otomobiller bir yerlere gidiyordu. Ah şu gitmek için icat edilen araçlar, Mehmet ve ailesinden uzak olsaydılar. Zaman oluyordu ki mektuplar da yetmiyordu hayaller de. O vakit niye yardıma koşmuyordular? *** Azize uyandığında, kuş sesleri pencereden içeriye sızıyordu. Odası arka tarafa baktığından, bahçe tarafında sofra kurulduğunu duyabiliyordu. Bir telaş sezdi, babaannesinin biriyle heyecanlı heyecanlı konuştuğu ilişiyordu kulağına. Gözlerini ovuşturup kalktı. Üstündeki pijamaları elini yüzünü yıkadıktan sonra değiştirecekti. Odadan çıkıp etrafa bakındı. Küçük çocuk bile, bu evin duvarlarında bir heyecan ve bambaşka bir koku olduğunu fark edebilirdi. Kapının yanına gelip lastiğini giydi. Akşamdan içeriye koymamış olsa, aynı yerdeki beton gibi sıcacık olur ayağını yakardı. Rahat bir ayakkabı çeşidiydi ama giymenin de adabı vardı. Altı ince olduğundan, taşa bassa acıtır, güneşte kalsa yakardı. Ama sağlamdı, birçok ayakkabıdan daha iyi iş görürdü. Ayaklarını sürüye sürüye arka bahçeye gitti Azize. Nasıl da güneş vardı! Uykulu gözleri acıyordu. Duvarın yanına gelince durdu şaşkınlıkla. Uyanık olduğunu ve ayaktayken rüya göremeyeceğini biliyordu. "Baba" diye bağırdı sandalyeye oturmuş, sessizce bekleyen Mehmet'e. "Gelmişsin baba!" Üstündeki şaşkınlığı atmaya fırsat bulamadan koşturup babasının kucağına atladı. Nihayet hasreti bitiren sabah geldiği için baba kız epey mutluydu. Gözlerinden okunan coşkuyla, hiç olmadığı kadar sıkıca sarıldılar birbirlerine. Öyle bir sevinçti ki bu Selvi ve Rahime hanım gözyaşlarına hâkim olamadı. Bu kavuşma yaşanana kadar çekilen hasrete yakından şahittiler çünkü. "Geldim kızım, bakayım sana. Ne olmuş sana böyle? Çok değişmişsin." Kızın esmerleşen tenine bakıp yanaklarını okşadı Mehmet. "Yaylaya gittik baba. O yüzden." "Duydum gittiğinizi. Benim hayalimi gerçekleştirmişsin. O kadar özledim ki oraları." "Seninle de gidelim baba, gideriz değil mi?" Dayanamayıp yine sarıldılar. Bu sabahın ona babasını hediye edeceğini bilemezdi Azize. Heyecanı gülüşlerinden taşıyordu. Hasta adam da aynı hisleri paylaşıyordu. Kırk tane doktorun yapamayacağı tedavi, bir evladın minik kollarında saklıydı. Bu an hiç bozulmasın isterlerdi. Yaşına ihtiyarlık bulutları çökmüş Mehmet'in sararmış benzine biraz renk gelsin diye uğraşan aile fertleri etrafta koşuşturuyordu. En sonunda sofraya kuymak konulunca herkes sandalyesine oturdu. Altın sarısı tereyağı, hakiki kaymakla karıştırılmış mısır ununun üzerinde ağır ağır salınıyordu. Bir ekmek batırılınca üstüne, içindeki peynir çekilen yere kadar uzanıyordu. Mehmet özlemle kocaman bir lokma aldı. İçeriden koşturup gelen Zeynep de boş sandalyedeki yerine oturdu. Bu sofrada yapılan kahvaltılara artık uzaktan şahit olmayacaktı. "Azize yesena kızum." Babaannesi uyarınca bile gözlerini babasından çekmedi Azize. Tek bir lokmaya eli gitmiyordu. Mehmet de değişmişti bir hayli. Hastalık hiç yakışmamıştı diri bedenine. O sabah öğrendi ki Azize; gitmekler eskileri değiştirmek demekti. Dönenler de dahil hiçbir şey aynı kalmıyordu. Sorulan soruları dinlemiyor, babasının ağzından çıkan her kelimeyi hafızasına kaydetmeye çalışıyordu. Gün boyu, özlemini içinde büyüttüğü adamın arkasından koşturdu. Yanına oturdu, yüzüne baktı. Dışarıya bile çıkmadı. Mehmet her ne kadar kızıyla ilgilense de bitkin hissettiğinden, bulduğu yerde yatıp uyumaya meyilliydi. Daima Zeynep'in kontrolü altındaydı. İlaç saatlerinde, sıcak çay ikramlarında, yürüyüşlerinde hatta atleti terlediğinde bile uyarılıyordu. İki kişilik bir dünyanın portresini çiziyorlardı buna niyet etmeseler bile. Rahime hanım oğluna iyi bakan bir gelini olduğu için sevinebilirdi. Azize ise kendini yeniden babasından uzakta hissediyordu. Ankara'dayken hayalini kurduğu adam yanındaydı ama kalbine ihtiyaç olan ilgiyi vermiyordu. İlk birkaç gün hastalık sebebiyle anlayış göstermeye çalıştı Azize. O sıra olan oldu, gönlü kırıldı, yalnızlığı gerçekten bildi, kaçıp gitti zaten. Tedavi sürecinin sıkılığından habersizdi. Babasını, sürekli öksüren ve dinlenmeye ihtiyacı olan biri olarak görmeye alışmadığından beklentileri ve kurduğu hayaller birer birer yıkılıp gitti. Yürümek, piknik yapmak, yaylaya gitmek, çarşıda dondurma yemek, birlikte uyumak... En sonuncusunu yapamamak en acısıydı. Bir keresinde odanın kapısına kadar gitmişti. Babasıyla uyumak istediğini söyleyecekti. Zeynep, Mehmet'in sırtındaki yastığı düzeltiyordu. Birazdan o da yatıp uyuyacaktı. Rahime hanım odadaki boş bardağı alıp, oğluna da iyi geceler diledikten sonra çıkacaktı. Henüz içeriye girmemiş torununu görünce gülümseyip omzundan tuttu. "Hayde biz de yatalum da baban dinlensun" diyerek onu koridora yönlendirdi ve fırsat vermeden kapıyı kapattı. Azize tek kelime edemedi. Düşüncelerinden bahsedemedi. Omzundan tutan el, yıkılan hayal kalelerinden habersiz çocuğu odasına yönlendirdi. Oysa o odada tek başına uyumaya hâlâ alışamamıştı Azize. Babası yabancı biri gibi kaldı arkasında. O da kapının dışında. Biraz bekledi belki seslenen olur diye. Kimse yerinden kalkmadı. Halasının yokluğunun olduğu odaya girdi, yatağına yattı. Fena bir ağırlık çöktü yüreğine. Öyle ki nefesinin daraldığını hissetti. Ve hiç anlamadan gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Ağlamayacağını düşünüyordu. Henüz babasından ne kadar uzaklaştığını idrak edemediğini zannediyordu. Beyninden önce çalışmaya başlayan bir kalbe sahip olduğunu büyüdüğünde anlayacaktı. Her şey yolunda sanırken bir anda fark etmeden ağlamaya başlaması da o geceden bir hatıra olarak kaldı. Sonrasında babasının gözüne biraz yaramaz ve kimi zaman da hırçın bir çocuk olarak göründü. Mehmet ele avuca sığmaz bu kızın geride bıraktığı Azize olmadığını düşünüyordu. Bazen gülerek annesine yaklaşıyor ve "ne kadar haylaz olmuş" diye söyleniyordu. "Benim uslu kızıma köy havası yaramış, epey değişmiş." Rahime hanım da şaşırıyordu. Çünkü bu kızın, babası gelene kadar öyle sakin davranışları vardı ki her gören “benim de böyle evladım olsa” diyordu. Köylünün parmakla gösterdiği, edebini övdükleri bir çocuktu Azize. Büyüklerin morali bozuksa sesini çıkartmaz, elinden gelen yardımı esirgemezdi. Hele bebekle öyle şefkatli ilgilenirdi ki yengesi, işini gözü arkada kalmadan yapardı. Bir sabah erkenden uyandı Azize. Babası salondaydı. Zeynep bitki çayı yapmıştı. Mehmet'in tahriş olmuş boğazına iyi gelen çayı ikram ederken başını çevirdi. Küçük kızı kapının yanında gördü. Gülümseyerek yanına çağırdı. "Azize, uyandın mı sen? Gelsene." Kız içeriye girip babasının karşısındaki divana oturdu. Bu sevecen davete, belli belirsiz gülümseyerek karşılık verdi. Muhatap olmak istediği kişi Mehmet’ti ve çoğu zaman bunu göstermekten hiç çekinmiyordu. Ölçülü mesafesini bozmuyor, bir büyük insan dikkatiyle soğuk ifadesini muhafaza ediyordu. "Kızım, gelsene şöyle yanıma." Babasının eliyle gösterdiği yere bakıp omuz silkti. "Burası rahat" dedi sakince. Zeynep, geldiklerinden beri Azize'nin uzak durduğunun farkındaydı. Bu sabah emin olmuştu. Babasının kucağından inmeyen kızın eve girmeyişi hayra alamet değildi. Hırçınlığı, çekimser tavırları, yüzünde solan gülümsemesi gözünden kaçmıyordu. Hayal kırıklığına uğramış bir çocuktu o. Ama nasıl düzeltebilirdi ki? Bu tedavi edilmesi gereken bir hastalıktı ve mecburiyetten gitmişlerdi Ankara'ya. Mehmet'in özlemine şahit olmuştu. Bile isteye evladını geride bırakmamıştı adam. Hatta imkânı olsa kızını da yanına alırdı. Azize de büyüdükçe anlayacaktı, bundan emindi. "Ben bu gün iyi hissediyorum ya" Zeynep'e göz kırpıp kızına döndü Mehmet. "Şöyle bir sepet hazırlayıp dereye mi gitsek? Piknik yapardık, sohbet ederdik." "Ne iyi olur, sıkı giyinirsin sen. Sepeti ben hazırlarım. Canınız ne çekiyorsa içine koyarım. Haşlanmış patates seversin değil mi Azize?" Azize düşünceli ve sessizdi. Büyüklerin neşesine ortak değildi henüz. "Sever tabi, ben de sana patates haşlardım değil mi Azize?" "Evet, severim." "Hem niye sıkı giyinecekmişim? Rüzgârda üşütecek çocuk muyum ben?" "Ondan demedim" dedi Zeynep gülerken "ciğerlerin hassas, dere kenarı eser şimdi. Piknik yapacağız diye senin sağlığını tehlikeye atmayalım." Zaten sıkıntılıydı Azize, bir de piknik ve tehlike kelimeleri aynı cümlede geçmişti. Babası biraz daha hastalanırsa, daha fazla uzak kalırlardı. Piknik fikrinden hiç hoşlanmadı o an. Yerinden kalktı bir çırpıda. Kendinden emin ve gayet vakur bir halde boğazını temizledi. Uykudan uyanmış haliyle ve çatallı sesiyle, henüz bir yudum su içmediği bile belliydi. "Ben gelmek istemiyorum, Yasemin'in yanına gideceğim. Oyun oynayacağız." "Ama Azize..." Mehmet bunları duyduğuna üzülmüştü bir hayli. "Birlikte zaman geçirecektik..." "Başka gün piknik yaparız." Kapının kenarına yürüdü. "Şimdi mi gidiyorsun? Bari kahvaltı etseydin. Daha çok erken!" Arkasından seslenen Zeynep'e dönüp bakmadı bile. Koşarak evden çıktı. Lastiklerini akşamdan dışarıda bırakmıştı, onun cezasını da çekmiş oldu. Ayakları yandı. Yokuşu bir çırpıda aştı, elma ağacının gölgesinde soluklanıp Meryem teyzesinin kapısı yeni açılan evine girdi. Alışmışlardı kızın gelip gitmesine ama saat henüz epey erkendi. "Azize, hayırdur kızum ne oldi sabah sabah?" Meryem teyze, kızın kolunu tutup rengi atmış yüzüne baktı. "Erken uyandım ben. Yasemin nerede?" "Yatayi..." Azize, teyzenin büyük elinden sıvıştı ve arkadaşının odasına gitti. Yasemin uyuyordu. Uykusunda hırçın olduğu belliydi. Yastığı ve örtüsü yere düşmüştü. Önce yerden örtüyü aldı Azize, arkadaşının üzerini örttü. Öyle serin değildi hava ama belki üşür diye düşündü. Sonra yastığı alıp yatakta kalan azıcık boş alana yerleştirdi ve sessiz olmaya çalışarak oraya yattı. Sıcak bir nefes değiyordu ensesine. Gözlerini kapattı perdenin arkasındaki güneşe. Yasemin iyi biriydi, hep arkasında olurdu değil mi? *** İlyas ve karısı hiç hoş karşılamadı Zeynep'i. Ne zaman ziyaretlerine gitse hakaret ve itham ikram ettiler. Tüm bu olanlar Zeynep'in suçuymuş gibi ağlatana kadar baskı kurdular üzerinde. Hareket edemeyen babasına üzülmeye fırsat kalmadan, yeni nefret tohumları ekildi yüreğine. Peşine hırsla düştüğü malı mülkü yiyememiş, bir de canını tehlikeye atmıştı. İnekler yoktu, köylünün yardımlarıyla geçiniyorlardı. Çay kesmeye gündeliğe gidiyorlardı anne oğul. İlyas yine evde yatıyordu fakat bu sefer tamamen mecburiyetten. Düğün günü, mermi isabet ettiğinde bedenine İlyas için kara günler başlamıştı. Yürüyemeyeceğini söylemişti doktor. Hareketleri kısıtlıydı, yatmak zorundaydı. Çenesine zeval gelmemişti, onu da sakinleştirici ilaçları yemeğine katarak hallediyorlardı. Bunca sıkıntı içinde Zeynep rahata kaçmış gibi, kızlarından nefret ediyorlardı. "Hayırsız evlat yetişturdum" diyordu annesi "ne yersunuz ne içersunuz diye sormuyor!" Zeynep yaylaya gelin gitse hakkında hiçbir şey öğrenemeyeceklerdi. Ama geçmişi ve tüm bu ihtimalleri hiç yaşamamışlar gibi hak dava ediyorlardı. Ankara'da büyüttüğü çiçekler solmak üzereydi Zeynep'in. Zehirli sözlerle saldırıyorlardı yüreğine. Bileğindeki bir bileziği hiç düşünmeden masaya koydu. Bir salise belki daha az, babasının yuvalarına göçmüş gözlerinde memnuniyet gördü. Mehmet'in ailesi ve kızı olmasa burada, gitmek istediğini söylerdi. Çok sevmişti iki kişilik masallarını. Üç kişi de olabilirlerdi dört de... Ama bu köyde, babası onu suçlarken ve yediği lokmalarla itham edilirken yapamazdı bunu. Dışarıya kendini zor attı. Kardeşiyle bile görüşmek istemiyordu. Bahçesinde hareketlilik olan, Mehmet'in baba evine özlem duydu. Birbirini seven insanlar yeni güne birlikte uyanıyordu. "Ah Çiçek" diye fısıldadı "yerinde büyüseydim keşke." *** Ağustos 11 Bu gün Latif, ben, Mustafa ve Yasemin köprüden dereye taş atıyorduk. Sonra bir gürültü duyuldu. Hepimiz çok korktuk ve ağaçlar sallandı. Aslında iki kişinin olduğu bir araba kaza yapmış ve neredeyse dereye düşeceklermiş. Ama bir şey olmadı. Yanlarına gittik ve iyi olup olmadıklarını sorduk. Arabadan dumanlar çıkıyordu ve biri kadın biri erkek olan iki kişi çok korkmuşlardı. Sonra konuşmaya başladılar. Ne dediklerini bir tek ben anladım çünkü Almanca konuşuyorlardı ve Türk değillerdi. Mustafa bana dedi ki "onlar gavur" ve yardım etmek istemedi. Arabaları bozulduğu ve yolda kaldıkları için onları eve davet ettim. Çok sevindiler ve benimle konuşabildikleri için mutlu olduklarını söylediler. Aslında ben de Almanya'dan gelen birileriyle görüştüğüm için heyecanlıydım. Almancayı unutacağımı sanıyordum. Ama her kelime tazeydi hafızamda. Eğer unutmuş olsam mamayla bir daha konuşamazdım. Zaten... Bilmiyorum mamayla bir daha karşılaşabilecek miyim? Eve getirdiğim misafirleri önce içeriye almadılar. Yabancıları bu şekilde misafir edemezlermiş. Dirk babamlar gibi giyinmediği için de onu pek sevmediler. Pantolonu kısacıktı. Öyle kısacık giyinilmezmiş. Bahçede çay ikram ettiler yine de. Dirk'in karısı Bertha ise eve girdi ve yemeklerimizden yedi. Onunla sohbet ettik. Yani yalnızca ben ettim. Ona Almanya'daki evimizden ve okulumdan bahsettim. Köyü de çok sevdiğimi ve babam iyileşirse arkadaşlarımı ziyaret edebileceğimizi söyledim. Gece olmaya başladığında bir araba geldi ve Bertha ile Dirk'i kaldıkları otele götürdü. Gitmeden bana çikolata ve Almanya'daki evlerinin adresini bıraktılar. Onlar da beni misafir etmek istermiş. Sarı saçlı, minik burunlu, lekeli yüzlü, mavi gözlü Bertha bileğindeki boncuklu bileziklerden birini bana verdi. Annemi tanımıyordu ama ona benziyordu. İyi ki gelmişler. Dereye taş atma oyunumuz yarım kaldı ama sanki hep bir arada yaşadığım insanlarla görüştüm. Babam bile yeniden Almanca konuştu. Eski günlerdeki gibiydi. Dirk'le sohbet etti ve elini sıktı. Ama Bertha'nın yanına gitmedi. Zaten Zeynep abla da Bertha'yı hiç sevmedi. Türkçe bilmiyor diyedir belki... Babam yakında Ankara'ya dönecek. Ben yine burada kalacağım. Onunla gitmek için ısrar etmeyeceğim. Ne de olsa Zeynep abla ona ilaçlarını veriyor, yemeğini yapıyor ve hastaneye giderken eşlik ediyor. Babamın bana ihtiyacı yok. Ama benim burada arkadaşlarım var. Onlardan ayrılıp, küçük bir evde yalnız başıma kalmayı istemiyorum. Beni hastaneye götürmeyeceklerini de biliyorum. Amca bize söz verdi, dondurma yemeğe gideceğiz. Latif'i de götüreceğiz çünkü ben çok istedim. O her zaman dondurma yiyemiyor. Çok işi oluyormuş. Annesi de yiyemiyor. Bu yüzden biraz üzülüyor. Büyüyünce çok zengin olacakmış ve annesi ne isterse onu alacakmış. Sanırım ben zenginim. Ve istediğim şeylerin hiçbirini parayla alamam. Kesilen ve kamyona yüklenen tüm çayların paraları benim olsa da işime yaramaz. Hala yok, babam yok... Babam aslında burada ama aramızda iğneden engeller var gibi. Sonsuza kadar hiç gitmeyeceklerini hissediyorum. Bir cadının kralın kızına yaptığı büyü, bana da yapılmış olmalı. Öyle olmalı... |
0% |