Yeni Üyelik
20.
Bölüm

20- UZUNGÖL'ÜN REHBERİ

@yesilkutuphane61

1984 - TRABZON

On üçünde Azize. Büyümüş güzel bir kız olmuş. Köyün her bir yamacını gezmiş, görmüş. Anılar biriktirmiş. Biraz ağlamış, çokça gülmüş. Yabancılığını akıp giden dereye bırakmış, dostlukların elinden tutmuş. Halası yine gelmemiş ama babası köye döneli çok olmuş. Ameliyat olmuş, iyileşmiş, Azize’ye kavuşmuş. Bir zamanların uçarı Mehmet'i, hayallerine yalnızca kızını almış. Pişman olmuş, boş geçirdiği yıllarından çok ona verilen nimete yüz çevirmeye niyetlendiğine...

"Yasemin, gördüm! Gördüm orada, otların arasına girmeden yakalayalım onu!" Çayevinin önündeki kalabalık dağılmıştı ama çocuklar dönmemişti evlerine. Şimdi de bir kertenkelenin peşindeydiler. Kahkahaları yankılanıyor, çeşmeden akıp giden cılız ırmağın sesine karışıyordu.

"Bu sefer kaçmasın aman!" Yasemin eteğini toplayıp yavaşça etrafına bakınan hayvana yaklaştı. Bu minik kertenkelenin çok hızlı olduğunu bildiğinden ürkütmek istemiyordu. Azize bir kenarda kıkırdayıp duruyordu, heyecanlıydı. Belki birazdan ellerinde cansız bir kuyruk kalacaktı. Merak ediyordu. Mayıs güneşi saçlarının rengini açıyor, yeşil gözlerini kısmasına sebep oluyordu.

"Yapma kızum günahtur!" Yokuştan aşağıya inen muhtarın sesiyle dikkati dağıldı Yasemin'in. O sıra hayvan da hareketlenip koşar adım çalıların arasına attı kendini.

"Ne ettun emice!" Adama kızarken gayet kendinden emindi. "Güneş geçti başımıza bir kolisavra yakalayalım diye!"

"Başka işun yok mi senun? Koca kız oldun, ne istiyorsun hayvandan!" Muhtar kasketini düzeltip bu huysuz kızın yanından geçti. Babası böyle kavgacı değildi, kime çekmişti? Köylü bir şey demiyordu, vakti olan karşılık verip kavga ediyordu ama başına bela alacaktı bu gidişle. Eli maşalı Yasemin diyorlardı arkasından. Sıkmıştı yine yumruklarını.

"Yasemin... Niye kötü konuşuyorsun muhtar amcayla?"

"Nasi konuşsaydım? Sırtımdan ter boşandı güneşin altında beklemekten. Geldi kaçırdı hayvanı." Azize, yanına gidip koluna girdi ve çeşmeye doğru çekiştirdi arkadaşını. Alışkındı Yasemin'in bu hallerine. Özündeki iyiliği ve uysallığı bildiğinden ondan hiç uzaklaşmıyordu. Köye geldiğinden beri, yaklaşık altı senedir en yakın arkadaşlardı. Dosttan öte kardeşlerdi. Maceraların peşinden birlikte koşturup, haylazlıkların azarını birlikte işitmişlerdi.

"İyi hayde gidelum." Olan olmuştu artık. Su içip yüzünü yıkayınca eve doğru yürümeye başladılar. İlerledikçe çocukların çığlıklarını duydular. Yaramazlar güruhunun başkomutanı Mustafa'ydı. Bilyeli arabasını yokuştan aşağıya sürüyor, köyün çığırtkan oğlanları da peşinden gidiyordu. Havalar ısınınca büyüklerin baş ağrıları artıyordu sırf bu sebepten. Topla oynamak, arazi düz olmadığından keyifli olmuyordu. Bisiklet alınsa, frenler yokuşlara dayanmıyordu. En doğal eğlenceyi, epey sesli de olsa bilyeliye binmekte buluyorlardı.

"Babaannem Mustafa'yı fındık çubuğuyla kovaladı biliyor musun?" Azize kıkırdarken Yasemin kahkaha attı. "Çay sergisi yola doğru bırakılmış biraz, amcamlar da kenarlarını bağlamamış açıkmış. Mustafa'ya demişler ki biz çayevine gidip gelelim, sen bunların başında bekle bir şey olmasın. Ama Mustafa sıkılmış ve çayın başından ayrılmış. Nuri dedenin köpeği var ya, o gelip çayları dağıtmış yola savurmuş. Babaannem de Mustafa'yı yakalayınca kaptı fındık çubuğunu."

"Off, acıtmıştır."

"Vuramadı ki, Mustafa babaanneme sarıldı öptü öptü..."

"Iy!"

"Dayak yiyeceğini anlarsa öyle yapıyor. Hüseyin de bir şey kırınca abisi gibi yapıyor. O kadar tatlı bir çocuk ki, hiç yaramaz değil. Ahıra benimle geliyor, yumurtaları alıyor, bana abla diyor hep. Hiç üzülmüyorum kardeşim yok diye." İncir ağacının altına gelip durdular. Mustafa koltuğunun altına aldığı ahşap arabayı yukarıya çıkartıyordu. Boyu uzamıştı ama saç kesimi hâlâ aynıydı. Babası bilerek asker tıraşı yaptırıyordu. Çok terlediğinden rahatsız olacağını ve ensesini saran kaşıntıyla boğuşacağını biliyordu.

"Belki senin de bir kardeşin olur."

"Var ya zaten. Mustafa, Hüseyin... Gülcan da kardeşimmiş ama biliyorsun işte..." Yasemin gülüp omzuna vurdu arkadaşının.

"Gerçek kardeşten bahsediyorum akıllım! Babanın çocuğu yani!" Duraksadı Azize. İçinde yaşadığı kalabalık ailede, bir kardeşe ihtiyaç duymuyordu. Bunun ihtimalini bile getirmiyordu aklına. Babası ameliyat olup Ankara macerasını sonlandırdığından beri evdeydi. Üst katta kalıyordu. Çünkü aşağıda boş oda yoktu. Hala, sırf Azize'nin hatırına üst katın kapısının açılmasına laf etmiyordu. Kahvaltılar, akşam yemekleri aynı sofrada yeniliyor, günler hep beraber geçiyordu. Azize'nin defterine yazdığı ve unutamayacağı olaylar da oluyordu. Büyüdüğünde, anılarını açıp baktığında belki gözleri dolacaktı belki zaman iyi ki geçip gitmiş diyecekti.

Babasıyla arasında olan ilişki doruklarda değildi ve bunu talep ettikleri an bir gerginlik yaşanıyordu. Mesela Mehmet döndüğünde farkında olmadan fazla ilgi beklemiş ve Azize'yi sıkmıştı. "Keşke gelmeseydin" dedirtmişti. Sonra akıllanıp özür dilemişlerdi birbirlerinden ama olan olmuştu. Küçük kız hâl diliyle mesafelerin ilişkilere verdiği zararı bir kitap satırı gibi anlatıyordu. Geride içine kapanan, pişman ve beceriksiz hisseden bir baba bırakıyordu.

Zaman geçtikçe, yeniden alıştılar birbirlerine. Mehmet Azize'ye çizip sonra da kaldırdığı sınırları aşamadı. Burada kendine yeni sevgiler bulmuş, hayat düzenini oturtmuş, insanlar tanımış kızının önünde durmadı. Seyretti, ihtiyaçlarını karşıladı. Özel günlerinde elinden tuttu. Dişi ağrıyınca tutup kolundan hastaneye götürdü. Sevmek için yaklaştı, kalbini açtı. Sakin davranınca Azize'yle iletişim kurabildi. Kızın bu hale gelmesinde büyük payı olduğunu biliyordu. Ve ancak o müsaade ettikçe adımlarını hızlandırabiliyordu.

Bir zamanlar Azize'nin babasından başka kimsesi yoktu. Şimdiyse öyle kalabalıktı ki etrafı. Çocukluğundan hatıra kalan özlemlerin sesi bastırılıyordu içinde. Her baktığı yüzde keder göremeyecek kadar yoğun geçiyordu günleri. Hayatının normal seyrinde ilerlediği günlerden birinde, bu kardeş fikrini bir anda kabullenemedi. Hâlâ küçüktü, sanıyordu ki mutluluğun düz çizgisi üzerine bir kere adım atan insan daima orada yürümeye devam ederdi.

"Yirmağa gidiyruk!" Mustafa bağırınca bir anda irkilip kendine geldi. Sık kirpiklerinin çevrelediği gözlerini kısıp oğlanı seyretti. Eski bir bahçe hortumundan yaptığı direksiyonla zikzak çizdiriyordu arabasına. Dizleri yara bere içindeydi. Kardeş olarak Mustafa gibi biri yetmez miydi insana?

***

Annesi pencereden kilim silkelerken Mehmet de kenara çektiği yatağı yerine itti. Büyük temizlik günüydü, ağır işleri üstleniyordu. Kanepeleri ve divanları kaldırıp zeminin temizlenmesini beklemek görevi de ona aitti. Azize'nin odasındaydılar. İşin büyük kısmı bitmişti. Ufak tefek toz almalar kalmıştı geriye.

"Çiçek kendi odasını temizlerdi hep..." Bir iç çekti kadın. Kilimi camdan içeriye alıp yere serdi. "Şimdi nerede ne yapayi?" Hüzünle doldu gözleri. İlk günkü kederi tazeydi. Hatta sorsalar, beşe katlandı acım, derdi.

"Bilmiyorum ana, hiç bilmiyorum." Kızının yatağının üzerine oturdu Mehmet. Duvarlara bakındı. Azize'nin odasıydı artık burası, önceleri Çiçek'in dokunuşları görünürdü her yanda. Dünya çabucak dönüyor, düzenler değişiyordu.

"Hep derdi, gidelum diye. Biz da ne bilelum, sevmezuk dışariyi. Olmaz deduk hep. O da kaçti gitti. Teşki bi sene da olsa gelseydi senle."

"Gittiğim yer iyi miydi sanki anne? Ben ne halde döndüm oradan hatırlamıyor musun? Kaybolmuştum sanki. Yalancı ışıklarla kör olmuştum. Bir hata edip evlendim, şimdi şükrediyorum boyumca bir kızım oldu ama nasıl da zorlandım. Kendi yaralarımı sarmadan ona ulaşamadım, küçük bir çocuğun yüreğinde de hasar bıraktım. Önceden annesizdi Azize, şimdi babasını da eskisi gibi sevmiyor." Duydukları hem üzdü Rahime hanımı hem de sinirlendirdi.

"Ne işunuz var gâvur ellerinde anlamayirum ki! Kot kafalisunuz!" Sonra da kalkıp odadan çıktı. Mehmet alışkındı bu sözlere, içerlemedi. Kardeşinin yatağını seyretti. Uyumadan önce güzel hayaller kurmuş, gezmek ve öğrenmek istemiş olmalıydı. Onu da yanında götüreceğini söylediği günü hatırladı. Çiçek'in gözlerindeki saf inancın katiliydi Mehmet'in yerine getiremediği sözü. Samimi bir teklifle kapısına gittiğinde ise artık her şey için çok geçti. Çiçek kendi yolculuğuna çıkacak cesareti toplamıştı çoktan.

"Umarım başına bir iş gelmemiştir Çiçek'im. Senden ne iz var ne de ses. Tek bildiğim, sana bir özür borçlu olduğum. Kendi derdime öyle düştüm ki ben, yanımdakilerin isteklerini de duygularını da göremedim. Keşke geriye dönüp iyi biri olmak için çabaladığımı görebilseydin. Dönsen... Seni her türlü kötülükten ve itaptan koruyacak bir abinin var olduğunu söylerdim sana."

"Mehmet! Azize'nin odasında rafta bir iğne kutusu var, getirir misin?" Öteki odadan Zeynep bağırınca, kardeşinin hayaliyle konuşmayı bıraktı ve kalktı. Çay kesme faslı bittikten sonra kendine yeni bir iş bulacaktı. Oradan buradan kutu getirmek yerine bir fabrikada işe girer en azından farklı bir mekân görmüş olurdu. İki üç senedir çalıştığı yere bu sene de adını yazdıracaktı. Bir of çekip ahşap, vitrin bozması kütüphanenin yanına gitti. Kitaplarla dolu rafa göz gezdirdi. Azize bunların hepsini okumuştu. Yenilerini almak için müsait bir günde Trabzon'a gitseler iyi olacaktı.

"Neredesin bakalım? Hah, buldum." Kullanılmış kurabiye kutusuna koyulmuş iğneleri eline aldı. O sıra gözüne eski bir defter çarptı. Hemen hatırladı defteri, ilk Almanya'ya gidişinde Azize hatıralarını yazmıştı. Sayfaları açıp gülümsedi. Eğri büğrü yazı, yanlış yazılmış kelimeler masum bir çocukluğa götürdü bir anda Mehmet'i. O küçük kız büyümüştü. İnci gibi bir yazısı, babasını gururlandıran karnesiyle yedinci sınıfı bitirecekti yakında. Bu defteri saklamış olmasına sevindi. İlk anılardı bunlar. İçinde Almanya'dan gönderilmiş mektuplar da vardı.

Biraz bakındı. Sonra çevirip son sayfaya baktı. O zamanlar son kısmı okuyamamıştı. Dikiş kutusunu kenara koyup oturdu. Tarihler geçti gözünün önünden. Boş kalan defter yaprakları sararmıştı. Bir kurşun kaleme hasret bekleyip durmuşlardı. Fakat bu anılara veda edildiği açıktı. Koca bir hayal kırıklığıyla hem de...

Nisan 3

Biz o gün küstük seninle baba. Sözünde durmadın diye, bana yalan söyledin diye küstük. Tarihlerin yazılı olduğu kutucukları boyadım, sana günlerimi anlattım. Son sayfada da defteri sana vereceğimi ve senin de hatıralarını anlatman gerektiğini yazmıştım. Kutucuklarının olduğu kâğıdı bana vermeni yazmıştım. Hiçbirini yapmamışsın. Sensiz geçen günlerimi okumamışsın baba.

İlk kez küstük seninle. Bilmiyorsun ama benden sıkıldığın için kırıldım en çok. Elbisen güzel olmuş demiştin, o zaman da hiç inanmadım sana. Bilerek yırttım, kirlettim. Bir daha sana yazmamaya karar verdim. Eğer bir gün istersem kendim için, anılarımı hatırlamak için yazacağım. Böylece kendi sırlarım olacak, kimse okumadı diye üzülmeyeceğim. Özel yaşantımı kaydedeceğim. Artık bu deftere yazmayacağım.

Böylece Azize’nin yaşadığı kırgınlık sebebiyle büyük bir karar almış olduğu, artık neden babasına mektup yazmadığı ortaya çıktı. Defteri tutan eller titriyor, henüz haberdar olduğu küskünlüğün acısıyla kıvranan bir kalbin üstünde geziniyordu. "Mehmet, nerede kutu?" Zeynep Mehmet'ten umudu kesince iğneleri almak için kendisi geldi. Biraz da söylenecekti ama adamı halının üstüne oturmuş, eski bir deftere sarılmış ağlarken görünce susup kaldı. Kapıyı kapatıp içeriye girdi. Ne olduğunu anlayamıyordu fakat ilk kez bu halde gördüğü adam onu korkutuyordu. Yavaşça omzuna uzattı elini. "İyi misin?" İri gözyaşları süzülüyordu yanaklarından.

"Ahmağın tekiyim! İyi falan değilim!"

***

Üç gün sonra kapıda lüks bir araba durdu. Yabancı plakalıydı. Ev halkı dışarıya çıkıp gelenlerin niyetini anlamaya çalışırken, Azize gelenleri hemen tanıdı. "Bertha, Dirk! Willkommen!" Yanlarına koşup Bertha'ya sarıldı. Bir daha karşılaşabileceklerini düşünmüyordu. Almanya'ya gidebilecek miydi bilmiyordu. Buna rağmen iki kazazedeyi görür görmez tanımıştı. Arabada üç kişi daha vardı. Yine erkekler bahçede, kadınlar içeride ağırlandı.

Bertha ve Dirk yeniden Türkiye'ye gelmek istemişlerdi. Yanlarına arkadaşlarını da almışlardı bu sefer. Karadeniz turuna çıkmışken Azize'yi ziyaret etmeyi unutmamışlardı. Azize de uzak kalmasına rağmen sohbet muhabbet ilerlediğinde Almancayı eskisi gibi konuşmaya başladı. Tozlu raflara kaldırdığı kelimeleri telaffuz ediyordu ve ondan mutlusu yoktu. Turistler de ikram edilen tereyağlı ekmek ve karalahana sarmasını yerken küçük kız kadar hallerinden memnunlardı.

Bertha eski canlılığından hiçbir şey kaybetmemişti. Aksine yüzüne hatıra mahiyetinde derin çizgiler oturmuştu. Beş sene önce gördüğü Azize'yi de böyle büyümüş bulunca epey şaşırmıştı. Küçük kız, kutusunda sakladığı bilekliği getirip gösterdi. İsimler hafızalarda, hatıralar kutularda saklanmıştı. Bu sefer yanlarında filmli bir fotoğraf makinesi vardı. Bertha fotoğraf çekip, Almanya'ya gidince köydeki adrese postayla gönderecekti. Böylece farklı ülkelerde de olsalar arkadaşlıklarının anılarını saklayabileceklerdi.

Dirk'in arkadaşlarının Azize'ye bir teklifi vardı. Yarın Uzungöl'e gideceklerdi. Onlara eşlik etmesini, yemek yenilecek ve gezilecek yerleri göstermesini istiyorlardı. Gezinin maddi olarak karşılığını da vereceklerdi. Güvenilir bir rehberle yolculuğa çıkmış olacaklardı aynı zamanda. Azize için defalarca gittiği ve yeşiline hayran olduğu Uzungöl'de rehberlik yapmak tarifsiz bir mutluluktu. Ama Mehmet öyle düşünmüyordu. Kızını yollamayacaktı.

Yan yana gelip dakikalarca konuştular. Azize ısrar, babası itiraz ediyordu. On üç yaşında bir kızı, bir iki kere gördükleri turistlere emanet edemezdi. Paraları varsa ve rehber arıyorlarsa Trabzon'dan birini bulabilirlerdi. Azize Bertha'ya güveniyordu. Aklına kötü bir ihtimal getirmiyordu. Doğduğu, sekiz yıl boyunca yaşayıp sokaklarında dolaştığı ülkenin insanıydı ve babasının düşünce yapısını mantığına sığdıramıyordu. Mehmet gibi sonradan karşılaşmamıştı onlarla, iki kültürün içine doğmuştu ve yabancılık çekmiyordu.

Konu masaya yatırıldığında ve Mehmet net bir ciddiyetle izin vermediğinde Azize altı sene önceki adamın geriye döndüğünü düşündü. Aynı ciddiyeti gördü babasının ifadesinde. Yakında yeniden Almancayı yasaklayacağından korktu. "Niye bu kadar nefret ediyorsun baba? Mama yüzünden mi?" Turistler içerideydi ve baba kız arasında ilk defa böyle bir konuşma yaşanıyordu. Azize bir türlü tamam demiyordu. Hatta geçmişi deşiyor, babasının üstüne gidiyordu.

"İzin vermeyişimin sebebi annen veya onların Alman oluşu değil Azize. Bu insanları tanımıyoruz, bir kere gördük evimize aldık. Bize yabancılar. Seni onlarla göndermem. Ben düşünüyorum da... Böyle konularda daha anlayışlıydın sen eskiden. Yabancılara yaklaşmazdın, herkesin yanına gitmezdin." Dil dökmekten bıkmış bir haldeyken Mehmet, en sonunda sitem etti. Yaramazlığını, konuşkan olmasını, gezip dolaşmasını anlayabilirdi ama bir insanın güvenliği için konulan kurallar değişmezdi ya. Bu turistler dışarıdan gelen herhangi biriydi, peşlerine düşülmezdi. "Hiç olmazsa sözümü dinlerdin Azize. Hayır desem üstelemezdin."

Bu konu üzerine konuşmadı Azize. Değişmişti bir hayli. Bunu bilerek, isteyerek ve hatta kendini zorlayarak yapmıştı. Bir çeşit başkaldırıya niyetliydi. İlişkilerinin değiştiğini, mesafelerin arttığını göstermek içindi. Çocuk yüreği çok şey kaybetmişti, kalıpların ve himayenin oluşturduğu kişiliğinden uzaktaydı. Oysa Azize'nin gözünde himaye sıcaklıktı, ilgiydi, sevdiğinin varlığını hissetmekti. Kaybedince hırçınlaşmıştı. Uslu ve ağırbaşlı olduğu bir gerçekti ama farkında olmasa da babasına aynı muameleyi gösteremiyordu. Sevgileri kadar kırgınlıkları da birbirlerine hastı.

"O zaman" dedi kaçmak ister gibi hareketlenerek "Latif ve Mustafa da benimle gelsin. Üçümüz birlikte gidelim. Hatta Dirk’in arabasıyla değil, otobüsle gidelim." Mehmet bir of çekip ayaklandı. Kızın gözlerinden havalanmış çenesine kaydırdı bakışlarını. Kime çektiğini sorgulayamıyordu ne yazık ki! Bu kız aynadan başka bir şey olmuyordu bazen.

Sonuç olarak Azize ve iki arkadaşı otobüse binip Uzungöl'e gittiler. Bertha ile buluşup güzel bir gün geçirdiler. Dükkânları dolaştılar, gölün etrafında fotoğraf çekildiler, mısır yediler, Azize'nin hep gittiği balık tesisine gittiler. Mustafa dillerini anlamadığı bu insanlara karşı vakur duruyordu ve kesinlikle amcasının kızının yanından ayrılmıyordu. Ara sıra söyleniyordu. Ne işleri vardı burada! Latif Azize'nin bir adım gerisindeydi. Ağzından çıkan sözcükleri takip ediyor, parmağını uzattığı yere bakıyor ve gülümsüyordu. Günler geçtikçe, bu çocuklar ne de güzel büyüyordu.

Gitme vakti geldiğinde Dirk rotasını yukarıya, dağ yoluna çevirdi. Çocuklar da otobüse bindi. Belli bir ücret karşılığı saatlik tur yapan araçlar tüm köylerin önünde durup yolcuları indiriyordu. Şahsi arabası olmayanlar için ideal bir vasıtaydı. Yeniden görüşürlerdi belki, Azize umutla el salladı arkalarından. Cebinde bir zarfta çevirmenlik ve rehberlik yaptığı için aldığı ücret vardı. Turistlerden biri, kandırılmak üzereyken bu küçük kız sayesinde fazla para ödemekten kurtulmuştu ve rehberine minnettardı. Çantalarına hediyelik eşyalar koydular, gönülleri rahat bir şekilde alışveriş yaptılar.

Bu alışveriş merasiminde canı sıkılan biri vardı ki o da Latif'ti. Annesine birkaç hatıra götürebilmeyi isterdi fakat cebindeki parayı burada harcasa Perşembe günü çarşıya gittiğinde sıkıntı çekerdi. Azize'nin parmaklarını değdirip pek beğendiği atlıkarınca da hâlâ stantta duruyor, alıcısını bekliyordu. Ne yazık ki Latif kimseyi mutlu edecek bir şey alamayacağını biliyordu.

Otobüs hareketlendi ve ancak hava kararmak üzereyken durdu yol kenarında. Küçük yolcularını indirdi. Azize hiç yorulmamış gibi hevesle zıpladı. "Gördünüz mü? Hiçbir şey olmadan gittik ve geriye geldik. Babamın korkmasına gerek yoktu." Mustafa cırcır böceklerinin sesi arasında köprüye yürüdü.

"Ya ne demezsun, elun adamlarıyla yemek yeduk! Kokonalar!"

"Hey, o ne demek?" Azize kaşlarını çatıp amcasının oğlunun arkasından koşturdu. Son kelimeyi anlayamamıştı. "Beklesene Mustafa! İyi tamam sen git!" Mustafa gidiyordu zaten, çöken karanlıktan korkar gibi de bir hali yoktu. Bu gün dereye giren arkadaşlarını düşünüyordu. En uzağa atlayanı ya da en çok nefesini tutanı merak ediyordu. "Biz de Latif'le yürürüz. Bazen huysuz oluyor, hem de çok." Latif omuz silkti yürürken. Ağaçlar salınıyordu, rüzgâr esiyordu.

"Belki büyüyünce rehber olursun, turistleri gezdirirsin böyle. Bu gün çok iyi iş çıkardın."

"Öyle mi düşünüyorsun gerçekten?" Kocaman gülümseyip etrafında döndü Azize. Sonra bir iç çekti. "Aslında rehber olmak güzel olurdu. Ama bu gün para için oraya gitmedim. Birileriyle Almanca konuşmak bana iyi hissettiriyor. Eski anılarımı tazeliyor. Unuttuğun bir kokuyu hatırlamak gibi işte... Gözümün önüne eski evim geliyor. Komşularımı, evimin karşısındaki parkı hatırlıyorum. Hatta... Sır tutarsın değil mi Latif?" Bu sorunun cevabını okuyordu çocuğun gözlerinden.

"Tutmam mi?" Güven veren, sıcacık bir tebessüm peyda oldu dudaklarında.

"Beni umursamasa da mamayı… Yani anneyi hatırlamak iyi hissettiriyor. Orada bir yerlerde yaşadığını biliyorum. Beni görmeye gelmedi. Babama kızsam da onu çok seviyorum ya, anneler de öyle herhalde. Beni sevmiyor ama içimde bir yerlerde ona karşı yakınlık hissetmeye başladım. Bu bir iki senedir olan bir şey. Saklıyorum herkesten. Daha çok küçükken babamdan başkasına ihtiyacım olmadığını zannederdim. Ama dünyada bir sürü insan var, kalbimde bir sürü yer var. Herkesin sevgisini sığdırabilirim, öyle hissediyorum."

Bu uzun konuşmada Latif'in aklında Azize'nin kocaman kalbi kaldı. Onu düz yeşilliklerle dolu, menekşelerin papatyaların zemine serildiği bir ovaya benzetti. Yaylaydı sanki. Sonra ürktü. "Herkes değil Azize, herkesi içeriye alamazsun." Kaşlarını kaldırıp parmağını olmaz anlamında havada salladı. "Bırak da kapı kilitli kalsın." Önüne dönüp yürümeye devam etti. Azize de daha konuşmadı. Sevmekten, özlemekten bahsediyordu. Latif başka şeyler söylüyordu. Neyin kapısı kilitli kalacaktı hem, kalbinin mi?

Bahçeye yaklaşınca durdular. Azize cebindeki zarfı çıkartıp kısacık zamanda üçe böldüğü paranın bir kısmını Latif'e uzattı. "Bu senin payın."

"Ne payı? Olmaz senin bu, almam."

"Latif haydi al lütfen. Gün boyu dolaştın peşimde, yoruldun. Babam izin versin diye sana sormadan getirdim zaten seni. Ortak olduk biz, iş yaptık bu gün." Coşkuyla pırıldadı gözleri. Sevimli bir gülüş yerleştirdi yüzüne. Latif de daha fazla ısrar edemeden aldı. İşin para kısmı aklına hiç gelmemişti ama annesi görünce sevinecekti. Karşısında daima onu düşünen, yediğinden ikram eden bir arkadaş vardı ve bu gün yaptığı yüzünden ona sarılmamak için kendini zor tuttu. Öyle ki teşekkür etti ve koşarak evine gitti. Azize yine koşan birinin arkasında kaldı. Kıkırdayıp Mustafa'ya seslendi.

***

Zeynep uyandığından beri mide bulantısıyla baş etmeye çalışıyordu. Birkaç gündür hasta gibiydi zaten. Olur olmadık yerde üşüyor, başı dönüyordu. Ama bu sabah kötüydü hali. Mehmet annesini çağırdı çabucak. Elinden de bir şey gelmiyordu. Rahime hanım gelip baktı kıza. Ateşi yoktu, hastalığı yoktu. Günlerdir aklında olan ihtimalin sevinci vardı yalnızca. "Git araba bul da hastaneye götür Zeynep’i." Mehmet bu direktife uydu hemen. Zeynep yatakta bitkin yatarken, hazırlanmak için kalktı. Araba gelince hastaneye gittiler. Doktor kontrolü ve tahlillerden sonra eve döndüler. Yüzlerinde bir gülümseme vardı. Zeynep anne olacaktı.

Bir koşturma, telaş derken ev halkına müjdeli haber verildi. Bir coşku, yenilik ve heyecan dolaştı her yanda. Herkes sevindi. Bir kısmı diğerinden daha az sevindi tabi. Beş yaşındaki Hüseyin bile büyüklerin coşkusuna ortaktı. İlyas kalkamadı yerinden ama karısı duyunca koşturdu eve geldi. Zeynep anne olacaktı ve tüm hisleri bastıran bir şaşkınlığı vardı. Beş yıllık evliliğinin bir bebekle nimetlenmesi tarifsiz bir heyecandı. Mehmet'in bir kızı vardı ama Zeynep ilk kez anne olacaktı. Kucağında bir çocuk tutmanın tüm sevgilerden üstün olduğunu yakın zamanda anlayacaktı.

Azize babasının kollarının arasında sarmalanıp hareketsiz kaldığında öğrendi haberi. "Kardeşin olacak Azize" dedi Mehmet. Benim çocuğum olacak, duydu Azize. Ne düşünmesi gerektiğini bilmiyordu, üzgün değildi. Heyecanlı da değildi. Aklına komik bir anısını getirmeye çalıştı. En son yaylaya gittiklerinde Mustafa'yı keçi kovalamıştı. Evet, bu insanı güldürecek bir andı. Hele çocuğun "anne" diye bağırarak koşması yok muydu? Azize elinden geleni yaptı ve hatıralardan toplayabildiği neşesiyle babasını tebrik etti.

O gün kahvaltı yapmadan evden çıktı ve gün boyu derede tepede dolaştı. Yerinde duramayan, koca köye sığamayan bir hali vardı. Davut hocanın yanına gitti. Adamı lojmanın bahçesini süpürürken buldu. Zorla süpürgeyi elinden alıp işe devam etti. Asılmış çamaşırları topladı, evin hanımının duasını aldı. Nihayet oturtabildiler kızı. “Misafirin iş yaptığı nerede görülmüş!” diye sitem etti imam.

"Bazen dünyayı sevemiyorum hocam" dedi çay içerken. On üç yaşındaki bir kızın, tüm içtenliğiyle söylediği Davut hocayı düşündürdü.

"Çok da sevmemek lazım Azize" dedi nihayet. "Çok seversek burada kalmak isteriz. Daha güzel olan ahirete iştiyakımız azalır. Burası tarla gibi, ekeceksin, sulayacaksın, yorulacaksın, imtihanların olacak. Ahiret de biçme yeri, verim alacaksın, meyvesini yiyeceksin. Bak sana bir şey diyeyim. Bizi kandırmışlar. Ayaklarımıza dünya zinciri bağlamışlar. Sonsuza kadar burada kalacakmışız gibi, harıl harıl çalıştırmışlar. Ama kim kalıyor ki burada? Ben sayamam bu köydeki mezarları. Onlar da buradaki isteklerini sayıp bitiremezlerdi."

"Sevmeyelim mi dünyayı, hiç çalışmayalım mı?"

"İtidal vardır bilir misun? Orta halli olmak yani! Çalışmadan, uğraşmadan, üretmeden insan yaşayamaz. Ha bu yeşili, meyveyi, dağı taşı sevmeden zevk alamaz. Allah sevelim diye yaratmış zaten. Bunlar ahiretin gölgesidir, numunesidir. Dünya böyle güzelse, cennet bin misli daha güzeldir diye düşünür. Kıyas yapar insan. Sen bir yerde bir gece misafir kalsan, ancak yatağını toplarsın, bulaşığını yıkarsın. Tüm evi silip süpürmeye, dolapları temizlemeye, ev sahibine karışmaya kalkar mısın? Yok, niye? Haddin değil, vazifen değil. Sen sana lazım olanı yap, gerisine karışma. Ne tamamen bırak ipleri ne de gideceğinde ellerini parçalayacakları kadar sarıl. Buradaki sevdiklerin, dünya da dahil buna ha, ölüp gidecekler. Faniler, kalbini kıracaklar. Sevmenin layık olduğu bir zata döndür ki kalbini, yara almasın."

Azize uzun uzun düşündü bu cümleleri. Davut hocanın sesi, anlattıkları teskin etmişti yüreğini. Çayını bitirip kalktı ve teşekkür etti. Yapmacıklıktan utandığı, sevinmekten çekindiği, ne yaptığını bilmediği bir günde evine doğru yürürken onu daima seven, koruyan, kalbinden geçenleri bilen birini düşündü.

 

Loading...
0%