Yeni Üyelik
27.
Bölüm

26- GÜL BAHÇESİ

@yesilkutuphane61

Mayıs 27

Yağmur yağıyor dışarıda. Odamda pencerenin kenarındayım, yalnızım. Herkes kendi başına oturuyor. Dışarı çıkmaya hevesi yok kimsenin. Korktuklarını hissediyorum. Hem, sahiden yorulduk şu birkaç günde. Biraz kabuğumuza çekilmek iyi geldi. Yağmuru dinlemek, gözlerimizi kapatmak bize huzur verdi. Gökyüzü gri bulutlarla kaplı, dedemin merhametini gizleyen çatık kaşları gibi perdeliyor rahmeti. Yağmur rahmetmiş, Davut hoca söyledi. Ona inanırım hep. İçimdeki bahçede duygularım büyüyor. Yağmur üzerlerine bereket serpiyor. Üzüldüğümü ya da mutlu olduğumu, yeşeren çiçeklerin kokusundan anlayabiliyorum. Çokça iyi çiçeklerimle donansa bahçem, keşke...

Cuma, ödev teslimin son günüydü. Mustafa da ödevini bitirmişti, öğretmene verecekti. İyi not alacağından emindik. O bile hevesliydi, sınıfı geçeceği için mutlu gözüküyordu. Amcam da karne hediyesi alacağını söyleyince “iyi ki yapmışım” dedi. Evden birlikte çıktık ama her zamanki gibi koştura koştura gitti. Biz Gülcan ve Latif'le birlikte yürüyorduk. Latif'in okulu başka yerdeydi bizden büyük olduğu için. Ama erken yola koyulup bize arkadaşlık ediyordu. Sohbet ediyorduk, otobüste de aklımıza ne gelirse konuşuyorduk. Ve ben, bir gün onun okulu bırakacağından korkuyordum.

Bu konuyu başka bir gün detaylıca yazacağım. Şimdi Mustafa'dan söz etmem gerekiyor. Kavga ettiği çocukların onun yolunu kesmesini, dövmelerini ve ödevini, kitaplarını alıp da dereye atmalarını yazmalıyım. Zirveye ulaşacakken bir rüzgârla en dibe savrulmak gibi hissettiriyor. Kalemim titriyor. Her şeyin bittiği ve perdenin kapandığı o geriye dönülmez çaresiz an gözlerimin önünden gitmiyor.

Mustafa'nın üstü toz toprağa bulanmıştı. Kaşının kenarından kan akıyordu. Bir taşın üstüne oturmuş, ıslak gözlerle dereye bakıyordu. Yolun kenarına saçılmıştı kâğıtların bir kısmı. Mustafa'nın ödevi... Mustafa'nın hayalleri. Derenin suyu kâğıtları parçalıyor, mürekkebi akıtıyordu. Bu görüntü, ufacık yarasından daha çok acıtıyordu canını. İlk kez okul için hevesle yaptığı bir ödevin ardından eve gururla dönecekti. Karnesini alıp sınıfı geçecekti, babasına sarılacak ve yaz boyu rahat edecekti. Olmadı...

Latif Mustafa'nın yanına gitti çabucak. Söylenmedi, dikkatsizliğine ve önden koşturup gittiğine kızmadı. Anladı halinden. Taşın üstündeki ufak boşluğa oturdu. Elini omzuna koydu. Benim amcamın oğlu canı yanınca öfkelenirdi. Kaçardı bizden, bağırırdı, dağıtırdı. Bu sefer gözünden iri damlalı yaşlar aktı. Çenesi titredi. Latif'in omzuna saklanıp içli içli ağladı. Kırılmak ne demek, o zaman öğrendim. Dudaklarımı öyle ısırmışım ki hâlâ acıyorlar. Dişlerim ağrımış sıkmaktan. Fakat Mustafa'nın kırık kalbinin yanında benimki ne ki? Yazdım çünkü hüngür hüngür ağlamamak için kendimi zor tuttuğumu ne ben unutacağım, ne de hayatımı kaydettiğim bu satırlar silecek.

Gülcan koşturup kâğıtları topladı. Kimsenin sormaya cesareti yoktu, zaten Mustafa eve gelince ve annesinin kollarına sığınınca her şeyi anlatacaktı. Kimse kızmayacaktı ona, elinden geleni yapmıştı çünkü. Ama o derenin suyunda akıp giden emeğinin ve kırılan gururunun hiç dolmayacak boşluğunu ömür boyu içinde taşıyacaktı. Mustafa büyüdükçe, çocukluğu da büyüyecekti. Biliyorum çünkü benim içim de öyle. Anılarım bir hafıza kitabı gibi taze. Nereye gitsem peşimden geliyorlar. Bahçemde envaiçeşit kokulu çiçekler büyütüyorlar.

Ben de ödevimi teslim etmeliydim ama Mustafa bu haldeyken okula gidemezdim. Gülcan da gitmezdi. Zaten bu gün sınavı da yoktu, ödevini de erkenden bitirip vermişti öğretmene. Latif Mustafa'yı ayağa kaldırıp eve götürecekken takıldık peşine. "Siz okula gidin kızlar" dedi sakince. Nasıl yapıyorsa hep böyle konuşmayı başarabiliyor. Abi ya da bir büyük gibi. Kimse de ona çocuk gibi davranmıyor. Daha on altı yaşına girmesine birkaç ay var ama hareketleri çok olgun. Daha fazla büyümesine gerek var mı?

Gülcan kabul etmedi ve ben de "olmaz" dedim. Latif'e ödevimi ve nasıl yaptığımı anlatmıştım, çantamda teslim tarihine ulaşmış kâğıtlar olduğunu bildiği için bana izin vermedi. Hatta itiraz ettiğimde kaşlarını çattı. Başkası bana bunu yapsa kızardım ama Latif'e bir şey diyemedim. Mustafa'ya iyi bakacağını söyledi. Ama vicdanım rahat değildi. Gülcan'ı yanıma çekip elindeki kâğıtları öğretmene vermemiz gerektiğini söyledim. Belki konuşursak Mustafa'nın bir şansı daha olurdu, sınıfta kalmazdı. Beraber okula gittik.

Öğretmen duyduğu şeylere üzüldü. Ama bu mevzu büyüklerle halledilmeliymiş. Yine de buruşuk kâğıtları aldı. Bizi sınıfa gönderdi. Henüz haberimiz yok hiçbir şeyden. Gülcan da dersi dinleyemedi o gün. Hemen eve gitmek istedik. Hiç kavga da etmedik üstelik. Mustafa'nın o haline üzülüp durduk.

Eve geldiğimizde yengemi çok mutsuz bulduk. Alışkın değilim suratının asık olmasına. Hüseyin hasta olursa, Mustafa haylazlık yaparsa böyle durgunlaşır ama gözleri şimdiki gibi kızarık olmaz. Ağlamış, oğlu gibi. Kocaman bir haksızlığı, keder ateşine odun diye atmışlar.

(Bu cümleyi babam okusa, nasıl yazdığımı sorardı ya da hangi kitaptan aldığımı. Ama bir anda aklıma geldi. İnsan çok üzülünce hem konuşmak istemiyor hem de böyle karmaşık cümleler yazabiliyor. İnsanları en iyi Davut hoca anlıyor. Yaradılış hak kitapta anlatılırmış. Çok okuyup anlayan, her kalbi tanırmış.)

Farklı bir gündü, ev sessizdi. Babamla Zeynep ablayı da konuşurken görmemiştim hiç. Zeynep abla başı önde elindeki işle uğraşıyor, yanımızda oturmuyordu. Babama da bakmıyordu hiç. Onun olduğu yerden kaçıyordu. Küsmüş olmalıydılar ama nedeni hakkında bir bilgim yoktu. Annem yüzünden mi? O bana veda etmiş, babama da bir kâğıt mektup bırakıp gitmişti. Bilmem, kaç gün sonra gelecekti.

Halamı bulamadı diye üzgündü babam da dedem de. Acaba onlar üzgün diye mi yaklaşmıyorlardı yanlarına? Babaannem de öyleydi çünkü. Odasından çıkmıyordu. Ev sessiz ve gergindi. Yan yana oturup sohbet ettikleri günleri özledim o an. Belki bir hafta öncesi kadar yakındı o zaman. Özel bir gün değil aradığım, normal yaşantımız geri gelse yeter. Babamın, Zeynep ablayı gördüğünde yüzünde oluşan sevinçli ifadeye bile alışmışız. Kendi köşelerine çekilmeleri iyi değil.

O gün öyle geçer zannediyordum. Akşama varırız, uyuruz ve iyileşiriz. Ama olmadı. Kâmil amcam eve gelmedi. Arif amcam da geç çaldı kapıyı. Karakoldalarmış, Kâmil amcamı tutuklamışlar. Darbe olmuştu önceleri, sıkıyönetim lafı vardı herkesin dilinde. Askerler, hapisler, düşünceler dolaşıyordu büyükler arasında. Köyümüzden uzaktı ya, başka ülkeden anlatılan kötü masallar dinliyormuş gibi bakıyorduk dedelerimizin ağzından çıkacak sözlere. Bir komutan varmış çarşıda. Önüne çıkan hazır ola geçmek zorundaymış. Saat on ikiden sonra dışarı çıkmak yasakmış. Soruyormuş yakaladığına, nereden geliyorsun? Sert bir adammış, dövüyormuş.

Amcam kahvede otururken içeriye girmiş. Herkes kalkmaya mecburmuş. O kalkmamış, gün içinde de "kafam bozuk" deyip duruyormuş. İnatlaşmışlar. Komutan da tutuklamış amcamı, karakola götürmüş. Yengem ve Gülcan bu haberden sonra epey üzüldü. Yerlerinde duramadılar, ağladılar. Babaannem hasta oldu. Bu dönemde siyasete karışmak epey tehlikeliymiş. İstanbul'da halamın yalnız oluşuna da üzüldüler. Bari kendine düzgün bir yuva kursaymış da güvende olsaymış.

Evdekilerin yaralı yüzleri iyileşecek, öfkeleri dinecek ama şu birkaç günü unutmayacaklar. Büyüklerin dünyasındaki ciddiyeti daha önce görmüştüm ben. Kıskançlık, nefret, silahlar ve kavgalar kapımıza uğramıştı. Ama bu vakitten sonra bizden uzak olur zannediyordum. Bu mayıs ayı farklı duygular yaşattı bize. Tatile az kalmıştı, seviniyorduk. Kursağımıza takıldı mutluluklar. Karnemi alıp eve döndüğümde isterdim ki; Mustafa o haylaz bakışlarıyla gelsin, sevindiği için yanakları kızarsın, çocuk parmaklarıyla babasına gururunu uzatsın. Hepimiz alalım hediyelerimizi, birlikte olalım.

***

Lisette Mehmet’i beklemeden gitmişti fakat arkasında hislerini anlatan, ufak bir selama benzeyen bir mektup bırakmayı ihmal etmedi.

Selam Mehmet, nasılsın? Uzun yıllar sonra bu soruyu sorunca, samimi olduğumu hissettim. Fakat cevabını hiç duyamayacağım. Sen bunu okurken ben epey uzakta olacağım. Ani bir kararla Türkiye'ye, kızımı görmeye geldim. Büyümüş, daha da büyüyecek. Onu seven insanların yanında, aile bilinciyle yetişecek. Buna emin oldum Azize'yle birkaç gün vakit geçirince. Kızım da beni tanıdı. Bir aileyi hak etmediğimi görmüştür. Dağınık zihnimi paylaştım onunla. Gözleri çok güzel ve derin bakıyor. Dinledi beni.

Kolay kolay kedere teslim etmem kendimi. Ama bu köyden giderken, eksikliğin ne demek olduğunu öğrenmiş olacağım. Azize'nin yanında olduğum şu birkaç günü hiç unutamayacağım. Yine de Almanya'ya dönmekle, hayatımda ikinci kez iyi bir şey yaptığımı düşünüyorum. (İlki Azize'nin annesi olmamdı.) Azize buraya, kültüre ve sakin, gürültüsüz yaşama çok alışmış. Yanında kalsam düzeni değişir, hislerin koşturduğu gözlerindeki canlılık kaybolur. Ona iyi gelmem, o beni iyileştirmek için çocuk yaşta kendinden uzaklaşır. Ki birkaç günde bile yordum onu.

Bu sebeple Mehmet, çabucak aldım biletimi. Seni görmek istiyordum. Merak ediyordum nasıl olduğunu. Yaşlandın mı, saçların beyazladı mı? Abartıyor muyum? O kızla yakışıyor musunuz? İşte böyle şeyler. Fakat düşününce, varlığımı koyup valizime yola çıkmanın daha iyi olacağına karar verdim. Azize çok yoruldu, ben çok sıkıldım. Yaraya merhem sürdüğünde insanın canı acır ya, o akıllı küçük kız yaralarımı acıttı.

Belki kızıyorsun, hep kızardın başıma buyrukluğuma. Ama eski hayatımdan başka gidecek yerim yok. Uzak kaldım benden bir parça olanlardan. Kendimi kabul ettiremem artık. Öfkelenir, kırar dökerim ve kalan azıcık hatırımı da siler atarım. Şimdi müziğin sesini biraz daha açmalıyım. İçimdeki gürültü arttı, yaramaz kızım gizli kalanları kurcaladı. İlk kez bana kızmanı istemiyorum. Hatta hak vermelisin. Ve hatta bana teşekkür etmelisin. Gürültüsüz bir şekilde ayrıldım diye hayatınızdan.

Ama benimle gelmeyi kabul etseydi Azize, o zaman gerçek bir anne gibi davranmak için elimden geleni yapardım. Güvenememiş olacak bana... Yine kızımı ziyaret etmeyi düşünüyorum, belki daha iyi hissettiğimde. İleride Azize de benimle gelmek isteyebilir. Bir iki hafta tatil yaparız. O nasıl isterse. Beni anneliğe layık görürse, elimden tutacak kadar büyürse...

Azize'nin kime benzediğini düşünüp durdum. Halasından söz etti bana. Hayal meyal hatırlıyorum o kızın yüzünü. Evet, benziyor. Ama ben farklı bir şeyden bahsediyorum. Hareketlerinden, tavırlarından. Kendine özgü bir çocuk, düzenli disiplinli, Alman sistemine rahatça ayak uydurabilecek kadar soğukkanlı. Ne de olsa ülkemin vatandaşı. Bir yanı da senin ülkene ait, bakışları, söylemleri, kıyafetleri ve sıcacık gülümsemesi... Üstelik tepkileri ve kaş yapısı sana çok benziyor. Nasıl başardın bilemiyorum, babaların böyle çocuklar yetiştirebildiklerini bilmezdim. Gerçi ben babalar hakkında hiçbir şey bilmezdim.

Mektup yazmak yerine telefonla konuşmayı tercih ederim normalde. Ama görüyorum ki burada telefon yok. Üstelik kanlı canlı birine içimi dökmektense, boş bir kâğıda yazmayı da tercih ederim. Azize de öyle yapıyormuş, günlük tutuyormuş. Sayfalarda güzel hatıralar biriktirmiş olmalı.

Farkındayım, biraz okunaksız yazım ve karmaşık cümlelerim. Elimden gelen bu, ben bu kadarım. Bunu bildiğinden uzağındayım. Gençliğimi özlüyorum. İtiraf edeyim mi Mehmet, ben de yaşlanıyorum. Ölüm annemin yaşında gelmesin bana. Hem korkuyorum hem de bu yaşımda yersiz yurtsuz yaşamaktan nefret edip erkenden yanıma uğrasın istiyorum.

Bu kadarı yeterli sanırım. Kendimi açıkladığımı düşünüyorum. Umarım Türkiye'ye kadar gelip sana veremediğim selamı telafi etmişimdir. Gerçi beni görmediğin iyi oldu, sevmezsin. Bu arada, o kız da güzel, yani evlendiğin kız. Bunca zamandır savrulmadığın, düzenli bir yaşama sahip olduğun için seni tebrik etmeliyim. Hevesli, yeniliklerin peşinden koşan maceracı bir adamdın sen. Bana kızardın ama benzerdik birbirimize. Farkımızsa seni durduran inancın ve her hatandan sonra kapılarını oğullarına açan bir ailen olmasıydı. Ailesi başlı başına hata olan bir kıza göre tavırlarım ve davranışlarım gayet yerinde sayılır.

Adresimi ve numaramı yazacağım. Azize istediği zaman bir telefon bulup beni arayabilir. Özlerse yani... Teklif edebilirim ama zorlayamam. Ona iyilik etmediğimi biliyorum. Benden nefret etmediği için de çok şanslıyım. Belki bir gün Almanya'ya gelir. Ben köye ayak uyduramam. Kızımı ziyaretime gönder Mehmet. Belki ikna edebilirsin. Aranızda sağlam bir bağ olmalı. Evimi görmek ister, düzenli biri olurum yanımda olduğu sürece. Yemek yapmayı öğrenirim ve onun yanında sigara içmem. Sigara kokusu alınca yüzünü buruşturuyor ve odanın temizliğinden endişe ediyor.

Net bir karar verirse ona bunları söyle. Ben biraz konuştum ama sana daha çok güveniyordur. Sen onu hiç bırakmadın çünkü. Yanımda olduğu sürece dikkatli davranabilirim. Diğer zamanlarda gürültüye boğacağım hayatımı. Ölene kadar yeni şapkaların, kıyafetlerin, renklerin peşinde koşacağım. Bana yakışmayana kadar dans edeceğim. Ve ne yazık ki bunları yaparken eğlenmeyeceğim.

NOT: Bu kış Almanya'da olmayabilirim. Fransa'ya gitmek istiyorum. Azize beni ararsa ya da mektup gönderirse ona bulunduğum yerin adresini gönderirim.

LİSETTE

***

Mehmet, bahçenin yolu gören tarafında oturuyordu. Son günlerde yaşananlar yüzünden suskun ve düşünceliydi. Üst üste gelmişti her şey. Birini halledemeden diğer sıkıntı dayanmıştı kapıya. Telafi etmeye, özür dilemeye çalıştıkça da en dibe battığını hissediyordu. Eskisi gibi vurdumduymazlık da edemiyordu. Sevginin ve ailenin sorumluluğunu omuzlamıştı. Dönüp arkasını gidemiyordu. Yine de köşesine çekilip uzun uzun susmak alışkanlığını bırakamamıştı. Kafasının içinde konuşuyordu.

İlk olarak Çiçek'i bulup getirememesi iğneler batırıyordu zihninin kıvrımlarına. Kardeşine sarılabileceğini hayal etmişti yol boyu. Fabrika dumanlarının semayı kapladığı sokaklardan eli boş dönerken hevesi kırılmıştı. Sessiz ve başı önde yürüyenlerin arasında, bir abiydi o. Ve başka bir Çiçek'ti adı söylenen. Trabzonluydu o kız da. Ama Hasan beyin kızı değildi işte. Cebine ağır bir yük koyup döndü Mehmet.

Azize'nin gitme ihtimaliyle sınandı sonra. İçi karman çorman oldu. Sevinci de korkuyu da aynı gün yaşadı. Akşamında kızı yastığa başını koydu ama Mehmet ve Zeynep birbirine darıldı. Konuşup telafi etmeye fırsat bulamadan Mustafa'nın hüznü eve yayıldı. Kâmil'in haberi duyuldu. Ertesi gün eve getirdiler adamı, yüzü gözü dağılmış halde. Azize kargaşa arasında babasına mektubu verdi. Almanca okumakta zorlanan Mehmet, Lisette'nin ilk kez içini bu denli açmasına şaşırdı. Düzene sığınmamakta ısrar edişine bir şey diyemedi. Elinde kocaman bir yalnızlık tutarken, tek kelime etmedi kimseye.

"Hay Allah'ım aklıma mukayyet ol!" Ağır gelen düşüncelerin ağrıttığı başını ovaladı. Hava kararıyordu. Hep de ikindi vakitlerine denk geliyordu hüznü. Bir yerden düzelmeye başlamak lazımdı. Zeynep'le konuşmak, eve telefon almak, Azize'ye fikrini sormak, Kâmil'in düzene olan öfkesini dindirmek... Var da var...

Yerinden kalktı, içeriye geçti. Selvi yengesini görünce Zeynep'i sordu kısık sesle. Bu vakitte ahırda olduğunu duyduğunda kaşları çatıldı. Koşar adım aşağıya indi. Ufak taş basamakta oturmuş, kucağına civcivlerden birini almış Zeynep’i buldu. "Ne işin var bu saatte burada?" Ağır adımlarla yanına yaklaştı.

"Nesi varmış saatin? Daha kararmadı hava." Zeynep'in mesafesini bu gün aşmak istiyordu Mehmet. Karşısına geçip bir kütük parçası çekti, üzerine oturdu. Yüzünü net bir şekilde görebiliyordu. Gergin kaşlar, kaçıp giden gözler, hiçbir kelime firar etmesin diye sıkıca birbirine bastırılan dudaklar ve soluk bir ten.

"Konuşalım biraz" dedi Mehmet. Zeynep, kucağındaki civcivi bıraktı. Kalkmak istedi.

"Şimdi değil. Başım ağrıyor."

"Hastaneye gidelim o zaman."

"Başı ağrıdı diye hastaneye gideni gördün mi sen? İyice sakız edeceksin beni milletun diline."

"Zeynep nereden çıkıyor bu konuşmalar? Kim diline sakız edecekmiş seni? Hem kimin haddine ileri geri konuşmak!" Mehmet koşturmaca arasında ertelediği sohbet bölünmesin diye sıkıca tutmuştu Zeynep'in kolunu. Bir ayağını da öne doğru uzatmıştı ki kız kaçamasın. Yeterdi bu kırgınlık! "Gittim diye bana kızdın, biliyorum. Sonra üst üste geldi her olay, darluk bastı bana. Salim kafayla gelemedim yanına. Senin bana anlayış gösteren yüreğine güvendim. Kırgınlığını görmedim sanma fakat ellerim yara bere içindeyken uzanamadım yaralarına. Şimdi... Her şeyi, parmağına batan dikeni bile anlat. Dinleyeyim seni."

Mehmet kendini iyi ifade edebilmek için tane tane konuşmuştu. Beklentiyle bakıyordu Zeynep'e. Derdini anlatsın, sıkıntısını söylesin. Hazırdı elinden geleni yapmaya. "Anlatacak bir şey yok, Mehmet. Hayde çıkalım yukarıya." Ankara'da kendini odaya kilitleyen kızı karşısında bulmak bozguna uğrattı adamı. Parmakları gevşedi, Zeynep de ayaklanıverdi.

"Biz sıkıntılarımızı birbirimizle paylaşmadık mı?" Mehmet dikildi Zeynep'in karşısına. Buz gibiydi sesi, kızın bakışları kadar soğuktu. Keder emaresi görünmüyordu yüzlerinde, ne ara uzak düştüklerini bilmiyorlardı. Günler girmiş olacak ki araya, mesafeleri kancalarına takıp sağa sola çekiştirerek uzatmışlardı. "Destek diye başımı omzuna yaslamadım mı? Sen sineme sığınmadın mı?"

"Niye... Neden söylüyorsun şimdi bunları?"

"Hatırlatıyorum Zeynep. Unutmuş gibisin..." Zeynep kendini tutamadı, güldü.

"Ben mi? Ben mi unutmuşum?"

"Niye gülüyorsun?" Mehmet'in de sinirleri bozulmuştu. Derin bir nefes alıp kızın sakinleşmesini bekledi. Keyfinden gülmediğini anlayabiliyordu.

"Sana... Sana hiçbir şey demeyeceğim Mehmet. Ama suskunluğum yorgunluğumdan, başa çıkamadıklarımdan. Konuşsam, dilim dönmez kendimden de kafama dolanlardan da bahis açmaya." Bunları diyen başkası olsa, yorgunluğunu anlar yolundan çekilirdi Mehmet. Ama Zeynep'i tanıyordu. İçine attığı bir şey olmasa böyle davranmayacağını biliyordu. Başa çıkamadığı her neyse bu kızın, öğrenecekti.

"Başka bir şey mi oldu?" Yine sordu sabırla. Ayaklarının altında tavuklar dolaşıyordu. Böyle önemli mevzuları ahırda ayaküstü konuşmak da uygun değildi Mehmet'e göre. Ama ancak burada yakalayabilmişti Zeynep'i. Bırakmaya da niyeti yoktu. "Lisette geldi diye mi kızdın? Benimle bir ilgisi olmadığını biliyorsun. Haberim bile yoktu. İstanbul'a gidiş sebebimi sakladım diye mi kızdın? Sürpriz yapacaktım, sevindirecektim sizi. Babam tembihledi hem, sus dedi. Günlerdir yanında değilim, gelemedim işte. Sen de döndün sırtını bana, ulaşamadım. Ona mı kızdın?" Zeynep olumsuz anlamda salladı başını her soruya. Mehmet de dayanamadı artık. "Yav niye o zaman niye? Konuş da, anlat!" Kızın irkildiğini, hayvanların yerinde kıpırdandığını fark edemedi öfkesi arasında.

"Niye bağırıyorsun? Benum hakkım yok mi köşeme çekilmeye, düşünmeye? Kendime ait düşüncelerimle başa çıkmaya çalışıyor olamaz mıyım? Gittiğin için suçlamıyorum seni, sustuklarına kırılıyorum ama sorgulamıyorum. Sen... Seni..." Zeynep kendine göre yüksek perdeden dikilmişken Mehmet'in karşısına, zemin ayaklarının altından kayar gibi oldu. Düşünceleri bulanıklaştı, kelimeleri köşelerine çekildi. Toparlanmak için gözlerini sıkıca kapattı. Hava kararıyor diye mi renkleri seçemiyordu?

"Zeynep?" Çatık kaşlı adamın sesi, uğultu gibi geldi kulağına. Gözleri kapandı, yere düşmekten kurtarıldı. "Zeynep ne oldu? Aç gözünü Zeynep!" Mehmet kollarındaki kızın adını zikretmenin faydasız olduğunu anlayınca kucağına alıp dışarıya çıktı. İçine yayılan korku, adımlarına güç verdi. Merdivenleri koşar adım tırmandı. "Ana! Yenge!"

"Ne oldi ha buna?" Rahime hanım oğlu bağırınca elini kalbine koydu. Yeni bir kötü habere hazır değildi. Kalktı yerinden, Selvi ondan önce çıktı odadan. Zeynep'i divanın üstüne yatırılmış halde görünce elini ağzına kapattı, bir şaşkınlık nidası firar etmesin diye.

"Yenge... Bir şey yapın. Bayıldı düştü, bir şey yapın!" Mehmet telaşla, müdahale edilmesi gerektiğini söylüyordu. Aklı başından gitmiş olmasa bir araba bulmak için koştururdu. Rahime hanım gelince ortalık iyice karıştı. Üst üste gelen sıkıntılara bir yenisi eklenmişti bu akşam.

"Oğlum git... Git Musa dayından arabayı al... Kaldurun götürün ha bu kızı hastaneye!" Mehmet gitmekle kalmak arasında afalladı bir an. Annesi bir kere de bağırarak aynı şeyi tekrarladığında koşarak çıktı evden. "Selvi, kolonya getur kızum, odada babanun dolabinadur." Selvi de aynı hızla gidip geldi. Eline döktüğü kolonyayı baygın yatan kızın burnuna yaklaştırdı. "Kem gözlerden olduk biz böyle. Hep nazar değdi benum uşaklarıma."

"Ana bir sakin ol, gözlerini açıyor yavaş yavaş." Zeynep genzi yanarken araladı gözlerini. Yorgunum derken yalan söylemiyordu. Takat yoktu bedeninde. Yattığı yeri umursamadan uyumak istiyordu. Başında da telaşlı insanlar vardı. Ne olduğunu anlayamadı. Nasıl buraya geldiğini de bilmiyordu. En son Mehmet'le konuştuğunu hatırlıyordu. Mehmet neredeydi? "Zeynep, iyi misin?" Selvi ablası soru sorarken başını da okşamıştı, gözünden bir damla yaş aktı. Fakat fark edemedi. "Tamam, zorlama kendini. Araba gelecek, hastaneye gideceksunuz. Dinlen sen..."

"Ağrun var mi kızum?" Rahime hanım Selvi kadar yumuşak değildi. Ayakucuna oturmuştu Zeynep'in. Hem ona hem bebeğe zarar gelecek diye Mehmet kadar korkuyordu.

"Yok" dedi Zeynep. Algılayabildiği kadarıyla bir ağrısı sızısı yoktu. Başında sancılar dönüp duruyordu. Zaten sonrasında da hemen yeni bir uykuya daldı.

***

Hastaneye gidildi bir telaşla. Serum takıldı, kontroller yapıldı. Doktor endişelenecek bir şey olmadığını anlattı Mehmet'e, tansiyonu düşmüş Zeynep'in. Özellikle bu dönemde sinir stres, üzüntüden uzak durulması gerekirmiş. "Serum bitince gidebilirsiniz, geçmiş olsun." Önlüğünün cebine kalemini koyup koridorun sonunda doğru yürümeye başladı.

"Kavga ettim, bir de bağırdım üstüne!" Mehmet başını duvara sertçe vurmak isterken, kendini son anda durdurdu. Eski bir banka oturdu. Ellerini yüzüne kapattı. Rahime hanım yerine Selvi gelmişti Zeynep'in yanında. Kollarını bağlamış, ayakta bekliyordu. Yanaklarının içini ısırıyordu fark etmeden. Sıkıntılı bir nefes verdi. Zeynep'in içerdeki, Mehmet'in de karşısındaki hali insanı sıkıntıya sokuyordu. Ne güzel anlaşırken, ne olmuştu bu ikiliye?

"Benim abimsin ama doğruları söyleyeceğim sana. Kendine ait işlerin olmasın demiyorum, yap ne lazımsa. Zeynep anlayışsız bir kız değil. Öyle olsa beş senedir her Allah'ın günü kavga ederdiniz. İçi içini yedi günlerdir, sesi soluğu çıkmadı. Başımıza sıkıntılı işler geldi, yardım etmek için etrafta döndü durdu. O haliyle bile oturmadı, bir işin ucundan tuttu. Benden duyuyorsun ayıp sayma, iyiliğine söylüyorum. Senin desteğin, varlığın, ne bileyim ufacık bir sarılman bile Zeynep'e iyi gelirdi. Milletin çenesi durmadı yine, çocuk için bile kırk tane laf saydılar, işittirdiler. Eski karın mevzusunu açmıyorum, hepimiz Azize için göz yumduk bir şeylere. İyi de ettik, kızımın yüzü güldü biraz. Onu bile konuştu komşular. Başka zaman olsa karışmam ama bu kız bebek bekliyor. Hassas bir döneme girdi. Kavga edip üstüne bağırmakla iyi mi ettin?"

Mehmet, yengesinin sakin sitemini dinledi sessizce. Zeynep'in dillendirmediği sıkıntılarının kaynağını da az çok öğrenmiş oldu. Kendini savunacak hiçbir haklı sebep söyleyemedi. Çünkü nasıl bir savunma yapsa bebek der sustururlardı. İyi de yaparlardı. "Seni suçlamıyorum abi. Öyle boynu bükük durma. Demek istediğim şu; insanın sabrını sınıyorlar, bir yerden bela musibet geliyor, sinirler yıpranıyor. Aile niye var? Tüm bu zorluklarda birlikte omuz omuza verebilmek için. Kâmil abim iki gündür bağırıp çağırıyor evde, babam bile sesini çıkartmıyor. Bir asabiyet var üstünde, huzursuz evin içi. Mustafa bunaldığından huysuzluğa vurdu işi, hepimizle kavga edip duruyor. Bir dertleri olduğunu bilmesek tahammül eder miyiz?"

"İyilik edeyim dedim, derdini paylaşsın istedim. Ne bileyim böyle olacağını?" Selvi de şüpheli değildi iyi niyetinden. Sabır sınayan bu imtihanlar sinirleri germişti biraz. Birkaç adımda odanın kapısının yanına geldi. Acıdı boynunu bükmüş adamın haline.

"Bilemezdin tabi, bilsen yapar mıydın?" Duraksayıp kapıyı gösterdi. "Hayde sen gir içeriye. Zeynep'in yanında dur. İkinize de iyi gelir bir arada olmak."

"İster mi beni?"

"Seni istemeyecek de beni mi isteyecek? Bundan sonra daha çok ihtiyacı olur sana. Destek ol, yanında kal yeter. Biraz içine kapanık davranırsa varma üstüne. O kendi anlatmak istediğinde konuşur zaten." Selvi elinden geleni yaptığını düşünerek kenara çekildi. Mehmet'le böyle uzun konuştuğu olmamıştı hiç. Ama aileden birilerinin sakinliği telkin etmesi gerekiyordu. İkisini de kardeşi, abisi olarak görüyordu. Anlık gafletlerle yanlış adımlar atıp da üzülmelerine gönlü razı değildi.

Mehmet odaya girdi ağır adımlarla. Demir karyolada yatan ve sarı ışığın altında solgun gözüken kızın yanına gitti. Yüzünden pişmanlığı okunuyordu adamın. Bir sandalye ya da koltuk da yoktu. Zeynep'in ayakucuna ilişti. Ellerini kucağında birleştirdi, başını önüne eğdi. Çok bağırmış, esas konuşulacaklar yerine boş sözler sarf etmiş olacak ki aklına diyecek bir şey gelmedi. Bir bebek, bir anne iyi olacaksa, hep susmaya razıydı.

"Mehmet..." Ağlamaklı, ince bir ses ilişti kulağına. Bir derin nefesle doldurdu göğsünü, dönüp baktı. Ne kızgındı bakışlar, ne kırgın. Muhtaçlardı ufak tesellilere.

"İyisiniz çok şükür." Üç kelime döküldü ağzından zar zor. Azıcık yerinden kayıp, elini uzattı Zeynep'in eline. "Üşüdün mü?" dedi. "Buz gibi olmuş ellerin."

"Biraz."

"Bekle, bir örtü daha örteyim üstüne." Odadaki dolaba bakacaktı, bulamazsa da hemşireden isteyecekti. Oda serin değildi aslında. Annesinin uyuyanın üstüne kar yağar söylemini hatırladı.

"Mehmet, dur kalkma. Gideceğiz zaten birazdan." İkisi birden akıp damara karışan seruma baktı. "Otur biraz yanımda." Doktor iyi olduğunu söylediğinde içi rahatlamıştı ama başında ince bir sızı dolaşıyordu Zeynep'in. Düşen tansiyonun enseden başlayan ve yayılan sinsi ağrısı yüzünden kulakları uğulduyordu hâlâ. Adamın içi rahat etmedi yine de, örtüyü düzeltti.

"Kızgın değil misin bana?" Mehmet yeniden tuttuğu ele biraz daha yaklaştı. Zeynep'in onu göndermemesinden cesaret alıyordu.

"Sen bana kızgın mısın?" Kızın söylediği karşısında afalladı. Böyle hasta yatan insana kızılır mıydı? Ufak bir kısas oyunu yapıldığını da anlayamadı. Büyük bir ciddiyetle başını salladı.

"Olur mu öyle şey?"

"İyi, ben de değilim öyleyse."

"Bak, kötülük olsun diye bağırmadım sana... Derdin..."

"Mehmet..." Zeynep sustukça omzuna yüklenenlerin sonuçlarını acı bir şekilde öğrenmişti. İçine kapandığında işin içinden çıkamadığının da farkındaydı. Tek kolundan destek alıp doğruldu, Mehmet de yardım edip sırtındaki yastığı düzeltti. Artık yüz yüzeydiler. Büyük bir ciddiyet ve teslimiyet akıyordu kızın ifadesinden. "Çok alışmışım varlığına. Sığınmak de sen buna. Uyandığımda, sofrada, bahçede, oturduğumda her anımda yanımdaydın. Şu bir haftada fark etmeden boşluğa düştüm, yalnız hissettim. Herhangi bir vakitte bile görmesem seni, böyle hissederim. Ama söyleyip de seni sıkıp bunaltmak istemem, yeniden görene kadar da beklerim. Esas mevzu bu değil, bilmiyorum neden böyle başladım konuşmaya?"

"İyi ki böyle başladın" dedi Mehmet hafifçe gülümseyerek. Zeynep'in çözülen dilini bağlamak istemiyordu ama cevap vermekten alamadı kendini.

"Telafi etmeye çalıştığın hataların var, farkındayım. Dua ediyorum arkandan. Sana tepki aldığım da yok üstelik. Benim meselem kendimle. En ufak bir rüzgârdan bile korkuyorum dalım kırılır diye. Korkaklığıma kızıyorum. Ama elimde değil. Kaybederim sizi, uzak oluruz birbirimizden..."

"Nerden geliyor aklına böyle şeyler Zeynep? O konuşan köylüler yüzünden değil mi? Bakma bana öyle, öğrendim seni bunaltanı az çok. Ağızlarının payını vereceğim. Ama her ne iliştirdilerse kulağına, kapıların ardında bırak onları. Kıyma kendine de bize de."

"Yaşından değil biliyorum ama büyüksün benden. Direnebildin, karşı koyabildin dünyaya. Ama senin kadar güçlü değilim ben Mehmet. O kapıları kapatmaya kuvvetim yetmedi işte. Ne bileyim... Küçük görme beni, baş edemedum şu kadarcık şeyle bile." Çenesi titremesin diye dişlerini sıktı Zeynep. Elinin tersiyle gözündeki yaşı silip kucağına eğdi bakışlarını. Konuşunca rahatlıyordu insan. Ve birine içini dökmek derdi küçültüyordu sanki.

Mehmet aradaki azıcık mesafeyi de kapatıp, dikkatlice sarıldı kıza. Sırtını sıvazladı. Daha fazla ağlamadan sakinleşsin istedi. Demek onca zamana rağmen iyi olmamıştı savunmasız ruhu. Yetersizlik, küçük görülme hissini atamamıştı içinden. Bu mevzuda en ufak bir laf gelse kulağına, içinde büyütüyordu bir tohum. Oysa Mehmet'in gözünde bambaşka biriydi. Azalmak şöyle dursun gün geçtikçe artıyordu sevgisi. Hele şimdi bir de anne olacaktı. Yüreğinin elleri olsa genç adamın, güzel Zeynep'i üstlerinde taşırdı.

"Şu kadarcık şey dediğin Zeynep'im, senin bir ömrünün meselesi. O gaddar babanın senin ruhuna ettiği işkence, ananın sesini çıkartamayışının eseri. Bastırılmaya, susmaya alıştığını biliyorum. Biz bir arada oldukça, elimden geldiğince seni bir kafesten çıkartmaya çalıştım. Belki eksik kaldım, belki daha var zamanı. Bazen kapandı dediğimiz yaralar, zayıf anımızı kolluyor. Düşeceğimiz sırada bir çelme de onlar takıyor. Ben hiç yaşamıyor muyum? Gözümün önüne gelmiyor mu geçmişim? Azap çekmiyor muyum geceleri? İyi miyim hakikaten? İnsan bu, içinde neler olur neler. Daima düşünür. Sıkıntı anında geçmişi geleceği toplar dert edinir. Kâbus eder kendine, ufacık gölgeyi bile. Dedin ya bana, köşeme çekilmeye hakkım yok mu, diye. Var tabi ama bunun da usulü var. Biraz adil olmak lazım kendini yargılarken."

"Sen öyle misin?" dedi boğuk sesiyle Zeynep. Başını gömdüğü yerden kaldırmamıştı.

"Öyleyim, insan neyi hak ettiğini ve yaptığının sonucuna katlanması gerektiğini bilir. Ben kendimi yargılayabilirim. Fakat senin mahkemen başka. Tek başına, kendini bir uçurumun kenarına sürüklüyorsun. Bu adil değil. O yüzden susmanı istemedim."

"Nasıl adil olacağım?"

"Zeynep'imi seveceksin."

"Adam kayırma Mehmet."

"Sen kendini görebilsen keşke. Kaşının gözünün güzelliğini geçtim, içini görebilsen. Zeynep, sevmek ne kadar kutsaldır sen bilirsin. Bana yakıştırmışsın, hayatıma ortak olmuşsun. Kahrımı çekmişsin sessizce. Konuşmuşlar, arkanı dönmüşsün. Anneme anne, babama baba demişsin. Anne olmuşsun... Zeynep, beni bir sevmekle sarıp sarmalarken niye kendini mahrum ediyorsun bu kutsallıktan?"

"Korku basıyor içimi, kaybederim sanıyorum."

"Gelmemiş günlerin vehmiyle yaşıyorsun yani. Geçmişi, geleceği toplayıp kendine yük ediyorsun. Ya da doktorun dediği gibi bol bol kafan karışacak bu dönemde."

"Öyle mi dedi?"

"Öyle... Duyguların, hislerin biraz dalgalanabilirmiş. Ama unutma, seni seven ve her zaman yanında olan bir ailen var arkanda. Kafan karıştıkça gel, sor, söyle, çekinme. Ve bir daha biri yanında ileri geri konuşursa, saygısızlık ederim kaygısı taşıma. Yapıştır cevabı. Bunca senedir evdesin, hiçbir şey öğrenmedin mi kaynanandan?" Son cümlesi biraz alaycıydı Mehmet'in. Zeynep'in güldüğünü hissetti. Omuzlarından tutup geriye çekti. Bir kere de görmek istedi. "Hayde söz ver bana, toparla kendini. Güllük gülistanlık bir hayat vadetmiyorum sana. Çünkü bu hayat benim elimde değil. Ama yaşadıkça ailemin, senin, çocuklarımın yanında olacağımı biliyorum."

"Yanımızda olursan eğer, muhakkak o güller bir yerlerden biter. Biz yine bir bahçenin içinde otururuz."

"Bak, hemen çiçekler büyütüyorsun içinde. Gül bahçelerinden söz ediyorsun. Bundan sonra atma kendini bir karanlığa. Bana yaptığın iyiliği kendine de yap. Sesimin yükseldiği anları da bağışla." Kendinle barışmak başlı başına bir meziyetti. Mehmet Zeynep'e öğretmek istiyordu bunu fakat kendisinin de pek usta olduğu söylenemezdi. Zeynep'i sevmek Mehmet gözüyle, Mehmet'i bilmek Zeynep yüreğiyle...

Loading...
0%