@yesilkutuphane61
|
Kıymetlilerini korur insan, en değerli olması gereken kişilerin bile elini uzatmasına izin vermez. Bir mana yükler eşyaya, zamana, mekâna. Sahibini bekler örtüleri kaldırmak için. Kokuların silinip gitmesinden korkar. Başkasının dokunuşuyla kirleneceğini düşünür en narin dokuların. Kapı açıldığında ve beklenen geldiğinde, işte emanetine sahip çıkabildim diyebilmek için yapar bunu. Bir görev değildir, minnettir ve sevgidir. Azize beş yıldır odaya kimseyi almıyordu. Büyük bir inatla halasının yatağına kimsenin yatmasına izin vermiyor, Çiçek dönene dek orayı koruyacağına dair kendine söz veriyordu. Gülcan'ı odaya sokmaya çalışmıştı Emine. Fakat Azize'nin inadına yenildi. Rahime hanım da o yatağın boş kalmasına razıydı. Torunları arasında ayrım yapmak için değil de, Azize halasına böyle sahip çıkıyor diye kızı içten içe tebrik ediyordu. Gülcan için eskiden bebek odası olarak kullanılan odayı boşalttılar. Küçük Hüseyin'le uyumasına karar verdiler. Mustafa salonda yatıyordu, bir odası yoktu. Çocuklar büyüdükçe yeni bir eve ihtiyaç duyulduğu konusu sıkça gündeme gelmeye başlamıştı artık. Bu gece, evdeki tüm odalar doluydu ve bir de misafir vardı. Dışarıda sigarasını içmiş, kalacağı yerin gösterilmesini bekliyordu Lisette. Azize kaidesini bozmadı. Çabucak yatağındaki çarşafları değiştirip yenisini serdi ve annesine burada uyumasını söyledi. Bu odada sigara içmemesini ve halasının yatağına yatmamasını da tembihledi. Kadın, kızının huyunu suyunu bilmiyordu, onu fazla kuralcı buldu ama ilk günün hatırına ne denilirse yaptı. Yatmadan önce konuşacağı kimse yoktu ve Mehmet'in burada olmaması yüzünden hayal kırıklığına uğramıştı. Tek başına bir odada uyumak fikri bunaltıcıydı. Yol yorgunu olmasa çıkar dolaşırdı. Kahve içmek istiyordu. Valizindeki kavanozu çıkartıp komodinin üstüne koydu ama yapacak takati yoktu. Hoyratça yatağın üzerine saldı bedenini. Azize her şeyin tamam olduğunu görünce iyi geceler bile demeden yatan annesinin yüzüne baktı. Derin bir nefes verip ışığı kapattı ve odadan çıktı. Babaannesinin yanında yatacaktı. Akşamdan sonra bir yağmur başlamıştı. Geceyi aydınlatan şimşekler çakıyor, çatı saçaklarında biriken sular betonun üstüne dökülüyordu. Işıkları kapanmış odaların önünden geçti. Herkes erken kalkmıştı bu gün. Küçük kızın da gözlerinden uyku akıyordu. Hamur yoğurmak için günün ilk ışıklarıyla mutfağa girmişti. Babası poğaçaları beğenmiş miydi acaba? Gelince soracaktı. Bu fikir sıkıntı doldurdu içine. Mehmet döndüğünde Lisette'yi görecekti ve bundan hiç hoşlanmayacaktı. Azize olacakları ve nasıl tepkilerle karşılaşacağını bilmiyordu. Bir şimşek daha çakınca karanlık koridora ağaç gölgeleri düştü. Hızlanıp babaannesinin odasına doğru yürüdü. İçeriden sesler geliyordu. Konuşanlar Rahime hanım ve Selvi’ydi. Azize, yengesinin uyuduğunu zannediyordu ama demek hâlâ ayaktaydı. Kapının kenarına yasladı omzunu. Özel bir mesele konuşuyorlarsa girmeyecekti. Anlamak için bekledi. "Zeynep yukarda tek kaldı ana, birimiz çıksak yanına. Korkmasun. Ben çıkayım derum ama Hüseyin gece altına edersa diye kontrol ediyorum." Halinden mustarip olduğunu belli etmek için başını salladı iki yana. "Ben çıksam gece boyu uyuyamaz. Çünkü ha bu romatizmalarum yüzünden ben da uyiyamayirum." Azize kıkırdamasına engel olamadı. Babaannesi derin ve horultulu uykularından habersizdi anlaşılan. Ama doğru söylüyordu, onunla yatmak uykusuzluğu göze almak demekti. Zeynep ablası da çok halsizdi gün içinde. En azından gece rahat etseydi. "Oni da aşağıya geturemezuk, ha bu çaşut kari buriyadur." Çaşut dediği bir çeşit hakaretti ve Azize bu kelimenin doğrudan annesi için kullanıldığını anlamıştı. Yüzündeki gülümseme silinip gitti. Onu kimsenin sevmediğini biliyordu. Üstelik bu yüzden evdekilere de kızamazdı. Azize bile annesinin varlığına alışmış ve inanmış değildi. Çocukların hissettiği o heyecanı bulmak için kendini zorluyordu. Belki diyordu, yorgunuz ya ondan anlayamıyorum veya tüm çocuklar böyle hissediyor annelerinin yanındayken... "Ana, ben korkuyorum." "Neyden korkayisun, sarıl kocana yat aşağı!" "Ana öyle mi dedum!" "Ne dedun?" "Ha bu Zeynep sabahtan beri doğru düzgün bir şey yemedi. Önce Mehmet abimi merak etti, endişelendi. Şimdi de Azize'nin anası çıktı geldi. Bu kız iki canlidur, üzülüp stres edup da bebeği... Allah korusun." Rahime hanım kulağını çekip tahtaya vurdu ve aynılarını söyledi. Azize her şeyi duyuyordu. Kastedilen şeyi tam olarak idrak edemese de Zeynep ablasının üzülmesiyle bebeğe zarar gelebileceğiydi zihnine ışık yakan. O bebek, henüz içinde bazı taşlar oturmasa da kardeşiydi. Ve annesi yüzünden ona zarar gelmesini hiç istemezdi. Daha halasının yatağını bile paylaşmıyordu kadınla. Elinden gelen tüm iyilikleri yapmaya çalışmış Zeynep ablasının çocuğuna kimsenin kötülük etmesine razı olmazdı. Bu Azize ve Lisette’nin özel meselesiydi. Kimse etkilenmemeliydi. Odaya girdi, yatağa geçip yastığını aldı. Babaannesi ve yengesi anlamaz gözlerle seyretti kızı. Bazen aklından ne geçtiğini kestirmek zor olurdu. Babasının kızı derdi Rahime hanım. "Ne yapayisun batçi?" "Ben yukarıda yatacağım babaanne." "O da nerden çıkti?" Kadın şaşkındı ama mutlu da olmuştu. Bu kız aklına eseni yaparken yine iyi bir adım atmıştı. Rahime hanımın aklı, gelininde kalmayacaktı. "Öyle düşündüm" dedi yastığı kucaklayıp yataktan inerken. "Zeynep ablanın yanında yatacağım, burada yer yok. Sen de uyu rahat rahat." Azize her şey normalmiş gibi davranmaya çalışıyordu. Ama Selvi, her gün büyüyüşüne şahit olduğu kızın yufka yürekliliğinden dolayı böyle bir karar aldığını biliyordu. Kalkıp yataktan, yeğeninin saçlarına uzun bir öpücük kondurdu. Azize'nin yüreği kanatlandı, dudakları kıvrıldı. İçinde feryatlar kopuyordu, birisi aradığın bu diyordu. Duymamak için direniyordu. "Haydi bakayım benim tatli kızım. Dikkatli çık yukarıya. Hayırlı gecelerin olsun. Kenardan git ıslanma. Korkarsan geleyim seninle." "Yok, yenge ben koşarak hemen giderim. Hadi iyi geceler. Çok uykum var, erken uyandım sabah." Koşturup odadan ayrıldı ve evden çıktı. Şimşek çakarken korkmuyor değildi. Ama başka konuda endişe tohumları ekilmişti içine. Zeynep ablasına ya da bebeğe bir şey olsa babası da çok üzülürdü. O zaman Lisette'ye de bağırırdı. Geldiği için kızardı. Belki kadına sarıldı diye Azize'ye bile kızar, hiç konuşmazdı. Yağmur ağaçların arasından hızla akıp giderken bir köşede geriye dönüp baktı Azize. Dış kapının yanındaki odada Hüseyin uyuyordu. O miniği çok severdi. Bebekliğinden beri yanındaydı, kardeş yerine koymuştu oğlanı. Demek ki kardeşler seviliyordu. Zeynep ablasının bebeğini de severdi belki. O da böyle tatlı olurdu, elinden tutardı civcivleri gösterirdi. Kurduğu hayaller, farkında olmadan gülümsemesine sebep oldu. "Sana bir şey olması beni öyle çok üzer ki küçük bebek, hiç durmadan ağlayabilirim." Yağmur, sesini alıp götürdü. Azize de üşüdü ve yukarıya çıkıp kapıya vurdu. Zeynep koridorun ışığını açık bırakmıştı. Koca katta, şimşekler çakarken tek başına kalmak hiç de keyifli değildi. Rahime hanımın ya da Selvi ablasının geldiğini düşünüp içi rahatlayarak kapıyı açtı. Karşısında yastığına sarılmış Azize duruyordu. Kısa bir an ne diyeceklerini bilmeyerek birbirlerine baktılar. İyice üşüyen Azize kendini içeriye atıp kapıyı kapattı çabucak. Zeynep ablası da üşümesin diyeydi bu acelesi. Zaten kimseye sormadan gelmişti buraya. Teklifsiz hareketlerini sürdürüyordu. "Aşağıda boş yatak yok da... Burada yatayım mı?" Zeynep fazladan bir nefesin varlığından elbette memnundu. Hele bu nefes Azize'ye aitse daha çok sevinirdi ama kızın annesiyle yatmak isteyeceğini düşünmüştü. Sonuçta uzun zamandır ayrılardı. "Yere kalın yorgan serip yatarım. Sen de yatağında yatarsın olur mu?" "Yorgan mı?" Zeynep şaşkınlığından sıyrıldı çabucak. Küçük bir çocuk karşısında bu kadar sessiz kalmak yanlış anlaşılmalara sebep olabilirdi. Elini Azize'nin omzuna atıp koridorun sonundaki odaya yönlendirdi. "Kocaman yatak var, beraber uyuruz olmaz mı? Yerde hasta olursun. Ne iyi ettin gelmekle. Gülme ama korktum biraz." Bir şimşek daha çakınca irkildi ikisi de. Azize yutkunup başını salladı. "Gülmem" dedi. Odaya geçtiler. "Sen duvar tarafında yat Azize. Yastık da vardı burada ama..." "Ben seviyorum yastığımı." Açık yorganın üstünden atlayıp kendine gösterilen yere yattı. Aslında tek başına uyumaya alışmış bir çocuktu. Birinin yanında rahat hissetmiyordu. Olabildiğince duvara kaydırdı bedenini. Zorunluluk olmasa, bu gece bu teklifi yapmazdı. Babasının yatağında yatıyordu, kokusunu alıyordu ama yabancı uykuların huzursuzluğu çöküyordu üzerine. "Işığı kapatayım o zaman. Korkar mısın?" "Kapat, korkmam. Davut hoca her tarafımızda melekler var, karanlıktan korkulmaz dedi." Zeynep bu söylemi kendine teselli edip ışığı ve kapıyı kapattı. Yerine yattı usul usul. Azize'nin burnuna o tanıdık taze koku ulaştı. Yatağa yayılan kıvırcık saçlardan geldiğini biliyordu. Gözlerini kapattı tüm yabancılıklara. Köye geldiği günleri anımsayacaktı. Zeynep ablasının derin bir nefes almasıyla hayallerden sıyrılıp gözlerini açtı. "Sen çok duvara yaklaştın sanki, rahat mısın?" "Evet." "Yer var, istersen yanıma gel biraz daha." Azize azıcık kaydı yatağın ortasına doğru. Rüzgâr estikçe camlar sallanıyordu. Babaannesi bahar yağmuru demişti. Nasıl bahardı bu? "Ben çok hareketli yatmıyorum, uyuyorum böyle" dedi teminat vermek ister gibi. Belki de kendi içini rahatlatıyordu. Babaannesiyle yattığı olmuştu, bir iki kere yengesine sarılıp da uymuştu. Ama kardeşinin annesiyle uyumak bir ilkti onun için. Üstelik bu gece doğmamış bir miniği kabul etmişti. "Ben de düzgün yatarım, çarpmam hiç sana." Bunu söyledikten sonra bir sessizlik oldu. Dakikalar geçti, yağmur yağmaya devam etti. Azize'nin göz kapaklarına ağırlık çöktü. Birkaç kez uykuya dalmak üzereyken Zeynep ablasının bir türlü uyumadığını, derin nefes verişlerinden anladı. Yüzünü duvara döndü, düşündü. Annesi yüzünden mi uyumuyordu, babası yüzünden mi? Yengesinin dediğine bakılırsa hem Mehmet hem de Lisette üzüyordu onu. Azize, annesinin varlığına bir çare bulamazdı. Onun alt katta uyumasını istiyordu. Yarın da erkenden kalkıp yanına inecekti. Ama babasının yokluğunun oluşturduğu endişeyi yok edebilirdi. Bir sırrı saklayamamanın ağırlığını hissederek yüreğinde, döndü arkasını duvara. Zeynep'le göz göze geldiler. Birkaç saniye tereddüt etti Azize. Sonra kardeşinin iyiliğini düşündü. "Zeynep abla" dedi uykulu sesiyle. "Sana bir şey diyeceğim." Zeynep sağ tarafına dönüp, elini yanağının altına koydu. Kara gözleri parıldadı. Yay misali kaşları havalandı. Bekledi küçük kızı. "Babamın niye gittiğini biliyorum ben. Arabaya binerken söyledi bana. Ama sır dediği için kimseye anlatmadım." "Eğer sır verdiyse, söylemek zorunda değilsin Azize." Çok merak ediyordu Zeynep. Ama kızın sesindeki bariz sıkıntıyı sezebiliyordu. Kendini mecbur hissediyor gibiydi. "Olmaz, söyleyeceğim ama başka bir şey için üzülmeyeceksin." Zeynep, karşısında Mehmet'in konuştuğunu düşündü bir an. Bu kuralcı tavır, kaşlarını kaldırıp şart koşmak genetikti herhalde baba kızda. "Babam halamı bulmaya gitti." Bir sürü ihtimal geçerdi Zeynep'in aklından fakat bu büyük bir sürprizdi. Heyecanlanıp sesli gülmemek için elini ağzına bastırdı. "Sahi mi söylüyorsun? Çiçek'i mi getirecek?" Azize gülerek başını salladı. "Ama kimseye söyleme. Bir tek seninle paylaştım sırrımızı. Babam sana bir şey demez." "Çok şaşırdım ama çok da sevindim. Şimdi nasıl uyuyacağım?" Azize'nin kaşları çatıldı bunu duyunca. "Üzüldüğün için uyuyamıyordun, uyu diye söyledim, yine uyumuyorsun." Biraz sitem etmeyi hak gördü kendine. "Üzüldüğümü nereden biliyordun ki?" Azize bu soruyu cevapsız bıraktı. Çok da uykusu vardı. Elinden geleni yaptığını düşünüyordu bu gece için. Hem başka zaman olsa çıkmazdı yatağından. Hem de paylaşmazdı babasının sırrını. Esnedi ve duvara döndü yüzünü. Önce omzunda sonra saçlarında bir el hissetti. "Teşekkür ederim Azize" dedi minnettar bir ses. Usul usul okşadı. Zeynep hemen uyuyamadı. Aldığı habere sevindi, kafasına takılanları düşündü. Dağınık yatmasa da üstü açılan Azize'nin yorganını örttü birkaç kere. Yağmur hafifledi, herkes uykuya yenilince de dindi. *** Sabah güneşi perdeden süzülüp gözkapaklarını açmaya çalışana dek uyudu Azize. Ağır ağır araladı gözlerini. Yüzüne dağılan saçlarını çekti elinin tersiyle. Nerede olduğunu algılayamadı ilk önce, başı da yastıkta değildi. Burnunun ucundaki saçlar da kapkaraydı. Babaannesiyle uyuduğunu düşündü ayılana kadar. Sonra geceyi hatırladı, kime sarıldığını fark etti. Arkasını dönüp uyuduğu duvar dibinde değildi. İrkilmemeye gayret ederek yavaşça çekti kollarını. Zeynep ablası uyuyordu aynı pozisyonda. Yüzünde rahat bir ifade vardı. Soluk tenine uyum sağlayan dudaklarını sıkıca birbirine bastırmıyordu. Geriye çekilip yataktan indi Azize. Sabah soğuğu işledi iliklerine. Kendi yatağında olsa biraz daha uyurdu aslında. Kapıdan çıkmadan önce bir kez daha uyuyan genç kadına baktı. Bir gece yoldaşlık ve sırdaşlık etmişlerdi birbirlerine. Ne zaman yanına yaklaşıp sarıldığını hatırlamıyordu. Gece dağınık da yatmazdı hiç. Kardeşine çarpıp çarpmadığından da emin değildi. Ama kötü bir şey olsa uyanırdı. Aksine gayet huzurlu ve rahat bir uyku çektiğini hissediyordu. Yavaşça çıkıp kapıyı kapattı. Aşağıya gitmesi ve annesiyle vakit geçirmesi gerekiyordu. Ne büyük tezat! Annem gelmişti, Zeynep ablanın kollarında uyumuştum. Oysa bir yanım ona hep kızardı. Yine de onun sıcaklığına sığınmıştım. Annem gelmişti, yengem saçlarımı öptü diye sevinmiştim. Sonraları fark ettim, onun çocuklarının yerinde olabilmeyi isterdim. Bir gün hatıralarına bu satırları yazacaktı. On üç yaşındayken annesinin geldiği günü, dudağında buruk bir tebessümle hatırlayacak, insanoğlunun avuç kadar kalbinin çevresinde dolanan yoğun duygu kümelerinin koyu ya da açık, hayata nasıl da renk kattığını düşünüp duracaktı. *** Yokuşu çıkıp en tepeye vardıklarında Lisette nefes nefeseydi. İlk gelişinde Mehmet de böyle dağ bayır yürütmüştü onu. "Ne kadar çok benziyorsun babana" dedi Almanca. Azize yüz benzerliği sandı. Fazla benzediklerini düşünmezdi. Bir şey demedi bu sebeple. Babasının koyu kahverengi, çekik gözleri, kelimelerine kuvvet veren kemikli belirgin bir çenesi, kumral bir teni ve çatık kaşlı sert bir çehresi vardı. Azize iri yeşil gözlerini, beyaz tenini, kestane rengi saçlarını göz önünde bulundurunca fiziksel bir benzerlik göremiyordu. Kalın dudak yapıları benziyordu, bunu kabullenebilirdi. Ve buna rağmen birçok kişiden; babasıyla aynı tepkileri verdiklerini, bakışlarındaki manaların bir gen gibi aktarıldığını, kaş çatarken böylesine ciddi ve kararlı görünebilmenin ancak Mehmet’in kızına has bir özellik olduğunu duyacaktı. Belindeki etek lastiğini düzeltti. Dün gece yağan yağmurdan eser yoktu. Güneş ışıl ışıldı yeşilin üstünde. Gökyüzü masmavi berraktı. "Sevdin mi burayı?" diye sordu annesine. Kadın şehir severdi, canlılık ve neşeden hoşlanırdı. Müzik, eğlence ilgisini çekerdi. Böyle dağ bayır dolaşmak fıtratına aykırıydı. Hoşnutsuz bir ifadeyle baktı etrafa. Azize beklediği cevabı alamadı. Oysa burada oturup manzarayı seyrederken uzun uzun sohbet edebileceklerini düşünmüştü. "Sen çok alışmışsın buraya. Adeta bu köye ait gibisin. Burada doğmuş, büyümüşsün sanki." "Altı yıl oldu köye geleli. Çok zorlandım, evimi özledim, arkadaşlarımı ve öğretmenlerimi merak ettim. Ama alıştım. Babam yeniden evlendi, hasta oldu, benden uzağa gitti, tedavi gördü. Sonra geri geldi. Ona kırılıyordum, aramıza mesafelerin girdiğini düşünüyordum. Ama dönünce hep ilgilendi benimle. Köye geldikten sonra başka birine dönüştü. Mutlu oldu, hep güldü." Lisette duyduklarından sonra alaylı bir gülüş yerleştirdi dudaklarına. "Baban istediğini aldığında hep mutlu olur, güler. Dünya iyisi bir adama dönüşür. Ama huzursuz olduğunda... Ah tanrım, bana dünyada cehennemi yaşattığı günleri anımsamak istemiyorum bile." Azize duyduklarından hoşnut olmadı. Babasının arkasından konuşmak istemiyordu burada. Tamam, huysuz ya da disiplinli olabilirdi ama bir insana cehennemi yaşatmazdı. "Babam benimle ilgilendi. Sen yokken senin görevlerini yerine getirmeye çalıştı. Sonra ben büyüdükçe bana bakmayı beceremeyeceğini düşündüğü için buraya geldik ve köyde yaşadık. Bir tek eşyalarımızı toplamak için Almanya'ya gitti, bir de hasta olduğu için Ankara'ya gitti." Bir pus çöktü sesine. İki veda da dün gibi hatırındaydı. Aklı eriyordu bariz sebeplerin arkasındakileri görmeye. Ama kendi sorumsuzluğunu gizlemeye çalışan Lisette'nin ağzına laf vermeyecekti. Babaannesinin, komşulara ev sırrı anlatmayın tembihini farkında olmadan uyguluyordu. "Babanın kızısın ha, onu savunuyorsun." Soğuk bir ifadeyle kızın yanağından bir makas aldı Lisette. Sonra da yürüyüp beton yolun bitimine oturdu. Elbisesinin kirleneceğini biliyordu ama umursamadı. Yorgundu. "Büyükannen bir Türk'le evliliği yürütemeyecek kadar sorumsuz olduğumu söylerdi. Sen de öyle mi düşünüyorsun?" Çok az vakit geçirdiği büyükanne haklıydı. Gerçi o da ilgisiz ve kendi mutluluğunu düşünen bir kadındı. Ama bozuk saat bile günde bir kere doğruyu gösterirdi. "Bence babamın Türk olup olmaması önemli değil. Sen evde durmayı sevmiyorsun." "Doğru tespit." "Ama ben senin çocuğunum. Benimle ilgilenmek senin vazifendi. Hiç özlemedin mi beni?" "Ah anlattım ya sana, hayatımda aksilikler oldu. Yine de aklıma geliyordun. Fırsat bulduğumda da uçağa binip geldim." Arada sırada aklına gelmekle hep düşünmek arasında fark vardı. Ve bu büyük fark Azize’nin canını yaktı. Gözlerini kıstı güneşe teslim olarak. "Nasıl olduğumu, hangi okula gittiğimi, kimlerin yanında kaldığımı, yeni arkadaşlarımı merak etmedin mi hiç? Daha önce de gelebilirdin." Azize'nin haklı ısrarına karşı omuzlarını düşürdü Lisette. Uzakta büyüyen çocuğunun ona hesap soracağını biliyordu elbette. Meşgul olduğunu söylemekten başka açıklaması yoktu. Mehmet'e suç atıyordu ama Azize buna izin vermiyordu. Lisette de ilgisiz büyümüştü, annesinden titizlik görmeyen bir çocuktu. Eğlenceler, müzikler doyurur sanıyordu ruhunu. İçinde ölen çocuğun cenazesinin üstünü örtüyordu dünya renkleriyle. Öyle sarhoştu ki aklı, bunu bir aile kaderi zannediyordu. Büyükannem anneme, annem bana, ben de kızıma iyi bir anne olamayacağım. Ve zincirleme bir ayrılık doğdu. Herkes bunu normal zannetti. "Evet, gelebilirdim ama olmadı yapamadım. Beni suçlamak istersen suçla. Bu lanet olası hayatta beceriksiz olduğumu biliyorum. Aklımı uyutmak için her şeyi yapıyorum, iyi bir hayatım yok. Sana verebileceğim bir eğitim yok." Sesi kızgındı ama öfkesi kendineydi. Gözleri dolmasına rağmen şuh bir kahkaha attı. "Sen burada kendine bir yer bulmuşsun. Bana nefretle bakan kadınların hepsi senin çevrende dolaşıyor. Dün seninle nasıl ilgilendiklerini gördüm. Onlarla daha mutlusun." Azize Lisette'nin yanına gitmiyordu ama kadının yüksek sesle içini dökmesinin ardından, kendini tutmayı ve sakin kalmayı bıraktı. "Ağlayarak ve sana acımamı sağlayarak haklı çıkartamazsın kendini. Bahaneler sıralama! Özürlerinin bir anlamı olmayacağını biliyorsun sen de. Buna rağmen dün sana sarıldım. Ama bir kere bile öpmedin beni. Çünkü sevmiyorsun! Umurunda bile değilim. Burada olduğum için mutlusun, bana bakmak zorunda değildin çünkü!" Tüm bu duydukları, çepeçevre kalın duvarlarla sarılmış kalbine bir balyoz etkisi yaptı Lisette'nin. Yerinden kalkıp gözleri kızarmış kızın yanına gitti. Olgun ve tertemiz yüzünde gezdirdi bakışlarını. "Annen olmamı istiyor musun hâlâ?" Bu öyle ani ve yersiz bir soruydu ki Azize afalladı. Kuru bir özürden sonra gelen yersiz teklife karşı sessizliğini korudu. "Benimle gel istersen. Almanya'ya dönelim. Birlikte yaşarız, çalışıyorum. Arta kalan zamanda seninle ilgilenirim. Gezeriz, kafelere gideriz, baharda şenliklere katılırız. Bir ay sonra sahiller dolar, denizin ve sıcak havanın keyfini çıkartırız. İkimiz için de unutulmayacak bir yaz olur. Ne dersin Azize, gelir misin benimle?" *** Mustafa eve geldiğinde annesinin ağzından ufak bir şaşkınlık nidası işitti. Üstü başı perişandı, kavga etmişti, kıyafeti yırtılmış, dudağı kanamıştı. Can acısına rağmen sıkıyordu dişini. İki kişiye karşı koymanın gururunu yaşıyordu. Bir daha bu köyün yakınlarına bile gelemeyeceğini düşündü o çocukların. Ağızlarının payını vermişti. Kendi de biraz hırpalanmıştı ama buna değerdi. "Oğlum ha bu halin nedur? Ne oldi sana?" Selvi koşturdu çocuğun yanına. Kontrol etti kaşını gözünü. Sonra söylene söylene banyoya götürdü, yıkadı pakladı. Kızdı, bağırdı. Dayanamadı başını okşadı. "Bu yaşta ne kavgasi, derdunuz nedur anlamıyorum ki!" Çocuk annesinden kurtulmak için uyumayı bahane edince, tuttu kolundan zorla ödevinin başına oturttu. Mustafa kıskıvrak yakalandığını hissediyordu. Ödev yapmak istemiyordu ki. Başaramayacağını biliyordu. Öğretmen iyilik etmek istemişti, onun bile farkında değildi. Haylazlığı bırakıp gözünü dünyaya açmadıkça da okuldan nefret edecekti. "Kim dedi sana ödev var diye?" Dönüp annesine baktı çatık kaşlarıyla. Kadın kalemi koydu masaya, temiz bir de kâğıt getirdi. "Ne önemi var kimden öğrenduğumun. Ödevini yap, sınıfını geç." "Azize mi? Sorarım ben ona." Aklından ufak intikam planları geçirmeye fırsat bulamadan annesinin parmakları kulağına yapıştı. "Hele bir çık o kızın karşısına, alırım seni ayağımın altına. Seni ne kadar düşündüğünü, sınıfta kalma diye uğraştığını görmüyor musun? Bu sene kaç kez ödevlerine yardım etti, kaç kez unuttuğun kitapları çantasında taşıyıp peşinden koşturdu? Sakın ona bir şey dema, işini yap beni da kızdırma!" "Aman iyi! Sen boyna kızını savun. Bir şey demeduk." Yüzünü buruşturarak kulağını kurtardı. Annesi başında beklediği süre içerisinde önemli bilgiler yazıyor gibi eğdi başını kâğıda. Önündeki kitaptan baktı, aklına geleni yazdı öylesine. Selvi gidince de rahat bir nefes alıp arkasına yaslandı. Buradan kurtulmak için planlar yaparken aklına ahırdaki bilyeli arabası geldi. Ah binip de yokuştan aşağıya kaysaydı da tozu dumana katsaydı! *** Azize önde, annesi arkada evin önüne vardılar. Güneş ikisinin de saçlarını sıcacık yapmıştı. Eve girip soğuk bir su içmek istiyorlardı. Kapının önünde, elinde çamaşır selesiyle Zeynep'i görünce duraksadı küçük kız. Bir annesine baktı bir de Zeynep ablasına. Lisette ne kadar kalacaktı kimse bilmiyordu ama köşe kapmaca oynayacakları aşikârdı. "Kolay gelsin Zeynep abla" dedi Azize. Ufak bir teşekkür alıp içeriye yöneldi. Annesinin arkasından geldiğini zannediyordu. Fakat ayakkabılarını çıkartacağı sıra onu, olduğu yerde durup Zeynep'i incelerken buldu. "Mama, komm her" buraya gel, çağırdı annesini yanına. Lisette o sıra her ne düşünüyorsa dalgındı. "Mama" diye seslendi yine Azize. Ancak o zaman kadının dikkatini çekebildi. Zeynep sadece elindeki ıslak çamaşırlarla meşguldü. Sürekli kaçamayacağını, odada saklanamayacağını biliyordu. Bir işle uğraşmak ve günlük hayatına devam etmek kayınvalidesinin de bu sabahki tembihiydi. Lisette içeriye girip odasına yöneldi. Kızı da peşindeydi. Yatağa oturdu. Mavi gözlerini kısmış düşünüyordu. "Babanın yeni karısı mı o?" Onay alınca derin bir nefes verdi. "Ne kadar genç... Yaşı Mehmet'ten küçük olmalı." Azize masanın üstündeki dağınıklığı düzeltirken pencereyi açtı. Odada sigara içilmediyse de annesi yüzünden koku geliyordu burnuna. Mehmet sigarayı bırakmıştı şükür ki! "Evet, Zeynep abla babamdan küçük ama birbirlerini çok seviyorlar. Babam yaşlı olduğunu söyleyip gülüyor, Zeynep abla ise onun hâlâ genç olduğunu düşünüyor." Lisette bu cümleden sonra ufak bir kahkaha attı. "Aptal kız" dedi fısıldayarak. Azize elindeki bardağı masaya bırakırken, annesinin söylediğini anlayamadı. İçine düştüğü durumun garipliğini düşünüyordu. Annesine, babasının yeni evliliğinde ne kadar mutlu olduğunu anlatıyordu. Aynı kadın dün, kızına yeni evliliğinden bahsetmişti. "Ben babandan bir yaş büyüğüm, biliyor muydun?" "Küçükken seninle kalmaya geldiğimde söylemiştin." "Bir iki yaş farkı sorun değil bence. Ama dışarıdaki kız çok genç. Mehmet'in nasıl göründüğünü bilemiyorum tabi, belki saçları beyazlamıştır. Otuzundan sonra çöken insanlar tanıyorum. O kızla da yakıştıklarını sanmıyorum." "Yo" dedi Azize gülmemek için dudaklarını birbirine bastırarak "babamın saçları beyazlamadı. Hatta hastalıktan sonra iyice toparladı kendini ve yine çok yakışıklı. Zeynep ablayla da yakışıyorlar. Birbirlerini seviyorlar, hallerinden memnunlar." Omuz silkip derin bir nefes aldı. "Hem bu köyde bir sürü kadının kocasıyla arasında yaş farkı var. Beş, altı, yedi, sekiz..." Lisette omuz silkti tatmin olmamış bir yüzle. "Yine de doğru değil" dedi. Azize oturup evlilik yaşını tartışacak değildi annesiyle. Bir zamanlar onunla yaşasa da tamamen farklı kültürden biri olarak görüyordu kadını. Babaannesiyle dedesinin arasında altı yaş fark vardı, mutlulardı. Dört hane yukarıdaki İrfan dayı da büyüktü karısından. Ve daha bilmediği kadar insan bunu tercih ediyordu. Çocukları vardı, birbirlerine sahip çıkıyorlardı. Bir memleket, kültür, dönem normaliydi bu. Şimdi annesi geldi, uygun görmedi diye hepsini tutup kolundan, ayıramazdı ya! "Herkes kendi hayatıyla ilgilenmeli mama. Hem bilirsin, çalışan insan dinç olur. Doğal süt, tereyağı, peynir, bahçeden alınan taze sebzeler köylünün sağlıklı olmasına sebep oluyor. Çabucak yaşlanan kişi sayısı çok azdır, yüzleri kırışmaz bile. Buranın insanı kişilik olarak da erken olgunlaşır. On yedi on sekiz yaşına gelen bir genç, evi çekip çevirecek kadar becerikli olur. Hatta şaşırabilirsin belki ama babaannemin anlattığına göre onun gençliği döneminde on yedi yaşındaki insana kocaman biri gibi davranılırmış. İlk duyduğumda hayret etmiştim." "Ah Azize, korkarım sen bu köyün insanı olmuşsun. Buranın geleneklerini benimsemişsin. Nasıl da normal anlatıyorsun! Ama seni uyarıyorum, sakın gencecik yaşında senden senelerce büyük bir adamla evlenip kendini ziyan etmeye kalkma." Azize sıkılmıştı iyiden iyiye. Avrupai düşünen annesinin zihnine adapte olamıyordu. Memleketinde, çevresindekiler ne yapıyorsa ne konuşuyorsa ona alışmıştı. Onlara yabancı gözle, eleştirerek bakamazdı ki. Hem İrfan dayı, dedesi, babası yaş farkını sorun etmedi diye tüm köy onları örnek almamıştı. Herkes kendine münasip olanı yapıyordu. Bu işler plan programla, tembihlerle halledilmiyordu demek ki. Ama Azize daha on üçünde bu konuya epey uzaktı. Ne düşünürdü, ne de yanında bir büyüğü bu mevzuyu açardı. "Ben kimseyle evlenmeyeceğim" dedi kararlılıkla. Kaşları çatılmıştı. Anne olmaya zorladığı kadın, ruhunu bunaltıyordu. Sanki konuşulacak başka konu yoktu! "Sen büyüyünce de böyle güzel olursan, bu kararından vazgeçersin canım. Değişen ve güzelleşen yüzünü kendiminkine benzetemiyorum. Belki dudaklarının dolgunluğu biraz benimkiler gibi. Yüz hatların ve mimiklerin babanınkilerin aynısı. Onun kadar ciddi ve kararlısın. Ama gözlerin, kaş yapın, saç rengin... O yaşlı kadının bir gençlik fotoğrafı var mı sende? Belki de büyükannene benziyorsun." "Halama benzediğimi söylüyorlar. Onun kirpikleri de sürmeli gibiydi sanki. Ama gözleri siyahtı, benimkiler yeşil. Burnumuz benziyor, kaşlarımız da. Onun çenesi de top gibi..." Parmaklarını çenesine koyup çekiştirdi. Özlemini taze tuttuğu halasını hatırlamak ve geleceğini bilmek neşesini yerine getirmişti. "Benim saç ve ten rengim ondan daha açık. O buğday tenli, kumral saçlı. Ben biraz daha beyaz tenliyim, kestane rengi saçlarımın tonu güneşte açıldıkça açılıyor." Lisette kızını dinledi sessizce. Yüzünde bir tebessüm vardı. Dünyanın bir yerinde böyle bir varlığa sahip olmak gururunu okşamıştı. Düzenli, temiz ve olgundu Azize. Kısacık zamanda disiplinli kişiliğini tanıtmıştı annesine. Ufak yuvarlak masa tertemizdi artık, kitaplık düzenliydi. Annesinin küçük valizini kenara çekip içine bakmadan kapattı. Düşünmeden, çabucak yapıyordu bunları. Lisette bu kadar düzenli olmamıştı hiçbir zaman. Kendini dışarıya atan bir çocuktu, büyüdü kadın oldu, hiç değişmedi. Mehmet'in ona bir hevesle geldiği günleri anımsadı. O zamanlarda bile, genç adam aile olmadan yaklaşmamıştı yanına. "Ah bu Türklerin aile sevdası" diye söylendi imrendiğini kendine itiraf ederek. Evde bir baba ya da anneyle büyümek, güzel bir his olmalıydı. "Ne dedin?" "Hiç... Kahve yapalım diyordum. Valize koydum sabah, çıkartır mısın?" |
0% |