Yeni Üyelik
28.
Bölüm

27- ABLA KUCAĞI

@yesilkutuphane61

Gizlenir bazı sevinçler. Toprağın altında filizlenmeyi bekler. Bahara varana dek, yağmur lazımdır biraz çamur. Güneşli bir hava vardı. Sabah namazından sonra çay kırmaya çıkmış, öğlen sıcağında evine dönmüştü herkes. Üstelik bu gün yaşlısından gencine karne heyecanı sarmıştı her yanı. Bütün yılın mahsulünü alacaktı çocuklar, ne kadar emek vermişlerse... Okuldan köye döndüklerinde nefes nefese çıktılar yokuşu. İlk hanenin sakinleri evine yöneldi, gerisi devam etti yoluna. Gülcan ve Azize'nin alnına yapışmıştı saçları. İçlerinde tarifsiz bir heyecan vardı. Ve bunun sebebi, pekiyi gelen notları değildi.

"Yenge!" diye bağırdı Gülcan. "Biz geldik, neredesiniz?"

"Bağırma da içeriye girelim" dedi Azize nefes nefese. "Çaydan dönmüşlerdir, uyuyor olabilirler."

"Kendimi tutamam, uyuyan da uyansın bir zahmet." Elindeki karneyi kaldırıp içeriye doğru koşturdu kız. Azize bir şey demedi, gülmeden de edemedi. Gülcan'a hak verdiği nadir zamanların birindeydi. Eve girdiler birlikte. Etrafta bir sabun kokusu vardı, her gün olduğu gibi bu gün de temizlik yapılmıştı. Bu mevsimde kirlendikleri kadar temizlenirlerdi ve erkeğinden kadınına bu konuda titizlerdi. Evin içine bir çay çöpü dahi girmezken, çaylıkta otlarla epey haşir neşirlerdi.

"Oo hoş geldiniz, sizi bekliyorduk." Mehmet karşıladı kızları. Kollarını açıp Azize'ye sıkıca sarıldı. Gülcan'ın aklı başka yerdeydi, amcasına gelişigüzel bir selam verdi sadece. Annesinin yanına gitti hemen. "Bakalım karneye..." Eline aldı rulo haline getirilmiş kâğıdı, tek tek inceledi notları. Güneş yanığının esmerleştirdiği yüzünde gururlu bir tebessüm vardı. Azize sıyrıldı tüm güzel haberlerden, öyle sessizce seyretti babasını. Bir zamanlar böyle güzel gülemeyen adamı... "Aferin benim Azize'me. Her sene hiç durmadan bana bu gururu yaşatıyorsun." Sonra eğildi kulağına, fısıldadı. "Senin gibi bir kızım olduğu için çok şanslıyım. İyi ki bana verilmişsin, başkasına değil." Yanağından sıkıca öptü kızı.

"Oyy geldunuz mi?" Rahime hanım dış kapıdan göründü. Eteğinin önüne doldurduğu fasulye tohumlarını aceleyle köşedeki gazete kâğıdının üzerine koydu. Koşturup Azize'yi babasının kollarından aldı. Kadın birinci sınıftan sonra okula gitmemişti. Okuması yavaş, yazması yok gibiydi. Torunlarını ve evlatlarını elinde kitapla görünce hevesle bakardı. O sebeple, eğitim konusunda detaylı bilgiye sahip olmasa da fazlasıyla destekleyiciydi. "Ha bu nedur?" diye sordu karnedeki notlara bakıp. "İyi midur notlar? On yazayi, iyidur da. Aferun benum kızıma. Nenesi yesun ballarından." Azize kıkırdayıp kurtuldu babaannesinin kollarından.

"Mustafa nerede?" diye sordu. Sabahtan beri gözükmemişti etrafta. Karne alamayacak diye okula da gitmemişti. Yüzü düştü anne oğulun. Omuz silktiler bilmediklerini belirtircesine. Azize yengesine uğramaya karar verdi. Gülcan da nereye kaybolmuştu böyle? Beraber olacaklardı anlaşmaya göre ama hep bir adım önde koşturduğundan, kıza yetişmekte zorlanıyordu. Kapıları geçip Selvi yengesinin odasının önünde durdu ve girmek için müsaade istedi. "Yenge, müsaitsen geleyim mi?"

"Azize, gel kızım gel." Kız, şefkatini sevdiği sesin boğuk çıktığını duyunca yutkundu. Kadının ağladığını anladı. Hareketleri yavaşladı biraz, ağır ağır girdi içeriye kapıyı da kapattı. Yine toplu olduğu halde düzeltilmek için açılmış bir sandık karşıladı onu. Bir iç geçirdi. Bu köyde kederlenen kadınlar sandığını dağıtıp yeniden yerleştiriyordu. Gelecekte o da mı böyle olacaktı? "Otur bakayım şöyle. Hiç de duymadım geldiğinizi, kapıya çıkardım öyle olsa."

"Ne fark eder ki?" dedi Azize. Daha sabah ördüğü saçını omuzundan geriye attı. Bu gün yengesinin önüne oturacak cesareti olmadığından, biraz da yamuk olmuştu örgüsü.

"E, hani karne?" Selvi, ıslak gözlerine rağmen gülümseyip kızın boş ellerine baktı. Oğluna nasip olmamıştı sevinçli haberle gelmek fakat Azize'nin çekingen hevesini kursağında bırakamazdı. "Yoksa kırık var da Mustafa gibi sobaya mı attın karneni?" Geçen sene yaşanmıştı bu olay. İkisi birden güldü hatırlayınca.

"Babamın elindeydi" diye geçiştirmek istedi Azize. "Sana başka bir şey söyleyecektim ama..." Salonda bir ses karmaşası olunca ikisi birden kapıya baktı. Büyükler karnelerden bahis açmış olmalıydı. En çok da Emine'nin sesi duyuluyordu.

"E haydi söyle de sen da onların yanına git. Deden sevinir sizi bir arada görünce."

"Ben de bir arada olmamızla ilgili konuşacaktım zaten." Uzanıp başparmağıyla yengesinin kirpiklerindeki ıslaklığı sildi Azize. Kadının yanakları güneşten yanmış, elmacık kemikleri kızarmıştı. "Mustafa nerede yenge?" Kadın eğdi başını. Bilmiyordu, dağ bayır koşturmasına razıydı çocuğun ama o günden sonra hevesi kırılmış, saklanır olmuştu. "Bizim ona karnesini vermemiz lazım. Gelip kendisi alsaydı, öğretmen seneye sekizinci sınıfta görüşeceklerini söyleyecekti."

"Nasıl yani?" Selvi, Azize'nin tebessüm yayılan yüzüne bakarken şaşkındı. Mustafa'nın yeniden yedinci sınıfı okuyacağını zannediyordu. Kızın ellerine sarıldı bir müjde bekler gibi. "Geçirmiş mi sınıfı? Not vermiş mi ödevine?"

"Evet, Gülcan'ın toplayıp masaya koyduğu kâğıtları almış incelemiş. Siz de konuşmaya gitmiştiniz ya, Mustafa'nın ne kadar emek verdiğini ve sonrasında üzüldüğünü görmüş. Zaten sevdiği bir öğrencisiydi, zeki buluyordu ama çalışmadığından yakınıyordu. Karne gününde sevinsin diye bir sürpriz hazırlamak istemiş ama Mustafa gelmeyince haberi vermek bize düştü." Azize konuşmayı bitirince kendisini yengesinin kollarında buldu. İşte bu tebrik onu sevindirmişti. Omzundaki ıslaklığın, mutluluktan olduğunu bildiğinden üzülmedi. Ama Mustafa'nın da bu güzel haberi alması gerekiyordu.

***

Çocuğu bir ağacın altında buldular. Nefes nefese kalmışlardı tüm köyü dolaştıkları için. Mustafa da hiç korkmadan meşedeki ağacın dibinde oturuyordu saatlerdir. Beklemek, oturmak ona göre değildi. Ama canı hiçbir şey yapmak istemiyordu şu günlerde. Kızların getirdiği haber, çocuğu ayaklandırmaya yetti. Önce inanamadı, kovdu amcalarının kızlarını. Sonra ciddi olduklarını görünce hırçınlık etmeyi bırakıp eline karnesini aldı.

Öğretmeni ona bir şans daha vermişti. Varlığından umut kesilmemiş bir öğrenci olduğunu göstermişti bu hareketiyle. Ve Mustafa girdiği yeni dönemin farkına vardı. Beladan kurtulmak için adanmış adakları varmış gibi doğrudan karşısındaki sık ağaçlığın ardındaki geleceğine baktı. "Bundan sonra adam olacağım" dedi kızları şaşırtarak. "Öğretmen bana bu iyiliği etti, ben de oturup canım çıkana kadar çalışacağım." Endişe, korku ve utançla geçen günleri nihayete erdi Mustafa'nın. Verilen bu şans, ciddi ve çalışkan olmaya itti onu. İçindeki haylaz tarafı bastırdı hissettiği minnet. Üstelik daha önce hiç yapmadığını yapıp, kendi rızasıyla kızlara sarıldı bir kardeş gibi. Ve kendini tutamayıp, bu sefer sevincinden, örgülerini çekiştirdi. Azar da işitmedi.

***

Geçen günlerin birinde Mehmet çarşıdan eve döndü. Abisiyle çorbacıya gitmişlerdi. Bol sarımsaklı işkembe çorbası içip sohbet etmişlerdi. Arif fabrikada gece vardiyasına kalacaktı. Mehmet'i de iyice geç olmadan ve çevirmeye yakalanmadan eve yolladı. Kamil'in başına gelenlerin, yeniden yaşanmasını istemiyordu kimse. O yüzden Hasan beyin ciddi talimatıyla, herkes daha dikkatliydi.

Adam, ışıkları sönmeye başlayan alt kata uğramadan yukarıya çıktı. Elinde bir poşet mandalina vardı. Sabah indirirdi aşağıya, rahatsızlık verip kilitlenecek kapıları açtırmak istemedi. Epey de erken uyanmıştı zaten, kızaran gözlerinden yorgunluğu anlaşılıyordu. Tıraş olmuyordu birkaç gündür. Sakalları uzamış, saçı dağılmıştı. Çalışma döneminde olduğundan belki de, bakımsız görünüyordu. Anahtarı çevirip koridorun sonunda ışığı yanan odaya ilerledi. "Selamun aleyküm" diye seslendi Zeynep'in karşısına aniden çıkmış olmamak için. Poşeti ahşap kapının kenarına bıraktı.

"Aleyküm selam, erkencisin." Zeynep ufak bir kinaye yaptı ama yüzü gülüyordu. Yatağın kenarına oturmuş, başladığı el işiyle uğraşıyordu. Mehmet'i bekliyordu bir bahaneyle.

"Öyleyimdir" dedi adam omuzlarını dikleştirip. "Vakti saatinde evine gelmesini bilen, sorumluluk sahibi bir adamım. Fakat ne kapıda karşılanıyorum, ne bir hoş geldin duyuyorum Zeynep'in ağzından, ne de kalkıp sarılıyor bana."

"Alınmışsın sanki biraz." Zeynep kıkırdayıp ayağa kalktı. Elindeki tığı bıraktı dikkatlice. Bir iki adımda Mehmet'in yanına gidip kollarını açtı. Açtığı gibi de geri kaçtı. "Öf!" Avuç içini ağzına kapattı hızlıca. "Mehmet ne yedin sen?" Adam, irkildi bu tepki karşısında. Açıkça kötü koktuğu vuruluyordu yüzüne.

"Hiç... Çorba içtik abimle..."

"İşkembe?" Zeynep bembeyaz olmuş yüzüyle pencereye yaklaştı. Mehmet de elini dümdüz yapıp ağzına yaklaştırdı, ufak bir koku testi yaptı.

"Sarımsak fazla oldu herhalde" diye mırıldandı.

"Fazla mı? Küpün içine düşmüşsün sen."

"Ben bir ağzımı yıkayayım" dedi aceleyle. "Sonra karanfil çiğneyeyim." Zeynep üstelemek istemiyordu. Fakat Mehmet'e yaklaştıkça, kıyafetlerinden bile yayılan keskin bir koku ulaşıyordu burnuna. Hassaslık edip kırmak istemezdi bu adamı. Ama biraz daha aynı ortamda kalırlarsa sabahı zor ederdi.

"Karanfil ağacını çiğnesen de fayda etmez Mehmet. Hay Allah'ım..."

"O kadar kötü mü yav?" Zeynep başını sallayınca, bu gecenin çetin geçeceğini anladı. Yine de şansını denemek istedi. "Ben arkam dönük yatarım, hava sıcak pencereyi de açarız. Oh mis..."

"Oh deme Mehmet."

"Ya sabır! Boğazıma dizildi lokmalar Zeynep'im, sağ olasın."

"Yok, tamam laf etmiyorum. Sen yat burada, ben salonda yatarım."

"O süs abidesi halamın aldığı tahtadan rahatsız koltukların üstünde ne ben uyurum ne de seni uyuturum. Gece dayak yemiş gibi uyanırsın salonda." Kapının önünden bir adım ileri gidememiş olmanın huzursuzluğuyla kıpırdandı Mehmet. Çorba çok güzeldi, inkâr edemezdi ama yerinden olmuştu işte. "Ben aşağıya ineyim o zaman. Kendime bir yer bulurum. Olmadı anamın kapısının önünde otururum, karım beni dışarı attı derim."

"Mehmet sakın ha!" Zeynep gülmemek için kendini zor tuttu. Ah ne vardı işkembe yerine mercimek içmiş olsaydı da şu sohbeti tatlı tatlı devam ettirselerdi. "Ben giderim aşağıya."

"Nerede yatacaksın acaba?" Çiçek'in yatağı hariç boş yatak yoktu. Üst kattaki kapılar kilitliydi. "Ben Azize'den rica ederim, babasına bir yatak ayarlar o. Hiç sanmıyorum, beni odadan kovacağını da." Zeynep kaşlarını çattı Mehmet'in sırıtarak söylediklerine.

"Sanki keyfimden uzak duruyorum senden. Annem mutfağa bile sokmuyor beni midem bulanıyor diye."

"Tamam, kızma şaka ettuk."

"Etma Mehmet. Uykum var hayde." Mehmet söylene söylene odadan çıktı. Alt kata indi. Azize uyumamıştı daha, Rahime hanım da ayaktaydı. Adamın uyuyacak bir oda isteğini cevapsız bıraktılar. Koca adamdı, anne babasının arasına da yatamazdı. Mustafa salonun kapısını kapatmıştı bile. Yersiz kalan babasına güldü Azize.

"Baba, sen tek yat en iyisi bu gece. Kimse seni odaya almaz."

"Bak sen cimcimeye! Kızım beni odaya alır dedim, güvendiğim dağlara kar yağdırdın bu mevsimde."

"Seni odaya alırım, benim yatağımda yatarsın da ben nerede yatacağım?" Bu soruya Mehmet'in cevabı hazırdı. Bakışlarıyla üst katı işaret etti. Azize derin bir soluk verdi. Tek uyumayı seviyordu. Bir kere mecburiyetten yatmıştı Zeynep ablasının yanına. Bir ikincisinin olacağını hayal etmemişti. Elindeki karanfilleri ağzına atıp çiğneyen babasına baktı kısa bir an. Her kararın yeni bir imtihan.

Bir gece daha üst katın misafiri oldu Azize. Koridordaki mandalinadan yediler. Zeynep el işiyle uğraşırken, küçük kız da kitabıyla ilgilendi. Arada birbirlerinin ellerindekine meraklı bakışlar attılar. Ufak sorularla kısa bir sohbet ettiler. Sonra yine sessiz ve mesafeli bir uykuya daldılar. Azize yatağın en uç köşesinde kapatıyordu gözlerini ama Zeynep'e sarılmış olarak uyanıyordu. Oysa o babaannesinden başkasına böyle sarılmayacağını zannediyordu.

Bu sabah erken uyanan Azize değildi. Geçen sefer kaçıp gitmişti ama şimdi kapanmış mesafelerden ve saçlarını okşayan ellerden kimseye görünmeden sıyrılamazdı. Kolunu doladığı belden çekti yavaşça. Azıcık da geriye çekildi, kendi yastığına koydu başını. "Uzağındaydım ama..." dedi mahmur bir sesle. "Çarpmadım değil mi sana?" Zeynep sağ tarafına dönüp yastığın üstüne yerleştirdiği avucuna yasladı yanağını. Başını salladı olumsuz anlamda.

"Dağınık yatmıyorsun ki, niye çarpasın? Hem fena mı oldu? Sarılıp uyuduk birlikte. Ben çok severim öyle uyumayı."

"Ben tek uyumayı daha çok severim."

"Ninenle?"

"Evet, ama onunla yatınca uyumak biraz zor oluyor." Zeynep de kadının horladığını bildiğinden, güldüler birlikte. "Yengemle de uyumuştum amcam yokken. Hüseyin de bizimle yatmıştı. Bebekti o zaman, çok güzel kokuyordu." Duraksayıp odaya bakındı Azize. Sonra yine Zeynep'e çevirdi bakışlarını. "Burası da öyle olacak" dedi. Saçlarına uzanan ve okşayan ele müsaade etti. Sonra hep duymaya alışkın olduğu bir cümle ilişti kulağına.

"İnşallah de..." Karşısındaki kadının bir hayale iç geçirir gibi baktığını görünce farklı hissetti Azize. Belki bir heyecanın karın ağrıtan sızısıydı bu. Seneler önce sırtında sepetle gördüğü kızın, bir çocuğu olacaktı. Kendi halinde, hayatta verilenle yetinen Zeynep'in gözleri bir Mehmet'e bakarken ışıl ışıldı böyle bir de bebekten bahis açıldığında.

"Büyümüşsün" dedi farkında olmadan. Zeynep de Mehmet'le büyümüştü. Çocuk olan o değildi ama nasiplenmişti adamın gönlündekilerden. Babasının eksik bıraktığını tamamlayan birini bulmuştu. Sığınmıştı, sevilmişti. Azize elinden geldiğince uzak tutmaya çalışmıştı kendini onlardan. Kırgınlık, kızgınlık ve yetiştirilme tarzıydı buna sebep olan. Şimdi yavaş yavaş birbirlerine adım atıyorlarken ve küçük kız gün geçtikçe büyüyorken hislere bir isim bulabiliyordu. Yayılan zamanın içinde bir arada yaşarken anlaması zordu. Tabloya geniş ve uzaktan bakmak lazımdı.

"Niye öyle dedin?"

"Hiç" dedi Azize. "Bir anda zaman geçmiş ve aradaki seneler hiç yaşanmamış gibi hissettim. Sanki sen..."

"Sanki ben, sırtımda sepetle beni ilk gördüğün yokuş başındayım. Selam veriyor baban. Sepetimi alıyor, sen gülüyorsun onun bu haline. Süzüyorsun beni baştan aşağı. Bilmem ne düşünüyor o büyük güzel gözlerin. Sonra yürüyoruz, sen koşuyorsun ama. Bir kedi görüyorsun, ürküyor, babana sesleniyorsun. Peşinden geliyoruz." Derin bir nefes aldı Zeynep. "Azize, zaman hiç geçmiyor gibi. Kışın donmuş dereler gibi. Yaşadıklarımız tatlı rüyalar, uyanacağımız kâbuslar, bizde iz bırakan yaralar belki. Hep o güzel anlardayız fakat farkında değiliz seyreden yılların. Daha küçüksün ama anlamışsın bu gerçeği."

"Yaşım küçük ama diğer çocuklar gibi büyümedim ki ben." Bir sabah uyandığında, Zeynep'le bu konuyu konuşabileceği aklına gelmezdi Azize'nin. Üstelik ona özel bir ketumluk değildi bu, kimseye anlatmak istemezdi. Yine de aralarında eskiden kalan ve hiç dışarı sızmayan bir sırdaşlık hukuku vardı. Çekinmeden devam etti bu sebeple. "Sen çocuğunu diğerleri gibi büyütsene Zeynep abla, babam da eskisi gibi değil hem..." Durup yutkundu, gözlerinin yaşarmasına engel olamadı. "Artık daha yumuşak, güler, eğlenir. Yavaşça öğretir çocuğuna. Kardeşim de erkenden garip, farklı gerçeklerle kafasını karıştırmak zorunda kalmaz. Mustafa gibi kocaman adam oluncaya kadar oynar, Yasemin gibi güler bağırır. Herkes onları kınıyor ama ikisi de mutlu."

Yastık ıslandı bir iki damlayla. Zeynep yaraları kanatan Azize'ye yaklaştı bir çırpıda. Beklemeden kollarını dolayıp sinesine aldı kızı. "Gel biz de büyümeyelim" dedi. "Ben yirmi yedimde kalayım, sen on üçünde. Bebek doğsun, onun da elinden tutalım. Oynamadığımız oyunları oynayalım, ne kadar istersen gül haylazlık yap onunla. Olmaz mı?" Sırtını sıvazladı kızın, belki eksik ruhların. Sinesinde bir baş sallandı. Ama anlayamadı Zeynep. Evet mi dendi, hayır mı?

***

Sofraya oturulunca Kâmil boğazını temizledi. "Baba, bizim bir şey konuşmamuz lazım" dedi. Hasan bey elinde kaşık, önünde çorba dururken onay verdi oğluna. "Biz iki oda bir salon da olsa ev yapmak istiyoruz, yani ben istiyorum müsaaden olursa." Sofrada ufak çaplı bir şaşkınlık oldu. Arif Selvi'ye baktı göz ucuyla. Demek konuşabilmek bu kadar kolaydı.

"Yap oğlum" dedi Hasan bey, sesinde ne coşku ne de öfke emaresi vardı.

"Ben de üst kattan emicemin odalarını satın almak istiyorum" diye atıldı Mehmet. Paranın büyük bir kısmını biriktirmişti. Geriye amcasını ikna edip payını almak kalıyordu.

"Al oğlum." Rahime hanım bu sükûneti ağzı açık seyrediyordu. Ne oluyordu bu adama? Arif de cesaret bulup söze karıştı.

"Baba, biz de okul için çarşıya taşınalım diyorduk. Bir sene de olsa Mustafa'nın okulu için faydalı olur. Ders çalışacak. Hem fabrikaya da yakın."

"Taşının oğlum."

"Herif ne oldi sana? Ula uşaklar size ne oldi? Nere gideyisunuz?" Rahime hanım gitme planlarını duyunca kendine hâkim olamıyordu. Ne yapacaktı onlar giderse? Her odadan çıkan birini görmedikçe, Çiçek'i uzaklarda bir başına yaşadıkça inecekti yüreğine. Azize de ondan farksızdı. Büyüklerinin gözlerine bakıyor, gitme planları yaptıklarından habersiz oluşuna üzülüyordu. Ama sesini çıkartmadı. İştahı da kaçmıştı. Su alma bahanesiyle kalktı sofradan. Bir daha da dönmedi.

***

O yaz herkes kendi evi için hazırlık yaptı. Ev yeri belirlendi, Kâmil bir ustayla anlaşıp küçük bir odadan başlayarak evinin duvarlarını ördürdü. Selvi Of'ta ev baktı Arif'le. Zor oldu ama amcasını ikna etti Mehmet. Temel amca gelecek peşin parayla kendi birikmişini birleştirince bir daire alabileceğini hesapladı ve keyiflendi. Çocuklar yazın bitmesini hiç istemedi, Rahime hanım da öyle. Çünkü Eylül'den itibaren senelerce süren düzenin değişeceğini biliyorlardı. Aylarca süren tuğla örme faslından sonra Emine azar azar eşyalarını taşımaya başladı. Şimdi küçüktü ve lüks gözükmüyordu evi ama elinden gelenin en iyisini yapacağını söyleyip güzel hayaller kuruyordu.

Arif ve Selvi hem fabrikaya hem okula yakın bir yerde tutmuşlardı evlerini. Onlar eşyalarını taşımadılar, köydeki odalarına hafta sonları döneceklerini söylediler. Geçici bir düzenden söz ediyorlardı ama Arif'in özlemiydi dört duvar arasında küçük ailesiyle oturmak. Mustafa'ya çalışması için bir masa bile almıştı. Ki o zamanda her çocuk bu lükse sahip değildi. Azize'ye de üst katta beğeneceği bir oda hazırlanıyordu. Ama kız ne odasından ayrılmak istiyordu ne de evde oluşan bu büyük boşluğu doldurabiliyordu. Sık sık evden çıkıp Yasemin'e gidiyordu. Bazı geceler orada kalıyordu. Sobanın yanında oturmaktan, bir gün bırakacağını bildiği yatağında uyumaktan zevk almıyordu artık.

Üstelik seneye liseye geçecekti. Yasemin de, Samsun'a gideceğini ve orada okumaya devam edeceğini söylüyordu. Şehirde olmak uğruna hayatında değişiklik yapmaktan çekinmeyecekti. Azize bundan babasına bahsettiğinde Trabzon'da, Sürmene'de bir sürü lise olduğu cevabını aldı. Gitmesine müsaade edilmeyecekti. Latif'in de işi başından aşkındı. Oturup iki kelime konuşulmuyordu onunla. Ve Azize çocukluk arkadaşlarını özlüyordu çokça. Ne yazık ki dağılıp gitmişti neşeler. Büyümek biraz da yalnızlaşmaktı. Ve her çocuk gibi Azize, Latif, Mustafa, Gülcan ve Yasemin de büyüyordu.

Latif'le son oyunlarını hatırlıyordu. Misketleri yuvarlamak için düz beton bir zeminde oturuyorlardı. Azize on üç, Latif on beş yaşındaydı ve bazılarına göre çoktan oyun yaşını geçmişlerdi. "Kaç yaşına oldunuz hâlâ misket yuvarlayisunuz. Kalkun bakayım, kızum sen evine git. Oğlum sen da değirmene mi gidersun nereye ise işte..." Köyün bastonlu, çehresi daima kızgın dedelerinden biri, güzelim misket oyununu işte böyle dağıtmıştı. Azize'nin elinde dört tane cam misket kalmıştı. Latif'tekilerin sayısını bilmiyordu. Çocuğun mahzun gözlerini anımsıyordu yalnızca. Sanki kaybedilen bir oyun vardı ortada. Kocaman bir veda...

***

1985

Ocak ayının beşinci günüydü. Fırtına vardı dışarda. Yağmur yağıyordu Karadeniz'e, bulutlardan kalma bir alışkanlıkla. Evde duran bir avuç insan sobanın yanında oturuyordu. Saat ondu, hava karanlıktı ve yatmaya hazırdı herkes. Hasan beyin tespihinin sesi yanan odunlarınkine karışıyordu. Rahime hanım zikir çekip esniyordu. Mehmet, Azize'nin matematik ödevine eğmişti başını. Bir problemi halletmeye çalışıyorlardı. Zeynep biraz rahatsızdı oturduğu yerde. Büyük kavuşmaya iki elin parmak sayısını geçmeyecek gün kaldığını biliyordu.

"E ha buni karşıya atalım o zaman" diyerek ensesini kaşıdı Mehmet. Bu soruyu o da anlamamıştı. Azize elinden kalemi bırakıp gözlerini ovuşturdu. Sözel konuları, hikâyeleri ve şiirleri daha çok seviyordu. Ama matematiğin, fennin de tatlı bir yorgunluğu vardı. Bulmaca çözmek kadar keyifli olsa da sürekli yeni bir kural öğrenmek zor geliyordu.

"Bence paranteze alalım" dedi bir kedi gibi mırıldanarak. Erken kalktığından olsa gerek, yorgundu. Babası tekrar kitaba eğildiğinde, açılmak için gözlerini etrafta dolaştırdı. Dedesinin elindeki tespihe, önündeki gazeteye, babaannesinin ezbere okuduğu duaları derin nefesler alarak fısıldayışına ve Zeynep ablasının bitmeye yakın koltuğa bıraktığı elişine baktı. Sahi, niye bırakmıştı? Yüzü de hiç iyi gözükmüyordu. Ağrısı olmalıydı ki elini karnına koyup derin nefesler alıyordu. Korktu Azize. Dürttü babasının kolunu. Mehmet önce anlayamadı, öyle vermişti ki kendini derse. Sonra fark edebildi Zeynep'i. Kalktı yerinden, anne adayına nasıl olduğunu sordu. İyi bir cevap almadı. Sıkmaktan kızarttığı ellerini bir kez daha yumruk yaptı Zeynep. Akşam akşam gelmişti ağrılar. Üstelik dışarda da fırtına vardı.

Rahime hanım hemen anladı durumu. Hasan beye işaret etti, adamı apar topar araba bulmaya yolladı. Adam söylendi çıkarken. "Biri ev der biri oda der, bir akıllı da çıkıp araba alalum baba demez." Rahime hanım onun söylenmelerini boş verip Zeynep'in yanına gitti. Sakin kalmasını söyledi. Mehmet beceremiyordu çünkü. Onu da yukarıya, eşyaları almaya yolladı. Su teklif etti, başörtüsünün önünü gevşetti. Yağmur biraz daha hızlandı...

***

Sabah ezanından sonra odaya girdi. Kundakta topak gibi bir erkek çocuğu yatıyordu. Şişkin yanakları kırmızı, bir tutam saçı da simsiyahtı. Mehmet'in adımları dikkatli ve yavaştı. Bir gürültü etmemeye gayret ediyordu ama kalbinin sesi de duyulur diye korkuyordu. Şu tatlı oğlanı kucağına almakta özgürdü. Nasip olursa evine götürecekti bir de. Anneliğin nasıl bir his olduğunu anlayamazdı ama babalık, hem de ikinci kez, bambaşka bir duyguydu. İlkinde yirmili yaşlardaydı, toydu, başka bir ülkedeydi. Kucağına aldığında çocuğunu, kendini kocaman bir adam gibi hissetmişti. Kollarına yakıştırmıştı minik kızını. Her ne kadar gelecekte hatalar yapacak olsa da.

Sandalyeye oturup bir süre bebeği seyretti. Her doğanın bambaşka bir yüzle dünyaya gelmesi ne acayipti. Burun, kaş, göz herkese veriliyordu ama simalar farklı oluyordu. Mehmet'e sorulsa, bu çocuk benden çok annesine benzeyecek derdi. Saçları kıvır kıvır olur muydu? Gözlerini açsaydı da ne renk olduklarını görseydi. Bir iç geçirdi, sabırsız davrandığını biliyordu. Dokuz ay bekleyip birkaç saat daha duramıyordu yerinde. Bu tosun da uykucuydu sanki. Azize'nin gözleri uzun yoldan gelmemiş gibi canlı bakardı. Güldü kendini tutamayıp. Aynı sevinçleri yeniden yaşamanın heyecanı sardı içini.

***

"Ne isim koyacağız?" diye fısıldadı Mehmet. Azize uyuyan bebeği seyrederken omuz silkti.

"Bunca zaman niye düşünmediniz ki?"

"Düşündük ama karar veremedik. Senin aklında yok mu bir fikir?"

"Akif olsun o zaman" diye mırıldandı kız. "Senin adın Mehmet, uyumlu olur hem de..."

"Sen de Azize... İki çocuğumun adı da aynı harfle başlıyor." Güldü ve ayağa kalktı. "Güzel fikir." Kızın saçlarına uzun bir öpücük kondurdu. "Ben bir doktorun yanına gideyim, çıkışımız ne zamanmış sorayım. Sen burada dur olur mu? Zeynep ablan da uyanır birazdan." Azize başıyla onayladı babasını. Gözlerini bebekten çekmeden oturmaya devam etti.

Yüzüne, gözüne bakmak istiyordu. Kardeş ne demekmiş öğrenmek istiyordu. Mesela Hüseyin'den farklı mıydı bu bebek? Çok sevecek miydi onu? Yan yana güzel bir hayat geçirecekler miydi? Gerçek aileler gibi. Büyüyünce hevesle abla diyecek miydi? O erkenden büyüyecek miydi? Bir iç çekip eline uzandı. Zaten bebek de uyanmış, mahmur gözlerle bir şey arar gibi bakıyordu. Ablasıyla tanışması ufacık bir anda ve epey sessiz oldu. Kışın soğuğunda oda sıcacıktı. Hüseyin'den tanıdık o yumuşak koku çoktan etrafa yayılmıştı.

"Azize" Zeynep seslenince dönüp baktı Azize. Rahatlamıştı biraz, çünkü ağlamaya başlayacak bir bebekle baş başa kalmak fikri hoşuna gitmiyordu.

"Uyandı" dedi alması için. Ama Zeynep yerinden zorla doğruluyordu. Kalkamazdı. "Hemşire çağırayım mı? Babam doktorun yanına gitti, babaannem de köye gitti. Kıyafet getirecek sana." Küçük bebek kimseyi bekletmeden ağlamaya başladı. Acıkmıştı.

"Sen veremez misin?" Zeynep anneliğin verdiği telaşla, bebeğin ağlamasına dayanamadı. Hemşireyi beklemek istemedi. Ne yazık ki sıkı bir ilgi görmüyorlardı.

"Ne ben mi?" Küçük kız inanamadı bu teklife. Henüz doğmuş bir çocuğu kucağına alamazdı. Severdi, uzaktan bakardı ve her kıpırtısını gülümseyerek seyrederdi ama kucağına alma fikrini reddedecekti. "Ben yapamam." İkisi birden ağlayan bebeğe baktı.

"Acıktı ama" dedi Zeynep. Üstündeki battaniyeyi dizlerine kadar sıyırdı ama canı yanınca durdu. Mehmet de tam vaktinde gitmişti. Gerçi o da tutarken tedirgin oluyordu fakat tecrübesi vardı en azından. Azize'nin üzgün ve korkan gözlerine baktı Zeynep. Hem cesaret vermek hem de bunu yapabileceğine dair ona güvendiğini göstermek istedi. "Ablasısın sen onun, başının altından dikkatlice tutup kaldırırsan aramızdaki azıcık mesafede kucağında tutabilirsin."

"Bir şey olur diye korkuyorum."

"Çok ağlarsa da bir şey olur diye korkuyorum Azize. Kalkabilsem ben alacağım. Hadi bana yardım et." Kız derin bir nefes aldı. Toparlanmaya çalışan Zeynep ablasından çekti gözlerini. Tıpkı babaannesi, babası ve hemşireler gibi kaldırabilirdi bebeği.

"Evet, yapabilirim" diye mırıldandı. Sonra Davut hoca geldi aklına. "Bismillah" dedi her güzel işe başlarken olduğu gibi. Parmaklarını uzattı kundağa. Bir anlık tedirginlikle geri çekmek istediyse de vazgeçmedi. Zeynep'in sakin talimatlarıyla, kardeşini kucakladı. "Yaptım." Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, bebeği annesine teslim etti.

"Teşekkür ederim Azize. Yapabileceğini biliyordum. Korkma, ona zararun dokunmaz senin. Ablalar anne gibi sahip çıkar kardeşlerine, biliyorum çünkü benim de vardı." Bebeği susturup üzgün bakışlarını kapıya çevirdi. Ne annesi gelmişti ne de küçüklüğünde peşinde koşturduğu kardeşi. Haberleri var mıydı? Onu bile bilmiyordu. Bir iç çekti.

"Artık gelmiyor diye mi üzüldün?"

"Biraz..."

"Biliyor musun yengemler gelecek birazdan. Babaannem de odayı hazırlayıp dönecek. Kalabalık olur burası. Sabah ya şimdi... O yüzden hemen burada olamadılar. Kardeşin de gelir belki onlarla. Dayı oldu, sevinmiştir." Zeynep, Azize kadar iyimser değildi. Kardeşiyle aralarındaki bağlar kopalı epey olmuştu. Nasibine de böyle merhametli bir kızla aynı odada olmak düşmüştü. Elini uzattı bir destek ister gibi. İstediği ona verildi.

Loading...
0%