@yesilkutuphane61
|
Geceydi fakat neredeyse herkes uyanıktı. Selvi'nin beşikteki bebeği bile huzursuzdu. Dışarıda da fırtına vardı içeride de. Sonsuz gibi gelen saatler güneşin doğduğu vakte ulaşmayı istemiyordu sanki. Ahşap pencerelerin camlarını sarsıyordu rüzgâr, korkudan titrettiği küçük Azize'den habersiz. Gündüz gözüyle insana seyir zevki veren ağaçlar, tepeler bu vakitte uyanıkken kâbus gördürüyordu insana. Bir ışık lazımdı, bir güvenli liman. Azize hareket ettirmekte zorlandığı yorganın altına soktu başını. İçin için ağladı, vatan mıydı uyuyacağı yer gurbet mi? Bilemedi. Mehmet kolunu başının altına koymuş sobada kalan bir kaç odunun çıtırtısını dinliyordu. Dışarıda olanlar içindekiler kadar korkutmuyordu onu. Beklenen olmuştu, evine dönmüştü, annesine babasına kavuşmuştu. Uzun zaman sonra gülebilmişti hatta. Geçmişin hatalarından bahsedilene dek, ki çok yakındı bunun zamanı, bu sıcak odada sessizce oturabilirdi. Sonra kaçtığı sorumlulukların, geride bıraktıklarının, yanlış tercihlerinin mevzusu hiçbir hatayı telafi etmeyecekse de tekrar tekrar açılacaktı. Babasının sert bakışlarını hayal etmek şimdiden canını sıkıyordu Mehmet'in. Başını çevirip yan tarafındaki kanepede, uyuduğunu sandığı kızına baktı. Küçüklüğün getirdiği rahatlığın içinde, kararlarının sorumluluğu altında ezilmediği zamanlarına iç geçirdi. Onun gibi olsam diye düşündü, Azize'nin yalnızlığını bilemeden. Mehmet her ne kadar asilik etse de, arkasını dönüp dilediği yere gitse de, bunun için azarlar ve nasihatler işitse de arkasında kocaman bir ailesi vardı. Bu gün olduğu gibi zor zamanlarda kapısını çalacağı bir evi vardı. Azize ise varlığı ketumlukla yoğrulmuş bir babanın soluklarını duymaya muhtaçtı. "Kocaman bir ailen olacak" diye mırıldandı Mehmet. Öyle sessizdi ki, bir şimşek çaktığında kayboldu sesi. Yan tarafında, yorganın altında yüreği hoplayan kızını hak ettiği sevgiye doyacağı bir eve getirmişti. Bir kaç ay içinde sanki hep burada yaşıyormuş gibi hissedecekti Azize. Yanında yaşayan bu sıcak varlığın gülümsemelere olan zaafını bilirdi. Yeni aile, yeni arkadaşlar, yeni okul ve en önemlisi ait olduğu yerde olmak buraya alışmasını sağlayacaktı. "Bu topraklara kök salacaksın" diye söylendi. Mehmet kendi adına alınan kararların asisiydi en çok. Standartlardan kaçmanın peşinde, insanların arasında yerini bulmuş, dünyanın tadına bakmayı isteyen biriydi. Kiloluk çay sergilerinin altında boynu bükülsün istemiyordu. Yağmurun çamurun içinde kötü kokularla çay kırmak istemiyordu. Bu yüzden köydeki bir kaç büyüğü gibi Almanya'ya gitmişti. Evden uzakta, başka rüzgârların estiği yerlerde aradığı özgürlüğü ve konforu bulacağını sanmak yaptığı ilk hataydı. Sonra bir çift renkli gözün peşinden koşturdu sevgi diye. Kaçtığı insanlar gibi kimse doyurmadı aç ruhunu. Asıldıkça asıldı yüzü. Sorguladı günlerce, arkadaşlarıyla yüzdüğü berrak derenin değil de yapay göllerin yanında yürürken. Gitmeseydi mutlu olmayacaktı, peki peşinden koşturduğu hayallerini yaşarken niye mutlu değildi? Kocaman adam bir çeşit nankörlük mü yapıyordu? Neydi bu memnuniyetsizlik? Küçük bir çocuk gibi annesinin eteğine de sığınamazdı. Birlikte yaşadığı kadın sayesinde hayatına giren kolaylıklar vardı ama uzaktan cezbedici gelen gülümsemesini günler silip süpürdü. Kavgalar, bağırışlar, terk edişlerle bambaşka oldu Mehmet'in hayatı. Bir gün bir iç muhasebe sırasında bariz görünen pişmanlıklarıyla yüzleşti. Sahip olduğu konfor, yalancı sıcaklık elinden gittiğinde ise iki yaşındaki Azize ile baş başa kalmıştı çoktan. Azize gün doğumu gibiydi. Bir yaşam gayesi olmuştu Mehmet'e. Sorumluğu sevdirmişti özgürlük diye yollara düşen adama. Elinden geleni yapmıştı onu iyi yetiştirebilmek için, kendince imkân tanımıştı kızına. İlgilenmişti her ihtiyacıyla. Fakat Azize büyüdükçe, Mehmet'in içindeki arayışın oluşturduğu boşluk da büyümüştü. Sorular, ihtiyaçlar, eksikler çığ gibi düşmüştü bir hayatın peşine. Kendini güçlü kuvvetli bilen Mehmet, aciz hissetmişti günlerce. Tek başına her yükün kaldırılamayacağını anlamıştı. Nihayetinde dizinin dibinde yıllarını geçirdiği annesinin kapısını çaldı. Azize için sevgi dolu bir karşılama beklemiyordu, öyle de olmadı zaten. Her haliyle yabancıydı küçük kız. Aileye karışması için zaman lazımdı. Annesinin eğlence düşkünü, dil bilmez, buranın tabiriyle gavur olduğu dilden dile dolaşırdı. İnsanlara eğlence lazımdı ve Lisette, Azize'yi gördükçe dillerine dolayacakları bir isimdi. Telaffuz sorunu yaşamamak için, gavur demeyi tercih ediyorlardı. Mehmet'in gidip mutsuzluğu hayatına dahil ettiğini konuşmaktan daha çok rağbet görüyordu uzaklardaki Alman kadın. Düşünceler yağmura karıştı, gözler sabaha doğru ağırlıklara dayanamadı ve insanların içleri bile sessizliğe büründü. Azize bu geceyi unutmayacaktı. Rahat hissetmesi gereken bir ortamda yaşadığı bu huzursuzluk fırtınalı yağmurlar yağdıkça kendini hatırlatacaktı. *** Yorgun gözlerini araladı Azize. Perdenin ardından odaya sızmaya çalışan güneş, bulutların toplanıp gitmesiyle ışıldıyordu. Dışarıda bir hareketlilik vardı, bu duvarın arkası yalnızca seyretmekle yetindiği bir bahçeydi. Tavukların seslerini duyuyordu. Kulağa mırıltı gibi gelen konuşmalar vardı. Yüzüne dağılan saçlarını çekip başını kaldırdı. Babası uyuyordu hâlâ. Kaşları çatık, uykuda bile ciddiydi. Oysa dün onu gülerken görmüştü. Hep neşeli olsaydı, birbirlerinin eksiklerini tamamlasalardı ne güzel olurdu. Esnemekle karışık bir nefes aldı Azize. Karmakarışık bir uykunun ardından daha fazla yatakta kalmak istemedi. Üstelik aç hissediyordu. Temiz havadan olsa gerek iştahı açılmıştı. Kalkıp odadan çıktı. Dış kapı açıktı, serin rüzgârlar süzülüyordu evin içine. İnsan üşüyordu ama ağaçları tekrar yeşil gördüğünde gülümsemeden edemiyordu. Kapının yanında duran ayakkabılıktan ayakkabılarını aldı ve dışarıya çıktı. Yerler ıslaktı hâlâ. Sol tarafta evin karşısında yazın salatalık ve fasulyelerin ekildiği bir bahçe vardı. Toprağı boş bulup boy gösteren otların ince yapraklarından sular süzülüyordu. Azize dün fırsat bulamadığı keşif gezisini, etrafta kimseler yokken yapacaktı. Kulağına gelen ince akarsu sesinin kaynağını bulmak istedi önce. Geniş avluyu geçip aşağıya doğru bir kaydırak gibi uzayan çaylıklara bakındı. Aradığını bulamadı. Dönüp yüksek ceviz ağacının altında, dalından düşmüş ve çürümüş yeşil yuvarlak cevizlerin yanına gitti. Ayağıyla ittirdiği bir ceviz yokuş yoldan aşağıya yuvarlandı. Evin üst katının kapısı da pencereleri de kapalıydı. Orada kimin yaşadığını bilmiyordu Azize. Merdivenleri dışarıdandı. Yol ile ev arasındaki boşluğa yapılmıştı. Beton zeminde ilerleyip, merdivenin yanından ağır adımlarla geçti. Bilmediklerini babasına sorardı ne de olsa. Hep öyle yapardı. Bir tavuk ilişti gözüne, sonra otların arasında dolaşan iki tanesini daha gördü. Heyecanlanınca hızlandı adımları, hayvanları korkuttuğunu fark etmeden bahçeye atıldı. Tavuklar bu hızlı yabancıyla karşılaşmayı beklemiyorlardı, kanatlarını bir gürültüyle açıp kaçışmaya başladılar. Azize de onların ani hareketleri karşısında irkildi. Neyse ki duruma müdahale edecek biri çıktı meydana. "Yavaş, yavaş! Şşşt!" Rahime hanım tavukları sakinleştirmek için seslendiğinde avucundaki yemi otların arasına serpti. Evin en alt katında ahır vardı, hayvanlarla ilgilenmek için aşağıya inmişti. Azize yokluğunda tavuklarla tanışmak fırsatını bulmuştu anlaşılan. Fakat biraz hırçındı tavuklar. Yavaş ve yumuşak davranmak gerekirdi. Mutfağın penceresinin önünde durup soluklandı. Azize üstünden attığı şaşkınlığıyla Rahime hanımı izliyordu. "Gel bakayım, otur ha böyle." Torununu yanına çağırdı eteğine ot yapışmış kadın. Bir iskemle Azize'ye verdi, birini de kendine aldı. "Hırkan yok miydi senun?" dedi sonra. İncecik pijamayla yataktan kalkmış kızın üşüteceğinden endişe etti. "Valizde kaldı." Azize biraz çekingendi. Babaannesi tarafından omzuna atılan örtüdeki garip kokuyu dillendirmeden oturmaya devam etti. Yanındaki kadınla ne konuşacağını bilmiyordu. "Çıkartır yerleştiririz içeriye geçince." Azize başını salladı pek de önemsemediği bu teminat karşısında. Gözü otların arasında dolaşan tavuklardaydı. Sonra karşısındaki yemyeşil dağlara ve onların tepelerindeki evlere, köyün aşağısında kalan dereye, arabaların geçtiği yola bakardı. Bakılacak çok şey vardı. Valizindekiler pek de ilgisini çekmiyordu şu an. Fakat Rahime hanım yalnızca Azize'ye bakıyordu. Öyle cılız bir çocuk değildi. Omzunda biten saçları vardı. Annesi gibi sapsarı da değildi. Ev halkı en çok da bu yüzden memnundu. O kadını anımsatmadığı için göze hiç yabancı gelmiyordu. Gözleri halasına benziyordu, ağzı ve burnu yüzünün ortasına yerleştirilmiş iki top gibi duruyordu. İnsanda sıka sıka sevme isteği uyandırıyordu. "Hep dışarıda mı duruyorlar?" Tavukları işaret etti Azize. "Yani, sabah çıkarlar, akşama kadar istediklerini yaparlar." "Kaybolmuyorlar mı?" "Yok, kaybolmazlar, hepsi yerini bilir. Çakal yemedikçe öyle yerlerinde dururlar." Babaannesi konuştukça Azize kelime telaffuz sistemini de öğrenmeye çalışıyordu bir yandan. Babasının konuştuğu ya da kitaplarda yazıldığı gibi konuşmuyorlardı. Mesela i, i harfi yerine u kullanıyorlardı en çok. Hoş geldin yerine, hoş geldun dediklerinde aklına yazmıştı bunu. P harfini de b gibi telaffuz ediyorlardı. Diğer kelimelerin çoğunu eklerini değiştirerek söylüyorlardı. Gidiyorum yerine gidiyirum, seviyorum yerine seveyirum, yapayrum ve daha niceleri. Fakat öyle akıcı konuşuyorlardı ki Azize bu rahat telaffuzla kurulan cümleleri duyduğu ilk andan beri sevmişti. Sert ve vurgulu bir dil kullanımından sonra köye gelip Karadeniz şivesiyle konuşan insanların arasında olmak dünden bu yana en sevdiği şey olmuştu. Garip bir haz veriyordu insana. "Çakal ne? Tilki gibi mi? Gelir mi buralara?" "Köpeğe benziyor çakal. Evde olmazsak gelur. Bunlardan önce iki tane tavuk yedi gaybana." "Gaybana nedir?" diye dehşetle sordu Azize. Şu tepedeki ağaçların içindeki çakalları hayal ediyordu o sıra. "Gaybana... Gaybana işte. Kötü bir şey." Rahime hanım da kullandığı kelimenin sözlük anlamını bilmiyordu. Doğduğundan beri kızdığına, kötü bulduğuna söylerdi. Almanya'da büyümemiş olsaydı Azize de kendi büyüklerinden öğrenir, hoşuna gitmeyen şeylere ithaf ederdi bu kelimeyi. "İyi haydi içeriye geçelum da sobayı yakayım, çay koyayım. Baban uyandı mı acaba?" Sorusu sesli bir düşünmekten ibaretti. Alçak iskemleden kalkıp Azize'yi de önüne kattı. Onca zaman sonra oğlu gelmişti, bol tereyağlı bir kuymak yapmak lazımdı. *** Öğle vaktine yakın yirmilerinde genç bir kız, elini tuttuğu yeğeniyle çocuğuyla eve geldi. Küçük kız koşturup zayıf bedenini annesinin kucağına attı. Azize yengesinin, kızını kucaklayışını seyretti kenardan. Kendisine gösterdiği mesafeli tavır yok olup gitmişti birden. İnsanların sevdiklerinin yanında gülebildiği gerçeği uçtan uca göründü Azize'ye. O küçük yaşında babasının, ailesinin yanında gülebildiğini yine hatırına getirdi. Önceden birlikte oturduklarında da gülerdi babası. Sonra değişmişti bir şeyler. Selam verip içeriye giren kıza baktı. Sobanın başında ellerini ısıtırken gözlerini gözlerine dikmişti. Kim olduğunu sormadan önce tanımaya çalışıyordu misafirini. "Mehmet abimin kızı" dedi Selvi. Ve ayaktaki kız irkildi. "Mehmet abim mi geldi?" diye sordu yüksek sesle. Onu görebilecekmiş gibi etrafına bakındı. Abisi kardeşleriyle beraber köyü gezmeye çıktığından bu şimdilik mümkün değildi. "Azize, bak bu senin halan Çiçek." Selvi, Çiçek ve Mehmet arasında, geçen görüşmelerinden kalan soğukluğu biliyordu ama Azize'nin bu konuyla hiçbir alakası yoktu. Küçük kız yerinden kalkıp halasına elini uzattı. Karşısında görmeyi hiç beklemediği biri vardı ve Çiçek halâ şaşkınlığın hapsindeydi. Nazikçe tokalaştılar yine de. Azize dünden beri ya el öpüyor ya da birine sarılıyordu. İki amcası, bir dedesi vardı. Dün onlarla tanıştığında tüm aile fertleriyle görüştüğünü düşünmüştü. Bir halası ve kuzeni daha vardı demek. Siyah gözleri, sürmeli gibi duran sık kirpikleri, buğday teniyle Çiçek yirmili yaşlarıyla çok güzel görünmüştü Azize'nin gözüne. Uzundu boyu, yapılıydı ama bu ona bir kabalık katmıyordu. Aksine asil bir duruş kazandırıyordu. Köyün parmakla gösterilen kızlarındandı Çiçek. Sevilirdi, iyi niyetliydi. Çok insan içine karışmazdı, uzaklara dalar uzun uzun düşünürdü. Kimisi soğuk olduğundan bahsederdi bundan sebep, maddi durumu iyi olan bir aileden gelmesinden kaynaklı kibirli olduğunu söylerlerdi. "Çalımlı" diye seslenirlerdi arkasından, duymayacağı kadar uzaklaştığında. Oysa Çiçek ne kibrin tutsağıydı ne kendini zorlayarak oluşturduğu bir soğukluğu vardı. Yalnızca abisi gibi hayalleri çoktu. Onun gittiği yerlere gitmek istiyor, bu köyün ötesini merak ediyordu. Mehmet gittiyse, Çiçek de giderdi. Fakat yeterli imkân ve müsaade yoktu. Hal böyle olunca yaşadığı yer ile yaşamak istediği yerin o sıkıcı arafında boğulduğunu hissediyordu. Defalarca dillendirmişti mevzuyu, hatta abisinden söz almıştı bu konuda. Kız kardeşini de yanına alacağını söylemişti genç adam. Fakat Mehmet'in dudaklarından dökülen vaat bir hataydı. Kendisi mutlu olamamıştı, Çiçek hiç olmazdı. Ağır işlerde çalışamayacak, evsiz kalacak, dil bilmeden, iz bilmeden sefil dolaşacaktı. Ona imkân sağlamak isterdi, yanında kalması için yer ayarlayabilirdi belki ama huzursuz bir evde Çiçek'in kalmak istemeyeceğini biliyordu. Şimdi de iş konusunda sıkıntıdaydı Mehmet. Maddiyat kazanmak için kendini çok yorması gerekiyordu. Bunun için zaman, kuvvet feda etmeliydi. Azize geride bir başına kalacaktı hal böyle olunca. Akşam vakti tek uyuyacaktı evde. Bu sebeple Türkiye'ye dönmüşlerdi zaten. "Hoş geldin Azize, öyleydi değil mi? Adın Azize'ydi." Aslında yeğeninin adını unuttuğundan değildi bu sorusu. Kendini toparlamaktı amacı. "Evet" dedi Azize. Bundan sonrasını bir sessizlik takip etti. Dönüp Selvi yengesine baktı. Kadın kucağındaki bebeği uyuturken belli belirsiz gülümsedi. "Mustafa'yı gördün mü Azize? Buralardaysa seni dolaştırsın biraz. İster misin?" Aslında evde durmaktan oldukça bunalmıştı. Babası gibi köyde dolaşmak istiyordu. Ev işleri, duvarlar ve büyükler iki günde iyice bunalmasına sebep olmuştu. Fakat Mustafa'nın nerede olduğunu bilmiyordu. Olumsuz anlamda başını salladı. "Çayırda gördüm, fındıkların dibine uzanmıştı" dedi Çiçek. Sonra dönüp gitti. Azize akşam yemeğinde aynı sofrada oturduğu Mustafa'nın onu da çayıra götürmesini isterdi. Biraz pasaklı ve haylaz bir çocuktu ama çocuktu işte. Annesinin dizinin dibine oturmuş, baygın gözleriyle onu seyreden Gülcan gibi değildi. Kıza iki kez selam verdiyse de ya duymadığından ya da umursamadığından cevap vermemişti. Yalnızca süzüyordu, baştan aşağıya evlerine gelen bu yabancıyı seyrediyordu. "Gülcan, çayıra götürür müsün Azize'yi?" Selvi elinden geldiğince misafirperver olmaya çalışıyordu bu çocuğa karşı. Simasındaki tatlılık, kadının içini ısıtıyordu. Kibar halleri, uysal bakışları, yemek yiyişindeki tertip bile hoşuna gitmişti. Azize'nin gözlerindeki sevinç, gülümsemesine sebep oldu. Fakat Emine yoldan gelmiş kızının bir rehber görevi üstlenmesine razı değildi. Hastalıklı gibi görünen kızı, bir yere gitmesin diye kolunu tuttu. "Gülcan zaten yoldan geldi Selvi. Yorgun, halini görmüyor musun? Azize de bu gün gitmeyiversun çayıra. Haydi kızım kalk, üstünü değiştirelum." Sert sayılacak bu çıkışa karşın Selvi fazla üstelemedi. Hayal kırıklığıyla yerine oturan Azize'ye baktı. Emine onu hiç sevmemişti. Yapısı gereği herkesi sevmez, her hareketten memnun olmazdı. Hatta çoğu zaman kendinde bulunmayan iyilikler, başkasında olsa kıskanırdı. Kızına olan düşkün anne tavrı da bundandı. Almanya'da büyümüş annesiz Azize'nin, kızı Gülcan'dan üstün bir yanı yoktu. Azize biraz dışarıyı seyretti. Valizini de açmamışlardı henüz, içinde kitapları ve birkaç oyuncağı vardı. Kendine ayrı bir çanta yapmadığına pişmandı, kıyafetlerin ve çikolataların altında kaybolmuş hikâye kitaplarına ulaşamıyordu şimdi. Yerleşecekleri bir oda da yoktu. Babaannesini beklemesi gerekiyordu çünkü valizi yerleştireceğini söyleyen oydu. "Ben bebeği yatırayım Azize, sen burada otur tamam mı?" Yengesi de gidince, Azize için bir şey değişmedi. Oturmaya devam etti. Sıkıldı, bunaldı babası da gelmemişti. Tam kendi başına dışarıya çıkmaya karar vermişti ki odanın ahşap kapısı açıldı. Beyaz tenli, sarı saçlı Mustafa kocaman bir gülümsemeyle içeriye girdi. "Mustafa!" Azize bir günlük tanışıklığa rağmen amcasının oğlunu görünce epey heyecanlandı. Ceplerine çuvaldan doldurduğu fındıklar ses çıkartırken Mustafa sol elinde tuttuğu bir avuç böğürtleni Azize'ye uzattı. Derenin kenarındaki dikenli çalılardan toplamıştı. "Sana getirdim." "Teşekkür ederim de..." Azize kırmızı lekeli elin altına iki avucunu açmak zorunda kaldı. "Beni de çayıra götürür müsün Mustafa?" "Çayır mı? Bizum çayır? İyi hayde gel ama karnım çok aç, anamın ekmeğinden kaldı mı?" Gün boyu atom karınca gibi koşturur dururdu Mustafa. Ağaçların tepelerinde, çay kamyonlarının arkasında, derede, sergilerin üstünde gezinirdi. Hanım hanım oturan Azize, köyü gezme teklifi yapmışsa seve seve onu da kabul ederdi. Koşup mutfaktan bir parça ekmek ve peynir aldı. Sonra Azize ile birlikte dışarıya çıktılar. Boşluk kalmayana kadar ekmekle dolduruyordu yanaklarını. Yerlere kırıntılar döküyordu. Üvey anneleri tarafından ormana terk edilen çocukları anımsadı Azize. Ne yazık ki kuşlar kırıntıları yiyecek ve evin yolunu bulamayacaklardı. Yokuşu indiler, çayevinin yanındaki çeşmeye geldiler. Bu sırada sohbet etme fırsatları oldu. Mustafa gördüğü her ağaç hakkında bir şeyler anlatırken, Azize onu ilgiyle dinliyordu. Ay farkıyla Azize büyüktü. Mustafa bir abi edasıyla onu dolaştırırken öğrendiği bu bilgiden pek hoşnut olmadı. Yine de belli etmedi misafirine. "Şu patikadan da gidilir ama değirmen yolundan götüreyim ben seni. Haydi gel." Solunda bir su birikintisi halinde ırmak akarken sağında çay bahçeleri olan dar bir patikada yürümeye başladılar. Elbisesinin eteğini toplasa da Azize, çamura batan ayakkabıları için yapacak bir şeyi yoktu. Önünden atlaya zıplaya giden Mustafa'ya yetişemeye çalışıyordu bir yandan da. Sonra çocuk durdu. İşaret parmağıyla suyun solunda kalan çalıları gösterdi. "Ha buradan karşıya geçeceğiz, ha böyle atlayacaksın?" Çevik bir hareketle suyun üstünden atladı. Azize bir an duraksadıysa da, bunun çok da zor olmadığını düşündü. Mustafa yapıyorsa o niye yapamasındı? Eteğini sıktı iki eliyle iyice. Suyun dibine geldi ve arkasından ittiren biri varmış gibi bir sıçrayışta kendini karşıya attı. Büyük bir insanın bir bacak açışta geçeceği mesafe için, çocukların biraz gayret etmesi gerekiyordu. "Yaptım" dedi zaferle. "Buni da yapamaysan!" Mırıldandı Mustafa, sonra Azize'yle yürümeye başladı. Fazla dik olmayan bir yamacı çıktılar. Nihayet düz, bolca otun olduğu, kenarları duvar gibi ağaçlarla örülmüş çayıra geldiler. Arkalarında deniz gibi uzanan bir yeşillik vardı. Bulundukları yerde ıslak otlar güneşe kendilerini kurumak için teslim etmişlerdi. Kasımpatılar, mor, turuncu ve pembe renkteydiler. Söküp atılmamış ifterilerin arasından başlarını çıkartıyorlardı. "Entzückend!" "Ne dedun?" "Çok... Çok güzel burası! Büyüleyici." Kendi etrafında bir kaç kez döndü Azize. Babası yokken Almanca bir kelime telaffuz etmekten daha güzeldi bu çayır. |
0% |