Yeni Üyelik
29.
Bölüm

28- GÜNAH SIZISI

@yesilkutuphane61

Nisan 8

İlk kez kaçmadım. Hırçınlık etmeden, elbiselerimi yırtmadan... İlk kez beni çok inciten bir insanın karşısında durdum. Ağlamadan konuşabilmek için kendimi çok sıktım, dişlerim ağrıdı. Kalbimin etrafında ince sızılar dolaştı. Nefes alamayacağımı zannettim ama babamın gözlerinin içine baktım. Bana olan sevgisinin ne kadarının gerçek olduğunu anlamaya çalıştım biraz da...

Ben kapıların ardını dinleyen bir çocuk değilim. Bunun ayıp olduğu öğretildi bana. Fakat koridordan geçiyorken duydum. Babamın bu köye gelme sebebinin beni bırakmak ve Almanya'ya gitmek olduğunu öğrendim. Sonra vazgeçmiş, kalmaya karar vermiş ve Zeynep ablayı sevmiş. Ben ve korkularım, cümlelerin hiçbirinde yoktuk. Geride kalacak bir çocuktan bahsetmediler. İyi ki kalmış babam, güzel bir ailesi ve düzeni olmuş, öyle dediler. Yanlış ve eksik anladığımı da söylediler.

Bu köye ilk geldiğimde çok korkmuştum. Alışamayacağımı, evimi özleyeceğimi ısrarla anlatmıştım babama. Yattığım kanepe, sesleri geçiren pencereler, yere kurulan sofra bile yabancıydı bana. İlerde alıştım, sevdim burayı ama o günlerde endişeliydim işte. Babamın buraya yerleşeceğini hissediyordum. Tedirgindim. Beni bırakıp gitmeye niyetlendiğini bilmiyordum. Bilseydim daha çok korkardım. Bu mevzudan, beş yıl sonra kucağında Akif'i tutarken bahsettiğinde korkudan beter acılar yayıldı kalbime.

Kırılmak ne demek, öğrendim demiştim ya. Derede silinip giden mürekkep lekeleri geçmişti gözümün önünden. Ama öğrenmek başkaymış, yaşamak başka. Öğrendiğini, yaşamak o ince sızıyı geçirmiyormuş. Ayaklarım yere çakılı kaldığında ve tıpkı Mustafa gibi başımı ellerimin arasına alıp boşluğa bakmak istediğimde, bunu da öğrenmiş oldum. İnsanın ağlayacak gücü kalmıyormuş.

Odaya girip babama neler söyledim, Akif'i nasıl korkuttum ağlattım, babaannemin koluma uzanan elini nasıl ittirdim hatırlamıyorum. Zeynep ablanın yüzüne bir kez bile bakmadım. Muhatabım babamdı. Sadece... Babasından başka kimsesi olmayan bir kızı yalnız bırakırken vicdanının ne halde olduğunu sorduğumdan eminim. Onu bir baba, bir öğretmen, bir sığınak olarak görüyordum. Elini tuttuğumda, bir sıcaklık yayılıyordu içime. Yanında yanlış kelimeler kullanmamak için saatlerce sözlük okuyordum. O mutlu olunca, ben de olacağım zannediyordum. Dediğini yapmak, beni uslu ve babasının sevdiği bir kız yapar diye düşünüyordum. Uslu kızlar da bir başına bırakılırmış, babam bana bunu da öğretti.

Düğün parası ve eşyalarını toplamak için gittiği o bir aylık süre zarfında yaşadığım hisleri ve özlemi hiç unutamıyorum. Çarpık yazılı, babama mektuplar defterim hâlâ rafımda duruyor. O sayfaları, hüzünlendiğim günlerle birlikte sobaya atıp yakmak istiyorum. Keşke babam bana iki kişilik dünyamızda mutluymuşuz, benim ondan başka kimseye ihtiyacım yokmuş gibi davranmasaydı. Çünkü artık o da yok. Bunca seneyi birlikte geçirmemizin de bir önemi yok. Aldığına pişman olduğu bir kararın geçmişteki bir hata olarak kaldığını söylemesine de gerek yok. Beni ayakta tutan duyguların temelindeki çürük tahtaları, babam sert bir darbeyle kırdı.

Bir zamanlar hatalara tahammül edemezdi. Dereye deniz dedim diye attığı kızgın bir bakış vardı ki, hevesimin dalgalar gibi geriye çekilişini hâlâ hatırlıyorum. Sonra birini sevdi, değişti. Ona bu iyiliği yapan ben olamadım. Ama o bana miras bir tahammülsüzlük bıraktı. Şimdi ben de öfkeliyim onun hatalarına. Büyüdükçe görüyorum, o sustukça duyuyorum.

Almanya'daki arkadaşlarıma, ölmeden bir kez göremediğim Bay Felix'e, geçmişime veda edemeyişimin suçlusu babam. Beni tamamen farklı biri olarak yetiştirip, kaçtığı topraklarda büyüyeyim diye Türkiye'ye getiren babam. Önce düğün için, sonra da hasta olduğu için uzaklara gidip beni yalnız bırakan da babam. İyi tarafını görmeye çalıştığım ve içten içe canımı acıtan ne kadar yaşanmışlık varsa, hepsinin müsebbibi babam. Güçlü bir adam olduğunu düşünürdüm hep, o vakur sessizliğinin altında dünyayla baş etmeye çalışan bakışlarını yakalardım. Ama değil, babam güçlü değil.

Annelerinin kucaklarındaki bebekler daha çok sevilirmiş, gördüm. Güzel bir kadın güler yüzle çocuğu uzattığında adama, bebek daha sıkı kucaklanırmış. Ben hevai bir kadının kızıydım belki, sorumluluktan kaçan kendine bile yetemeyen kollarıyla bıraktı beni babamın kucağına, bir daha da almadı. Peki, bu sebeple mi terk edilecektim? Yalnız bırakılmayı mı hak ediyordum? Her gün beni çok sevdiğini ve iyiliğim için bir şeyler yaptığını söyleyen adamın soğukluğu bu yüzden miydi?

Bir fotoğrafım var, Bertha gönderdi, bahçede çekilmiştik birlikte. Elime alıyorum, ne kadar küçükmüşüm! Bu gün gözlerime yaş olan hüznün emaresi yine gözlerimde. Eğilip kulağına fısıldıyorum; hissettiğin endişenin sebebini öğrendim küçük Azize, diyorum. Bize yalan söyleyenler varmış, küçük yaşımızdan faydalanmak istemişler. Çok uysalmışız, dünyadan habersizmişiz. Uzanıp onu teselli edemiyorum, kendi omzumu sıvazlayamıyorum. Çok yalnız kaldım, aslında hep yalnızdım.

Halam, yengemler, amcamlar, Mustafa ve Gülcan gittiğinde çok üzüldüm. Yine de evde ve çekirdek ailemle yaşayacağımı düşünüp teselli buluyordum. Meğer herkesten önce babam gitmiş. Beni hiç tanımadığım akrabalarımın yanına bırakacakmış. Ne için döndü? Zeynep abla için mi? Tamam, onun yanında kalsın. Alışkınım odaların dışında durmaya. Bir babaya da ihtiyacım yok, anneye de. Kardeş de istemiyorum. Büyüklerim bana sorumluluktan söz ederken, kendilerinin suçlu olduğundan bahsetmediler hiç. Günah işliyorlarmış türlü bahanelerle. Muhtaçtım ya sevgilerine, ses etmiyordum. Belki başımı okşarken bile günah çıkartıyorlar vicdan temizliyorlardı. Annem altı seneyi dört günde, babam da çocuğunu terk etme fikrini beş senede telafi etmeye çalışmış.

Öfkem azaldığında, pişman olacak mıyım bu yazdıklarıma? Sanmıyorum. Benim inancım silinip gitti içimden. Şimdi yaşanan her güzel an, yapılan iyilik bile fena görünüyor gözüme. Ben yokmuşum, silik bir sorumlulukmuşum, babam ne yaptıysa kendisi için yapmış gibi hissediyorum. Ben günahmışım, babam beni düzeltmeye çalışmış, başaramamış kaçmış, sonra tövbe edip bana alışmış gibi... Bağırıp çağırmasaydım, ailesiyle gülerek sohbet etmeye devam edecekti. Yine kapının ardındaki çağırılan ve kaçan çocuk bendim.

Geçen günlerde istemsiz kızıyordum ona. Yeni bir oda hazırlamış yukarda. Ben okula gidip gelirken yerleştiriyorlarmış eşyaları. Sürpriz yapacaklarmış. Kitaplık, yatak, masa koymuş odaya. Israr ediyordu “hazırlık bitince bir arada olacağız, sen de buraya gel” diye. Zeynep abla da defalarca buna benzer şeyler söylüyordu. Çok beğenecekmişim yeni eşyalarımı. Sekiz yaşımda uyuduğum yataktan, halamın başucumdaki hayalinden ayrılmak ne kadar zordu, bilmiyorlardı. Hızlı değişimler yaşadım, yenilerine açık değildim. Kapıda büyüyen bir çiçeği kopartıp başka toprağa dikince cansız oluyor, solup gidiyor. Ben başka topraktaydım, babam beni kopardı, yeni bir yurda dikti. Canlanmaya çalışıyordum, yeniden elini uzattı yapraklarıma. Direndim, direnirdim de.

Ama kendimi bu kadar kötü ve kimsesiz hissederken, burada halamın odasında bile rahatça uyuyamıyorum. Akif'in sesini duydukça ağlayasım geliyor. Babam onu bırakmaz, bunu düşünmez bile. Biz kardeş olabiliriz, aynı adama baba diyebiliriz. Bu hayatlarımızın tamamen farklı olacağı gerçeğini değiştirmez. Annesinin kollarında, babasının kucağında uyuyan bir bebekle yalnızlık fırtınalarında ayakta kalmaya çalışan kafası karışık bir kız, elbette ki bir olmaz.

Nisan 18

Gerginliğimden yakınıyorlar. Odama çekiliyorum, kafamı toplamaya çalışıyorum. İlgimi arttırmama rağmen notlarım düştü. Babamla konuşmadım bir daha, ona fırsat da vermedim. Açıklaması var belki, hayatta ilk kez küçüklüğümü bahane edebilirim. Koca bir adamın hislerini anlayamadığımı söyleyebilirim. Mamaya kızıyordu, ona benzeyecekti eğer gitmekten vazgeçmeseydi. Şimdi ben ikisine de kızıyorum. Tahammülsüzlüğüm, bahane kabul etmeyişim bundan. Ve beni uyaran öğretmenlerime sessiz kalışım da bu yüzden.

Bir hafta çarşıda, Selvi yengemin yanında kaldım. Köydeki hareketlilikten, gelen gidenden rahatsızdım. En ufak bir ses bile huzursuz ediyordu beni. Mutfaktaki gürültü, kadınların konuşmaları, bebeğin ağlaması bile dağınık dikkatime mızraklar fırlatıyordu. Tam olarak böyle hissediyordum, aksi halde saç diplerimin diken gibi olmasına başka sebep bulmam gerekirdi.

Selvi yengem, uzak kaldığımız süre içerisinde hiç değişmemişti. Hatta daha bir özlemle sarıldı bana. Fakat bu sefer karşılık veremedim. Acımak... Belki de kimsesiz bir kız gözüyle bakmıştı küçüklüğüme. Seviyor muydu beni? Sevilecek biri miydim ben? Oturup ders çalışmam ve Samsun'daki bir liseye gitmek için notlarımı yüksek tutmam gerekirken bunları düşünüyordum. Gelecek kaygım yoktu fakat geçmişimin her anı bütünüyle boğazımı sıkan kaygılara dönüşüyordu. Önce babama olan inancımı kaybetmiştim, şimdi de herkesi ve her anı yitiriyordum. İnsanların temiz hislerini sorguluyordum. Ve bu bana günaha batmaya başladığıma dair işaretler veriyordu.

Nisan 25

Günlerin ısrarı gerginliğe dönüştü. Artık büyüklerce saygısızlık olarak görülen bir raddeye ulaştı sesim. Gitmek istiyordum. Okulu burada okumayacaktım. Mustafa gibi, Yasemin gibi gidecektim ben de. Kimsenin önümde durmasına tahammül edemiyordum. Önceleri kaçmak, bunaldığım mevzuları halletmek ayaklarımı meşeye ya da dereye yürütürdü. Şimdi ancak bu şehirden gitmek paklardı zihnimi.

Babasının kızı diyorlar arkamdan. O da gitmiş ya, gitmeyi severmiş. Anne baba, evlat dinlemez, bilet alırmış kendine. Sorumsuzluğa olan öfkem, yalanın kırdığı kalbimin zarar verecek kadar dağılması, hem bana hem çevreme, bundan mı? Babama benziyorum diye mi? O da mı huzursuzdu benim kadar? O yüzden mi kimseyi dinlemeden çıkıp gidiyordu kafasına estikçe?

Nisan 28

Kötü not aldım sınavımdan. Bir hınçla defterimin son sayfalarını sıktım. Yırtılıp buruştu canım notlarım. Eve döndüğümde de kimseyle konuşmadım yine. Babaanneme göre gerçekleşmemiş bir ihtimal için fazla tepki veriyormuşum. İyice de huysuz olduğumu söylemişti arkamdan. O öyledir, tatlı dille halledemeyince kızar aklına geleni diline döker. Kızmıyorum bu yüzden, huysuzlaştığım ve kabıma sığamadığım bir gerçek.

Odama geçtim, iştahım da yoktu. Ders çalışmak... Başarının üstüne vardıkça elimden kaçırıyordum ıslak sabun tutmaya çalışır gibi. Saatler geçti, yattım kalktım, mutfaktan gelen seslere kulak vermedim. Düşünüyordum, neyi yanlış yaptığımı? "Ezberlemiştim" diye sızlandım "defterde ne yazıldıysa hepsini ezberlemiştim." Böyle devam ederse, Samsun'a gidemeyeceğim. Orayı sevdiğimden mi ısrarım? Hayır, her gün evden çıkıp dereye inmekten yoruldum. Sofraya oturmaktan, babamdan kaçmaktan, çabucak yiyeyim derken boğazıma dizilen lokmalardan, dedemin nasihatlerinden, bizim zamanımızda diye başlayan cümlelerden sıkıldım.

Onların zamanında, onların anne babalarıyla yaşayamazmışım bunu anladım. Kendi annemle de yaşayamıyorum, babamın vermek için çırpındığı sevgisinden kaçıyorum. Torunlarıma kendi zamanımı nasıl anlatırım acaba? Babama olan tavrıma ne derler? Belki beni haklı bulurlar, başkalarının sevdasından nasiplenen çocukluğuma üzülürler. Belki fazla uzattığımı ve alınganlık ettiğimi düşünürler. Babaannemin babasının yaptıklarını duyunca, içimdeki bazı sesler torunlarım gibi konuşuyor çünkü.

Zeynep abla odaya girip elinde tepsiyle bana yemek getirdi. Yengem yoktu ya, o ilgilenmek istiyordu benimle. Oysa gitseydi, bebeğinin başında dursaydı. Benim ihtiyacım yoktu kimseye. İstemediğimi söyledim ilk başta. Onun elinden bir şey yemek istemiyordum. Sebebi... İçimde çok başka karmaşalar var. Kötü biri olduğunu düşündüğümden değil, öfkemden değil, kıskandığımdan değil. Onun varlığına başka pencereden bakıyorum artık. Babamın kalma sebebine... Ama zihnimi toparlayıp da konuşamıyorum. Cesaretim de yok isteğim de yok. Hani, olmuş olmamış, bir farkı yok.

"Azize" dedi yanıma oturup. "Yeter kendini bu kadar üzdüğün. Yemek yemiyorsun, odadan çıkmıyorsun, hasta olmandan korkuyoruz. Baban uyku uyumuyor. Ve senelerdir de bu böyle. Aklında olmadığın, seni düşünmediği tek bir an bile yok..." Ne beni düşünmesini istiyordum ne de babamı savunmasına ihtiyacım vardı. Okuyabilecekmişim gibi kalkıp gelişigüzel birkaç kitap çıkarttım çantamdan.

"Üzüldüğüm yok, hasta da olmam. Babam konusuna gelince, artık düşünmüyorum. Notlarımı yüksek tutmam gerekiyor. Müsaade edersen çalışacağım" diye yalan söyledim. Konuşmasını böldüm.

"Gülcan ve yengen geldi geçen gün. Notların düşükmüş, onu söylediler. Biz alışmışız senin başarına, şaşırdık biraz. Ama... Yani yaparsın yeniden, toplarsın kendini. Maşallah kafan tıkır tıkır çalışıyor." Kaşlarımı çattım bu söylediklerine. Gülcan da hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Memnun mu oluyordu düşüşümden? Her neyse, onu da umursamamayı öğrenecektim.

Zeynep ablaya gelince, kucağına ilk çocuğunu almış bir kadına göre eşinin kızına epey yumuşak ve sevgi dolu davranıyordu. Bu sebeple ona sesimi yükseltmek yerine gitmesi için sessizliğimi korumayı tercih ettim. Kalkıp yerinden, yemeğimi yememi tembihledi. Sonra saçıma uzattı elini. İşte buna müsaade etmedim. Belki kırıldı bilmiyorum. Onu düşünecek halde değildim. Ben, babasının bırakıp gideceği bir kızdım. Annesinin, eğlencelere tercih ettiği çocuktum. Kimsenin beni sevmesini istemiyordum artık.

***

Sıkıntılı bir süreçti. Azize'nin babasını dinlemeyişi, evden zihnen uzaklaşması ve Mehmet'in kaybetme korkusu ikisini de zayıflattı. Hem zihnen hem bedenen. Adam anlatamıyordu kıza, o günlerde yaşadığı boşluğu, işe yaramaz bir yaşayış içinde kendini mahvettiğini zannettiğini ifade edemiyordu. Bir bahane olarak sunmuyordu bunları, merhamet dileniyordu yalnızca. Ama kendini bir aile tablosunun dışında gören Azize'ye ulaşamıyordu.

Akif doğduğunda, bir kıskançlık yaşanacağını fısıldamıştı herkes. Mehmet karşı çıkmıştı, itiraz etmişti. Azize'nin öyle bir kız olmadığını biliyordu. Fakat ihmal edileceğini düşünen çocukların, bir gün yorulacağı su götürmez bir gerçekti. Yorulup çizgiden çıkmak için hazırda bekleyen hislere sahiptiler. Ve artık öğrendiği gerçekle olgun davranması imkânsızlaşan Azize, ele avuca sığmıyordu.

Yalnızca gitmekten bahis açılınca konuşuyordu. Sonra tartışıyorlardı. Günler sabrı tüketiyordu yavaş yavaş. Mehmet müsaade etmiyordu, Azize ısrar ediyordu. Herkesin gideceğinden, bunda bir beis olmadığından bahsediyordu. Ve o konuşmayı hatırlatıyordu babasına. "Dedim ya; senden habersiz gitmem bir yere. Önce sana söylerim, sonra giderim." Adam, kızın ciddiyeti karşısında hiç olmadığı kadar çaresiz hissediyordu.

Bir dönem, epey vakit geçtikten sonra tabi, daha sakindi Azize. Selvi yengesi evde okutulacak mevlit sebebiyle dönmüştü. Kalabalık artmaya başlamıştı. Mustafa da okuldan sonra köye geliyordu. Ciddi bir çalışma programı yapmıştı ve Azize'yle bu sayede biraz vakit geçirebiliyorlardı. Hüseyin de köye döndüğü için mutluydu. Azize ablasını özlemişti epey, kızın kafası dağılıyordu onunla birlikte oldukça. Uzun zaman sonra aynı sofrada oturuyordular ve tartışma yaşanmadan yemek yiyebiliyordular.

En büyük kırgınlık bile, uzun günlere yayılmaz. Biraz azalır, gizlenir, belki tesellisiyle gelir. Ya da alışır insan. Bununla yaşayabilirim diye düşünür. Nihayetinde, daima gözleri ıslak dolaşmaz. Ve kolunu kanadını kıran o adamı... En azından düştüğünde yaralanan dizi için suçlamayı bırakır.

Azize ahşap masasının başında, bir avucuna yaslamışken yanağını ve eskiyi hatırlayan güzel bir genç kız olmuşken böyle yazacaktı günlüğüne.

Bebeği görmeye, elbette Kezban hala da geldi. Adı cimriye çıkan amca, dükkânı bırakmadı. Uzaktan selam gönderdi. Samsun'dan gelen biri Azize'ye destek olabilirdi elbette. Onu yanına davet edebilir, yüreklendirebilirdi köyden ayrılması için. Mehmet diken üstündeydi bu yüzden. Ama kız, babasının korkularının aksine günler boyunca Kezban haladan da uzak durdu. Okuldan bahsetmedi, birlikte gitmeyi teklif etmedi. Sevgi kavramı kocaman bir şüpheydi içinde.

Kezban hala bu uzaklıktan dolayı şaşkındı biraz. Azize’yle aralarında samimi bir ilişki vardı önceleri. Muhakkak bir problem olmalıydı. Mevzuyu öğrenene dek araştırdı. Nihayet Rahime hanımı sıkıştırıp haftalardır gündemi meşgul eden meseleden haberdar oldu. "Biliyordum böyle olacağını" diye söylendi. "O kızı elinizden kaçıracaktınız. Onu anlayacak kapasite yok sizde. Haklı değil mi?" diye sordu ani bir çıkışla. "Mehmet, aman evladımı bırakamam diye mi döndü? Yok, yeniden evlenmek için..."

"Öyle değil abla" diye itiraz etti Rahime hanım. "Konuştuk biz onunla. Tek derdi evlilik değildi. Zaten pişmandı hayatına, en azından bir Zeynep'e bir de Azize'ye iyilik edeyim diye niyetlendi."

"Savunma bana oğlunu. İyilikmiş... Bak, babalığına laf edemem. Hangimizin başında onun gibisi vardı? Anne gibi sahip çıktı, ilgilendi, öğretti. Ama orada hatalıydı. Bırakmak istedi mi, istedi. Şimdi alsın kızının gönlünü. Bana sorarsan zor." Rahime hanımın bir yanı, geçen zamanı bahane edip oğlunu savunuyordu elbette. Ama susturduğu yanı da on sene gurbet özlemi çektirmesine kızıyordu. Aklına geldikçe de öfkeleniyordu.

Fakat bir anne olarak, evine dönmüş yuvasını kurmuş, hastalık geçirmiş, ameliyat olmuş oğluna merhamet ediyordu. Azize'nin çocukluğundaki bastırılmış dağınık duyguların, kızın hayatını allak bullak ettiğini anlayamıyordu. Yıkılmak üzere olan bir binaya, türlü dayanaklar bulup yerleştirmişti o küçük aklıyla. Ve babasının ağzından duymuştu mücadelesinin yalnızca bir yalanı ayakta tutmaktan ibaret olduğunu. Ne bunu anlatabiliyordu, ne de bir başkası onu güzelce anlayabiliyordu.

Kezban hala, Mehmet'in korkularını arttıracak kadar kaldı. Yıl sonunda çocukların karnelerini gördü. Azize'nin geçen yıldan bir tık daha düşük olan notlarını, fıtratındaki eleştiri dürtüsünü susturarak tebrik etti. Mustafa herkesi şaşırtmıştı. Çalıştığında başarabildiğini göstermişti ve ailesi epey mutluydu. Hak edilmiş hediyeler sahiplerini bulurken, Azize koltuğun kenarına bıraktı paketi. Odasına götürmeyi ihmal ettiğini fark edemeyecek kadar dalgındı. Ve içindeki her neyse merak etmiyordu.

Gün boyu Yasemin'le dolaştı. Her dönemeçte gözü Latif’i arıyor, görmek umuduyla etrafa bakınıyordu. Uzun zamandır karşılaşmamışlardı, uzun zamandır uzaklardı… Belki selamlaşırlardı. Yasemin bundan haberdar değildi. Başka şeyler düşünüyordu. Meryem teyzenin yaptığı mısır ekmeğini yoğurda doğrayıp yediler. Sohbet ettiler. Durgundu ikisi de. Bir ayrılık seziliyordu. Çocukluk oyunlarının oynandığı bu köyden uzaklaşma fikri, boğazına yumru oluyordu Azize'nin.

Yasemin halinden memnundu bir yerde. Yaşça büyüktü arkadaşından, liseye Trabzon’da başlamıştı. Ama şimdi gitmek, diğer arkadaşları gibi şehirde olmak istiyordu. Başka yerler görmek, okumak, dolaşmak hayallerini süslüyordu. Abisi de Samsun’a taşınabilirdi. Ve yapacaklarını anlatırken, dudaklarına bulaşan yoğurdu silmeyi ihmal ediyordu. Annesi görse, kocaman kız olduğundan ve hâlâ dağınık yemek yediğinden yakınırdı. O da güler geçerdi.

"Latif okulu bırakmasaydı keşke" diye iç geçirdi Azize. Yasemin’in Samsun’da yapacaklarını dinlemiyor gibiydi.

"Para kazanması lazımdı."

"Öyle ama... Ne bileyim."

"Marangoz olacakmış. Babam dedi ki meslek öğrenmek de lazımmış. Zaten eli de yatkınmış."

"Ama çok yük taşıtıyorlar." Yasemin omuz silkti arkadaşına.

"Güçlü kuvvetli çocuk, boyu da kocaman oldu. Taşır, merak etme."

"Merak etmiyorum zaten" diye huysuzlandı Azize.

"Ediyorsun işte."

"Etmiyorum!" Yasemin yerdeki otlardan bir avuç kopartıp, inatla bağıran kızın saçlarına attı. Güneşin altında oturmaktan ikisinin de yanakları kıpkırmızı olmuştu.

"Ne var, insan merak eder sorar. Sen de sordun. Ölür müsün itiraf etsen? Anladık, daha oyun oynayamıyorsun diye içerlemişsin. Latif de büyüdüğümüzden dolayı uzak duruyor bizden. Ama bu kadar uzatılır mı bu mevzu! Allah senin düşmanın etmesin kimseyi. Bir kaşık suda boğarsın vallahi."

"Boğmam Yasemin, kimseyi boğmam. Selam da istemiyorum, oyun da. Bir soru sordum neler söyledin! Esas senin eline düşmekten Allah korusun." Birbirlerine kızıp sustular bir süre. Sonra kalkıp eve gittiler. Okul mevzusu konuşuluyordu salonda. Kezban halanın kulağına Azize'nin ısrarı gitmişti. Kızı eve dönmüş görünce, saçındaki otları temizledi yavaşça. Sonra herkesin gözünün içine bakarak okul süresince birlikte yaşamayı teklif etti. Azize birkaç dakika durup babasının hiç hoşlanmayacağı cevabı verdi. "Gelirim" dedi. Kocaman bir meydan okuma vardı sesinde.

***

Tüm hazırlıklar tamam sayılırdı. Yaprak döken bir ağacın yalnızlığına bürünmüştü ev. En çok gidenler kalıyordu, kalmaya hevesi olanlar arkasına bile bakmıyordu. Azize kahverengi bir bavulla gelmişti köye. Aynı bavulla veda edecekti. Elbiseleri ve eşyaları hazırdı. Eğitim süresince epey uzakta olacaktı. İstediğine ulaşıyordu, Yasemin gibi mutlu, Mustafa gibi gururlu olmalıydı fakat iyice artmıştı içindeki sıkıntı. Aynı okulu Trabzon'da da okuyabileceğini söyleyen babasının çırpınışları, kulağına gelen af çığlıklarını arttırıyordu.

Yaz sabahlarına, gözünün önünde büyüyen ve tatlı simasıyla insanı kendine alıştıran Akif'in sesiyle uyanmıştı. Babaannesi çocuğu kucağına alıp dolaştırıyor, emeklemesi için evin içine bırakıyordu. Ve o da ablasının kapısının önüne gidiyor, içeride uyuyanı tanıyor gibi çığlığa benzer sesler çıkartıyordu. Azize, yaşadığı büyük yıkımdan sonra kendini attığı kuyudan çıkmakta zorlanırken bile kapıyı açmayınca vicdan azabı çekiyordu. Akif'in bir kedi gibi süzülüp içeriye girmesine müsaade ederken, dağınık saçlarını yüzünden çekip bir kenarda bekliyordu.

Bundan altı ay öncesine dönse, kapıları çarpıp kaçmak isterdi. Fakat bu gün daha çok bağlandığı evinden ayrılmak canını sıkıyordu. Günlerce ısrar edip, hem kendine hem de babasına ceza olarak aldığı bu karardan da dönemezdi. Her imkân ayarlanmıştı artık. Yalnızca bu kırgınlığın üstünden çok zaman geçmişti ve Azize'nin cesareti kırılmıştı. Babası biraz daha ısrar etse, belki kalabilirdi de. Fakat aylar süren bu inatçı kırgınlık yalnız Azize'nin değil Mehmet'in de umudunu elinden alıp götürmüştü.

Eğer daha iyi olacaksa, Azize'nin Samsun'da okula gitmesini kabul edecekti. Düzgün bir baba olabilmek ve affedilmek için bu mu gerekiyordu? Bağrına taş basıp oturacaktı. Kızı mutlu mu olacaktı? Susacaktı. Fakat eskiden olduğu gibi feri sönmüş gözlerinde, o suçluluk duyan ve kaçıp gitmek isteyen adamın izleri vardı. Hiç kimsenin tesellisine kulak asmıyordu. Kendi mahkemesini kurmuştu çoktan ve adil olduğunu zannediyordu.

Azize gitmeden bir gün önce "senden bir piknik istiyorum, hatırım varsa biraz kabul et" dedi. Ve Azize babasına esefle baktı. Bu adam hâlâ anlamamıştı kızındaki yerini. Biraz hatırdan söz ediliyordu, vardı. Kabul etti ve pikniğe gittiler. Üstelik kendi rızasıyla Zeynep ablasını da çağırdı. Konuşacakları vardı. Güzel bir gündü. Dere kenarında, kızılağaçların altında oturdular. Havadan sudan konuşuyorlardı. Akif güneşe bakınca hapşırıyor, kelebeklerin peşinden gitmek için oturduğu yerde zıplıyordu. Bir ara Mehmet çalı çırpı toplamak için Azize'yle birlikte kalktı. Mısır közleyecekti, kızı sevdiği için.

"Biliyor musun?" Mehmet kendi rızasıyla söze giren Azize'ye döndü. Kız, piknik alanında oğluyla oynayan Zeynep'e bakıyordu. "Sen iyi bir eşsin, iyi bir babasın, annene babana iyi bir evlatsın" dedi hiç duraksamadan. Şüphesiz Zeynep'i, Akif'i, Rahime hanımı ve Hasan beyi kastediyordu. Bu sıfatlar, onlar sayesinde verilmişti Mehmet'e.

"Peki, senin için?" diye sordu Mehmet. Merak ettiği, Azize'nin hayatındaki yeriydi. Kız bakışlarını çevirdi babasına. Düşündü bir süre. Buruk bir tebessüm yerleşti yüzüne. Haksızlık etmeden cevap vermek lazımdı.

"Bir öğretmen, iyi bir arkadaşsın. Sanki hayatı öğrenmek için senin yanına gönderildim. Ama yalnız yaşayacağımı bilen biri vardı, seni bana destekçi kıldı."

"Yalnız değilsin Azize. Benim bir türlü izi silinmez uğursuz hatam yüzünden böyle düşünüyorsun ama pişmanım. Ömrümün sonuna kadar yanında olacağım." Azize derin bir nefes aldı. Tüm dürüstlüğüyle söz veren babasına bir cevap vermedi. Çünkü artık dönülmez bir yola girmişti. En azından, içten içe ona inanırken ve içindekilerin bir kısmını paylaşmışken coşkun bir kederle ayrılmayacaktı evinden. Elindeki çalıları kucaklayıp babasından önce piknik alanına döndü.

Dumanın rahatsız etmeyeceği bir uzaklığa bıraktı kucağındakileri. Sonra kollarını açmış bekleyen Akif'in yanına yürüdü. Bebeğin gözlerindeki masum heyecanı görünce cevabını aldı. Kardeş, tüm dünyaya küsülse bile seviliyordu. Eğilip, bebeğin yanağına ufak bir öpücük kondurdu. Biraz sevdi, oynadı. Sonra dönüp Zeynep'e baktı. Onunla da konuşmak lazımdı.

"Seni ilk gördüğümde çok sevmiştim biliyor musun?" Zeynep beklemediği bu giriş karşısında şaşırdı biraz. Yine de Azize'den bunları duymak, hele bunca zaman sonra hoşuna gitti. "Saçlarını, gözlerini... Ne güzel kız, diye geçirmiştim aklımdan. Sonra babamla evleneceğini duydum. Bu hayattaki tek varlığımdı. Düşünsene, anne bile yoktu yanımızda. İki kişilik dünyamıza biri daha girecekti ve ben ilk kez babamdan ayrı kalacaktım." Uzanıp ablasının elini tuttu. Ciddiyet ve samimiyetle baktı gözlerine. "Senin yüzünden olduğunu sanıyordum. Sen olmasan, babamın beni bırakıp gideceğini bilmiyordum. Babamı benden almakla suçladım seni, oysa sen onu bana verdin. Benden gitti, sana geldi, sevginden nasiplendim. Teşekkür etmeliyim. Çocukluk kırgınlıklarım bana kalsın ve... Özür dilemeyeceğim, büyüklerin kabahatleri benimkilerden büyük. Yine de bana küs kalmanı istemem."

"Küs değilim, hiçbir zaman da olmadım" dedi Zeynep.

"Sevindim" diye mırıldandı Azize. Dere kenarında, bir piknikte Zeynep'e olan tüm kızgınlığını ve öfkesini yitirdi. Onu suçlamayı bıraktı.

***

Birkaç saat sonra terminale gideceklerdi. Rahime hanım fırından çıkarttığı tepsiyi tezgâha götürürken söyleniyordu bir yandan. Akif farkında değildi olanların ama huzursuzdu. Mehmet konuşmuyordu, ev sessizdi. Azize kapının önünde oturmuş, ceviz ağacına konan kargaları seyrediyordu. Samsun'da ceviz ağacı var mıydı? Havası böyle temiz miydi? Ev gibi miydi orası da? Ev neydi?

Gitmekten vazgeçemeyecek kadar büyümüştü bu iş. Teselli ediyordu kendini, tatillerde geleceğini söylüyordu. Hem Yasemin de Samsun'a gidecekti. O kadar da kötü olmamalıydı. Hep aynı odada, aynı köyde yaşayamazdı değil mi? Ah keşke yaşayabilseydi, keşke gitmemek için bir şansı olsaydı. Keşke babasına olan kırgınlığı ve kırılan inancı bu denli büyük olmasaydı. Bunları düşünürken, yüzündeki ciddiyet bir nebze olsun eksilmiyordu. Uzak ve tepkisiz tavırları herkese iyi olduğunu düşündürtse de Mehmet de Azize de içeride kopan fırtınaların varlığından haberdardı. Ne yazık, ulaşamıyorlardı birbirlerine.

"Azize." Epeydir adını duymamıştı Latif'in sesinden. Daha dün elinde sepetle gelen çocuk muydu ağır ağır yaklaşan? Simasındaki o güven verici emniyet olmasa, Azize çocukluk arkadaşının uzaklığına olan kırgınlığını hiç unutamazdı. Kalktı yerinden, ceviz ağacının altına yürüdü. "Gidiyormuşsun bu gün, geç haberim oldu" dedi oğlan.

"Gidiyorum evet. Uzun süre de yokum." Bir iç geçirdi Latif. Üzgün olduğu her halinden belliydi. Epey de yorgun gözüküyordu. Dün, gün boyu kereste taşımıştı.

"Geldiğinde... Yani sen dönünce görüşürüz. Ben buradayım." Keşke sen de gelsen. Azize böyle söylemedi ama gözlerine dikkatli bakan anlardı ne düşündüğünü.

"Konuşur musun ki benimle?"

"Niye konuşmayayım?"

"Hiç..." Omuz silkip sustu Azize. Latif elini cebine attı. At şeklinde oyulmuş, avuç içi kadar bir tahta parçası çıkarttı. "Benim mi?"

"Senin, ben yaptım. Beğendin mi?" Uzun zaman sonra yüzü güldü kızın. Acemi işi oyma ata bakarken başını salladı. Latif'ten gelen beğenilmez miydi? "Oradayken beni hatırlarsın. Daha fazlasını öğrenirim ben de, döndüğünde sana yaparım." Hiç unutmam ki...

"Ama benim sana bırakacak bir şeyim yok. Sen beni hatırlayacak mısın?" Latif güldü bu üzgün kızın sorusuna.

"Sen bana iki tane kocaman şey bırakıyorsun Azize. Mümkün değil seni unutmak."

"Ne ki onlar?"

"Sonra söylerim."

"Şimdi söyle."

"Olmaz, haydi yolun açık olsun. Özletme kendini. Çabuk gel."

Bir özlem bir de sevda bırakmışım Latif'in yeni yetme yüreğine. O zaman dostluk ve yeri dolmaz bir çocukluk zannediyormuş. Büyüdükçe anladı gerçeği. Bir gün de yavaşça kulağıma fısıldadı. Merakımı giderdi.

Bir tebessümle elindeki kalemi bırakacaktı.

***

Otobüse valiz yerleştirildi, cam kenarına bilet alınmıştı. Mehmet hiç razı değildi kızını göndermeye. Dili varmıyordu bir laf etmeye. Azize'den bir adım bekliyordu. Kararından döneceğini bilse, tutar kolundan bağrına basardı. Ama o, mağrur bakışlarını bir an bile yere indirmiyordu. Her yakını uzak ediyordu. Ne çabuk büyümüştü! Suçlusu bir zamanlar her şeyden kendini sorumlu tutan ve kaçmayı çare bilen bir adamdı.

"Dikkat et kendine. Ben gelirim seni görmeye tamam mı? Halam iyi kadındır, seviyor seni zaten..." Konuştukça sıkıntı basıyordu içine. Neyin boş tesellisiydi bu? Evlat başka yere gider miydi? Azize hiç mutlu olur muydu? Dayanamayıp sıkıca sarıldı kıza. Karşılık buldu kucaklaması. Mehmet ağladı, Azize usul usul sildi kendi gözündeki yaşı. Vakit gelmişti artık. Otobüse binmek lazımdı. Birazdan Samsun'a canının bir yarısını uğurlayacaktı Mehmet. Ve hiç affedilmeyeceğini düşündüğü günahının sızısıyla yaşayacaktı.

Loading...
0%