Yeni Üyelik
24.
Bölüm

24- SEBEPSİZ DANS

@yesilkutuphane61

Arif odaya geçti çabucak. Misafirin varlığı onu epey huzursuz ediyordu. Rahat tavırları, çekinmeden kapıda sigara içmesi, kıyafetleri bu evde yetişenlerin kültürüne tamamen aykırıydı. İnsanda biraz kaçgöç olurdu, usul adap bilirdi. Akşam vakti de Arif annesiyle konuşurken Lisette salona gelmiş, elinde kahvesiyle ayağını diğerinin üstüne atıp oturmuştu. Adamın siniri tepesine çıktı ama beyhude yormadı kendini. Kalkıp odasına geçti. Bu işe bir çözüm bulmak lazımdı kısa zamanda.

"Ulan Mehmet, ulan Mehmet!" Tam da gidecek zamanı bulmuştu. Zaten aklına eseni yapıp yine kaybolmuştu ortadan. Döndüğünde iyi bir abi azarı işitecekti ama! "Ben ömrümde sigara sürmemişim ağzıma, ha bu karının yaptığına bak. Bir şey da anlamayirum deduklerunden. Abi abi..." Ağzını büzüp Lisette'nin taklidini yaptı. Akşama kadar fabrikada yoruluyordu, eve geldiğinde iki dakika huzur istiyordu onu da bulamıyordu.

"Arif..." Kapı gıcırdayarak açıldı, Selvi girdi içeriye. Adamın koşar adım koridordan geçtiğini görmüştü. Çatık kaşlarından bir şeye canının sıkıldığı anlaşılıyordu. Sebep sormaya gerek yoktu. "Otursana Arif, niye ayaktasın?"

"Sinirden oturamadım."

"Yapma böyle, gel... Gel otur." Selvi Arif'in kolundan tutup oturturken yanaklarını şişirerek ofladı. Tüm köylünün diline dolandıkları o kadar takılmamıştı da kafasına, eşinin bu bunalmış haline canı sıkılıyordu. Biraz yumuşatmak istedi ortamı. "Dilimizi çat pat konuşuyor Arif, Azize bu gün okula gitmedi gün boyu dolaştırdı annesini. Akşam yemeğinden önce eve girdiler sayılır. Edebileceği ters bir laf yok zaten. Bizden uzak olması da faydamıza, muhatap olmuyoruz bile. Bir de böyle düşün."

"Yav ben öyle düşünürüm da, anamın yüzünden düşen bin parça. Bu kadın rahat, pervasız! Aynı evin içinde olmamız uygun değil. Yukarda Zeynep bacım var. Herkes çabucak yiyor yemeğini kalkıp gidiyor. Ağız tadıyla oturamıyoruz salonda. Mehmet gelecek bir iki güne. Bana geliyor ki biri birine çok fena çatacak. Bu ben da olabilirum. Bütün köy dedikodu ediyordur şimdi. Uykularım kaçıyor." Söylediklerinde haksız değildi. Yarın sabah erkenden gitse Lisette, Selvi'nin de içi rahat ederdi. Şu iki günde kaçgöç oturmaktan ruhu sıkılmıştı.

"Arif'im" toparlanıp biraz yaklaştı adama. Elini tuttu, desteğimle arkandayım manasında. Ama biliyordu Arif, tanıyordu eşini. Bu ses tonundan sonra ikna cümleleri sıralayacaktı. Yine de itirazsız dinledi, odaya gelip alıştığı kokuyu ve sıcaklığı bulunca bir rahatlık çökmüştü üzerine. Kalbi teskin oluyordu yavaştan. "O kadın Azize'nin anası. Senelerdir görmemişler birbirlerini. Biz de biliriz ona oda açmamayı ama küçük kızımı bir görsen, peşinden koşuyor kadının. Sanki gitmesin istiyor. Kovmayalım diye bizden de uzak tutuyor onu. Anasının sevilmediğini biliyor, düzeni bozduğunun farkında."

"Ana olduğu şimdi mi aklına gelmiş? O kız bu köye geleli altı sene oldu. Bir kere arayıp sormadı. Azize'nin yerinde olsam bakmam yüzüne, neneme yengeme bırakmam ben kovarım. Ne koşacağum peşinden? Hayde kapı derum." Selvi'nin kaşları çatıldı. Burnundan soluyup çekti elini.

"Anasız mı büyüdün Arif? Herkes anasının yanına otururken sofrada sağına soluna bakıp eğdin mi başını? Kimseye yük olmamak için söküğünü dikerken, batırdın mı eline iğneyi? Ne kadar kolay konuşuyorsun öyle kovarım falan! Yaşamadığın acı hakkında yorum etma." Arif tuttuğu nefesini bıraktı. Üzülmüştü bunları duyduğuna. Yaşı büyük ve olaya uzak bir insanın baktığı yerde durduğunu fark edince eğdi başını. Azize daha küçüktü. Kapıyı çalan annesine bir oda vermek istemesinden daha doğalı var mıydı?

"Ben... Anlayamadum o kadarını."

"İyi, şimdi anla o zaman. Çözüm bulacaksan da iki tarafı düşünerek hallet olayı. Ben da meraklı değilim Lisette hanımın tezgâha bıraktığı kahve bardağını yıkamaya ama birkaç gün sadece Azize için sıkacağum dişimi. Kızım da akıllıdur, neye karar vereceğini bilur."

"Ne kararı verecek?" Arif o kadar durgunlaşmıştı ki sesi bir mırıltı gibi döküldü dudaklarından.

"Dedun ya bunca sene sonra gelen ana mı olur diye? Azize önce anasına olan merakını gidersin. Baksın kalbine; sevgi mi, merak mı, heyecan mı taşıdığı. Ben sanmayırum ki Azize'nin o karıya hiç hesap sormadan durduğunu. Hiçbir şey olmamış gibi da davranmaz."

"Tamam..." Selvi, Arif'in kısacık cevabından sonra dönüp baktı adama. Yüzü düşmüştü ama sinirden değil. Ellerini birbirine kenetlemiş, başını pencereye çevirmiş oturuyordu. Az önce biraz sert çıkıştığından mıydı acaba bu tavrı? Bir tarafı toplamaya çalışırken eşini kırdığına üzüldü kadın. İyice yaklaştı adama, koluna sarılıp başını omzuna koydu.

"Arif... Kızmak istemedum ben sana."

"İyi... Ama hep söyleduklerumde haklıyım."

"Lisette için söyleduklerunde haklısun, aynı evde kalmak uygun olmayi. Ben hep üzülürdüm Azize'ye, biliyorsun. Şimdi annesini bulmuşken dişimi sıkmak istiyorum. Heveslerini, meraklarını gidersin, diğer çocuklar gibi hisseder belki..." Yaslandığı omuz çok azıcık hareketlendi, Arif'ten homurtu gibi bir onay duyuldu. Sıkacaktı dişini biraz. Yine de kapıda sigara içilmesi, karşısında ayak ayak üstüne atılarak oturulması, pijamalarla evde dolaşılması onayladığı şeyler değildi. "Arif..."

"Hı?"

"E konuşmayısun."

"Ne diyeyim?"

"De bir şeyler, barışalum. Ben dayanamam küs kalmaya."

"Küsmeduk ki."

"Öyle mi?" Arif kolunu çekip eşinin ellerinden, kadının omzuna attı ve sıkıca sardı. Yufka yüreğiyle, bu odanın içinde sevimli bir dünyaydı. İnsanın sıkıntısını alır götürürdü. Emek kokardı saçları, bağrı şefkatten örülmüştü sanki. Şaşıp kalırdı Arif, bakardı hayran hayran. Şu dünyada bir tane Selvi vardı, o da bu adamın bahtına kocaman harflerle yazılmıştı.

***

"Azize, niye şu yatakta uyumuyorsun?" Yine odadaydılar. Kız ödevini bitirmek için uğraşıyordu. Lisette'nin sorusuna başını kaldırmadan cevap verdi.

"Orası halamın. Gelince yatacak."

"Ama şimdi boş, gelene kadar sen yat. Ya da ben yatayım, rahat gözüküyor."

"Olmaz mama!" Azize başını kaldırıp net bir bakış attı kadına. Sonra ödevine verdi dikkatini. Sessizdi her taraf. Lisette bu saatte odada durmaktan sıkılıyordu. Ama kızı ne tarafa çekerse oraya gidiyordu işte. Sabahtan beri çiçek böcek görüyordu. Ahıra da inmişti ve kokuya dayanamayacağını söyleyip yukarıya çıkmıştı. Süt içerken epey keyifliydi ama! Birkaç dakika daha dayanabildi susarak.

"Geçen Ekim ayında Florida'ya gittim." Heyecanla anlatacağı anısına kızından tepki gelmeyince omuzları düştü. "Yaprakların dökülmeye, yağmurların yağmaya başladığı bir zamandı ama bilirsin işte, müzik ve eğlence ne kadar iyiyse ben de o kadar keyif alırım."

"Döndüğünde, köyümden bu kadar heyecanlı bahsetmeyeceğini bilmeliyim o zaman."

"A evet, burası hiç bana göre değil. Fakat senin için buradayım, ertelenebilecek eğlencelerin bir önemi yok." Azize sabırlı olmak için kendini zorlayan annesine baktı biraz. Sonra tebessüm edip başını salladı.

"Bunu duymak güzel" dedi.

"Belki seninle de gideriz ha, ne dersin? Kıyafetler, tatlılar, eğlenceler... Saçlarımı kestireceğim, omzuma kadar. Kıvır kıvır yaptıracağım. Şimdi böyle moda, bana da yakışacağını düşünüyorum." Azize yanlış yazdığı bir rakamı silip yine annesine baktı. Matematikten anlar mıydı?

"Nasıl yaptıracaksın ki?"

"Saçlarımı mı, kıvırcık mı?" Kadın bir kahkaha attı.

"Baban seni köye hapsedip, kuaför yüzü göstermedi değil mi? Şimdilerde bir sürü aparat var canım, sandalyeye oturuyorsun ve kuaföre hangi modeli istersen onu yaptırıyorsun." Azize severdi kıvırcık saçı. Zeynep ablasının saçlarını da severdi. Hiç kimseye söylemezdi ama ona yakıştırırdı hep.

"Yengem saçlarımı ördüğünde, yatmadan önce açıyorum taramak için. O zaman dalgalı oluyor."

"Bu öyle bir şey değil" dedi Lisette. Sonra detaylarıyla anlattı. Azize önündeki ödevi unutmuştu. Arada bir saçlarına uzanan ellerin hafifçe gezinmesine müsaade ediyordu. İnsanın yenilikleri deneyimlemesini, kendisiyle ilgilenmekten korkmamasını tüm şaşaasıyla dillendiren annesini dinliyordu.

"Ama bir sürü şey anlattın. İnsanın zamanı yetmez ki bunları yapmaya."

"Zamanım ne kadarına yeterse o kadarını yaparım." Azize, Lisette'nin meşgul hayatının her köşesine bir dünya rengini sığdırmaya çalıştığını fark edince, onun yalnızlıktan korkmadığını düşündü. Büyükanne ölse de, Almanya'daki eşiyle boşanma aşamasına gelse de yine saçtan müzikten bahseden kadın belki de gerçekten yaşamın tadına varıyor ve üzülmek nedir bilmiyordu. Samimi olarak dostluk kurduğu kimse yoktu. Bulutların üstündeki hayal dünyasındaydı buz mavisi gözleri.

"Hiç üzülmüyor musun?" Azize yerden kalkıp Lisette'nin yanına oturdu. Samimi bir merakla soruyordu. "Hayatında bir sürü şey oluyor ve sen yine de yeniliklerden bahsediyorsun. Özlediğin kimse yok mu? Oradayken beni özlemiyor musun? Ya da büyükanne aklına geldiğinde ağlamıyor musun? Boşandığında yalnız yaşayacaksın, düzenli bir ailen olmasını istemedin mi hiç?"

Oysa Lisette ne de güzel bahsetmişti dünyadan. Kıvırcık saçlardan, elbiselerden, tatlılardan ve Florida'dan... Bu kızın aklına nereden gelmişti bu sorular? Kör kuyuları eşelemeye çalışıyordu. İçine düşüp boğulacaktı. Kaşları çatıldı sonra gerginleşti yüzü. O özgüvenli hali kaybolup gitti Lisette'nin. Bakındı etrafa. Tüm samimiyetiyle ciddi bir soru soran kızına bu sefer alaylı bir tonda cevap vermek istemiyordu. Her insan hayatta bir sığınağı, dayanağı olsun isterdi. Lisette'nin tutarsız ilişkiler yaşadığı birçok insandan daha iyi bir dinleyiciydi Azize.

"Bazen... Yalnız kaldığımda üzüldüğüm zamanlar oluyor. Bakıyorum, etrafımda kimse yok. Evim dağınık, karnım aç. Kahve içmekten midem bulanıyor. Arayacağım arkadaşlarım uzağa gitmiş, muhtemelen beni unutmuşlardır. Ağlayacak gibi oluyorum. Sonra da gülüyorum." Bunu söylerken de güldü. Ama çok kısa ve acıyla. Azize can kulağıyla dinlemeye ve anlamaya çalışıyordu annesini. Bu umursamaz ve uçarı kadının içindekileri öğrenmek istiyordu. "Çünkü benim hayatım hep böyle geçti. Başka türlüsünü öğretmedi kimse bana. Beş yaşında bile değildim babam bizi terk ettiğinde. Annem hep yalnız bırakırdı beni. Kendi başımın çaresine bakmam gerektiğini söylerdi."

Ve bir sürü hakaret işitirdim Azize. Annem kötü ilişkilerinin sorumlusu benmişim gibi davranırdı. Varlığım onun gözünde işe yaramaz bir çöp torbasından farksızdı. Yemeklerimi tek başıma yemeyi öğrendim. Kıyafetlerimi kendim seçtim ve giydim. İnsan anne ve babasından öğrenir hayatı. Bana böyle öğrettiler. Herkesin kendi yaşamı vardır. Anneme ayak bağı olmuşum. Uzak durmalıymışım ondan. Mesela büyümüşüm biraz. Çalışabilirmişim bir dükkânda. Böylece annem gidebilirmiş kafasını dağıtmaya. Kafasını dağıtırsa bana bağırmazmış, gitsin. Ben de büyüyünce buna ihtiyaç duyacakmışım. Gidecekmişim, gezecekmişim, dans edecekmişim ve iyi hissedecekmişim. Biraz gerçek, çokça yalan bunlar!

Çocuğum olursa ondan anlayış bekleyip aynılarını yapacakmışım. Anneler böyle yaparmış. Kendi yalnızlığıma ve işe yaramazlığıma hayali bir çocuğun sorumluluğunu ekler, giderdi. Hem kendime üzülürdüm hem de gelecekteki çocuğuma. Bir çocuğum olmasın isterdim. Kötü bir anneydi, bana da bunu öğretti. Bilmiyorum, kendi yetiştirdiği kızı görse hayatta bir kere bile benimle gurur duyar mıydı? Sonuçta olmam gereken insana dönüşmüştüm. Ah hayır, yaşadığı müddetçe benim baş belası sorumsuz bir kadın olduğumdan ve basit olan bir anneliği bile beceremediğimden bahsetti.

Tiyatroya gitmeyi severdi, sinema filmleri çekilince onları seyretti. Ama müzikler... Evde olduğu müddetçe bütün gürültüsüyle plakları bağırttırırdı. Biz içimizde ne varsa unuturduk. Öyle ki birlikteyken gülebilirdik. O günlerden beri çok severim gürültüyü. Bu köy öyle sessiz ki... Bir adım atıyorum, çocukluğum çıkıyor karşıma. Hiçbir zaman senin kadar güzel ve masum olmayan küçüklüğümü anımsıyorum. Seni evden sarılarak uğurlayan kadını, gece yanında yattığın yeni anneni, eve gelip düzenli bir şekilde yaptığın ödevini kıskanıyorum.

Ama sevgili Azize, her türlü onursuzluğu işleyebilirim fakat kızını kıskanan bir anne olmamalıyım. Bu sebeple gürültülü bir yerler bulmalıyım kendime. Sen alışmışsın bu nezih bahçeye. Saçını ören yengen miydi? O kadında bin tane kuaförde bulunamayacak şefkat var, iyi ki baban dünyadan saklamış seni. İzin verseydim beni de saklardı. O genç ve toy haliyle beni heves olarak gördüğünü bilmeden yanıma yaklaştı. Beni sevdiğini zannediyordu. Tüm gerçeği fark ettiğinde bile yanında kalsaydım, arkasını dönmez sadakatle ilgilenirdi benimle.

Ne yapayım? Böyle bir hayatım var. Ayaklarım beni taşıdıkça, param yettikçe kendime iyi bakacağım. Bu saatten sonra kendimi değiştiremem. Gürültü beni sağır edene dek içine karışacağım. Annemin iyi bir öğrencisiyim. Bu bir gelenek ya da lanet olmalı. Sorumsuzluğu kastediyorum. Fakat bana öyle geliyor ki Azize, sen bu gidişatı bozacak gibisin. Benim gibi bir kadına bile ilgi gösteren kalbin var. Çocukların olduğunda düzenli bir ev kadını olacağa benziyorsun. İnan, değiştirebilseydim kendimi, mutlu bir yuva için bütün notaları feda ederdim.

"Mama... Niye sustun?" Azize dürttü Lisette'nin kolunu. Daldığı düşüncelerden ayırdı kadını. Konuşmadıkları kalbinin kitapçığına yazılmıştı bir kere. Acı çekiyordu ama rahatladığını hissediyordu. Aynaya bakmaktan ve bedenini güzelleştirmekten daha keyifliydi bu. "Aklına kötü bir şey mi geldi? Ağlıyorsun?"

"Ne? Ben mi?" Lisette hayretle ellerini yüzüne götürdü. Yanakları, gözleri ıslaktı. Ne zaman olmuştu bu? Farkında bile değildi. Annesinin cenazesinde bile ağlamamıştı. Şimdi hiç sebepsiz... Kocaman bir hayatı ve yaşanan acıları “sebepsiz” kelimesine sığdıracak kadar değersiz hissediyorsun Lisette. Seni büyüten kadın, bir çocukluğu öldürürken dans edecek kadar caniydi!

***

Rahime hanım yanına Zeynep'i alıp ot kopartmaya gitmişti. Gelinini çalıştırmayacaktı elbette. Azize okuldan dönene kadar dışarıda oyalayacaktı. Aslında niyeti kızın kafasını dağıtmaktı. Ama Hasan bey ve Mehmet'in arkasından o kadar çok konuşmuştu ki Zeynep daha fazla bunaldı. Midesine kramplar giriyordu ve bulantıyı savuşturmak hayli zordu. Gitme sebeplerini biliyordu, sırrı saklamak zorundaydı. Seviniyordu, kursağında kalıyordu. Söylenmeler faydasızdı.

"Anne, ben şu meşenin altındaki otları koparayım, sen burayı yapmaya devam et."

"Olur mi öyle şey! Ben seni ot kopartmaya geturmedum. Otur orda, temiz hava al." Kendi de ot kopartmıyordu zaten, oyalanıyordu çay kafullarının diplerinde. "Bir şey diyim sana. O kariyi kafana takma. Azize'den dolayı kalmasına müsaade ettuk. Ama bu gün yarın gitmesi lazım artuk, biz yollarız oni. Sen sıkıntı etma."

Sessiz kaldı genç kadın. Üçüncü gün olmuştu bu gün. Kimsenin, git demeye dili varmıyordu kadına. Azize için susuyorlardı. Belki biraz huzursuzlardı ama vicdanları rahattı. Geçip gidecek bu sıkıntıyı ve geriye dönecek Çiçek'i bekliyordu Zeynep. Gerçi eve geldiklerinde karşılaşacakları sürprize nasıl tepki verecekleri muammaydı. İnşallah hiçbir sevincimiz kursağımızda kalmaz, diye dua etti içinden.

"Rahime!" Aşağıdan bağıran komşuyu görmek için ikisi de aynı yöne baktı. "Rahime!" Kadın bir yandan yürüyor, bir yandan da bağırıyordu. Rahime hanım yüzünü buruşturdu. "Densiz bir laf etmese bari" diye söylendi. Aklına geleni söyleyen biriydi. Köy dedikoduyla çalkalanırken de çenesini kapatacak değildi. Hevesle yaklaşıyordu. Zeynep'i de otururken görünce pek memnun oldu. "Oy nefesum gitti!" Soluklandı elini göğsüne koyup. Biraz tombuldu. Kısa boyuna rağmen konuşacakları varsa ayakları hızlı çalışırdı. "Selamun aleyküm komşum. Gördum sizi uzaktan, geleyim dedum yanınıza."

"Aleyküm selam, iyi ettun" dedi Rahime hanım yarım ağız. Zeynep ağacın altındaki sepeti toplayıp gitmek için henüz geç olmadığını düşünüyordu.

"Sizin da başunuza gelenler... O kari evinizdeymiş. Dolandi durdu köyde. Hepumuz gördük. Bir çalımlı yürüdü ki sorma. Makyajını yapmış, etekleri fırfırlı. Güzel da karidur öyle yalan diyemem. Azize de tutayi anasının elinden. Bu kadar sene sonra gelmiş, iyi kabul ettirdi kendini. Ne bileyim, herkes ana olamayi..." Dizlerini ovalayıp Zeynep'e döndü. "Kızum sen nasisun? Hayırlı olsun bebeğun. Biz deyiduk ki çocuğu olmaz. E sen evleneli beş sene olmuş idi, oldi da o kadar? Mehmet'in bir kızı var idi ama belki da isterdi başka çocuk. Yaşun da geçeyidi. Ben senin kadarken üçüncüyü almıştım kucağıma."

"Yav senun ettuğun laf midur?" Rahime hanım geç kalmışsa da susturdu kadını. Yerinden bir ok gibi fırlayacak pozisyona geldi. Elleri dizlerinde, başı dimdikti. "Milletun dediği lafı taşıduğun yetmeyi, bir da gelinime laf deyisun."

"Ne dedum Rahime? Yalan mi sözlerum? Yok… Ben mi konuştum, yok. Millet gelup da dedi bana."

"Size ne kaç sene bizim evin meselelerinden! Benum çocuklarımın çektiği sıkıntılardan, hastaluklardan konuşup dua etmezsunuz. Anca dedikodi!" Rahime hanım sinirden kıpkırmızı olmuştu. Yerinden kalkmıştı. Bağırıyordu kadına. Zeynep ayaklandı, tuttu kolundan. Morali bozulmuştu ama dik durmazsa kayınvalidesinin elinden bir kaza çıkacaktı.

"Anne, bir dur. Hadi gidelim eve."

"O ağzınızı torba edup büzerum. Kim yanuna gelirse, benim evlatlarum hakkında laf edersa bunu de onlara! Bir daha da densuzluk etma. Komşu falan dinlemem yolarum saçlaruni!" Kadın bir adım ötesindeki beladan kaçmak için yerinden fırlayıp aşağıya doğru koşturdu bacakları izin verdiğince. Bu büyük olayı tüm komşulara ballandıra ballandıra anlatacaktı. Artık Rahime adında bir komşusu da yoktu. Kim kazanmış, kim kaybetmişti?

"Tövbe Allah'um, estağfirullah..." Kadın elini yüreğine koymuş sakinleşmeye çalışıyordu. Zeynep korktu bu halden. Yaşlıydı ne de olsa, kalbine bir şey olursa buralarda nasıl müdahale ederdi?

"Anne, anne gel otur ne olur! Sakinleş lütfen. Su vereyim sana. Korkutma beni." Rahime hanım oturdu taşın üstüne. Uzatılan suyu aldı, elleri titriyordu yavaş yavaş içti.

"Sen bunları takma kafana" dedi yine Zeynep'i teskin etmek için. Esas duygularını dorukta yaşayan Rahime hanımdı. Kendine gelince çevresindekileri fark edebiliyordu ancak. Asla kaldıramazdı çocukları hakkında bu şekilde konuşulmasını. Zaten Çiçek düşmüyordu dillerinden. Mehmet'i uzunca süre laf etmişlerdi. Arif'e, hanım köylü derlerdi. Kâmil'i selamsız sabahsız olmakla suçlarlardı. Zeynep'e çocuklu adamla evlendi diye söylenirlerdi. Hiç bitmezdi ithamları, kimseye yaranılmazdı.

Köyde bazı evlere beyaz un girmezdi, yağ alamazlardı, et yiyemezlerdi. Eleştirdikleri gençlerin hepsi, karşılık beklemeden yardım ederdi onlara. Mallarının zekâtlarını verir, üstüne ellerindekini ikram ederlerdi. Evdeki bolluğu komşularla da paylaşırlardı. Ne bir kötülükleri vardı insanlara ne de zararları. Ama kalpte vicdan olmayınca zehirli oklar fırlatılıyordu işte. Acımadan acıtıyorlardı.

***

Mustafa ve Latif evden bir çuval mısırı aldı değirmene götürmek üzere. Ağır işleri kolaylıkla yapacak kıvama gelmişlerdi. Latif de on beşinde olmasına rağmen kuvvetliydi. Babası gibi yapılı bir vücudu vardı. Tek hamlede atardı çuvalı sırtına. Evle o ilgileniyordu yine, harçlığını çıkartıp alışverişini yapıyordu. Oyun oynamaya vakti yoktu, hevesli de değildi artık. Ruhu erken büyüyenlerdendi. Belki babasının tabutu başındayken, belki küçük yaşıyla getir götür işleri yaparken fark etmeden yaş almıştı.

Selvi uğurladı çocukları, içeriye girdi. Emine oturmuş dantel yapıyordu. Gülcan'a da öğretmeye çalışıyordu bir yandan. Kız hevesliydi, eli de yatkındı bu işlere. Anlatılanı uygulayabiliyordu çabucak. Elindeki küçük zinciri uzattı öne doğru. "Bak yenge, bu yaz bir örtü örebilecek kadar dantel öğrendim." Selvi gülümseyerek baktı kızın elindeki tığa.

"Aferin kız, ne güzel yapıyorsun ince ince" dedi. Tabi Emine tutamadı kendini.

"Örtü dediğin de avuç içim kadar..."

"Ne kadar olursa olsun, onu yapamayanlar da var. Maşallah Gülcan, devam et. Belki bana da yaparsın birkaç güzel şey." Annesinin kırdığı hevesini toplayarak başını salladı Gülcan. Birileri isteseydi ve yaptığını beğenseydi elbette yapardı. Tekrar başını eğdiği sırada banyonun kapısı açıldı sertçe. Azize okuldan geldiğinde elini yüzünü yıkamak istemişti ama o kadar dalgın ve dağınık hareket ediyordu ki gören bir şeyden kaçtığını zannederdi. Formaları da üstündeydi hâlâ. Gürültü ettiğinin farkına varması uzun sürdü.

"Hayırdur Azize?" Emine çevirip başını baktı geldiğinden beri konuşmayan kıza.

"Affedersiniz, biraz sert oldu." Selvi yerdeki çantanın yanına gidip, köşeye çekti. Azize odasına koyardı hep. Kıza yaklaştı, hafifçe sarıldı. Sırtını okşadı. Bilmiyordu bu gerginliğin veya şaşkınlığın sebebini. Biraz şefkatle rahatlatmak istedi yeğenini. Zaten mısırı çuvala koymakla uğraşırken karşılayamamıştı da. Elinde iş olmadıkça “hoş geldin” deyip sarılmayı ihmal etmezdi. “Dikkatsizlik ettim.”

"Olsun Azize, canın sağ olsun. Karnın aç mı? Sıcak çorba var, yeni pişirdim. Kıyafetlerini değiştirmeden önce bir tabak vereyim istersen." Azize sarmalandığı kolların arasında, karın açlığını da gerginliğini de unutmak üzereydi. En sevdiği anlardan birindeydi yine. Hemen geriye çekilmek istemedi. Annesi odadan çıkıp yanlarına geldiğinde ayrıldı Selvi'den.

"Ben üstümü değiştireyim o zaman. Sonra yerim. Biraz işim var da." Lisette tek tük anlıyordu konuşulanları. Kelimeleri bir araya getirene dek de yeni bir cümleye başlanıyordu. Bu sebeple zorlamadı kendini. Bir köşede, kızı onunla konuşana dek bekleyecekti.

"Ne işin var ki?" Gülcan'dı sorunun sahibi.

"Ödev."

"Dönem ödevi mi? Bitirmedin mi hâlâ?" Gülmekten alamadı kendini. "Mustafa bile annesinin zoruyla yarısına kadar geldi." Normalde Gülcan'a kızardı Azize ama Mustafa'nın ödev yaptığını duyunca yüzü ışıldadı. İki gündür evde durmadığından, detaylardan haberi olmuyordu. Yengesine döndü kocaman bir gülümsemeyle. Uykusuzluktan kızaran gözlerinin yeşili canlıydı. Gece babaannesiyle yatmak, yumuşak ama gürültülüydü.

"Sahi mi? Mustafa yapıyor mu ödevini? Çok sevindim çok. İki gün daha var zaten, bitirirsiniz hemen." Azize söylemese sınıfta kalacaktı Mustafa. Selvi de sevinçliydi bu ödevden haberdar olduğu için.

"Zorla da olsa yaptırıyorum çok şükür. Sınıfı da geçer inşallah. Gerçi yazısı biraz çirkin bizimkinin, öğretmen vicdanlı davransa bari... Hadi, sen de oyalanma Azize. Git değiştir üstünü. Madem işin çok..." Azize yerden çantasını aldı, koşarak odasına girdi. Lisette dudağında çok fazla anlam yüklenecek bir tebessümle kızını seyretti.

"Kız..." Emine eski eltisini yalnız yakalamanın keyfiyle ayaklandı. "Gel sen şöyle gel." Kadını kolundan tutup divana oturttu. "Otur otur, seni sinsi dilsiz şeytan seni." Güler yüzle konuşuyordu Lisette'nin anlamamasından faydalanarak.

"Şe... Şeytan... Biliyor ben... Kötü..." Emine çat pat söylenen kelimelerden sonra afallayınca Selvi kendini tutamayıp güldü.

"Şeytan kötü..." Bizden uzak olsun dercesine ellerini salladı. Beden dilini iyi kullanmak lazımdı. "Sen ne kadar kalacaksın?" Bağırınca anlaşılacağını düşünmek en büyük hatasıydı. "Diyorum ki kaç gün daha buradasın?"

"Bağırma Emine, ne anlasın senin konuştuğunu? Hem sana ne, Azize gelince anlaşır onlar."

"Aman sen dur..." Selvi'yi susturup Lisette'ye döndü yeniden. Ellerini başının altına koyup kafasını eğdi ve horlama sesi çıkarttı. Sonra eski halini aldı. Tekrar ellerini kullandı. Tüm dünyada miktar sorulurken kullanılan hareketi yaptı. Birkaç dakika içinde anlaştılar.

"Uyuyacak ben burada..." Nihayet kendini ifade edebilince gururla gülümsedi Emine.

"Bende Avrupa'yı gezip dolaşacak zekâ var ama işte nasip..." Selvi onları dinlemeyi bırakıp odasına geçti. Uzun ve verimsiz bir muhabbet sırasında ayakta bekleyip kendini yormayacaktı. "Şimdi Lisette..." Dilini ağzının içinde şaklattı. "Sen... Gitmek..." Elini dümdüz yapıp ileri geri salladı. "Ne zaman?"

"Ben bilmiyor" cevabını alınca yüzü düştü. İnsan geleceği gideceği tarihi bilmez miydi? Bilet de almamıştı o zaman. Mehmet ne zaman gelecekti ki acaba? Çıkacak bir fırtına yakın mıydı? Biraz daha konuşabilseydi de Lisette, Almanya'da Mehmet'le evlilikleri hakkında bilgi verseydi. Sade bir nikâh yaptıklarını biliyordu sadece.

"Nasip" diye iç geçirdi mahrum kaldıklarının arkasından. Lisette kalktı yerinden. Dilini anlamasa da Emine'nin bakışlarından karakterini tespit edecek kadar zeki bir kadındı. Ne zaman gideceğini de bilerek söylememişti. Mehmet'in dönüşünü bekleyecekti.

"Ben kahve..."

"He canım he sen kahve... Hayde yürü..." Emine tavuk kovalar gibi yolladı kadını mutfağa. "Tulumbaya döneceksun yakında haberun yok. Hâlâ kahve kahve... Ha bu kadar çaylar neyine yetmeyi acaba?"

***

Akşam, çocuklar için epey üzücüydü. Civcivlerden ikisi ölmek üzereydi. Bir kutuya koyup yukarıya çıkartmışlardı ama fazla yaşamazlar diyordu büyükler. Baygın yatıyor, başlarını kaldırıyorlardı güçleri yettiğince. Sonra sere serpe uzanıyorlardı yeniden. Sobanın yanındaydı kutuları, sıcağın iyi geleceğini düşünmüşlerdi çocuklar.

"Oğlum, çekilun hayvanların başından" dedi Arif. Ona kalsa buraya getirmezdi civcivleri. Ölümü izlemekti bu yapılan. Çocukların kötü etkileneceğini düşünüyor ve halleri hiç hoşuna gitmiyordu. Zeynep, aşağıya inmişti Lisette ortalıkta görünmüyorken. Açık çayından alacağı birkaç yudum da boğazına dizilmiş halde oturuyordu. Gözleri dolu doluydu. Ağlayacaktı, kendini tutuyordu. Dişlemekten kıpkırmızı etmişti dudaklarını. Çocukların ufak feryatlarında, civcivlerin yorgun nefeslerinde kalbine iğneler saplanıyordu.

"Biz çıkalım Zeynep. Seninle konuşacaklarım vardı zaten." Selvi yine bir kurtarıcı gibi atıldı ortaya. Arif, eşinin gitmesi fikrinden hoşnut olmamıştı. Az görüyordu kadının yüzünü. Ama kararı kesindi, bir ev yapacaktı kendine. O zaman sabahtan akşama kadar oturup seyredecekti ailesini.

"Ne konuşacaksınız? Benum da canım sıkıldı. Ben da geleyim." Emine ayaklanınca durduramadılar. Zaten amaç odadan ve minik civcivlerin ölümünden uzaklaşmaktı, sır paylaşmak değil. Zeynep kendine hâkim olamadan bir iç çekti. Fazla bile dayanmıştı. Çocuklar duymadı, o da kapıya doğru koşturdu.

"Benim civcivim ölüyor" dedi Gülcan. Yenilmiş ve kederliydi bakışları. Tombulun sağlıklı bir tavuk olacağını düşünmüştü. Ne yazık ki düşündüğünün aksine, hayvan iyiden iyiye gözlerini kapatmıştı.

"Benim civcivlerim ölüyor mu abla?" Hüseyin dönüp Azize'ye baktı.

"Hepsi senin olduğu için, içlerinden iki tanesi ölüyor Hüseyin." Çocuğun omuzları düştü, gözleri doldu. Yerinden kalkıp Gülcan'ın yanına gitti ve kızın boynuna sarıldı.

"Benim civcivlerimden iki tanesi ölüyormuş abla. Geriye kaç tane kalacak? Onlar da ikimizin olsun. Üzülme."

"Was passiert?" Kapının kenarından Lisette göründü. Gözlerini kısmış kutunun içini görmeye çalışıyordu.

"Ne deyi ha bu anan?" Babaannesine tercüme etti Azize.

"Ne olduğunu soruyor." Sonra annesine koltuklardan birine oturması için işaret etti. "Civcivler ölüyor" dedi Almanca. Lisette yüzünü buruşturdu. İçine dolan huzursuzlukla, Arif'in saygısızlık kabul ettiği şekilde bile oturmadı.

"Kutuyu dışarıya atın Azize. Diğer hayvanların yanına götürün..." Lisette ahırdan bir parçanın eve getirilmesine karşıydı hâlâ.

"Üşüyorlar mama, sıcak iyi gelir diye düşündük."

"Tavuğun yanında kalsalardı, ahırda ölebilirlerdi."

"Ölmesinler diye uğraşıyoruz, sobanın yanındalar. Su verdik, sabaha kadar bekleyebiliriz."

"İşe yaramıyor belli ki, bütün gece bu dramayı seyredemem."

"Seyretme o zaman!" Azize iki gün boyunca yaşadığı iç karmaşanın, üzüntünün, kederin, yorgunluğun öfkesini civcivleri burada istemeyen annesinden çıkartmak ister gibi bağırdı. Odadaki herkes şaşkındı. İkilinin ne konuştuğunu bilmeseler bile, Lisette'nin üzgün bir yüzle odadan çıkışından kırıldığını anlamışlardı.

"Azize, niye bağırdun kızum?" Babaannesinin merakını gidermek yerine ayağa kalktı hırçın bir tavırla. Koridora attı kendini, yetmedi dışarıya çıktı. Hava karanlıktı ama elmanın altına kadar yürüyecekti. Niye bağırdığını bilmiyordu. Bir ölüm seyretmek kimsenin hoşuna gitmezdi, belki de o civcivler ahırda kalmalıydı, bunu tartışmıyordu bile içindeki sesle. Yorgunluğuna, dağınıklığına, günler geçtikçe o kutsal hissi bulamayışına öfkeliydi. Bastırdıkları bir anda gün yüzüne çıkıyordu ve pişman kırgınlıklar bırakıyordu arkasında. Oysa iki gündür gayet olgun davranmıştı annesine. Onu anlamak için çabalamıştı.

Lisette odaya girdiğinde ışığı açmadan kendini yatağa bıraktı. Ölüm bir bedene uğradı mı, bir civciv ya da insanınkine, onu uzak ve görünmez bir boşluğa baktırıyordu. Nefes sayıları azalıyor, dudaklar arasından korkunç bir hırıltı duyuyordu. Bir gece boyunca annesini seyretmişti Lisette. Kadının adım adım ölüme gidişine hiçbir ilacın tesir etmeyişine ve bir defterin kapanmasına yakından şahit olmuştu. İçerde çocukların yaptığını kocaman bir delilik olarak görmesi ve rahatsız olması bundandı. Korkunç bir çaresizlik yayılıyordu insanın yüreğine. Yine de insanların ölümü civcivlerin can çekişmesini seyretmekten katbekat acıydı.

Loading...
0%