Yeni Üyelik
19.
Bölüm

19- ŞEHRİN AVARESİ

@yesilkutuphane61

Karlı bir Ankara sabahında otobüsten indi Azize. Yanaklarına batan iğnelerin sebebi soğuktu. Etrafına bakınırken halasına ait olan atkıya sığındı. Şapkasını çekiştirdi eldivenli elleriyle. Burnu kıpkırmızıydı. Bir de akmaya başlamıştı. Peçetesi de yoktu. Babasının karşısına böyle pasaklı çıkmayı istemezdi. Herkes veznelere girerken o kaldırımdaydı. İçeride sıcak çay ikramı yapılıyor, bisküvi gofret satılıyordu. Yol boyu babaannesinin yolda yesin diye koyduğu böreklerden yemişti. Yine de karnı açtı ve sersem başına soğuk vurup uykusunu getiriyordu.

İnsan kalabalığı dağılırken gözü ağaçları, koyu olsa da yeşilleri aradı. Duvardı her yan, betondan dağlar vardı. İnsan kaybolurdu burada. Aklına Almanya geldi. İki ay sonra bir sene olacaktı o ülkeden ayrılalı. Dağın taşın içindeki köy evine zor da olsa ısınmıştı. İnekten taze sağılmış sütün sobanın üstünde kaynamasına, babaannesinin kucağına, yengesinin saçlarını okşamasına, arkadaşlarıyla oyunlarına, yeni yerler keşfetmeye hatta babasının yokluğuna bile alışmıştı. Şimdi bu şehir soğuğuyla kasvetli gelmişti ona. Şivesiz konuşulan Türkçe yabancıydı kulağına.

Babasını görmek umuduyla etrafa bakındı yine. Otobüsten inmesini bekleyeceğini zannediyordu. Ne yazık ki henüz gelmemişti ve Azize garda tek başınaydı. Bu yabancı mekânda yalnız olmaktan korkmuyordu. Huzursuzdu sadece. Yolculuk fikri de bir anda atılmıştı ortaya, benimseyememişti bile. Uzun zamandır iki gün sonrası için hayal kuruyordu. Ankara'ya gelmek kötü bir deneyim olmasa da tüm planları değiştirmişti.

"Kimi bekliyorsun bakalım?" Yanına ayakkabıları ıslanmış, montu eskimiş yaşlı bir adam yaklaştı. Zayıf bedeni bir kambur taşıyordu. Kulaklarının üstünde saçlar kalmıştı, geriye kalan kel kısmı soluk renkli gri bir şapka kapatıyordu. Azize bir adım geriye çekildi yabancının sorusu karşısında. "Hava çok soğuk, içeriye girsene." Cam vezneleri, buruşuk kemikli parmağıyla gösterdi.

"Olmaz" dedi Azize "babamı bekliyorum burada."

"Üşüyeceksin, ben çok üşüdüm."

"O zaman sen içeriye gir, ben burada bekleyeceğim." İnatla kaşlarını çatıp yerdeki küçük çantayı aldı ve birkaç adım öteye kaydı. Adam kızı ikna edemeyeceğini anlayınca pes etti ve içeriye girip bir yük çuvalının yanına oturdu. Beklediği biri ya da gideceği bir yer yoktu. Belirli bir işi ya da sürekli kaldığı evi de yoktu. Bu şehrin avaresiydi. Varlığı yokluğuyla birdi. Hatta yokluğu daha iyiydi. İçinde yitmeyen iyilik kavramıyla merakla etrafa bakınan bir çocuğa yardımcı olmak istemişti. Bu masum ve kendini yabancılardan koruyan çocuk ise en doğrusunu yapıp uzaklaşmıştı. Yaşlı adam bir iç geçirip başını çuvala yasladı. Biraz uykusu vardı.

Birkaç dakika sonra bir adamın koşarak içeriye girmesiyle irkildi. Kalın kabanına sarılmış adam nefes nefeseydi ve heyecanlı bakışları birini arıyordu. Dışarıda kara bulaşmış ayakkabıları zemini ıslattı. Neyse ki yaşlı adamın büzüşüp sığındığı yer hâlâ kuruydu. "Küçük kızın babası sen misin?"

"Küçük kız? Gördün mü onu?"

"Dışarıda, babasını bekliyor." Yüzü aydınlandı Mehmet'in. Ciğerlerine alevler hücum ediyordu ama durmadı.

"Hay Allah razı olsun emice!" Kapıyı ittirip dışarıya çıktı. Bir otobüs kalkmış gidiyordu. Diğeriyse yeni gelmişti. Ama onca yolcu arasında, beklenilen yalnızca biri vardı. O da "baba!" diye seslenmişti yılmış özlemiyle. Mehmet gidip kızını kucakladı. Kalın kırmızı mantoya sarılmış bedenini uzun uzun sarmaladı. Azize'nin şapkası gözlerinin önüne düştü. Kuvvetli kollardan kurtulmak için biraz çabaladı. "Geciktim mi ben? Erken çıktım ama kar vardı, yokuş buralar hep. Kaza olmuş... Kapandı yollar." Nefes nefeseydi Mehmet. Azize'yi kırmak, onca gün sonraki karşılaşmalarında hayal kırıklığına uğratmak istemiyordu.

"Üşüdüm" dedi kız biraz huzursuz. Burada yalnız kalmaktan hoşlanmamıştı.

"Tamam, haydi gel taksi dışarıda bekliyor. Hemen gidelim." Çantayı alıp kızın elini tuttu. "Boyun mu uzamış senin?" Çok heyecanlıydı yan yana yürüdüklerinden dolayı. Uzun zamandır bu günü bekliyordu. Mehmet köye gitmişti defalarca ama Azize hiç Ankara'ya gelmemişti. Uzaktan haber almak hasreti arttırmaktan başka bir işe yaramıyorken kavuşmak öyle değildi. "Ne tatlı olmuş yanakların." Azize gülüp ağzının içini havayla doldurdu. Yanaklarını bir balon gibi şişirdi.

İçeriye girdiler. Yaşlı adam çuvalın yanındaydı. Azize'ye el salladı sakin bir tebessümle. "Babana kavuştun, gözün aydın."

"Çok şükür emice, kavuştuk. Darısı başına." Deyimlerin araya girdiği sohbet küçük kızın kafasını karıştırsa da babasının heyecanına ortak olmadan edemiyordu kalbi. En son ayrıldıklarından bu yana üzgün bir kız çocuğu olmak istemediğinden içli içli ağlamamıştı hiç. Babası gelen ve giden, bunu yapmak zorunda olan bir adamdı. Ama yan yana gelince sevinçler tüm kara bulutları dağıtıyordu. Bir çocuğun yüreği buna direnemiyordu.

Dışarıya çıkıp taksiye bindiler. Mehmet de Azize'yle arkada oturdu bu sefer. Edecekleri muhabbetleri eve kadar sakladılar. Karlı yollardan geçtiler. Binaların, bakkalların, kartopu oynayan çocukların arasında Mehmet'in küçücük kutu gibi evine vardılar. "Haydi bakalım, Zeynep ablan da bizi bekliyordur." Hiç bırakmak istemezcesine tuttu kızının elini. Apartmana yürüdüler.

Zil çalınca ıslak elini kurulayıp kapıya koştu Zeynep. Birinci kattaki evine gelen küçük kız için hoş bir karşılama yapmak istiyordu. İçtenlikle gülümsedi. "Hoş geldiniz" dedi hevesle. Ayakkabılarını çıkartan baba kız içeriye girdi ve soğuğu dışarıda bırakıp kapıyı kapattılar. "Hoş bulduk, geç kalmışım kızımı almaya. Geçelim içeriye de ısınalım." Mehmet kendi üstünü çıkartırken Zeynep de Azize'ye yardım etti. Şapkasını aldı, eldivenlerini çıkarttı. Son olarak da epey üşümüş olan kızı sıkıca sarmaladı. Aynı samimiyetle karşılık almadı ama bu kadarı da ona yetti. En azından kaçmıyordu, bu evde yaşanacak birkaç mutlu anıya ortak olacaktı. Babasının evinde kendi evindeymiş gibi rahat davranacaktı, olması gerektiği gibi.

"Ellerimi yıkamadım."

"Gel, banyo hemen şurada." Azize'nin bu titizliği babasının öğretilerinden kaynaklanıyordu. Yokluğunda bile öğretilerini unutmamış kızına gururla baktı Mehmet. Ellerini yıkayıp salona geçti Azize. Köşede ufak bir soba yanıyordu. Sıcak ne güzel şeydi. İki çekyat bir alçak masadan ibaret eşyanın olduğu salonda gözlerini gezdirdi. Duvarda iki küçük çerçeve asılıydı. Biri nehir resmiydi, diğeri de sık ağaçlı bir orman. Çok açık mavi renkte boyalıydı duvarlar.

"Beğendin mi burayı Azize?" Mehmet sobanın yanında ısınmaya çalışan kızının yanağına sulu bir öpücük kondurdu. Tekledi Azize'nin kalbi. Bu şehirde, babasına bir şeyler olmuştu. Sürekli sarılan öpen biri değildi eskiden. Azize'yi mesafelere alıştırıp sonra da sınır ihlali yapıyordu. Zeynep elinde bir örtüyle içeriye girdi.

"Haydi Mehmet, yardım et de sofrayı hazırlayalım. Acıkmıştır Azize."

"Ben tabakları getireyim o zaman." Gidip tabakları getirdi. Kısa sürede sofrayı hazırladılar. Azize bir köşede oturmuş seyrediyordu. Bu ev ya da Zeynep yabancıydı, anlıyordu ama babası da değişmişti bir hayli. Hem fiziki olarak hem de davranış itibariyle. İyi bir değişimdi. İnsanın baktıkça gönlü açılıyordu. Bir zamanlar gönül kapılarını sonuna kadar açmışlardı bu adama ki sevgisi rahat rahat içeriye girebilsin. Şimdi Mehmet çok cömertti, istenilenden fazlasını vermeye hazırdı. Fakat yıllar geçecekti, Azize bir sızıntıyı takip edip yaşı itibariyle kelimelere dökemediği hislerini defterine yazacaktı.

O gün babam bambaşka bir adam olarak çıkmıştı karşıma. Sevgisine sevgi, gülümsemelerine bahar katmıştı sanki. Ankara'daydık, kışın ortasında. Ama babam beni sarıp sarmalayıp, o küçücük kutu gibi evde huzuruyla ısıtmıştı. Demek babam sevince ve mutlu olunca böyle bir adam oluyordu. Zeynep abla hayatına girince, paslanmış hisleri cilalanmıştı sanki. O gün anlayamadım, soramadım ama bu gün merak ediyorum. Niye eskiden... Benimleyken öyle değildi?

Yemekler lezzetliydi. Azize hatırına hasta yemeklerinden kurtulan Mehmet de keyifliydi. Zeynep'in, tarif kitabına bakıp hevesle pişirdiği şeyleri yemek için can atan bir adamdı o. İkinci tabağı, doldurması için uzatırken hiç de çekinmiyordu. "Beğendin mi Azize?" Zeynep ise Mehmet'ten çok, küçük kızın fikrini merak ediyordu.

"Eline sağlık."

"Afiyet olsun, ne sevdiğini bilmiyordum. Aklıma geleni yaptım." Ellerini kucağında birleştirip derin bir nefes aldı. Azize'nin duyguları konusunda tedirgin oluyordu bazen. Ona yaklaşmak, iletişim kurmak kolay değildi. Ne hissettiğini anlayamıyordu.

"Teşekkür ederim." Kısa cevaplarıyla aşılmaz duvarlar örüyordu Azize. Zeynep zamandan bahsederken, bu vakitlerde birbirlerine ısınmış olacaklarını düşünürdü hep. Ne yazık ki olmamıştı. Uzaklık yüzündendi belki de, bir arada olsa ısınırlardı birbirlerine.

"Yoruldun mu kızım? Sesin soluğun çıkmıyor." Mehmet elini kızın omzuna attı. "Yoksa özlemedin mi babayı? Ben seni çok özledim. Okuldan kaçırdım seni baksana."

"Özledim, başka yerlerde olunca insanlar birbirlerini özlüyor. Halayı da özlüyorum." Çiçek düştü Mehmet'in aklına. Kaçıp gittiğinden beri haber alınmayan, ruhu doymamış maceraperest kardeşi. Onu özlemeyi çok isterdi fakat yalnızca korkuyordu. Tek başına, kavgaların olduğu şu karışık dönemde nasıl ayakta kalacaktı? Gazetelerdeki siyasi olayları, patlamaları, sağ sol kavgalarını okurken huzursuz oluyordu Mehmet. Gece rüyalarına kardeşi giriyordu. Tüm bu kargaşanın ortasında kalmış yalnız ve savunmasız Çiçek'in yardım isteyen bakışlarına el uzatmaya çalışıyordu. Sonra Çiçek bir anda Azize oluyordu. Zaten hala yeğen birbirlerine benziyorlardı. Ne yazık ki Mehmet ikisine de yetişemiyordu.

Silkinip kendine geldi. Su doldurdu bardağına. Yemeğin devamında sessizlerdi. Azize de yorgundu zaten. Zeynep bulaşığı yıkarken, o da uykuya daldı. Mehmet kızının üstünü battaniyeyle örtüp saçlarından öptü. Bir süre seyretti sessizce. Her sabah aynı evde uyandıkları günleri hatırladı. O düzeni bozmaya, kız eksik yetişiyor diye karar vermişti. Biliyordu, Azize yine eksikti. "Çok yorulmuş." Zeynep kapıya yasladı omzunu. Azize uyanmasın diye dışarıya çıktılar. Mutfağa geçip yerdeki iki kişilik minderin üzerine oturdular. Kenarda bir örtü vardı, üşümemek için sırtlarına atıp birbirlerine yaklaştılar. "Şükür ki sonunda bitti hasretiniz."

"Ben kızımla aramızın açıldığını hissediyorum Zeynep'im."

"Gerçek sevgiler, mesafelerle azalmaz. Siz baba kızsınız, aranız açılır mı hiç!"

"Öyle mi diyorsun? Sen beni sahiden sevdin, biliyorum. Ben gittiğimde de sevdin, geldiğimde de. Ama merak ediyorum hiç mi gönlün soğumadı? Hiç mi umut kesmedin? Ümitsizlik buz kestirir adamın yüreğine." Zeynep derin bir nefes alıp başını Mehmet'in omzuna yasladı.

"Gönül soğumuyor Mehmet, kırılıyor. Ümidimin kırıldığı yerde, sevda imdada yetişti. Sevmek güzel şey, sen gelmiyorsun diye terk mi edeyim bu güzelliği?"

"Sen beni değil, sevmeyi seviyorsun o zaman?" Kıkırdadı Zeynep.

"Hem seni hem sevmeyi... Seni sevmeyi..."

"Güzel şeyler öğretiyorsun bana."

"Sen vesilesiyle öğretildi bana da." Derin bir nefes alıp başını duvara dayadı Mehmet. Kollarının arasındaki kadın bir zamanlar küçücüktü. Şimdi bir teselliydi, büyüyen bir sevdaydı. Alnından öpülürdü böylesinin. Hasta gecelerin, doktor raporları karşısında çekilen sıkıntıların yoldaşıydı. Sahiciydi, tek bir gün kötü bakışına rastlamamıştı. Kötü gün, hastalık tökezletmemişti yüreğini. "Azize'yi de yanımıza alalım mı?" Biraz suskunluktan sonra bu fikri ortaya attı. Hep aklındaydı ama ilk kez bu gün dillendiriyordu. Zeynep hemen cevap vermedi. Kalbin söylediğini iyice düşünen beyin gibiydi.

"Ameliyatından sonra" dedi kısaca.

"Ya uzun sürerse? O zamana kadar kızımla kalmak istiyorum."

"İkinize de yetebilir miyim?" Hastane kapılarında, ilaç kuyruklarında beklediği zamanlar geldi gözünün önüne. Köşe başında birbirine sopalarla saldıran gençleri hatırladı, irkildi. Mehmet istifra ederken veya baygınlık geçirirken korkusunu bile unutup onu tutabilmesi gerekiyordu. Azize'ye iyi bakamazdı ki böyle. Onun okuluna, derslerine, kıyafetine yetişebilir miydi? Mehmet'ten cevap alamadı. Bu sessizlik süresince türlü ihtimal geçti akıllarından.

Sonra Zeynep bencilce düşündüğünü hissetti. Kızını özleyen bir babaya olumsuz cevap veriyordu. Üstelik bu adam hastaydı ve morale ihtiyacı vardı. Almanya'da soğukta inşaat tepelerinde çalışırken hiçbir bahane sunmamıştı. "Kalsın Mehmet, Azize de bizimle kalsın." Geriye çekilip kendinden emin baktı tebessüm eden adama.

***

Kahvaltıyı ettikten sonra dışarıya çıkıp biraz vakit geçireceklerdi. Sıkıca giyindikten sonra gezmenin de tadını çıkartabilirlerdi. Azize sofra kurmaya ve kaldırmaya yardım etti. Sonra da elini yüzünü yıkayıp hazırlandı. Babaannesiyle birlikte Trabzon'a gidip yeni aldığı üst kısmı kırmızı ve pembe şeritli mavi kazağı giydi. Altına da içlik giymeyi unutmadı. Mehmet kızın kıyafetini kontrol ettiğinde her şey tamamdı.

Yerlerde kar, gökte güneş vardı. "Sen geldin güneş açtı" demişti babası. Bir sürü dükkânın olduğu caddeye gittiler. Oyuncaktan kıyafete ne aranırsa bulunabilirdi burada. Dolaştılar, bir kitapçıya girdiler. Azize yeni bir kıta keşfetmiş kadar heyecanlandı. Ahşap rafların arasında çizgi romanlara, karton kapaklı saman yapraklı kitaplara bakınıp durdu. Burada yaşanabiliyor muydu?

Kasaya bir kucak dolusu kitapla gittiler. Mehmet birkaç tane de Almanca kitap bulmuştu. Hikâye kitabı değillerdi ama iş görürdü. Günlük yarım saat sesli okuma yapsa Azize, hafızasındaki dilin kelimelerini tazelerdi. "Çok seviyor okumayı." Biraz özenerek baktı Zeynep. İlkokuldan sonrasını okumamıştı. Ne kitap alan bir babası vardı ne de bunun gerekliliğini anlatan bir ailesi. Eline orak ve kova verip işe yolluyorlardı. İş de yapılırdı da insanın ruhu aç olunca cebine dolan parayla doymuyordu.

"Yalnız geçirdiği vakitlerde en sevdiği şeydi okumak. Yanında bir sürü insan varmış gibi hissettiğini söylerdi. Öğretmeni de çok teşvik ederdi. Birinci sınıfta okumaya geçtiklerinde birbirlerine hikâye kitapları hediye etmişlerdi." Mehmet'le Zeynep dükkânın bir köşesinde durmuş Azize'nin kitapları poşete koyuşunu seyrediyorlardı. Kendi başına olmaktan zevk alıyor gibiydi. Daima gülümsüyordu. Boynuna düşmüş atkısı çenesini kapatıyordu. Kızarmış yanakları açmış iki gonca gibi ahşap ve karanlık ortamı ışıl ışıl ediyordu.

"Al bakalım küçük kız, bu renkli kalem senin olsun. Benim sana hediyem."

"Benim için mi? Çok teşekkür ederim." Uzanıp kitapçının verdiği kalemi aldı. Artık gidebilirlerdi. Dönüp babasına baktı. Kollarını göğsünde birleştirmiş gülümsüyordu. Zeynep ablası yanındaydı, sütlü kahverengi bir kaban giymişti. Başındaki örtüden azıcık saçları gözüküyordu. Yüzünde meraklı bir tebessüm vardı. Sahi sırtında sepet taşıyan o kara gözlü kız mıydı karşısındaki? İnkâr etmedi Azize, güzeldi. İleride olmak isteyeceği kadar.

Mehmet'in sert duruşunu alıp götürmüştü. Bir omuz olmuştu ona. İnsanın insana ihtiyacı vardı demek. Babasını ve Zeynep ablasını yan yana görünce fark etti Azize. İnsanın insana ihtiyacı vardı... Sonra çıktılar dışarıya. Bir pastaneye gittiler. Aynı masaya oturdular bu sefer. Salep içtiler, muhallebi yediler ve sohbet ettiler. Zeynep'in de yabancılığı yoktu artık buralara. Mehmet'le tatmıştı ilkleri. Birbirlerine öğretmen, aynı zamanda yoldaşlardı.

Eve gitmeden önce marketten lazım olanları aldılar. Vitamin olsun diye meyve doldurdular kesekâğıtlarına. Azize'nin de hasta olmasını istemiyorlardı. Akşama mandalina kabuklarını sobanın üstüne koyup odayı mis gibi kokutacaklardı. Bir ev ruh eşiyle güzelleşiyorsa çocukla da şenleniyordu. İki günü neşeyle geçirdiler. Ve nihayet takvim yaprağında aralığın üçüne geldi sıra.

Azize pencereden dışarıya baktı gün boyu. Köydekileri düşünüyordu. Bu gün doğum günüydü. Haberleri vardı. Aralık ayını dillendirip durduğu için kimse de bu günü unutmazdı. Acaba yanlarında olsaydı bir sürpriz yaparlar mıydı? Yasemin'in dediğine göre köyde kimsenin doğum günü kutlanmamıştı. Böyle bir gelenek yoktu ve Azize Almanya'daki arkadaşlarının doğum günlerinden bahsedince, kız epey şaşırmıştı.

Annesi gelirse Azize'ye hediye veriyor hem de pasta alıyordu. Babası bir kere eve misafir davet edip mum üflemesine müsaade etmişti. Bu tip adetlerle o da yeni yeni karşılaşıyordu. Alışmış ve hatta sevmiş de değildi. Ama Alman toplumunda büyüttüğü çocuğun, bu günü ne kadar özel saydığını anlayabiliyordu. Azize'ye kendi kültürünü göstermek istiyordu. Kız Türkiye'de geçirdiği ilk ramazanı, kurban bayramını, erkeklerin cumaya gitmesini bile merak ve kabul ile benimsemişti. Her akşam iftardan sonra camiye gitmenin zevki başkaydı. Mehmet de tam olarak bunları görmesini arzulamıştı. Azize babaannesinin ve dedesinin yanında, kültürün canlı öğretilerine şahit oluyordu.

Tüm bunlara rağmen küçük kızın beklentileri vardı ama ne babasından, ne de Zeynep ablasından bir sürpriz belirtisi görmüştü. Herkes günlük hayatına devam ediyordu. Kalkıp da diyemiyordu "bu gün benim doğum günüm" diye. Köyde olsa derdi fakat burada yapamıyordu. Henüz yabancılığını atmış değildi üstünden. Verileni alıyordu ama aklındakini isteyemiyordu.

Böylece saatler geçirdi, kitabını okudu, pencereden sokağı seyretti. Hava da epey soğuktu. Babası iyileşip köye dönseydi de bu dört duvarın arasından kurtulsaydı ne iyi olurdu. Kapının önüne bile çıkamıyordu insan. Yabancı arabalar geçiyor, insanı ürkütüyordu. Almanya'daki evinde çevreyi tanıdığı için bu kadar sıkılmıyordu. Ama bu gün oraya gitse, yine de köydeki özgürlüğünün elinden alındığını hissederdi.

Akşam yemeği vaktinde Zeynep mutfağa geçti. Azize aç hissetmiyordu. Babası da yoktu salonda. Sobanın sıcağında mayışıp Almanca kitaplardaki resimlere bakındı. Sayfaları karıştırırken kapı açıldı, gülüşmeler girdi içeriye. Merakla kalkıp baktı. Babasının elindeki tepside bir pasta vardı. Mumları yoktu ama doğum gününün unutulmamış olmasına çok sevindi Azize.

"İyi ki doğdun benim güzel kızım." Gözleri doldu karışık hislerle. Bir şey diyemedi ama kalkıp babasına sıkıca sarıldı. Kocaman bir parti değildi bu. Bir çeşit gün yâd etme gibiydi. Sade, sıcak ve unutulmazdı. Böylesini, rengârenk balonların süslediği duvarlardan daha çok sevdi. Bir de güzel bir hediyesi vardı. Saçına taksa bu armağan tokaları herkes döner bir daha bakardı. Babasının yanında, gülebilen bir kadının varlığıyla kutladığı ilk doğum günüydü.

***

Birlikte bir hafta geçirdiler. Azize sürekli köyden, arkadaşlarından bahsetmeye başlayınca "köye mi dönmek istiyorsun?" diye sordu Mehmet. Öyle hemen onay veremedi Azize. Sonuçta dönse babasından ayrılacaktı yine. Ama gitmek istediği de bir gerçekti. Kış mevsiminde geldiği yerleri sevemiyordu, ona bahar lazımdı ya da baharını yaşadığı mekânlar. Mustafa onu özlemiş miydi, Yasemin kiminle oynuyordu, Latif yine yumurta getiriyor muydu?

Sabah kahvaltıda dayanamadı Azize. "Dedem hostese benimle ilgilenmesini söyledi ve tek başıma yaptığım yolculukta hiç korkmadan geldim. Giderken de sen söylersin değil mi baba? Hostes benimle ilgileniyor ve meyve suyu veriyor." Konuya böyle girdi.

"Gideceğin zaman düşünürüz bunu."

"Ne zaman giderim?" Cevap veremedi iki büyük, birbirlerine baktılar. Zeynep imdada yetişti sonra.

"Sen ne zaman istersin Azize?"

"Bilmem ki..." Yarın sabah yola çıkılabilse ne güzel olurdu. "Yarın..." dudağını ısırdı vakit ağzından fısıltı gibi çıkarken. Mehmet üzülmedi o an, gerginleşti. Kıymetlilerini yitirmekten yorulmuş, elleri boşlukta paramparça kalmış biri gibi canının acıdığını hissetti. Boğazına lokmalar dizildi, kalkıp uzun zamandır yapmadığını yaptı ve bir sigara içmek için balkona gitti. Zeynep derin bir nefes verdi. Yine de iki tarafın da anlayış ve ilgiye ihtiyacı olduğunu biliyordu.

"Sen sıkıldın mı burada Azize?" Azize başını salladı. Babasını üzmek istemiyordu, belki çekingenlikti bu yaptığı. Ama Zeynep'ten çekinmiyordu. Bir kere zor zamanda ortak bir acıyı paylaşmışlardı, belki de ondan. "Şimdi soğuk biraz, kar var dışarıda. Çıkamıyoruz ondan dolayı. Ama sıcaklar gelince güzel oluyor burası."

"Köy de güzel. Dere de var. Hem daha kar yağmadı orada. Yağsa bile Mustafa'yla oynuyoruz biz. Yasemin de geliyor. Ben buradayken Gülcan'la oynamıştır o." Amcasının kızının adını soğuk bir tonda söyleyince Zeynep'in gülesi geldi ama kendini tuttu. Dertleşiyorlardı ne de olsa.

"Onları özledin yani. Onlar da seni özlemiştir eminim. Hem Yasemin en iyi arkadaşınsa diğerleriyle o kadar çok oynamaz."

"Sahi mi?" İçini ferahlatan bir onay aldı. "Biraz oynar ama beni bekler değil mi?" Yine o güzel baş sallandı.

"Baban seni çok özlediği için biraz da bizimle kalmanı istemişti aslında."

"Ne kadar zaman?"

"İşte... Bir süre." Azize'nin uzun zamandan korktuğunu anlayınca belirsiz verdi cevabını. Bir iki hafta için daha fedakârlık yapabilirdi küçük kız. Aylar sürecek bir serüvene hazır değildi.

"Babam ne zaman iyi olacak Zeynep abla?"

"Keşke bilsem cevabını Azize. Keşke doktorlar hemen yarın iyileşeceksiniz dese."

"O zaman köye dönecek değil mi?"

"Evet, ailesinin yanına dönecek."

"O zaman..." Uzanıp Zeynep'in elini tuttu. "Babam iyileşince onu bana getir olur mu?"

***

Soğuk bir günde vedalaştı baba kız. Henüz muavine hostes demeyeceğini bile bilmiyordu ama yabancı bir adama emanet edildi Azize. Yanındaki koltukta Trabzon'a giden yaşlı bir kadın oturuyordu. Hemşeri olduklarını öğrendiğinde seslice güldü. Memleketlisine sahip çıkacaktı. Otobüs varış yerinde durduğunda da küçük kız dedesi ya da amcaları tarafından köye götürülecekti.

Mehmet biraz daha kalmasını istiyordu aslında. Ektiği topraktan çekip aldığı ve başka iklimlere götürdüğü kızın üstüne fazla gittiğini anlayınca biletini aldı. Köye alışması için zorladığı Azize'yi bir de buraya alışmak için zorlayamazdı. Sabahın erken saatiydi. Zeynep de küçük misafirini uğurlamaya gelmişti. Onlar artık anlaşma yapmış ufak birer sırdaş sayılırlardı. Azize tüm kalbiyle sıkıca sarıldı ona. Kulağına fısıldayıp her şey için teşekkür etti. Yaşlı adam gardaydı. Birinin verdiği simidi yiyordu. Olan biteni, dik dursa da içi yıkılıp çökmüş binaya benzeyen Mehmet'i seyretti.

Küçük kız hüzünle karışık hisleriyle otobüse bindi. Her yolculuk ardında bir parça bırakmak demekti. Eksilmek, gün geçtikçe bitmekti. Özlemleri dindirmenin yolu yoktu. Karar alınıyordu yalnızca, bilet alınır gibi. Rotası belli otobüslerin peşine takılıyordu insanlar. Ait hissetmek olgusunun ardından koşturuyorlardı. Bir oda, koku veya yatak, işte burası benim dedirtiyordu. Özlemlere teselli oluyordu. İçi dolu valizleri açmaya korktuğu zaman evimizdeyiz hissiyle cesaret veriyordu.

Yanındaki teyze şiveyle konuşunca bile gözleri doldu Azize'nin. Babaannesini, köyün kokusunu, dedesini dahi özlediğini hissetti. Onlar da özlemişler miydi? Gidip görmek gerekiyordu. Otobüs hareketlendi. Büyük cama yapıştı suratı. Uzaklaştıkça küçücük kalan babasına el salladı. Varlığı bir silüet olacaktı, sonra yok. Hiç ağlamayacağını zannediyordu, babasına yakışmayan o acı gülümsemenin ardından gözleri doldu. Evine gidiyordu, babası yoktu. Babasına kavuşuyordu, evi geride kalıyordu. Karmakarışık muammalar girdabı...

Mehmet sadece durup seyretti. Otobüs gardan çıktı. Gücü olsaydı koşardı arkasından. Ama beceriksiz adamın tekiydi! Kız, babanın yanında olurdu değil mi? Öyleyse arkasından el sallamak da ne oluyordu? Ne kadar çabuk geçmişti zaman. Bu gar kavuşma yeriydi oysa. Gözlerindeki bu buğu soğuktan değildi. Azize'nin yokluğuna ağlıyordu var gücüyle. Belki son kez el sallayışına, üstünden gitmeyen hastalığına, masadan kalkıp kalkamayacağını bilemediği ameliyatına içerliyordu. Sarıldı Zeynep'e. Zeynep onun yüreğine sahip çıktı sayılırdı gerçi.

"Ağlama genç adam!" Yaşlı adam yaslandığı yerden bağırdı Mehmet'e. "Yaşayan sevdiklerin varken ağlanmaz bu dünyada. Göçmemişlerse bir bilet kadar yakınsın!" Keder çizgileriyle dolu yanakları hareketlendi. Gülerek Azize'nin otobüsünün arkasından el salladı. Gri bulutlarla dolu Ankara sabahında, soğuk bir ayrılık yaşandı.

***

9 Aralık

Köydeyim, odamda. Otobüsten indim. Beni dede aldı. Çok özlemiş. Birbirimize o kadar sıkı sarıldık ki nefesim kesildi. Babam da bana böyle sarılmıştı. Sonra taksiye bindik ve köye çıktık. Mustafa kapıdaydı, sevinçten yerinde zıpladı. Herkes geldi, herkes... Babaanne ve yenge koştular hatta. Beni özlediler, biliyordum. Çok sevindiler dönüşüme.

Valizimi odaya götürdük, büyük sobanın yanına geçtim. Bana sorular sordular, doğum günümü anlattım. Ve karlı sokakları da. Gülcan da gidecekmiş Ankara'ya. Ama ne zaman bilmiyormuş. Amca da işten gelince bana sarıldı. Yengeye dedi ki "gözün aydın kızın dönmüş." Yenge beni kızı zannediyor. O Mustafa'nın annesi. Anneler onun gibi kokuyor, onun gibi seviyor. Benim annem öyle değil, yengeye benzemesini çok isterdim.

Sabun kokulu yorganımın altına girince, ayaklarım üşüyor sonra ısınıyorum. Halanın yatağı yine boş. O gelene kadar boş kalsın. Kimse yatmasın. Aslında hala hiç gitmez sanıyordum. Babaanne, dede, yenge, amca, Mustafa hep burada kalır bizi bekler gibi hissediyordum. Hatta ben de onlar gibi olacaktım. Burada, hiçbir yere gitmeden yaşayacaktım. Ankara'da çok kalmadan döndüm bu yüzden.

Babam da iyileşince dönecek. Çabucak iyileşir umarım. Zeynep abla bize iyi davranıyor. Artık kızgın bakmıyorum ona. Babamla mutlu. Ve mutlu olunca güzel olmuş. Hep güzeldi ama bu sefer daha başka olmuş. Salona yeni çiçekler koymak gibi. Resimleri boyamak gibi...

Çok yorgunum. Uyuyacağım, ben uyuyana kadar ışık açık kalır. Babaanne gelip kapatacak ve üstümü örtecek, biliyorum. Hala gittiğinden beri böyle yapıyoruz. Yarın okul yok. Yasemin'in yanına gideceğim. Babaannesi hâlâ buradaysa ne güzel olur, sohbet ederiz. Ona Ankara'yı anlatırım. İyileşince babamın geleceğini söylerim.

Aklımda bir mesele var. Hem meyveli hem de çikolatalı pastayı aynı anda alamıyoruz. İkisini de çekiyor canımız. Ama karnımız ağrır, fazla yemek bize iyi gelmez. Midemiz isteklerimizden küçük. Bir karar verdim; büyüyünce yiyeceğim. İkisini de aynı anda masamın üzerine koyacağım. Aklım diğerinde kalmayacak.

Loading...
0%