@yesilkutuphane61
|
Temiz bir oda verildi Azize'ye. Kenarları ahşap tek pencereden içeriye giren güneş ışıkları, hiç karanlığa düşmeyeceği izlenimi veriyordu kıza. Düzenli bir yatak, dolap ve ufak sehpadan başka bir yolluk halı vardı yerde. Sade, göz yormayan dekorasyonuyla titiz bir kadının evinde olduğunu hissediyordu insan. Azize valizini bir kenara koydu, hazır edilen banyoda rahatlatıcı bir duş aldı ve yol yorgunluğunu üzerinden atmak için, henüz hava kararmadan uykuya daldı. Ne yemek için uyandı ne başka bir sebeple. Kezban hala, gelir gelmez uykuya dalan kızın halinden endişe etti. Hasta olup olmadığını kontrol etti. Sonra da sabahı beklemenin iyi olacağını düşündü. Gece vakti uyanıp, nerede olduğunu sorgulayan sonra da eskilerden kalma bir yabancılıkla ağlayan Azize'nin bavulundaki fırtınalarından habersizdi. Yalnızlığa alıştığı evinde, içinin ısındığı bir kızın varlığıyla uyumak yaşlı kalbine ufak heyecanlar serpiştiriyordu. Sabah ezanıyla gözlerini araladı Azize. Davut hocanın sesini aradı kulakları. Kuş cıvıltıları duyulmalıydı bu saatlerde, ağaçların yaprakları salınmalıydı ağır ağır. Fakat gurbetten bir an düşmüştü kızın nasibine. Kimsesiz hissetmemek için kalkıp abdest aldı. Babaannesinin ve dedesinin ufak tembihleriyle başlamadığı namazlarını o günden sonra aksatmamaya çalıştı. İnancın, bir kuvvete güvenmenin gücü çoğu zaman ayağa kaldırmıştı onu. Yine aynısı oldu. Namazını kılıp bir süre oyalandı. Pencereden baktı, yatağını topladı. Karnı açtı ama mutfağa girip bir şey alamadı. Kezban halaya da ait olsa, başka bir evdi sonuçta burası. Okul süresince kalacaktı, derslerini çalışacaktı. Fakat fazla anlam yükleyip kendini alıştırmayacaktı. Gerçi yitip giden inancı da buna müsaade etmezdi artık. Nihayet mutfaktan sesler geldiğini duyunca çıktı odadan. Dar koridoru geçip Kezban halanın yanına gitti. Kuru bir sabah selamı verdi, kadın onun aksine neşeliydi. Nasıl uyuduğunu, rahat edip etmediğini sordu. Aslında Azize'nin rahatsızlık hissedebileceğini düşünmüyordu, ona güzel bir oda ve temiz bir yatak verdiği için vicdanı rahattı. Kız, geceyi düşündü. Gözlerini kapattıkça olmak istediği yer çıktı karşısına. Halasının duvarda asılan kanaviçelerini seyretti. Sabun kokulu çarşaflarına sarıldı. Sobalı odada oturan dedesinin yanına gitti. Akif'in çıkarttığı sesleri duyar gibi oldu. Babası mısır közlemek için... Hayır, Mehmet ıslak gözleriyle, giden bir otobüsün arkasından el salladı. Pişmanlığın en fayda etmeyecek evresinde, kıvrandı durdu. Birlikte sofrayı hazırlayıp kahvaltı ettiler. Birkaç lokma yedi Azize, açlığı yok olup gitmişti bir anda. Halanın ısrarlarına rağmen daha fazlasına elini uzatmadı. Ve kalacağı süre içerisinde de kaybolan iştahı yerine gelmeyecekti. Kalkıp zaten düzenli olan evin toparlanmasına yardım etti. Öğlene doğru evden çıktılar ve okula gittiler. Yolu ve çevreyi tanımak için bir süre gezindiler. Aradan geçen iki durgun günün ardından Azize okula başladı. Dersler yoğun, öğretmenler ciddiydi. Bir an bile boş durmaya müsaade edilmiyordu. Çok fazla ezber vardı; ilaç isimleri, sağlık terimleri, Latince kelimeler derslerin temel kavramlarıydı. Edebiyatı, şiirleri, hikâyeleri çok severken sağlık meslek lisesini tercih eden Azize hiç şikâyet etmeden tüm vaktini kitapların başında harcıyordu. Yasemin'le buluşmuşlardı bir iki sefer. Meyve suyu içip eve dönmüştü. Geç kalmak ya da dışarıda zaman geçirmek istemiyordu. Sekiz yaşına kadar şehirde büyümüş olmasına, Ankara'da babasının yanında kalmasına rağmen Samsun'un sokaklarında yürümekten keyif almıyordu. Öte yandan köyde de durumlar pek farklı değildi. Aynı keyifsizlik, aynı iştahsızlık vardı Mehmet'te de. Eve sığamıyordu, dışarıda dolaşıyordu. Çarşıda ağır işler buluyordu kendine. Düşündükçe içinden çıkamadığı mevzuların üstünü örtmeye çalışıyordu. Ne bebekle ilgilenebiliyordu ne sofralara oturuyordu. Bazı geceler Azize'nin yatağında uyuyordu. Yanına yaklaşmaya çalışanlardan kaçıyordu. Hatta Rahime hanım, yeniden Almanya konusu açılacak da Mehmet bir delilik yapıp gidecek diye korkuyordu. Yetmez miydi bunca ayrılık? Henüz dilenmemiş özürler, düzeltilmemiş kopmaya yakın bağlar vardı üstelik. Öylece arkasına bakmadan gitmemeliydi kimse. Torununun gülen yüzüyle odadan çıkıp yanına geldiği sabahların özlemi henüz tazeydi. Bazen köşesine çekilip ağlıyor, Azize'den geriye kalan eşyalara bakıyordu. Kadın, okula hevesliydi. Buna rağmen, o tatlı kızın evine dönmesini her şeyden çok isterdi. Fakat ne çağırmak, ne de buna sebep oldu diye Mehmet'i azarlamak fayda etmiyordu artık. Bir gün yine Azize'nin odasındaydı Mehmet. Kapı açıldı, içeriye Zeynep girdi. Yemek için bir davet varsa, kabul etmeyeceğini ve aç olmadığını söyledi ona. "Hayır, Mehmet konuşalım artık" dedi Zeynep. "Azize gittiğinden beri kendinde değilsin." "Azize altı ay önce gitti benden, yeni değil bu ayrılık. Babasının nasıl biri olduğunu öğrendiğinde bıraktı beni. Çok çabaladım affedilmek için. Uzaklara gitmesin diye çok dil döktüm Zeynep." "Biliyorum, her anınızın şahidiyim. Azize'nin nasıl kırıldığını, üzüldüğünü gördüm. İyi ki hatamdan dönmüşüm diyordun ya, iyi ki dönmüşsün. Düşüncesi bile ne hale getirdi kızı, geride kalsaydı hiçbir şekilde toparlanamazdı." Zeynep'in dillendirdiği ihtimal gerçekleşmedi diye şükrediyordu Mehmet. "Haksız değil, ne yapsa ne dese hakkıdır." "Kimse senin dediğinin aksini düşünmüyor zaten. Herkes biliyor Azize'nin küstüğünden dolayı gittiğini. Kabahatli ve önceleri laf dinlemeyen bir adam olduğuni da söylüyorlar. Ama senun burada oturuşunu, af dilemek yerine kendini cezalandırışını anlayamıyorlar. Üç hafta geçti, eve telefon aldın ve birkaç dakika sesini duymakla yetindin sadece. Gidip görmeyecek misin Azize'yi?" Buna cesareti yoktu Mehmet'in. "Eğme başını Mehmet, o senun bir parçan ve evden uzakta. Ne kadar kızsa da görüşmeyi ister. Hem yeniden konuşursun belki. Özür dilersin." "Sen affeder miydin beni? Kızımın yerinde olsan mesela..." Zeynep Azize'nin yerine koyamadı kendini. Baba kavramı dillendirilince yanında, tüyleri ürperiyordu. Tekrar çocuk olmak, birine baba demek ister miydi? Hiç sanmıyordu. Mehmet'in elini tuttuğu gün başlamıştı yaşamaya, o gün de Azize'nin ömrüne mesafe olmuştu. İstemezdi böyle olmasını. Yaralı bir çocuğun canını yakmak değildi niyeti. Bir teklif gelmişti ona ve kabul etmişti. Geleceğin kırgınlıklarını öngöremeyecek kadar yaralıydı yüzü gözü. Yine de kızıyordu kendine. Azize'den büyük olan, olgun davranması gereken oydu. Bir yol bulabilirdi belki. O küçük kızın öfkesinden sıyrılıp yüreğini kazanmaya çalışmak elbette zordu, yıllar istiyordu. Zeynep'in tek yaptığı ufak adımlara şükredip seneleri devirmekti. Bu evlilik yapılmasa, Zeynep Basri'nin peşinden yaylaya çıkıp gözden kaybolsa yaşanır mıydı bunca sıkıntı? Piknik yaptıkları gün, Azize'nin söyledikleri çıkmıyordu aklından. Bakışları, hayal kırıklığı her daim gözünün önündeydi. Ve Mehmet'in kendine gelip, kızına ne kadar değerli olduğunu hatırlatması gerekiyordu. Bunu tüm dünya ilan etse, ehemmiyeti olmazdı Azize için. Mehmet söylemeliydi, babasından duymalıydı. "Ben... Onun yerine koyamam kendimi. Hâlâ babasından korkan, kendini ifade ederken zorlanan biriyim. Affetmekten, geriye çekilmekten başka seçeneğim olmadığını düşünüp acizliğimi sererim gözler önüne. Ama Azize öyle değil. Kızdığını da anlıyorsun sevindiğini de. Ne istediğini ve nasıl davranması gerektiğini bilen bir çocuk. Şimdi çok kırgın sana, ne bileyim bana, belki tüm tanıdıklarına. Özür dilemek gerekiyor. Ama senden başkasını da yanında istemiyor. Bunu sen yapmalısın. Bir an önce de harekete geçmelisin. Yeterince geç kaldun. Sen değil... Hepimiz..." Mehmet bunları duyunca omuzlarını düşürdü. Düzeltemedikleri, değişemeyen karakterler boynuna ilmek taktı. *** Okul çıkışı, omzuna astığı çantasını düzeltirken önüne bakarak yürüyordu Azize. İki gün tatili vardı, biraz dinlenmek isterdi ama yığınla ödev taşıyordu çantasında. "Hemşire değil, doktor olacağız sanırım" demişti bir arkadaşı. Aklına gelince güldü ağır ağır. Sakin ve nemli bir hava vardı. Kezban hala her gün yağmur yağacağını söyleyip bacaklarını ovalıyordu. Fakat toplanan bulutlar, şöyle bir bakıp yeryüzüne, dağılıyordu. Okul bahçesinden çıktığında, duvara yaslanmış tanıdık bir sima ilişti gözüne. Duraksadı bir an. Babası mıydı gördüğü? Yoksa ayaktayken de mi rüya görür olmuştu? İsmi telaffuz edildi çekingen bir sesle. Sonra koca bir adamın, ağır adımlarını seyretti. Ne zaman gelmişti? Niye gelmişti? Çok ödevi vardı. Aklını dağıtmaya, kalbini toparlamaya çalışıyordu ve köyden gelen misafir bunları yapmasına engel olacaktı. "Selam… Şaşırdın mı beni gördüğüne?" Çantasının sapını sıkıp başını salladı Azize. Babasını karşısında bulmayı hiç beklemiyordu. "Ben... Çok özledim de seni. Telefonla konuşmak yetmedi. Göreyim dedim. Aslında tedirgindim biraz, belki istemezsin diye düşündüm." Yanlarından birbirlerine sarılan bir baba kız geçti. Onların arkasından da kocaman boyuna rağmen annesine sokulmuş bir kız gördüler. "Gel" dedi Azize başını öne eğip. "Yolun ortasında durmayalım." "Halamın haberi var seni alacağımdan. Bir pastaneye mi gitsek? Karnın aç mı? Ben kurt gibi açım..." Nemli gözlerine ve titreyen sesine rağmen gülümsemeye çalıştı Mehmet. Uzayan sakalları yüzündeki keder çizgilerini saklamaya çalışıyordu. Günlerdir görmediği evladı karşısındaydı fakat sarılmamışlardı. Midesine tek lokma girmemişti ama aç değildi. Azize okulda ne yemişti, eve gidince ne yiyordu, sevdiği yemekler yapılıyor muydu, niye böyle solgundu yüzü? Mehmet ağlamamak için kendini zor tutarken, Azize başını kaldırıp babasına bakmamakta ısrarcıydı. Mesafeleri aşmak gibi bir çabası yoktu. Aksine, duvarları sağlamlaştırıyordu. Bir lokantaya gittiler. Çorba içtiler yalnızca. Derslerden konuştular biraz, Azize okulu anlattı. Mehmet'in bahsedecek hiçbir şeyi yoktu, sadece dinledi. Çocukların çabucak büyüdüğünü, Azize'nin ilk adımlarını attığı anı, okuma yazma öğrendiği süreci, köye geldiğinde gezip görmeye başladığı günleri düşündü kısa zamanda. Bir on sene öncesinin Mehmet'i bu halini görse, ne zaman bu kadar duygusal bir adam oldun, der de gülerdi. Ve şimdinin Mehmet'i onu karşısına oturtur, bir abi gibi nasihat verir, senin yüzünden oğlum derdi. Başımıza ne geldiyse, senin hoyratlığından geldi! "Ne zaman gideceksin?" diye sordu Azize. Sanki aralarında hiçbir bağ yoktu. Öylesine vakit geçiren iki insandılar. Kırgınlıktan bile söz etmeyecek kadar hissizdi kızın ses tonu. "Bilmem, buralardayım bir süre. Birlikte oluruz diye düşünmüştüm." Kız eline bir peçete aldı. Can yakmak ister gibi gülümsedi. "Oğlunu özlemeyecek misin? Çok kalma bence." "O nasıl söz Azize? Orada oğlum varsa burada da kızım var. Sen benim evladımsın, ilk göz ağrımsın. Kimse yokken sen vardın benimle. Özlemedim mi sanıyorsun? Gurbete mi yolladım ben seni, başımdan mı attım? Aylarca ısrar ettin diye buradasın, yoksa bir an bile gözümün önünden ayrılamazdın." "Ama öyle düşünmüyordun ben sekiz yaşındayken. Köye bırakacaktın beni ve gidecektin. Hiç özlemeyecektin, yanımda olmayacaktın." "Ne kadar çok kırıldığının ve defalarca anlattığım, daha doğrusu anlatmaya çalıştığım iç dünyamdaki karmaşanın beni neredeyse kocaman bir hataya sürükleyeceğinin farkındayım. O yıl her şeyi bırakıp gitmeyi, beceriksiz bir adam olduğumu düşünüyordum. Cahillik işte, benden kurtaracağımı zannediyordum seni. Annemin şefkatinin sana yeteceğini sanıyordum. Huysuz ve huzursuz bir adamdan kurtulup, aile içinde sıcak bir ortamda yaşamanın seni iyileştireceği fikrine kapılmıştım." "Ne vazgeçirdi seni?" Bilerek yapıyordu Azize. O cevabı duymak istiyordu babasından. Senin için değil, başka bir kızı sevdiğimden kaldım, demesini bekliyordu. O zaman kabahati bir iken iki olacaktı. Azize babasıyla geçirdiği son beş yılda gördüğü özel sevginin bir avutma olduğundan emin kalkacaktı bu masadan. Tek bir tereddüt parıltısı bile geçmeyen gözlerini adamın mahcup bakışlarına dikti. "Kucağımda ağlayarak uyuduğun geceyi hatırlıyor musun?" Zeynep'in dövüldüğü günden söz ediyordu Mehmet. Azize rahatsız bir ifadeyle başını salladı. "Almanya'da bir sen vardın bir de ben. Bazen çok çalışmam gerekiyordu, evde yalnız kalıyordun. Başına bir iş gelir korkusuyla dolaşıyordum tüm gün. İşte o gün sen kucağımdayken, seni getirdiğim ve bırakmak istediğim kalabalıkta bile gözümün arkada kalacağını anladım. Zaten zaman geçtikçe, seni birkaç saat bile görmedikçe cebelleşiyordum gidememekle. Çünkü doğduğundan beri kucağımdasın Azize. Bir delilikle senden ayrılmayı düşündüm ama durmam gerektiğini fark ettim. Bu bir zalimin eliyle hatırlatıldı bana." "Beni mi düşündün sabaha kadar?" "Evet" dedi Mehmet. Bir ihtimal kendini anlatabilmiş olmayı umuyordu. "Sonra da gidip evlendin. Evleneceğin için beni yalnız bıraktın. Düğünden sonra hasta oldun, Ankara'ya gittin. Beni mi düşündün baba?" Kızın gözlerini yaşartan öfke, düşürdü yine omuzlarını. Keşke o zamanlara dönebilselerdi, keşke Mehmet bir an bile kızını bırakmasaydı fakat tercihler yapılmıştı ve bu gün birbirlerine en uzak noktadalardı. "Anneme niye büyük öfkelerim yok biliyor musun? Çünkü o öyle bir kadın. Açıkça bana eğlenceleri çok sevdiğini, müziksiz yapamayacağını söyleyecek cesareti olan bir kadın. Disiplin adı altında ruhumu bastırıp bana yalanlar söylemedi. Bu sebeple bir kez daha karşıma çıksa, ona nefretle bakmam." Derin bir nefes alıp babasının gözlerinin içine baktı. "Yüksem omzuna, sorumluluktan başka bir yerim yoksa gözünde, öyle davran bana. Senin yanında yanlış yapmaktan korkan bir öğrenci gibi büyüdüm zaten. Bir gün çıkıp doğrudan bunları söyleseydin, inan böyle yıkılmazdım. Bebekliğimde bıraksaydın beni köye, hakkında hayaller kurardım. Kavuşacağımıza inanırdım. Böyle biriymiş derdim. Karşımda eskilerin ciddi ve otoriter adamı olarak kalsaydın hiç gocunmazdım. Ama köye yerleşip evlenen adam, benim babam olmaktan çok uzaktı. Sen epey evvelinden gitmiştin. Bu yüzden aynı çatı altında uzaktık birbirimizden." "İyi bir adam olmaya, etrafımdaki kalp kırıklarını düzeltmeye çalışmıştım sadece. Siz mutlu olunca ben de iyileşirim sanmıştım." "Daha önce yapsaydın, bunun için çabalasaydın sana inanırdım. Ama sekiz yaşında bir kızı avutamıyorum baba. O çoktan kimsesiz kaldı bile." "Müsaade et sineme alayım onu da seni de. On dört yaşını, on dokuzu, yirmiyi, yirmi beşi... Kaçı istersen onu sarayım kollarıma." Mehmet uzanıp tuttu kızın elini. Buz gibi de olmuşlardı. Kaşları çatıldı istemsiz. "Sana attığım her adımı sevgisizlik olarak görmeni, sana bir yük olarak bakıyormuşum gibi konuşmanı kabul edemem. Hatasız değilim. Düzeltmeye çalıştıkça mahvettim, yanlış ifade ettim kendimi. Üst üste gelenler, çabuk ve hızlı olsun, daha rahat alış diye uğraşmalarım da berbat etti her şeyi. Aceleciliğimle elime yüzüme bulaştırdım babalığı." Kız düşündü bir an. Samimiyetle sunulmaya çalışan sevgiyi hissetti. Ama sekiz yaşındaki kızı yine avutamadı. Sonra gülümsedi, elini geri çekti. "Düzelttin zaten baba. Ailenle aranı düzelttin, Zeynep ablaya yeni bir aile verdin. Her şey olması gerektiği gibiydi. Bana gelince, sanırım evlat olmak ne demek bilmiyorum. Öyle bakma, dur sana anlatayım. Hala diyor ki ben akıllıymışım, kendi işimi kendim yapmaya çabalıyormuşum hep. Ama bazen yardım istemek de güzelmiş. Yoksa üzülebilirmişim. Bunu çok düşündüm. Aylardır karşıma çıkıyorsun, kaçıyorum senden. İnanmak istemiyorum söylediklerine. Herkes ne kadar inatçı olduğumu söylüyor arkamdan, değil mi? Ankara'dan döndüğünde de aynısı oldu. Yabancı biriyle paylaştığın odaya girmek istemedim, sen beni çağırdın, kaçtım. Piknik yapalım dedin, kaçtım. Köyden öncesini düşün. O zamanlar da ne dersen yaptım. Sus, sustum. Ye, yedim. Kal, kaldım. Yat, yattım. Naz niyaz bilmeyen, denileni yapan, başını uzatıp kendini sevdirmeyen, kimseye yük olmamak için kendi işini halletmeye çalışan bir kız... Belki beni bırakırken bu yüzden kendi başımın çaresine bakabileceğimi düşündün. Belki iyi olayım, uslu durayım derken kimseye ihtiyacım olmadığını ima ettim yanlışlıkla. Mustafa, Gülcan, Yasemin gibi olmadım. Bir çocuğun acizliğini yamacıma yanaştırmadım. Beni sevmek bu yüzden aklına gelmedi." Nutku tutulan Mehmet konuşamadı bir süre. Azize'ye onu çok sevdiğini anlatamıyordu. Aynı zamanda kızın çocukluğunu yaraladığını daha net görebiliyordu. Onu yetiştirirken iyilik yaptığını zannetmişti. Ciddiyeti, düzeni, sorumluluk bilincini her çocuğa aşılamak gerektiğini düşünüyordu hâlâ. İleri mi gitmişti? Güzel bir bina inşa etmek isterken, temeli sağlamlaştıramamış mıydı? "Oysa hep gurur duyardım seninle" dedi. "Kendini bilen, düzgün bir çocuk oluşunu hep takdir ederdim. Ne canın istediğinde yaptığın haylazlığa ne de elbiselerini yırtmana kızardım. Ve hiçbir çocuğu, hiçbir insanı da sen gibi sevmedim. Aklı başında bir adam olduğumda, nankörlüklerime rağmen benden alınmadığın için kaç defa şükrettim, kalkıp namaz kıldım biliyor musun?" Gözündeki yaşı silip yerinden kalktı ve kızının yanındaki sandalyeye oturdu. Onun müsaadesini beklemeden sarıldı. "Özür dilerim. Çok özür dilerim. Seninle daha önce böyle konuşmadığım için, eksik hissettirdiğim için, seni yaraladığım ve anlayamadığım için özür dilerim Azize." Kollarının arasındaki kızı daha da sıkarken, etraftakilerin ona bakmasını umursamadan ağlıyordu. *** Birlikte eve gittiler. Aradan geçen günlerde de bu konuyu konuşmadılar. Azize ders çalıştı. Odasında geçirdi vaktinin çoğunu. Mehmet düşündü durdu. İçinden çıkamayacağı muammaları halletmeye uğraştı. Bir iki kere annesini aradı, uzaktan Akif'in sesini duydu ama seslenmeye yüreği yetmedi. Hayatı ellerinden kayıyormuş gibi hissediyordu. Evi, çocukları ve yara bere içinde bıraktığı ruhu, uzaklara gidiyordu. Kezban hala şikâyetçiydi tabi. Sofrasındaki iştahsızlık birken ikiye çıkmıştı. Azize'nin kendine kurduğu düzenin bozulduğunu görebiliyordu. Babasıyla arasındaki mesafenin azalmadığını ve buna açıkça üzüldüğünü de hissediyordu. Kadının Azize'yi yeğeninden daha çok sevdiği açıktı. Mehmet'i azarlamaktan, kıyı köşede laf çarptırmaktan hiç çekinmiyordu ilk başlarda. Fakat Azize'nin bundan rahatsız olduğunu fark edince söylenmeyi bıraktı. Gerginlikten kaçan bir çocuğun yanında, huzursuzluk çıkartan kadın konumuna düşmek istemiyordu. Mehmet de seviniyordu bir yerde, halası gibi birinin, kızını sevdiğini ve kıymet verdiğini görmek içini rahatlatıyordu. Onun kırık kalbine ne iyi gelecekse, elinden öpmeye razıydı. Sekizinci günün akşamında Azize kitabın başından kalkıp salona geçti. Okuduğunu anlamakta zorlandığından ve derslerine odaklanamadığından verdiği ani bir kararla çıkmıştı odasından. Başarısızlıktan hoşlanmıyordu ve meşgul bir zihin yüzünden düşük not almanın ne kadar rahatsız edici olduğunu deneyimlemişti. Koltuğa oturup bir süre etrafa bakındı. Hala meyve soyuyordu. Elmanın ekşi kokusu erişti burnuna. Ama iştahı yoktu. Evde huzursuz bir hayalet gibi dolaşan babasına söyleyeceği birkaç şey vardı. Göz göze geldikleri an ayağa kalktı. "Balkona gelir misin?" "Ben mi?" Mehmet doğruldu oturduğu yerden. "Tamam, gelirim." Kalktı, kızından önce balkona geçti. Ne denilse yapacak kıvamdaydı. Kıldan ince boynu, başındaki ağırlıklar sebebiyle bükülmüştü. Ahşap iskemleye oturmadan bekledi. Azize eşikten adımını attı. Babasının karşısına geçti. Üstünde açık gri bir hırka ve kahverengi kloş etek vardı. Saçlarını bağlamıştı sıkıca. Bulutlu, yıldızsız bir geceydi. Hava soğuktu. "Dinliyorum Azize, ne hakkında konuşacaktın?" Sesinde gizli bir meraka eşlik eden heyecanın titremesi mevcuttu. "Köye dönmen hakkında konuşacağım baba. Beni ziyaret ettiğin için teşekkür ederim. Yeterince vakit geçirdik. Ama artık gitmen gerekiyor. Ailenin seni özlediğini düşünüyorum. Ve tabi senin de onları..." Mehmet'in kaşları çatıldı. Kovulduğuna değil, Azize'nin cümlelerindeki uzaklığa kızdı. Sanki bir misafiri ailesinin yanına uğurluyordu. "Babanım ben senin, ailenim, ailemsin" diyebildi kırgın bir hayretle. Koca gökyüzünde nefes alabileceği kadar oksijen kalmamıştı sanki. Azize'de de geri adım atacak hal yoktu. Yorulmuştu günlerin kovalamacasından. Dersleri etkileniyordu, karşısındaki öğretmen de olsa laf işitmek istemiyordu kimseden. Ama babasıyla aynı çatı altında yaşadıkça, dikkati dağılmaya devam edecekti. "Babam olduğunu inkâr etmedim, öylesin" dedi buz gibi bir sesle. "Ama Akif'in de babasısın. Zeynep ablanın yalnız uyurken zorlandığını biliyorsun. Babaannemin yanında kalan tek oğlu da sensin. Ben buradayım diye onları ihmal edemezsin." "Hep başkaları! Çıkar aklından şu isimleri, beni gör. Burada ben varım, sana geldim. Sen varsın bir tek kızım dediğim." Aniden bastıran öfkesi sesine yansıdıysa da Azize çekinmeden tavrını sürdürdü. Kızmıyor, bağırmıyordu. Fakat azap niyetine kilometrelerce mesafe koyuyordu araya. Yüzlerce kavgadan beterdi bakışları. "Başkalarını aramıza sen soktun baba. Beni onlarla yaşamaya alıştırdın. Artık, eskiden olduğu gibi, sadece ikimiz yokuz. Senin başka sorumlukların var. Gazoz içmeye gittiğimiz caddede, bütün haftanın yorgunluğunu üstümüzden sessizce atan o ikili değiliz. Ödevlerimi tek başıma yapabiliyorum. Matematiği bile. Kendi başımın çaresine bakabilirim ama seni bekleyenler var." "En çok onlar isterdi seninle olmamı..." "Tamam, ben de onlarla olmanı istiyorum artık." Azize son derece net olduğunu düşünürken son sözlerini söyledi. Sonrasında içeriye geçti. Balkon demirlerini aşmak isteyen bir adam bıraktı geride. İçi soğumuş muydu? Buz gibiydi. Fakat olması gerekeni yaptığını düşünüyordu. Öyle ya, yalan yoktu söylediklerinde. Akif babasını bekleyen bir bebekti. "Annen bana babamı verdi, ben de sana onu geri veriyorum" diye söylendi Azize. Canının ne kadar acıdığından haberi yoktu henüz. İçinde dolaşan sızıyı karın ağrısı zannediyordu. Birkaç gün sonra bir valiz hazırlandı. Otogara kadar uğurlamadığı babasına soğuk bir veda etti. Bu köprüdeki ilk ayrılıktan daha acı değildi. Üstelik eline tutuşturulan bir çikolatası da yoktu. Okula gitti o gün. Her soruya parmak kaldıran, susmayan ve teneffüslerde koşturup yorulan haylaz bir kız olarak geçirdi saatlerini. Eve gelip duş aldı. Karnabahar yapmıştı hala, iki tabak yedi. Bir kâse de yoğurt aldı kendine, kadını şaşırtarak. "Hayırdır ne bu hal?" diye sordu Kezban hala. "Dersler güzel geçti." "Ama mutlusun." "Olmayayım mı?" "Ol tabi. Aman neyse, sormuyorum bir şey. Sevindim senin adına." Biraz daha sohbet ettiler. Mutfağı topladılar birlikte. Sonra odasına geçecekken, vitrindeki çerçeveye baktı Azize. Siyah beyaz fotoğrafta, ufak bir kız çocuğu gülümsüyordu. Yaşasaydı güzel bir hanım olurdu. Derin bir nefes alıp Kezban halaya döndü. Bu gün çenesi açılmıştı biraz. Uzun zamandır sormadığı şeyi pat diye söyleyiverdi. "Kızına benzemeseydim, yine de beni sever miydin hala?" "O nereden çıktı?" diye neredeyse haykırdı kadın. Sonra gözlerine yerleşmek için dörtnala koşturan kederi defetmeye çalıştı. "Senin aklın karıştı bu gün herhalde! Deli kız." "Yo, aklım karışmadı. Merak ettim sadece. Hiç kimse olmasam sevilir miyim? Sadece Azize olsam mesela, kızına benzemesem, acınacak annesiz bir kız olmasam, her çocuk gibi yani, normal olsam..." "Sen kendini tek gözle görüyorsun herhalde." Kadın çıkışmaktan kendini alamadı. Sonra kalkıp Azize'nin kollarını tuttu. İyi bir silkelemek lazımdı da, yumuşak olmaya zorladı sesini. "Sen Azize'sin diye seviliyorsun zaten. Seneler önce benziyordun benim rahmetli kızıma. Şimdi değiştin, onun öldüğü yaşı geçtin. Güzel bir genç kız oldun. Onun hayali silindi senin simandan. Artık sadece Azize'sin. Güzel, akıllı, tertipli birisin. En önemlisi bambaşka bir yürek var sende. Ben seni bu yüzden seviyorum mesela. Ve bu özellikler senden..." elini kızın kalbine koydu "buradan geliyor. Sen olduğun için yani." "Hiç böyle düşünmemiştim." "Belki de hiçbirimiz bunu sana söylemedik. Cahillik ettik, kendi derdimize düştük. Bir o yana bir bu yana çekiştirdik seni. Ama sen de çok kaçaksın be çocuk. Kara kutusun mübarek. Bir gülüyorsun yaşından büyük, sanki hiçbir sıkıntın yok. Suçlamıyorum seni, keşke daha akıllı biri olsaydım da kafandakileri anlayabilseydim diye düşünüyorum. Ama bak, sen de konuş bundan sonra. Mesela de ki; hala soğanları büyük doğradığın için yemeklerini beğenmiyorum." "Hala" dedi kız biraz mahcup. "Benim gibi adı huysuza çıkmış bir kadından ne öğrenirsin bilmem. Ama hiç içime attığımı gördün mü? Hayır. Rahatlamam lazım çünkü. Ben sıkıntıya düşeceğime, beni üzen kederlensin. Bilsin neyi sevip sevmediğimi, ayağını denk alsın, ona göre hareket etsin. Bunu öğren benden. Rahat edersin, kendi köşende üzülme belasından da kurtulursun." Azize yapacağından emin olmasa da bu haşin nasihati aklının bir köşesine yazdı. Kezban hala gibi yalan söylemeye gerek görmeyen bir kadının ağzından, sırf Azize olduğu için sevildiğini duymak hoşuna gitmişti. "Ve" dedi son bir şey hatırlatmak ister gibi. "Belki kötü bir başlangıç yapılmış olabilir. Farklı niyetlerle yeni bir yola girilmiş olabilir. Ama vazgeçmeden ya da anıları silip atmadan önce süreci de iyi değerlendirmek gerekir. Kızıma benziyorsun diye sana yaklaştım ama sonra senin bambaşka bir çocuk olduğunu görüp Azize'sin diye bağrıma bastım. Anlıyor musun beni? Başladığı gibi devam etmedi sevgim. Yıllar öncesi yüzünden benden uzak mı duracaksın yoksa sana verdiğim hisleri kabul mü edeceksin? Yalan söylemediğimi biliyorsun. Ben de beni sevdiğini biliyorum. Her ne kadar yaşından büyük bir ketumluk olsa da karakterinde, gözlerin savunmasız bir çocuk olduğunu hatırlatıyor insana." *** Yatak örtüsünü çektiğinde, eski tanıdık bir defterle karşılaştı Azize. "Babaya mektuplar" diye mırıldandı. İlk vedanın ardından yazılmış, samimi özlem vardı bu satırlarda. Şimdi yalnızca kandırıldığını hissettiriyordu anılar. Eline alıp bir köşeye fırlatmak istedi. Köyden buraya, elbette babasının valizinde getirilmişti. Ama neden? Eline alıp gelişigüzel bir şekilde çevirdi sayfaları. Boş olması gereken satırlar, canlı mavi bir mürekkeple doldurulmuştu. İnce, dağınık yazı babasına aitti. Seneler önce yapılması gerekeni yapmıştı ama geç kalmıştı. Azize'nin okumaya hevesi yoktu. "Bana anlattığın şeyleri yazdın buraya, biliyorum baba. Ama ikna olmuyorum, ne duymak istiyorum ne de okumak." Defteri alıp kitaplarının üstüne koydu ve yatağına yattı. Yarım saat oyalandı, uyumak için kendini zorladı. Halanın söylediklerini düşünmek istedi. Hava soğuk olmasına rağmen terledi. En sonunda dayanamayıp kalktı ve defteri aldı. Herkes kaçtığını söylüyordu ve ilk önce kendine cesur bir kız olduğunu ispatlayacaktı. Birkaç satırı okumak ve hayatına kaldığı yerden devam etmek zor değildi. Perdeden süzülen sokak lambasının loş ışığında aydınlandı sayfalar. Sevgilerle başlamak ve öyle de bitirmek isterdim. Senin o küçük kalbinle, bu eski satırlara cömert davrandığın gibi. Benim gibi bir adamı özlediğin, kıymet verdiğin, sevdiğin ve sinesine sıcaklıkla birlikte güzel bir koku bıraktığın için de bin kere teşekkür ederdim. Ne yazık ki geç aldım elime kalemi. Bin bir türlü yolu vardı özür dilemenin. Pikniğe gitmek ve güzel bir gün geçirmek bize yeter sanıyordum. Baş başa oturmak, okuduğun kitabı anlatışını dinlemek gönlünü hoş eder diye düşünüyordum. Oysa karşına geçip "sen benim en kıymetlimsin Azize" demem gerekiyormuş. Sen buna inanana ve hislerimle şımarana kadar aynı kelimeleri tekrar etmem gerekiyormuş. Eksik kaldığımı, yetemediğimi, seni kırdığımı ve üzdüğümü, bana bahşettiğin güzel günlere haksızlık ettiğimi söyleyip özür dilesem sayısız kez... Gönlünü hoş etmediğim her an dikilir karşıma. Ehemmiyetsiz diye haykırır yüzüme. Ehemmiyetsiz... Tam da bu kelime yakışıyor benim varlığıma. Senin karşına her geçişimde hayat, kulağıma bunu fısıldıyor. Kimse benim beceriksizliğimi teselli edemiyor. Kapanmayan yaramı bilmiyor. Sana günler vadetmiştim. Say, bitir ben geleceğim demiştim. Dönüşümü beklemeyi teselli etmiştin kendine. Buna rağmen özlemin dolup taşmış satırlara. Azize, sen bana döneceğinden söz etmiyorsun kızım. En müstahak olduğum şekilde cezalandırıyorsun beni. Bu yaşımda dayanamadığım acıları, senin omzuna yükleyeceğim aklıma geldikçe utançtan kıpkırmızı oluyor yüzüm. Ne Almanya'ya gidişim, ne yanlış bir evlilik yapışım, ne insanların hakkımda konuştukları böyle acıtmıştı canımı. Yaşım geçtikçe pişmanlıklarım artıyordu. Ama yokluğunla sınanacağım gerçeğini hiç kabul etmek istemiyordum. Şımarık bir çocuk gibi ısrarla, gideceğim dediğim günlerin cezasıydı hastalığım. Sürgündü Ankara. Fakat o günlerde ödediğim bedel, yokluğundan daha ağır değil. Her hatam, bizden yıllar götürdü. Hadi ben kendimi bırakmış, bittiğimi düşünmüş bir haldeydim. Başıma ne gelse kabulümdü. Yeter ki siz iyi olun diye bir yuva inşa etmek istemiştim. Bir kuş özgür kalsın, bir kuş da kendine yeni bir kafes bulsun diye uğraşmıştım. Ama fark edemedim senden anılar çaldığımı. Daha iyi olacağını düşünürken, içinde yanan lambaları da söndürdüm. Oysa yaşamak, benim küçük Azize'm, en iyisiyle senin hakkındı. Yanlış adımlar atan babanın kazdığı kuyulara düştün. Defalarca konuştuk seninle, daha doğrusu ben söyledim aklımdakileri, hissettiklerimi. Bu sebeple hikâyemizi ve kaçak Mehmet'in, geçtiği dümenin başındaki yanlışlarla dolu hayatını yazarak şu birkaç satırı heba etmeyeceğim. Tek anlatmak istediğim, ömrünün sonuna kadar pişmanlık yaşayacak günahkâr bir babanın evladı olmanın senden hiçbir kıymet eksiltmeyeceğiydi. Hatalarımın senin üzerindeki kötü tesirinin o güzel varlığına leke süremeyeceğiydi. Pas tutmuş kalbime ulaşacak kadar mahir bir gülümsemen vardı senin. Bu günahkâr ömrümde her suçla itham edilebilirim. Kabul ederim, toprak olana dek özür dilerim. Fakat sadece şuna inanmalısın. Varsa sende bana karşı biraz güven, bunu yapmalısın. Seni okula götürürken, derslerini kontrol ederken, kıyafetlerini seçerken, lezzetli olmayan yemeklerimi pişirip önüne koyarken, hastalandığında başında beklerken sabah dek, diş doktoruna gittiğimizde canın yanmasın diye elini tutarken, gittin zannedip havaalanına koşarken, seni karşımda görünce kaldırıp kucağıma alırken tıpkı doğduğunda olduğu gibi... Azize kızım, tüm bunları ve belki de ehemmiyet vermezsin diye yazmadığım diğer yaşananları, samimi sevgimle yaptım. Bir babanın yapması gerekenler bunlar zaten. Yazma gereği duymamın sebebi bendeki yerini sorgulaman, yaşadıklarımıza inanamaman ve kendini babanın gözünde yük olarak görmen. Bu doğru değil, hiçbir lafıma inanma, bencilliğimi yüzüme vur ama sana olan sevgimden şüphe etme. Yanlış tavırlarımla, ihmalimle yüzleşebilirim. Fakat Lisette'ye senin sayende saygı duymaya başlamışken ve artık hayatıma girmesini bir musibet olarak, yine senin sayende, görmüyorken hiçbir zaman kendinden bir sorumluluk olarak bahsetme. Kıymetli bir hediyesin. Yükünü bana bırak, öfkeni benden çıkart. Kendine dokunma. Ne yazık bana. Başka babalar kızlarını diğer kötülüklerden korumaya çalışırken, fark ediyorum ki başındaki en büyük bela benim. Ve biliyorum; eğer köye ikimize bir hayat kurma vadiyle dönmüş olsaydım sonra evlenseydim bu kadar üzmezdim seni. Üst üste aldığım kararlar, hızlı hareketlerim, günlerimizi annemin sepetindeki karman çorman olmuş iplere çevirirken ben bencil bir adam olarak anıldım, sen de o adamın yaşamla mücadele etmeye çalışan kızı... Almanya'da kaybolacak, adı silinecek ve nefretle anılacak bir baba olmaktan mı korktum? Kendime olan nefretim ve tahammülsüzlüğüme biçtiğim cezaydı aslında bu. Fakat sinemde ağlayan bir çocuğun savunmasızlığı merhamet etti bana. Kafeste hor görülen bir kuşun yuvasız kalacağını, kanatlarının kırılacağını sezdiğim günlerden birindeydik. Kaçak ve adi bir adam olmaktansa, bir yuvaya anahtar olabileceğimi anladım. Kötü biri hatırlattı bana babalığımı. Kınadığım zalim, kınadığım kadın... Ne farkım kalacaktı? Kucağımdan başka sığınacak yerinin olmadığını söyledin gözyaşlarınla. Oysa o günün sabahında, hayatıma yeni ve hak etmediğim bir sevgi girmesin diye cebelleşiyordum kendimle. Kafesteki kuştan da kaçıyordum, özgürlük diye çırpınan bir yürekten de. Belki sana yazdığım satırlara, başka isimleri sığıştırıyorum diye kızıyorsun Azize. Fakat kızma, ilk önce yapmam gerekeni yapıyorum. Seni karşıma almış, ağır ağır içimdekileri anlatıyorum. Aramıza ilk ayrılığımızı, o bir ayı sokmadan önce dertleşseydim seninle, belki anlayabilirdin beni. Hiç olmadı, dürüst bir adam olarak bilirdin babanı. Anneni affettiğin gibi, bana da bir yer verirdin yüreğinde. Ne yazık, ben konuşmadım. İyinin peşinden koşarken bile yine aklıma eseni yaptım. Sana sormadım, bakıyordun ya gözümün içine. Kocaman adamım, ona güvendim. Kararlarım, kurallarım, sevdiklerim, kızdıklarım... Farkındayım, çok bencilim. Elini tuttuğum çocuğu sürüklediğimi anlayamadım. En sert haliyle gerçeği çarptın yüzüme. İyi de yaptın. Ama kızım, kendi canını yaktın. Yine aynısı oluyor. Düzelteyim yazdıklarımı, sen değil ne yaptıysam ben yaptım! Azize, bu mahkemede seni hâkim yapmayacağım. Bencilliğimden değil kızım, kalem tutarken tebessüm ettiren kelimelerini yazan o ellerine bir halat bırakmayacağım. Kirlenmesinler... Mücrim kendi cezasını çeksin, sandalyesine tekmesini vursun. Sen baharın güzel vakitlerinde, kötü bir adamın hatırasını unuttuğun günlerin birinde çiçek topla sepetine. Saçlarını güneş okşasın, kimsenin günahkâr elleri uzanmasın onlara. Kuşların cıvıltıları telafi eder mi eksik bıraktığım kahkahalarını? Etsin, benim ömrümdeki bütün gülümsemeler senin defterine yazılsın. Zaten senden gelmişlerdi, yine sana verilsinler. Gönlündeki tüm temiz duyguları bana bahşettiğin için minnettarım. Sayısız özürlerimden birini buraya yazmaya yüzüm yok. Niyetim seni inciten unsurların hiçbirinde kabahatin olmadığını ve güzel kalbine beceriksiz insanların yara açmasına izin vermemen gerektiğini anlatmaktı. Olabilecek en iyi evlattın, karanlık hayatımı aydınlatan bir ışıktın. Gereken değeri veremediğim, is kokan parmaklarımın arasında solup gittiğin için affet beni. Mahkemeyi burada kapatalım. Suçluyu yargılayalım ve seni güzel kızım, merhametine zeval gelmeden evvel sahili selametli bir limana çıkartalım. Azize, dünyada bakmak istemeyeceğin yüzüm ahirete de kara. Dualarına beni almanı istesem, çok yük olur muyum omuzlarına? Tüm isteklerden, varsa haklarımdan vazgeçerim. Dondurma yediğimiz sahildeki güzel anları hatırlasan, benim bir gün elini bırakmayı düşünmek gibi bir hata yaptığımı unutup bahardan bir çiçek armağan etsen toprağıma... Bir baba, bir eş, bir evlat olurum yine. Fakat senin olmasam, seninle olmasam tadım tuzum kalmaz. Dürüst ve açık konuşuyorum, kalmadı da zaten. Ne yazık ki laf dinleyen bir adam değildim. Evvelinde, gelecekte ne olacağını az çok tahmin edenlerin sözlerini inkâr ettim belki kaçtım. Sayfaları anılarla dolduracak kadar günlerim geçmedi Azize. Sana güzel özlemler yazamadım. Yaşadıklarımı anlatamadım. Çünkü yok. Mübalağa etmiyorum. Senden mahrum ettiğimi söylediğin her şey, bir gecede alındı elimden. Beşiğinde ağlayan bebeğe bile uzanmıyor elim. Ablasının canını yaktığımı bilmeden kucağıma gelmek istiyor. Ama ben biliyorum günahımı. Toparlanamıyorum, bir türlü başaramıyorum. Onu sevecek misin? Bana benzemiyor yüzü. Huyu da benzemesin. Elindekinin kıymetini bilenlerin yanında büyüsün. Merhametli kişilere sarılsın. Senin eteklerine dolaşsın. Ne kadar yazsam az, ne kadar sussam çok. Umarım anlatabilmişimdir doğru düzgün. Beynimi kemiren doğruları söyleyebilmişimdir sana ve inanmışsındır. İnanman çok önemli, sevgilere sahip çıkarsın böylece. Bu köyün, toprağın, insanının samimiyeti sarar yufka yüreğini. Bana, inat ve mesafeyle bakışına ses çıkartamıyorum. İçimdekiler de öyle bakıyor, yanımdakilerin sevgilerini hak etmediğimi biliyorum. Ve Azize'm, bu dünyada beni en iyi sen tanıyorsun artık. Geçmişe ve sana ait hiçbir günahım gizli değil. Ellerinde yüreğim. Ezip parçalamana da bir yol kenarına bırakmana da razıyım. Karanlığımın binlerce affı yutacağından habersiz yayılmaya çalıştığı günlere kızgınım. Selamsız sabahsız başladım fakat şu son birkaç satıra usulüne uygun ifadeler yazayım. Sana olan sevgisi gerçek, en adil mahkemede yargılanmış, bir kuşa kafes bulmuş fakat bir kıza yuva olamamış daima pişman baban... |
0% |